Masumluğumun Timsali-Mertim
🕊🕊🕊
Evet ilk bölümden beri Sezen'in ağzında bir Mert lafı dolanıp duruyordu. Hatta yeri geldi Kerem'i de Mert'e benzetti. O sandı, o olmasını umdu. Şimdi ise çocukluk aşkı ve bizim için bir sır olan Mert çıkageldi. Peki şimdi ne olacak merak ediyor musunuz? Hadi hep beraber öğrenelim!
🕊🕊
Çocukluğum-Zeynep Alasya Göltekin
Anlayamazsın-Seksendört
Yaşamanın tadı-Sonay Akçen
Sezen'in ağzından
Evvel zaman içinde, çok güzel bir ülkede bir kız bir kuleye hapsedilmiş. Ne kadar kaçmaya çalışsa da tüm kapılar üzerine kapanmış. Bir çıkış yolu yokmuş onun için. Onu oradan sadece masumluğun timsali olan biri kurtarabilirmiş. Kız kendini kurtarması için her gün kulenin penceresinde beyaz dantelli elbiseyle beklemeye başlamış.
Kimi zaman fırtınalar kopmuş pencereleri kırılmış, kimi zaman soğuktan donacak duruma gelmiş ama ayrılmamış o pencereden. Çünkü biliyormuş bir gün baharın geleceğini, penceresine kuşların da konabileceğini... Hiçbir şeyin sonuna kadar devam etmeyeceğini biliyormuş işte. Sonunda bahar gelmiş beraberinde çiçekleri de kuşları da getirmiş. Kuşlar da kanatlarına o kişiyi alıp gelmiş. Bu hikayedeki kuleye hapsolmuş kişi bendim, masumluğumun timsali ise Mertti.
O gelene kadar belki birden fazla bahar geçmişti ama olsun sonunda gelmişti. Beni içine çekildiğim bu girdaptan kurtarmaya gelmişti belli ki.
Kendini getirmesi sanki yeterli değilmiş gibi çocukluğumu da koymuştu çantasına. Kaybettiğim güzel ne kadar şey varsa onları iade etmeye gelmiş gibiydi. Bana yeni bir hayat bahşetmeye gelmiş gibiydi. Belki de ben fazla anlam yüklüyordum yine bir şeylere ama önemli değildi. Gelmişti ya gerisi boştu işte. Ona sarılmıştım ya artık kıyamet de kopsa tamamdı.
Gözyaşlarım benden bağımsız olarak akmaya ve Mertin tişörtünü ıslatmaya devam ediyordu. Bense onları durduramıyordum. Halbuki üzgün değildim. Hayatımda uzun zamandır olmadığım kadar daha az mutsuzdum. Aslında çok farklı duygular yaşıyordum şu an. Tek hissettiğim duygunun sevinç olduğunu söylesem yalan söylemiş olurdum galiba. Bir yanım çok sevinip sadece ona olan özlemimi gidermek isterken bir yanım da hem şaşkınlık hem endişe hem öfke hissediyordu. Yine de en azından şu an için bu anı bozmak istemedim. Elbette sorardım ona hesabını her şeyin ama şimdi gerek yoktu buna.
Ben huzuru iliklerime kadar hissederken Mert hafifçe benden ayrılmıştı. Ben de bunun üzerine göz yaşlarımı silmiştim elimin tersiyle.
İşte tam bu anda durmuştu zaman. Zaman ilk defa benim tarafımı tutmuştu sanki. Tam şu anda sadece biz vardık. Ne bir yaprak kıpırtısı ne kaydıraktan kayan çocukların çığlıkları hiçbiri yoktu. Sadece bizim kalp atışlarımız yankılanıyordu.
Yine de o kadar anlayışlı değildi zaman. Yavaş yavaş eski haline dönmeye başlamıştı. Bir tırtılın ayak izlerini görebiliyordum. Rüzgar hafifçe üflemeye başlamıştı nefesini kulağıma. Bense bu sırada sadece Mert'in o uzun kirpiklerini kırpışında kayboluyordum. Gözlerim gözlerine değiyordu, benim siyahım onun kahvelerinde yoğruluyordu.
Yaşadığını hissetmek istiyordum, nabzı parmaklarımda ritim tutsun istiyordum. Bu yüzden hiçbir şey söylemeden elimi bileğine götürdüm. Parmaklarım bileğine değdiğinde bir kıpırtı hissettim önce parmak uçlarımda, sonrasında ise kıpırtı yerini karıncalanmaya bıraktı. Yaşıyordu ama tam değil. Gel gitleri vardı kalbinin. Emin olamıyor gibiydi yaşamak istediğinden. Ya da yaşamı her şeye rağmen istiyordu. Tüm inişlerine, çıkışlarına rağmen. Sonuç olarak yine düzensizdi nabzı, tıpkı beni bıraktığı zamanki gibi.
Aradan 7 yıl geçtikten sonra ona söyleyeceğim ilk şeyin: "Halen geçmedi mi?" olacağını düşünmezdim. Halbuki bu anı zihnimde milyonlarca kez hayal etmiştim. Beğenmediklerimi zihnimde kovalayıp baştan çekmiştim bu sahneyi en az bin kere. Gerçi hiçbirinde yaptığım konuşmayı da beğenmemiştim orası ayrı. Demek ki o an geldiğinde ne hissedersen onu söylüyormuşsun. Benim de hislerimin ağzımda can bulmuş hali bu kelimelerdi anlaşılan.
Sorumu duyduktan sonra Mert bileğini yavaşça çekmiş ardından da her zaman yaptığı gibi gözlerini devirmiş, ayaklarını yere sürtmüştü ve cevap vermişti bana. Daha doğrusu kendince cevaplamaktan kaçınmıştı: "Halen içimi en iyi gören sensin. Aradan 7 yıl geçti ama beni benden önce bilen yine sensin. Bunun değişmesinden o kadar korkmuştum ki ama sen yine şaşırtmadın beni Kırmızı. Gerçekten 7 yılın sonunda beni ilk defa gördüğünde sormak istediğin ilk şey bu mu?"
Sesi değişmişti. Kalınlaşmış, tok ve daha erkeksi bir hal almıştı. Ses tonu hep güzeldi ama şu an hırslı bir dereden coşkun bir çağlayana terfi etmişti.
"Mert, lafı değiştirme! Geçmedi mi dedim sana? Hastalığın halen aynı düzeyde mi? Nabzın düzensizdi, gerçi rengin sarı değil artık ama yine de emin olmak istiyorum. Beni bunun için terk etmedin mi zaten? Benim yanımda iken sadece acı çekiyordun, ben sana sadece kötü geliyordum. Bir gün daha iyi olacağını ve bana döneceğini söylememiş miydin? Yalan mıydı hepsi?"
Bakışlarını yerden kaldırıp bu sefer gözlerimin içine odaklamıştı. Bu sefer farklıydı bakışları. Benim Mertimden farklı gibiydi biraz. Daha kendinden emin ve korkusuzdu. Önceleri de cesurdu ama şimdi daha da gözü kara hale gelmişti besbelli.
"Hayır Sezen, yalan değildi. Sadece hesaplayamadığım bazı şeyler oldu. Akdeniz Anemisi tamamen geçebilecek bir hastalık değil, genetik bir hastalık olduğundan sadece tedavi ile ilerleyişi yavaşlatılabiliyor. Ayrıca artık şunu söylemekten vazgeç. Senin suçun değildi hiçbir şey. Sen her zaman bana iyi geldin, belki bedenimi değil ama ruhumu iyileştiren merhem sendin. Üzülmemem gerekiyordu o zamanlar, kafamı bir şeylere de takmamam gerekiyordu biliyorsun.
Psikoloji çok etkiliyor bu hastalığı. Bana yaptığın tek kötülük şu oluyordu. Gecemde gündüzüm de sen oluyordun, senden başka bir şey düşünemez oluyordum. Bu da haliyle beni bir tık güçsüz düşürüyordu. Fakat bu kadar yani ötesi yok. Yani şu an daha iyiyim ve geri geldim. Sözümü tutmaya, yarım kalan yanlarını tamamlamaya geldim."
Belki gözlerimin içine bakıyordu ama kalbimden kaçıyor gibiydi. Ne zaman yalan söylese hissederdim çünkü bunu. Giderken bana söylediklerinde de bir yalan olduğunu sezmiştim ama gidişine bir mazeret bulmaya ihtiyacım vardı. Bu yüzden kabul etmiştim söylediklerini.
"Mert, gerçekten anlayamıyorum. Bana giderken benim yüzümden gittiğini söyledin. Hatta doğru düzgün bir açıklama bile yapmadın. Sadece döneceğine söz verdin. Sen gittikten sonra senden hiç haber alamadım. Senelerce kendimi suçladım. Hani hastalığını ben öğrenmeden önce bir kere sana bir tokat atmıştım ya çok saçma bir sebepten ötürü. Sonrasında öğrenmiştim hastalığını ve benim yüzümden kalbinin dahi durduğunu.
O günden sonra sana hiçbir zaman söyleyemedim ama sana o lafları söylediğim için seni anlamadan, dinlemeden yargıladığım için hep kendime lanet okudum. Çok pişman oldum be. Gerçi sen bunları öğrenemeden gittin. Ben de bu olaydan dolayı gittin sandım. Çocuk aklımla buna inandım belki de. Madem suçlu ben değildim neden öyle dedin? Ya da sorumu şöyle düzelteyim 7 sene önce böyle bir parkta neden beni terk edip gittin Mert?"
Susmuştu. En cevap vermesi gerektiği anda o sadece susmuştu. Kelimeler yerini bir süre sessizliğe bırakmıştı. Sonrasında ise ayağı kalkmış ve beni de kaldırmıştı. Ardından da: "Hadi seni bir yere götüreceğim." deyip elimden tutup koşmaya başlamıştı. Yine cevapsız kalmıştı sorularım.
Parkın köşesine geldiğimizde motorsikletine binmem için önce kaskını vermişti. Daha doğrusu ikinci kaskını. Demek ki başkası biniyordu normalde bu motora. Kırmızıydı kaskın rengi. Tam takacağım sırada üzerine bazı harflerin kazınmış olduğunu gördüm. Bu harfler.. bunlar benim baş harflerimde. S ve A...
Yani benim için almıştı bu kaskı. Unutmamıştı en sevdiğim rengi de beni de. Kaskı takmam için yardım etmek istediğinde izin vermiştin ona. Kaskı taktıktan sonra ağzından şu kelimeler dökülmüştü: "Tam uydu, kafan hiç büyümemiş anlaşılan Kırmızı."
Motora atlayıp rüzgarı arkamıza almıştık. Sonra kumsala gelene kadar ilerlemiştik motorla. Kumsala geldiğimizde neden buraya geldiğimizi önce anlayamadım. Sonra kaskımı çıkartıp beni denize doğru sürüklediğinde neden buraya geldiğimizi sonunda anlayabildim. Eline bir taş aldı, ardından da bana karşı olan yegane kozunu kullandı: "Kuralımızı hatırlıyor musun Kırmızı? Eğer ki 4 kere sekerse bir dilek hakkım olacak ve sen anlaşmamızda olduğu gibi dileğimi gerçekleştireceksin anlaştık mı?"
Aradan belki 7 yıl geçmişti ama bazı şeyler hiç değişmemişti. Mert'in giderken de kaçtığı bir şeyler var gibiydi şimdi de bana anlatmaktan kaçındığı şeyler var. Bunları anlatmamak için de dilek hakkını öne sürüyor aklınca. Beni buraya getirmesinin tek sebebi de bu ve ne yazık ki bu konuda hiç şansım yok. Çünkü Mert hep iyiydi taş sektirmede. Bu sefer de öyle olmuştu. Elini ve taşı atacağı konumunu ayarlayıp yanlamasına göndermişti taşı. Taş tam tamına 7 kere sektikten sonra suya gömülmüştü.
"Yes be! Gördün mü bak paslanmamışım, halen iyiyim. Dileğim senden şu Kırmızı; bana neden gittiğimi şimdi sorma. Yeri geldiğinde ben sana her şeyi anlatacağım ama şu an değil. Senden sadece sabretmeni ve yokluğumda ne yaptığını anlatmanı istiyorum. Bunu benim için yapabilir misin?"
Sorduğu soruyla bir an için afallamıştım. Onun yokluğunu ben kendime bile anlatamamışken ona nasıl anlatırdım ki? Sen gittikten sonra yokluğunda Kırmızı öldü nasıl derim ki? O küçük kalbini çok kırdılar ama kimse elini tutmadı çünkü sen yoktun nasıl derdim ben ona? Yokluğunda aşık oldum sonra yok oldum. Bunların hepsi yokluğunda oldu nasıl derim? Diyemem ki iç ses, ona bunu yapamam ki ben. O hikayesinin bir kısmını saklayabiliyorsa ben de saklayabilirdim. Sonuçta nerden başladığımın önemi yoktu değil mi?
"Gün gündüzdü, gün geceydi. Gün aydınlıktı ya da karanlıktı. Yağmurlu muydu güneşli miydi hatırlamıyorum bile. Benim için farkı yoktu çünkü. Çocukluğumun en masum caddelerini toz toprak almıştı. Sokak lambalarım kırılmış, karanlık kol gezmeye başlamıştı. Sürekli aynı rüyada gibiydim.
O sokaklarda koşuyordum nefes nefese. Sonu gelmeyecek bir maratona hazırlanır gibiydim. Sonra teker teker ışıkları kapattı sanki bir el. Zifiriydi artık her yer. Korkuyordum, bu korku... tüketiyordu beni.
Yok oluyordum ama pes etmiyordum. Devam ediyordum koşmaya, sonra ansızın düşüyordum yere. Fırfırlı kırmızı eteğim çamura bulanıyordu, beyaz kilotlu çoraplarım kirleniyordu sonunda.
Onunla beraber ben de kirleniyordum, hissediyordum ruhumun derinliklerine indiğini. Sanki çamura bulanan çoraplarım değildi de masumluğumu kaybeden ruhumdu. Değişiyordum, kendimi bedenime dahi ait hissetmiyordum. Sonra devam ediyordum koşmaya. Sırtlanıyordum tüm kirimi, pasımı. Arkamda hiçbir iz bırakmadan devam ediyordum yola.
İçimdeki şehrimin tüm sokaklarına adını yazıyordum. Tüm evlere, ağaçlara, kuşlara, geceye, aya bana ve bize ait ne varsa hepsine seni fısıldıyordum. Seni arıyordum. Sesleniyordum, duymuyordun. Çağırıyordum, gelmiyordun.
Hak etmediğim yokluğunun karanlığına terk ediyordun beni. Sonra uyanıyordum o rüyadan ya da uyandığımı sanıyordum. Belki de artık uyanıkken görmeye başladığım rüyaları inkar eder olmuştum. Ya da artık rüya ve gerçeği ayırt edemez hale gelmiştim. Çünkü gerçek de olsa rüya da sonunda bırakıp gidiyordun beni. Hiçbir açıklama yapmadan gidiyordun. Bense salak gibi bir rüya olduğuna inanmak ve bir gün geleceğini umarak seni beklemeye devam etmek istiyordum. 3 sene boyunca da bekledim seni. Ama gelmedin.
En zoru da neydi biliyor musun? Bir süre sonra farkına varsan da yine de hiç gelmeyeceğini bildiğin birini beklemek. Yine de gerçeği bilsen de vazgeçememek. Gerçi yalan söylemeyim 3 sene sonunda vazgeçtim seni beklemekten ama bir gün olsun unutmadım.
Böyleydi işte yokluğun. Yokluğunda yokluğuna alışamayan bir ben vardı anlayacağın. Sürekli gözlerim seni arıyordu çünkü. Her döndüğüm sokağın köşesinden sen çıkacakmışsın gibi geliyordu. Her dondurma almaya gittiğimde bir külah da senin için alıyordum. Her seferinde eriyordu dondurma yine de ben almaya devam ediyordum. Sahile indiğimde ayşe teyzenin tavşanlarından bir kendime bir de sana dilek çektiriyordum. Bir kişi olmama rağmen iki kişilik hayat yaşıyordum. Her siyah gözde seni arıyordum. Her beyaz tende senin olmanı umuyordum. Az siyah saçlı çocuk çevirmedim bu yüzden yoldan. Çünkü herkes sana benziyordu ilk başlarda. Daha sonra zaman geçtikçe sana benzeyen insanlar azaldı, benim de umutlarım. Artık sadece aynı gökyüzü altında yaşıyor olduğumuza sevinir olmuştum taa ki 7 ay öncesine kadar."
Konuşmayı durdurduğumda sordu: "Ne oldu ki 7 ay önce?"
Ben de cevapladım: "İzmire taşındık, sonra babam bir araba gönderdi otogara annemle beni alması için... Sonra da benim için yeni bir hayat başladı. Yine bir çift siyah göz, beyaz ten, senden tek farkla kumral saç... Onu sana benzettim.
Hatta o kadar benzettim ki senin o olup olmadığına emin olamadım bir süre. Sana taktığım gibi ona da lakap taktım. Donuk... Soğuğun donuğu.
Kulağa komik geliyor değil mi? Öyle değil ama gerçekten ilk başlarda çok soğuk hatta angut tavırları vardı bana karşı.
Şimdi diyorsundur ben öyle miyim diye? Tabii ki hayır. Zaten karakteriniz pek benzemiyor onunla. Ha bu arada gerçek adı Kerem. Kerem Atalay... Neyse ya buradaki hayatımı anlatırım sonra sana uzun uzun. Ne de olsa artık bol bol zamanımız olacak değil mi? Gitmeyeceksin burdasın, yanımdasın artık değil mi? Artık sadece gökyüzüne bakmakla yetinmeyeceğim gözlerinin içine bakabileceğim değil mi?"
İkimiz de bir anlık duraksadık. Ben kollarımı birbirine kenetlemiştim, o da ellerini cebine koymuştu. Sonra aynı anda ikimiz de birbirimize bakıp gülümsedik. Sözlerle ifade etmesine gerek kalmamıştı. Gitmeyeceğini, yanımda kalacağını iliklerime kadar hissettirmişti işte. Yine de onun ağzından duysam daha iyi olacaktı. Bu sırada söyledikleriyle yüreğime su serpmişti:
"Evet, hiçbir yere gitmiyorum. Sen kovana kadar burdayım. Hatta kovsan da gitmeyeceğim artık. Seni bir kere kaybettim, bir daha kaybetmeyi göze alamam."
"Peki o zaman Mert bey siz kaşındınız. Dostluk yasasının 27. Maddesini ihlal ettiğiniz için sizi cezalandırıyorum ve sizi bana müebbet hapse mahkum ediyorum. Artık hayatınız boyunca, ömrünüz vefa ettikçe bana mahkumsunuz. Benden kurtuluşunuz yok. Görünmez kelepçelerle bağladım sizi. Şimdi de benim yokluğumda senin ne yaptığını öğrenmek istiyorum."
Talebim üzerine elini çenesine götürmüş ve hafifçe kaşıdıktan sonra tekrar elini cebine koymuştu. Sonrasında bir iki adım öne gidip sonra tüm vücuduyla bana döndü ve anlatmaya başladı hikayesini:
"Senin yokluğunda benim için de hiç kolay değildi hayat. Ben senin gibi süslü ya da duygulu cümlelerle ifade edemeyeceğim ama. Dümdüz anlatacağım, hatta o kadar düz anlatacağım ki belki de sana soğuk bir anlatım gibi gelecek ama benim için böylesi daha iyi.
Seni o parkta terk etmemden tam tamına on dakika sonra daha parktan bile çıkamadan yığılıp kalmışım. Yoldan geçen bir köpek dolaştırıcı kız bulmuş beni. Sonra da ambulansı aramış işte. Hani sen 'kendimi suçladım' diyordun ya kalbim durdu diye...
Sen değildin sorumlusu. O gün de bunun en büyük kanıtıydı. Çünkü o gün yine kalbim durdu. Çünkü sensiz nefes almak istememişti hücrelerim. Sensiz her nefesimde öleceğimi ispatlamaya çalışmışlardı belki de bana. O gün kanım yetmemişti kalbimi pompalamaya. Bir süre 0rh- kan aradılar. Ama biliyorsun zor bulunan bir kan. Son dakikada biri vermiş olmasaydı yine kalbim duracakmış ve bu sefer dönüşü olmayacakmış. Ve belki de ben bugün seninle bunları konuşabiliyor olmayacaktım.
Hastahaneden çıktıktan iki gün sonra İstanbuldan İzmir'e taşındık. Biliyorsun babam çok hastaydı o zamanlar. Orda bir hayırsever doktor babamın tüm tedavi masraflarını üstlendi. Artık konuşabiliyor da yürüyebiliyor da babam ama.. Ama hayat bir taraftan verirken bir taraftan alıyormuş. Gerçi böyle demem doğru değil Allah böyle yazmış. A..Annemi kaybettik biz Sezen."
Ne Şule Teyze ölmüş müydü? Bu nasıl olabilirdi? Nasıl bir kaderdi gerçekten bu? Aklım almıyordu şu an. Mert bu dünyada en çok annesine düşkündü çünkü. Şu an çektiği acıyı hayal dahi edemiyorum. İnanmak da istemiyorum böyle bir şeye. İyiler hep zamansız terk ediyorlardı bu dünyayı işte.
"Dünya ne yazık ki hep kötülere yer açıyor. İyileri tek tek temizliyor hayatından. Ben ne desem bilmiyorum ki Mert. Be... ben çok üzgünüm. Gerçekten yaşadığın acıyı hayal dahi edemem ama ben yanındayım artık. Şule Teyze artık daha huzurlu uyuyacaktır ben yanında olduğum için. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun inşallah. O bizi orada bekleyecek. Biz de zamanı gelince onun yanına gideceğiz. Sadece biraz sabret olur mu Mert?"
Kafasını olumlu anlamda sallasa da gözünden birkaç damla yaş dökülmüştü. Ardından benim onu görmemem için arkasını dönüp koluyla göz yaşlarını silmeye çalışmıştı. Ben de bunun üzerine ona sarılıp göz yaşlarını benden saklamamasını istemiştim. Sonra da o sakinleşince anlatmaya devam etmeye başlamıştı:
"Annemi kaybedeli çok uzun zaman olmadı işte. Gerçi herkes için uzun benim içinse göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş olan kısa bir süre. Annemi kaybedeli 4 yıl oluyor. Annemi kaybettikten sonra ben üniversite sınavına hazırlanamadım. Kendimde o gücü bulamadım.
Zaten üniversiteye gitmek istemiyordum, başka hayallerim vardı. Ben de bir programa katıldım. Fotoğrafçılık programına... O program sayesinde 23 tane ülke gezdim. Dünyanın her yerinden fotoğraflar çektim. Durmadan gece gündüz çalıştım. Ülkeme döneli de 1 sene oluyor yaklaşık. Türkiyeye gelince de ilk iş kendi stüdyomu açtım. Artık karşında dünyanın en genç ve profesyonel fotoğrafçılarından Mert Karay duruyor."
Bir gün biri çıkıp gelse ve bana Mert'in fotoğrafçı olacağın söylese inanmazdım herhalde. Şu an gerçekten şaşkındım. Halbuki onun çocukluğundan beri hayali doktor olmaktı. Ne olmuştu da değişmişti kararı? Kendi kendime sorduğum soruyu yine ona sormayı akıl edememiştim. O yüzden soruyu asıl sahibine yönelttim:
"Peki, Mert nasıl oldu da fotoğrafçı olmaya karar verdin? Yani sen hep doktor olmak isterdin. Hatta sürekli babamın peşinden hastahaneye gitmeye çalışırdın. Ameliyatına sokması için yalvarırdın falan. Ne oldu da fikrin değişti?"
Bu sorumun karşısında verdiği cevap oldukça netti:
"Çünkü doktorların sandığım gibi insanlar olmadığını anladım. Yeri geldiğinde para için insan hayatını bile satabileceklerine şahit oldum. Benim de bu mesleğe karşı inancım kalmadı sonra."
Konuşmamız bittiğinde vakit ilerlemişti oldukça. Zaten ben kimle konuşmaya kalksam vakit kendini şaşırıyordu. Yeni bir şey değildi yani bu. O yüzden biz de gitmeden gün batımını izlemeye karar verdik. Ben de bu sırada burda geçen 7 ayımı anlatmaya başladım. Umarım bu konuşma sandığımdan uzun sürmezdi. Yoksa bu sefer Kerem de yoktu. Şermin Sultanın elinden kimse beni alamazdı. Gerçi Mert'i unutuyorum. Mert'i görürse yırtmak için bir şansım olabilirdi ama yine de kesin değildi.
Kerem'in ağzından
Mertle konuşmamın üzerinden, daha doğrusu beni tehdit etmesinin üzerinden, tam tamına bir hafta geçmişti. Bu süre içerisinde Enis vasıtasıyla Sezenden birkaç haber alabilmiştim. Benle konuşmasından sonra meğerse Mert Sezen'in yanına gitmiş ve o günden beri yapışık ikiz gibi geziyorlarmış. Sezen de halinden oldukça memnun gözüküyormuş. Tabi canım ne de olsa çocukluk aşkı, belki de eski duyguları depreşmiştir belli mi olur yani? Ben de bir haftadır Sezen'e ne söyleyeceğimi onu kendimden nasıl soğutacağımı düşünüyorum. Belki de boşunadır düşünmelerim. Mert varken benim varlığımı bile hatırlamayacaktır. Ya da bilmiyorum belki de ben hüsn-ü kuruntu ediyorum. Yine de üzerime düşeni yapmam gerekiyordu. Bundan kaçamazdım. Eğer ben kaçarsam Mert peşimi bırakmazdı ve her şey çok daha kötü olurdu.
Ben bu hafta içinde ne yapacağıma karar vermişken Enis de bu hafta boyunca Işıla yapacağı teklif için yapacağı süprize hazırlanmıştı. Bugün hem Enis için hem benim için önemli bir gün olacaktı belli ki.
Enis'e ne kadar "özel olsun, farklı olsun, akılda kalsın" gibi tavsiyelerde bulunsam da o yine de her seferinde dönüp dolaşıp aynı yeri seçmişti. Lunaparkı... Orada Işılla beraber yapacağı her şeyin hem anlamlı hem özel hem de akılda kalıcı olacağına inanıyormuş çünkü. Halbuki lunapark bana göre çok klişeleşti artık. Gerçi işin içinde Enis varsa hiçbir şey klişe olamazdı.
Ona göre; eğer ki bir lunaparkı kapatmaya kalksa çok görgüsüzce ve klişe bir tavır olurmuş. Ama sanki gündelik olarak gidip o şekilde orayı özel kılarsa işte o zaman bir devrim etkisi yaratabilirmiş. Düşüncelerinde ne kadar haklı olduğunu ise bekleyip görecektik. Umarım en azından birimiz için her şey yolunda giderdi.
Enis her şeyi ayarlamıştı zaten. Bu iş için birçok kişi yardım edecekti ona. Hatta Mert'e bile bir rol düşmüştü bu organizasyonda. Ekibi saymam gerekirse Esat hariç herkes vardı. Çünkü kardeşine açılmak için yapılacak süprize abiyi çağırmak pek mantıklı bir eylem değildi. Esat da tam anadolu erkeği tipi vardı. Bence bizim kadar da modern değildi. Bu arada ben en çok da her şeye rağmen Enis'in adamlık yapıp Rüzgarı da çağırmasına şaşırmıştım. Hepimiz akşamleyin saat 18.00'da lunaparkın önünde buluşacaktık. Lunaparkta da birçok şeyi organize etmişti Enis. Umarım başına bir bela çekmezdi. Ben de onun gününü bozmamak adına Işılla Enis bizden ayrıldığı zaman konuşacaktım Sezenle. Belki de Işıl'ın Enise cevabını duyduktan sonra da konuşabilirdim bilmiyorum. Spontane karar verecektim galiba buna.
Enis'in ağzından
Keremle sahilde yaptığımız dertleşme seansından sonra Işıl'a yapacağım sürpriz için bir haftadır kafa patlatmıştım. Her şey kusursuz olmalıydı. Sabahleyin son rotuşlarını yapmıştım zaten, şu an ise sadece Işıl'ın lunaparka gelmesi kalmıştı. Biz Keremle lunaparka yaklaşık yarım saat önce gelip ayarlamaları kontrol etmiştik. Bir 10 dakika önce de Tuğra ve Rüzgar gelmişti. Sezen ve Mert de Işılı getireceklerdi birazdan. Sezen "yaklaşık iki dakikaya ordayız" diye mesaj atmıştı çünkü bana. Işıl'a sadece hep beraber eğleneceğimizi söylemiştik. O yüzden birazdan yaşanacaklar ona büyük bir sürpriz olacaktı.
Uzun zamandır kalbim hiç bu kadar hızlı atmamıştı. Sanki birisi kalbime guguklu saat kurmuştu da kuş her an kalbimin duvarlarına vuruyordu. Kalbimde ansızın bir ağrı hissediyordum öyle. Galiba yavaş yavaş bu kıza abayı yakıyordum ben.
Kerem'e kıyasla hızlı olduğum da kesindi. Kerem'in Sezene hislerini açması neredeyse bir asır sürmüştü çünkü. Ama ben öyle yapamazdım.
Enis Kıraçsam eski bir playboy olarak farkımı ortaya koymalıydım. Tabii bu bir zamanlar playboy olmamla övündüğüm anlamına gelmiyor.
"Enisss" ... Bu sesi duymamla göz bebeklerim büyümüş, kalbim artık kontrol edilemez bir duruma gelmişti. Işıl bana her adım attığında damarlarım çekiliyordu sanki. Yanıma gelip sarıldığında ise artık ben bende değildim. Ona doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Yakın zaman da dönmem de mümkün görünmüyordu. Bana sarılmasından sonra karşısında Rüzgar'ı görmüş olacak ki ansızın çekildi. Ne olduğuna anlam verememiştim ama tavırları garipleşmişti biraz. Ben de atmosferdeki bu havayı dağıtmak için "Hadi artık gidelim mi?" diye sorumu yönelterek starta basmıştım. Bundan sonra her şey Işıl'a bağlıydı.
İçeri girdiğimizde Işıl önce nereye gitsek diye sürekli sorular sorarken ilk durak olarak atışa gitmeyi önerdim. Burada görev Kerem'e, biricik kardeşime, düşüyordu. Normalde pek yapmaz ama bu seferlik bana istisna geçip beni zorlamayacaktı atışta. Çünkü bu atış işinde pek iyi olduğum söylenemezdi. Keremse bir dünya markasıydı atışta. Uçan da kaçan da olmazdı ondan.
Atış poligonunun önüne geldiğimizde Işıl'a döndü ve sordu: "Küçük hanım, bugün farklı bir kampanyamız var. Ödülleri seçemiyorsunuz ama eğer ki bu beylerden sağdaki galiba sizin için yarışacak. O bey kazanırsa bu kutudaki ödül sizin olacak. Hazır mısınız?"
Işıl ellerini çırpıp kafasını salladığında bizim için oyun başlamıştı. İlk atışı Kerem yapıp bilerek kaçırmıştı. İşler şimdi tam istediğim gibi gidiyordu. Silahı alıp ateşlediğim sıradan ben de hedefi kaçırdım. Sonra bu işi karşılıklı olarak iki üç defa daha tekrarladık ama sonuç değişmiyordu. Ben ne yaparsam yapayım bugün şans benim yanımda değildi. Işıl da bayağı umudunu kesmeye başlamıştı benden. Yüzü düşecek gibi olduğu sıradan ise daha çok hırslanmıştım. Kalan son 3 kurşunumla yaptığım son 3 atışta tüm hedefleri indirmiştim. İşte o sırada Işıl'ın gözlerindeki parıltı tüm her şeye değerdi. Adam kutuyu Işıl'a uzattıktan sonra Işıl merakla kutuyu açmaya yeltendiğinde onu durdurup daha sonra açmasını istemiştim. Eğer şimdi açarsa planım tam işlemezdi çünkü.
Atış poligonundan ayrıldıktan sonraki adresimiz de Rüzgarın görevli olacağı korku treniydi. Kendimi bildim bileli Rüzgar korku trenlerinden korkardı. Işıl'ın da korktuğunu bildiğimden bir kişiye daha ihtiyacım vardı ki bir diğer amacıma ulaşabileyim. Bu şekilde Rüzgar bizim için ikna olmuştu o trene binmeye. Zaten yapacağı şeyde çok da zorlanmayacaktı. Elinden geldiğince bağıracaktı o tünelde. Ben de Işıl'ı koruyup kollayacak hatta Rüzgara da destek çıkacaktım. Hatta şanslıysam kolumu Işıl'ın omzuna atıp onu sarabilirdim tüm bedenimle.
Korku trenine girdiğimizde her şey beklediğim gibi olmuştu. Rüzgar neredeyse her anda bağırmıştı. Ben de Rüzgarın sırtını sıvazlamış, Işıl'ın da omzuna kolumu atıp kafasını göğsüme yaslayarak korumuş ve korkusunu dindirmiştim. Korku treni çıkışında ise toplu görevler için önce çarpışan arabalara, sonra atlı karıncaya ardından da salıncaklara binmiştik. Normalde her yerde ona söylemek istediğim bir şey vardı ama iş icraate gelince nasıl olduysa hiçbir şey söyleyemez olmuştum. Belki de sorun etrafımda insanlar olmasıydı. Son şansımı denemeden önce son 2 durağımız kalmıştı. Gondol ve oyuncak makinesi... Gondol benim en korkulu rüyamdı.
Küçüklüğümden beri ne zaman binsem istemesem de kusuyordum ve çok da korkuyordum. Ama bu sefer binmek zorundaydım çünkü Işıl en çok gondolu seviyormuş. Bu yüzden bu sefer kimseyi istemedim yanımızda. Sadece ben ve Işıl vardık. Yavaşça gondola doğru yöneldiğimizde ben bir an için duraksadım. Adımlarım geri geri gidiyordu. Işıl da korktuğumu anlamıştı bir şekilde. "Merak etme ben yanındayım. Tut elimi, beraber binelim!" diyerekten elini uzattı. Elini tutup gözlerimi kapatarak kendimi gondolun içine attım.
Oturduğumuzda istemesem de bacaklarım titriyordu. Işılsa bana bakıp garip garip gülümsemeye başlamıştı. Bunun üzerine her şey batmadan toplamalıyım düşüncesiyle ağzımı açtım: "Ya aslında ben korkmuyorum da. Burası çok sallanıyor. Bacaklarım o yüzden sallanıyor yani. Binerken de başım döndü. Yanlış anlaşılma olmasın diye söyleyim dedim."
Bence iyi toplamıştım ya da öyle sanıyordum çünkü konuşmamı bitirir bitirmez eliyle bacağıma vurup: "Korkmana gerek yok. Ben seni koruyacağım tamam mı? Merak etme sen!" dedi.
Şu an tüm karizmam çizilmişti. Tam bu sırada gondol hareketlenmeye başladı. O hareketlenince ben de bağırmaya başladım. "Durdurun şunu, lan durdurun dedim. Hepinizin ben..."
En son yere indiğimizi ve Işıl'ın beni sürükleyerek gondoldan indirdiğini hatırlıyorum. Ne kadar bağırdıysam artık farkında bile değildim olanların. Işıl da durmadan gülüyordu.Bu görev de başarılamamıştı. Artık son şansım oyuncak makinesine kalmış gibiydi. Gerçi bir oyuncak makinesi ne kadar etkili olabilirdi ki?
Işıl'a: "Hadi şu oyuncak makinesinden bir oyuncak seç de senin için kazanayım. Yerle bir olmuş gururum belki biraz toplanır bu sayede." dedim.
Işıl da anlaşılan benim gönlüm olsun diye ısrar etmemişti. Oyuncak makinesinde o kadar çeşit oyuncak varken o sadece bir peluş ayı kafası seçmişti. Anlaşılan başka bir şey kazanabileceğime ihtimal vermiyordu. Ama ben şimdi hem o ayı kafasını hem de bu makinedeki tüm oyuncakları toplayacaktım onun için. Bugünkü beceriksizliklerim artık canıma tak etmişti. Bu gidişe bir dur demeliydim!
Parayı atıp kancayı hareket ettirmeye başlamıştım. Kancayı tam ayı kafasının üstüne getirdiğim sırada kancayı ona yönlendirdim ve sıkıca kavrattım. İşte bu iş bu kadar kolaydı. Işıl ellerini birbirine vurup yaşasın derken kanca ayı kafasını kutuya doğru getirmeye başlamıştı. Ama her şey 5 saniye içinde değişti. Tam kutuya bırakacakken ayı kafası kutunun köşesine çarptı ve düştü. Bunun üzerine Işıl'a dönüp "bu sefer olacak" diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. İnanmıştı bana. Ama bu kancanın benle bir sorunu vardı. 4-5 sefer denememe rağmen işe yaramadı.
Işıl'ın artık keyfi kaçmış "Hadi gidelim Enis! Önemli değil zaten" demeye başlamıştı. Bense artık bunu onur meselesi haline getirmiştim. Ona isterse oturabileceğini taş çatlasa 5 dakikaya yanına geleceğimi söylemiştim. O da ilerideki banklara doğru gitti. Denersen yapacağımı biliyordum. Denedim, denedim ve yine denedim. En sonunda oyuncağı almıştım. Gerçi bir ayı kafası bana normal bi peluş ayının 5 katına patlamıştı ama olsun. Önemli olan emek vermek değil miydi zaten? Ayı kafasını alır almaz Işıl'a doğru bağırarak koştum. "Işılll... Kazandım, aldım işte. Işıll..."
Tam Işıl'a verecekken oyuncağı yere düşürmüş olsam da başarmıştım işte. Başka bir şeye ihtiyacım yoktu artık. Işıl'a ayısını verdikten sonra o sadece gözlerimin içine baktı ve gülümseyerek şöyle dedi: "Yapabileceğini biliyordum."
Bu dünyada bana inanan birisi vardı. Tüm beceriksizliklerime şapşallıklarıma rağmen bana güvenen birisi. Belki de yanılıyordum o kadar çetrefilleştirmeme gerek yoktu bu durumu. Sadece gözlerinin içine bakıp ona kalbimi göstermem yeterliydi. Bunu yapabilmek için elini tuttum önce. Sonra gözlerine baktım. Şaşırmış gözükse de çekmemişti elini. Artık cesaretimi toplamıştım ve hazırdım. Sonrasında kelimeler zaten döküldü ağzımdan:
"Biliyorum bugün hiç planladığım gibi bir gün olmadı. Normalde her gittiğimiz yerde sana söylemek istediğim senin için daha doğru yapmak istediğim şeyler vardı ama ne yazık ki onları da batırdım bugün. Mesela ilk durağımızda atış poligonunda sana senin için ne kadar gözü kara ne kadar cesaretli olabileceğimi ispatlamak istemiştim. Evet, itiraf ediyorum normalde atışta hiç iyi değilimdir ve Kerem de bir dünya markasıdır bu konuda. Ama sırf senin gözünde kahraman olabileyim diye kendi gururunu hiçe saydı benim için. Haklısın hile yapmam doğru değildi."
Tam bu sırada ekibin kalan kısmı da etrafımıza toplanmıştı ve durmama sebep olan ise Keremdi. "Yuh be abi! Bir tutamadın çeneni." dese de ben doğru yaptığımı biliyordum. Bu yüzden devam ettim konuşmama:
"Yine de ben cesaretimi sana bir şekilde ispatlamak istedim. Çünkü allah muhafaza bir gün senin saçının teline zeval gelse ben gözümü bile kırpmadan yakarım dünyayı. Senin yanındayken kendimi süper kahraman gibi hissediyorum çünkü. Bileklerim çelik, yüreğim mangal gibi oluyor. Senin için kor olsa da kül olmuyor. Senin için dünyayla yıldızları bir araya dizebilirmişim gibi, galaksiler arası savaşları tek parmak şıklatmamla durdurabilirmişim gibi geliyor.
Diğer durağımız korku treninde ise senin ve Rüzgarın korktuğunu bilmeme rağmen sizi soktum oraya. İstedim ki korktuğunda, canın yandığında gelip yüreğime sığınabileceğini bilesin.
Ne zaman bir ayaz çıksa iliklerine kadar soğuğu hissetsen damarlarında... Sana olan sevgimin damarlarımdaki kanı nasıl kaynattığını bil istedim. Bu ateşin ikimizi de ısıtabileceğini anla istedim. Rüzgar da sadece sana karşı erkeksi görünümümün pekişmesine yardımcı olacaktı. Sağolsun elinden geleni de yaptı. Ben de aynı zamanda sana içimde açtığın merhamet bahçelerinin tohumlarının başkalarına da yetebildiğini, senin kalbinin büyüklüğünü gösterecektim sana. Sonra şunu fark ettim ama senin kendi kalbinin büyüklüğünü görmeye ihtiyacın yoktu ki! Senin kalbinin güzelliği 1 km yakınındaki herkese ışık oluyordu çünkü."
Rüzgar'ın adını duyunca Işıl yine aynı şeyi yapmıştı. Bir an için gözlerini gözlerimden ayırıp ona odaklamıştı. Bu sırada da Rüzgar lafımı bölmüş ve Işıl'a hitaben konuşmuştu:
"Gözlerimin içine bakıp benden izin istermişsin gibi yapmana gerek kalmadı artık Işıl. Ben de farkındayım artık gözlerine baktığımda kendi yansımamı göremediğimi. Merak etme aynı yumruğa bir daha aynı kişiye atmam! Seni bir daha oluyormuş gibi yapıp olmayacak bir hayale sokmam! Enis benim eski dostum.
Aramızda ne yaşanırsa yaşansın o adam gibi adamdır. Ona güvenebilirsin." dedi. Işıl gözleriyle onaylamıştı onu. Ben de devam edebilmiştim konuşmaya:
"Sonra birçok şeye bindik hep beraber ama ben yine hiçbir şey söyleyemedim sana. Kelimelerim düğümlendi, çözemedim. Belki bağırmak haykırmak istedim birçok şeyi ama sesim çıkmadı. Sandım ki etrafımızda insanlar var diye çıkmıyor sesim ama yanılmışım. Sesim o kadar farklı bir boyutta yankılanıyormuş ki kendim bile duyamamışım.
Sonrasında gondola bindik beraber bu sefer de sen istediğin için bindim. Kendimi nasıl bir riske attım bilemezsin. Havaya da kusabilirdim çünkü o gondolda ama yapmadım. Hani korkmuyormuş gibi yaptım, hatta seni de inandırmaya çalıştım ya sonunda başarılı da olamadım. Sonra sen söyledin bana beni koruyacağını, yanımda olduğunu, merak etmemem gerektiğini işte o zaman anladım.
Sevmek, karşılıklı fedakarlık yapabilmekteydi. Senin için onun kimi zaman bir şeye kimi zaman de senin onun için bir şeye katlanabilmeyi göze alabilmen demekti. Sevmek, kimi zaman onun için kendini de unutmayı bilebilmek demekti. Daha doğrusu onu ondan daha çok düşünüp kendini bir sonraki aşamaya bırakmak. Kendinden ödün vermeden tabi... Bazen de rolleri değişebilmekteydi. Eşitliği en ince detayına kadar yaşayabilmekteydi. Zaten bir yazarın bir kitabında okumuştum. O diyordu ki: 'Aşk eşitler arasında yaşanır. İki yaralı insan arasında mesela. Ya da iki tembel insan arasında... Ya da iki korkak arasında...'
Biz seninle eşittik bir çok yönden ancak ikimiz bir aradayken tam bir bütün olabilirdik. Eksiklerimizi kapatabilirdik böylece. Kusursuz bir yapbozun kilit parçaları olabilirdik. Sevgi, belki de bir oyuncak makinesinde hiç kazanamayacağını bilsen de çabalamaktaydı sırf o sana inanıyor diye. Bir ayı kafasıyla yetinebilmekteydi sırf sevdiğin daha fazlasını yapamazsa üzülmesin diye. Ve sevgi dışarda bir çok oyuncakçıda 20 tl'ye alabileceğin bir ayıya 5 katını verip yine de başardığın için sevinmekteydi.
Ben bu hafta boyunca düşündüm acaba sana verebileceğim en özel hediye ne olabilirdi diye sonra buraya getirmeye karar verdim seni. Çünkü düşündüm ki sana verebileceğim en özel hediye çocukluğundu. Sevdiklerinle beraber çocukluğuna tekrar dönmek en güzel hediyeydi bence. O yüzden şimdi sana bir soru sormak istiyorum Işıl Gökbakan. Benimle çocuk olur musun? Benimle aşık olur musun? Benimle içindeki çocuğu öldürmeden sevmeye var mısın? Bana benden yakın olmaya var mısın?"
Tüm herkes gözlerini dikmiş Işıl'a bakıyordu. Ben de artık kimseye bakamıyordum. Sonra hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. "Evet... Evet" diye. Işıl'sa gözlerinden akan yaşları silip onlara döndü önce sonra bana baktı. Kafasını salladı ve boynuma atladı. Söylediği cümle tüm her şeye değerdi. "Evet, varım ve hep var olacağım. Teşekkür ederim sevmenin sadece can yakan bir şey olmadığını öğrettiğin için."
Bu bölüm tahminimden uzun oldu ama bölmek de istemedim. O yüzden affınıza sığınıyorum. Evet, sonunda Enis'in süprizini ve Işılla kavuşmalarını gördük. Sizce kısa sürede mi kavuştular dersiniz? Biraz daha sündürmeli miydim? Emin olamadım ben.
-Mert ve Sezen'in bu kadar zaman sonra bir araya gelmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Aralarında bir şey yok şu an. Olur mu bilemem ama.
-Sezen'in Mert'in yokluğunda bu kadar zorluk yaşayacağını düşünmüş müydünüz?
-Enis'in planları biraz farklı gelişti ama nihayetine erdi. Enis'in sürprizi ve konuşmalarıyla ilgili düşüncelerinizi alayım.
-Halen açılmamış bir kutu var. Enis'in Işıl için kazandığı... Sizce içinde ne olabilir?
Işıl ve Enis (Enisle beraber olanını bulamadım siz hayal edin) gondolda
Enisin Işıl'a kazandığı oyuncağı getirişi
(Bu seferde Işılla olanını bulamadım siz hayal edin) Enisle Işıl çarpışan arabada
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top