Kurbanla ilk temas

👼🏻🧛
Sevgili Bu Sefer Olmaz Ailesi biliyorum sizi çok beklettim ama malum sınavlar falan vardı. Ancak yazabilme fırsatım oldu. Umarım beklediğinize değer bu bölümde de pek Sezen'i göremeyeceksiniz. Soranlar oldu bir dahaki bölüme inşallah Sezen'i görebileceksiniz. Bu birkaç bölümü daha çok olaylar çerçevesinde diğer karakterler arasında yazmayı düşünüyorum. Bu bölümü mottomuzla bi bağ kuran aynurrbuseee ithaf ediyorum.
👼🏻🧛👼🏻

Cem Karaca-Ay karanlık
Evgeny Grinko-Jane Maryam

"Bana öyle bakmasaydın her şey daha kolay olabilirdi deniz kızı.
-Mert"

Tuğra'nın ağzından

İfademi verdikten sonra bulunduğum odadan çıktım. Aklım müşterilerimizde kalmıştı. Birkaç kendini bilmez ciddiyetsizin asılsız ihbarı yüzünden saçma sapan şeylerle uğraşmak zorunda kalmıştık. Hem kendi itibarım hem de çalıştığım kişinin itibarı tehlike altındaydı.

Bu asılsız ihbarı yapanı bir bulabilirsem kendisine kesinlikle bir maddi ve manevi tazminat davası açacaktım. Hem değerli zamanımızı alıp işlerimizi sekteye uğratıp belki de müşteri kaybetmemize sebep olduğu için hem de marka değerimizi düşürme tehlikesiyle karşı karşıyla getirdiği için.

Kendi kendime söylenip kafamda bir bir planlarımı kurarken bugün uçağım olduğu aklıma geldi. Saatin kaç olduğuna bakmak için kolumu biraz öne doğru salladım, stresten bileğime oturmuş saatimin biraz aşağı doğru kayması için. Ama nafileydi, oturduğu yerden bir milim ilerlemeye niyetli değildi. Kolumu çemreyip saate bakmamla "Hayır ya" diye isyan etmem bir olmuştu.

Saatin kaç olduğunun farkına dahi varamamıştım. Yaklaşık 1 saat sonra uçağım vardı ve burası ile havaalanı arası zaten yaklaşık 40 dakika sürüyordu. Neredeyse yetişmem imkansızdı. Bir şeyler ters gittiğinde her şey üst üste gelmeye başlıyordu.

Hızlı adımlarla geldiğimiz çıkışı bulmaya çalışırken ilerde kendisine dosya imzalatan kadınla konuşan Esat komiseri gördüm. Belki onun yardımcı olabileceğini düşünerek ona seslendim: "Esat komiserim...Esat komiserim..."

Seslenmem üzerine kalemi kadına teslim edip ben ona doğru koşar adımlarla yürürken o da bana doğru adımlarını sıklaştırmaya başlamıştı. Yan yana geldiğimizde direk söze girdi ne olduğunu anlamaya çalışır bir ifadeyle: "Buyrun Bayan... Çok pardon Tuğra Hanım. Bir şey mi oldu? İfadeniz sırasında bi sorun mu yaşadınız?"

"Hayır ifadeyle alakalı değil. Ben normalde Fransız konsolosluğunda çalışıyorum ama bir süreliğine arkadaşıma yardımcı olabilmek adına işten ayrıldım daha doğrusu ücretsiz bir izne çıktım da denebilir. Bu yüzden İzmir'e dönmem gerekiyor. Bugün görüştüğüm kişiler de aslen onun işi içindi. Yani çalıştığım kişi olan arkadaşım için. Ya biliyorum biraz karışık ifade ettim kendimi ama şu an çok stresliyim lütfen mazur görün."

"Tabi sorun değil. Sizi anladım fakat ben ne yapabilirim bu konuda? Ya da şöyle sorayım size nasıl yardımcı olabilirim."

"Hah benim söylememe kalmadan siz söylediniz. Biliyorum garip bi şekilde tanıştık ama bana en azından nereden çabuk bi araç kiralayabileceğimi ya da buraları iyi bilen hızlı bir taksi bulabileceğim bir taksi durağı bulabileceğimi söylerseniz çok memnun olurum. Çünkü şu an itibariyle sadece 57 dakikam kaldı."

"O sürede havaalanına yetişecek bir kiralık araç ya da taksi bulmanız neredeyse imkansız. Ama..."

"Anladım komiserim. Yapacak bir şey yok o zaman. Kusura bakmayın ben de zamanınızı aldım. İyi günler dilerim. Belki yine karşılaşırız."

Son cümlemden sonra tam gitmek için arkamı dönmüş ve birkaç adım atmışken Esat komiser arkamdan tekrar seslendi "Tuğra Hanım bir saniye". Seslenmesi üzerine tekrar yüzümü ona doğru döndüm. Bunun üzerine o benim önüme geçti ve hızlı adımlarla yürürken bir yandan da eliyle bana hadi işareti yaptı. Ardından yüzümde gülümseme oluşturacak o cümleyi kurdu: "Hadi koşun yoksa uçağı kaçıracaksınız"

O koşarak emniyetten çıkarken ben de koşar adımlarla onu takip ettim. Hızlı adımlarla merdivenlerden indi. Çevik hareketlerinden ve çabuk yorulmamasından bu meslek için fiziksel anlamda biçilmiş kaftan olduğunu anlamıştım.

Bahçedeki siyah bir arabaya bindikten sonra camı açtı ve: "Hadi beklemeyin. Binin" dedi. Anlamamış olsam da şu an için daha iyi bir seçeneğim olmadığından kabul edip bindim arabaya. Arabaya bindiğimde direkt "Emniyet kemerinizi bağlayın lütfen!" dedi. Komut veriyor gibi davranmasından hoşlanmamış olsam da hiç tarzım olmamasına rağmen dediğini sorgulamadan yapmıştım. Yani emniyet kemerini elbet takacaktım ama mesele o dediği an takmış olmamdı ikiletmeden.

Emniyet kemerimi takmamla arabanın gazına basması bir olmuştu. Sürekli bir sağa bir sola geçerek yer değiştiriyorduk hızlı ilerlemek için. Ama İstanbul trafiği her zamanki gibiydi. Bu da stres olmama sebep oluyordu. Ben sürekli saatime bakıp istemsizce bacaklarımı sallıyordum. Henüz yeni kurumuş olan bej rengi pantolonum stresten terlediğim için her avucumu sürüşümde biraz daha ıslanıyordu. İstemsizce "yetişemeyeceğim işte" dememe engel olamıyordun. Son kere söyleyişimde Esat komiser de duymuştu.

Elini bacağıma koydu ve birkaç saniyeliğine de olsa gözlerime baktı ve: "Merak etmeyin benim adım Esat. Ben asla pes etmem. Başladığım işi mutlaka bitiririm. Siz ne pahasına olursa olsun yetiştireceğim o uçağa. Lütfen sıkı tutunun çünkü şu zamana kadar hiç yapmadığım bir şeyi yapacağım şu an. Huh..." dedi.

Derin bir nefes verdikten sonra besmele çekti ve camı açtı. Ardından kenardaki siren lambasını alıp arabanın üstüne koydu ve sirenleri çalıştırdı. Ve daha çok gaza bastı. Arabanın hız göstergesi 160'ı görmüştü. Benim için yetkisini kullanmıştı.

Şahsi meseleleri için bunu yapacak birine benzemiyordu. Zaten kendisi de daha önceden yapmadığı bir şey olduğunu söylemişti. Benim için böyle bir şey yapmasına anlam veremiyordum. Sonuç olarak ben bir yabancıydım. Birkaç saat öncesinde tatsız bir şekilde tanıştığı, biraz sürtüştüğü belki de hiç haz etmediği bir yabancı. İnsan böyle birine neden yardım etmek için kendini bu kadar paralardı ki. Şu zamana kadar kendini hiç düşünmemiş bir kadının bunu anlamaması abes değildir herhalde.

Sadece 15 dakika kala havaalanına yetişmiştik. Vip girişinden gireceğimizi yolda belirtmiştim. Vip girişinde durdurmuştu bu yüzden arabayı. İkimizde hızlıca arabadan inmiştik. Normalde boarding saati geçmiş ve kapılar kapanmıştı. Ben tam her şey tamam deyip kabullenmişken Esat komiser yine pes etmemişti. Önce kimliğini göstermişti görevliye ardından da konuşmasıyla görevliyi ikna etmişti:

"Bakın hanımefendi bu yanımdaki hanımefendi benle birlikteydi bir vakaya yardımcı olmak için. Bu yüzden geç kaldı. Mesuliyet benim anlayacağınız. Henüz uçak kalkmış olamaz. İzin verin geçsin, buyrun bu da bileti."

Eline verdiğim bileti kadına gösterdikten sonra kadının ağzından zor da olsa "Peki, geçebilirsiniz" sözünü duymuştuk. Bunun üzerine kadından iki dakika müsaade isteyip Esat komisere teşekkür etmek amacıyla konuşmaya başladım:

"Esat komiserim çok teşekkür ederim öncelikle ve sahildeki kabalığım için çok özür dilerim. Sayenizde uçağa yetişebildim. Yani açıkçası bana neden yardım etmek için bu kadar uğraştığınızı anlamadım?"

"Bayan... Hay ben senin kafana... Çok pardon Tuğra hanım ağız alışkanlığı olmuş biraz. Darda olana düşene yardım etmeyi biz atamızdan öğrendik. Bizim oralarda biri yardım istediğinde sokağın köşesindeki adam bile yardıma koşar. Böyle bir şehirdir Urfamız. Bu arada teşekküre ve özre lüzum yok. Mazide kaldı hepsi."

Kadın tekrar içeri girmem için uyarı yaptığında mecburen son sözlerimi söylemek durumunda kaldım: "Medeniyetten daha değerli şeylere sahipmiş Urfanız. Umarım bir gün gitmek nasip olur. Benim gitmem gerekiyor. Kendinize iyi bakın"

Tam otomatik kapı açılmış ve içeri geçtiğim sırada Esat komiserin tekrar seslenmesi üzerine elimi kapıya doğru gösterdim ve kapının arasında tuttum açık kalması adına. Ne diyeceğine kulak kesilmiştim. Tek bir soru sormuştu bense tek bir cevap vermiştim.

"Tekrar karşılaşır mıyız?"

"Kim bilir... Belki başka bir teknede, başka bir denizde, başka bir mavilikte..."

👼🏻👼🏻👼🏻

Havaalanına uçak indiğinde beni karşılamaya gelmiş midir diye içimden geçirmeye başlamıştım. Sonuçta ben onun için işimi bırakıp tek bir cümlesiyle buraya gelmiştim. Tıpkı tek bir cümlesiyle en yakın arkadaşıma sırtımı döndüğüm gibi.

Uçağın merdivenlerinden yavaş yavaş inerken bir yandan da etrafa göz gezdiriyordum. Sonrasında uzakta siyah arabayı ve Antonio'yu gördüm. Gelmemişti. Antonio'yu göndermişti yerine. Büyük ihtimalle toplantılarla boğuşuyordur diyerek kendimi teselli etmeye çalışmıştım. Kalbim biraz burkulmuştu. Yine de fena sayılmazdım.

Yüzüme her zamanki gibi gülümsememi kondurup hızlı adımlarla arabanın yanına ilerler vaziyette iken kollarımı açarak bağırdım "Salut ma belle amie (Selam güzel dostum)". Arabanın yanına geldiğimde Antonio'ya sarılmıştım. Her zamanki gibi sinir olsa da gözlüğünü alıp kendime taktım ve saçlarını karıştırdım. Ardından da: "M'avez-vous manqué mon ami (Beni özledin mi dostum)" diye sordum.

Antonio bozduğum saçlarını bir yandan düzeltmeye çalışırken bir yandan da gülerek cevap verdi: "Hiç değişmemişsiniz Tuğra Hanım. Pardon Tuğra. Özlettiniz kendinizi."

Bana hanım denmesinden oldum olası hoşlanan biri değildim özellikle samimi olduysam biriyle artık asla Hanımın h'sini duymak istemezdim. Antonio da bu yüzden zorlansa da her seferinde önce Hanım deyip ardından düzeltirdi. Bu sefer de ritüelini bozmamıştı. Aracı açtığında kendimi koltuğa attım ardından da içerisi karanlık olduğu için gözümdeki gözlüğü çıkardım. Gözlüğü çıkarmamla gördüğüm şey ağzımın kulaklarına varmasına ve çığlık atmama sebep olmuştu. "Altemurr..."

Gelmişti. Benim için buradaydı. Çığlığımın ardından üzerine atlamıştım resmen sımsıkı sarılmıştım ona. Ardından da yanına oturmuştum. O da her zamanki gibi alnıma bir öpücük koyup kafamı omzuna koymuştu. Bu arada araba hareketlenmişti zaten. Sitemkar bir dille lafımı sokmuştum. "Geleceğini sanmıyordum. Şaşırttın yine beni."

Altemursa bunun üzerine tam bu tarz durumlarda yüzüme koyduğu tebessümünü yüzüne kondurdu, bir yandan da omzuna koyduğu başımı okşarken net bir ses tonuyla cevabını yapıştırdı: "Kızılım gelmiş benim için her şeyini bırakıp ben bir onu karşılamaya mı gelemeyeceğim. Ben Altemur Atalayım kızıl unuttun mu? Ben yapılan iyiliği asla karşılıksız bırakmam!"

Yaptığımı iyilik olarak nitelendirmesi ve sanki minnet duyduğu için geldiğini ima etmesi canımı yakmıştı. Ama belli etmemeye çalışmıştım. Bağışıklık kazanmıştım artık canımı yakmasına. En çok da bunu asla fark etmeden yapıyor olmasına.

Bu yüzden çok da üzerinde durmadan konuyu kapattım ve buraya gelmeden önce olanları anlatmaya başladım. Yol boyunca ben anlattım o dinledi. Bazı noktalarda birkaç kelime söylemesi dışında çok konuşmamıştı. Muğla sınırları içerisine girdiğimizde ise konuşmanın dışında tek bir şey sormuştu: "Kızılım yorgun musun? Seni otele mi bırakayım yoksa direkt şirkete mi geçmek istersin. İstersen bugün dinlen biraz yarın beraber geçeriz şirkete. Nasıl tercih edersin?"

Otel mi demişti o. Bir yer ayarlayana kadar onda kalacağımı düşünmüştüm esasında. Şaşkınlığımı belli ederek kafamdaki soru işaretini gidermek adına sordum: "Otel derken? 40 yıllık dostunu otel köşelerinde mi misafir edeceksin. Bir yer ayarlayana kadar evinde misafir edersin diye düşünmüştüm. Alındım şu an."

"Kızılım yok öyle değil. İstersen gel tabi. İstediğin kadar kal, lafı bile olmaz ama şöyle bir durum var. Sen rahat etmezsin diye düşündüğüm için öyle demiştim ben. Adel bende kalıyor çünkü. Biliyorsun buraların yabancısı. Siz de pek birbirinizden haz etmiyorsunuz. Tatsızlık olur hem de rahatsız olursun diye öyle düşündüm. Zaten Antonio'ya söyledim evin hazır sayılır. Birkaç eksiği var onlar yarına kadar hallolur. Sadece bu gecelik otelde kalırsın diye düşünmüştüm. Ama ben sorun etmem diyorsan, 1 gece nasıl olsa diyorsan hemen bana gidelim."

Adelya Hanım yine formundaydı. Altemuru boş bırakmamak ve etkisini azaltmamak için yamacından ayrılmıyordu. Buraya geldiğinden beri de boş durduğunu sanmıyordum. Kesin yine bir şeyler planlıyordur o süpürgesiz cadı. Ayrıca neden rahatsız olacakmışım yani Altemur benim kaç yıllık dostum, en yakınıyım ben onun. Eğer çok rahatsız olacaksa o gitsin yani.

"1 gece zaten. Neden rahatsız olayım hem. Benim onla bir sorunum yok. Sadece yıldızımız pek barışmadı diyelim. Yüz göz olmamız gerekmiyor ayrıca. Eve gidelim biz. Hem sen bana yokluğumda neler oldu onu bir özet geçersin. Sabahlarız bugün senle olmaz mı?"

Yüzü biraz düşmüştü. Bir an uzaklara dalmıştı gözleri. Kafasını yana çevirip birkaç saniyeliğine de olsa sıkmıştı gözlerini. Ne zaman bir şey canını yaksa böyle yapardı. Kendini kamufle etmeyi öğretmek o süpürgesiz cadının ona yaptığı en büyük iyilikti belki de ama ben onun her hareketini bilirdim. Başkası olsa bu neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar olan hareketlerini fark etmeyebilirdi ama benim gözümden kaçması mümkün değildi.

"Olur tabi. Dertleşiriz biraz. İstersen soda şişelerine gazete de sarar sahile ineriz tıpkı Enisle yaptığımız gi..bi..."

Enis'i bir kalemde silmişti. Sebebini asla söylememişti. Sadece tek bir cümlesi olmuştu " Ya o ya ben!". Beni bir seçim yapmaya mecbur etmiş başka seçenekse bırakmamıştı. Ben de benim için tek seçenek o olduğu için onu seçmiştim. Yine de son zamanlarda artık dayanamadığımdan arada arayıp konuşuyordum Enisle. Çünkü Altemur hayatımın bir yarısı ise Enis de diğer yarısı gibiydi. Onlar olmadan bir hayatım olmasını düşünemiyordum. Tabi Enisle görüştüğümü Altemur bilmiyordu. Belki de bilse beni silerdi.

Arada konuştuğumuzda Altemur'un dili sürçer Enisten bahsederdi konuşmasında. Tıpkı az önce olduğu gibi. Hep son kelimesinde fark edip yutkunurdu. Kelimesi yarım yarım çıkardı ağzından. Esasında onun da Enis'i özlediğini biliyordum ama sanki içinde bir yerde onu affetmesini engelleyen cümleleri vardı.

Şu zamana kadar o kadar badire atlatıp yıkılmamıştı onlar. Biri etti diğeri kemik... Etle kemik ayrılmazdı ki birbirinden. Benden sakladığı şey neyse şu zamana kadar bir şekilde saklamayı başarmışlardı ama Adel'in de bildiğine emindim. Ve o süpürgesiz cadı asla işini şansa bırakmazdı. Sakladığı şey neyse kesin onu sağlama almış ve cehennemin bir katmanına saklayıp başına 2 de zebanisini dikmişti. Ama o cehennemde saklanıyorsa ben de günahkar olur kendimi o cehennemin katmanına sokardım ve ne olursa olsun o sakladıkları şeyi bulurdum.

Altemurun home ofis evine geldiğimizde Antonio valizlerimi yukarı taşımaya başlamıştı. Çok değil sadece 2-3 valizlik eşya getirmiştim. İşimi ben de sağlama alan biri olduğumdan valizlerimi önceden yollamıştım uçağa. Belki de valizlerimi önden yollamamış olsam yetişme imkanım yüzde sıfıra inecekti.

Yukarı çıktığımızda önden valizleri çıkaran Antonio kapıyı açmak için anahtarı kapıya yerleştirdiği sırada birden kapı açıldı ve Antonio içeri doğru tökezledi. Kapıyı açan Adelden başkası değildi. Süpürgesiz cadı siyah saten kimonosunu giymiş içine de sadece dantelli bir atlet ve altına beyaz kısa bir şort geçirmişti.

Ne olursa olsun bir erkeğin eviydi burası. Avrupa'da da yetişmiş olsa, yarı yabancı da olsa babası bir Türktü. Bu kadar rahat olması hem sinirimi bozuyor hem de akşından geçen iğrenç düşünceler ondan bir kat daha nefret etmeme sebep oluyordu. Her zaman Altemura karşı bir şeyler hissetmediğini söyleyen biriydi ama bu tavırları ona inanmama engel oluyordu ister istemez.

Bir elini kapıya dayayıp bir bacağını ise geriye atmış vaziyette samimiyetsizce "Hoşgeldiniz" demişti. Antonio'ya içeri girip iyi misin diye sorduğumda kafasını sallamakla yetinmişti. Kapıya koyduğu son valizi de içeriye koyup müsaade isteyip Antonio gitmişti. Altemur'un konuşmasına fırsat vermeden Adel konuşmaya dalmış ve her zamanki gıcıklığını yapmıştı: "Tuğracığım, hayatım hoşgeldin. Geç otur şöyle kendi evinde gibi hisset!"

Koltuğa geçip kollarımı koltuğun arkasına açarak koydum. İçimden çektiğim ya sabırlarımı bir kenara bırakıp altta kalmamak için ben de hemen soğukkanlılıkla cevabımı yapıştırdım: "Asıl sen hoşgeldin Adel. Burası benim evim zaten. Altemurun yanı hep benim evimdi. Yeni gelen sensin hayatımıza da evimize de. Misafir olan da sensin yani. O yüzden sen çekinme takılmana bırak. Beni hiç düşünme."

Alaycı kahkahasını her zamanki gibi takınıp bir şey söylemek için yine hareketlendiğinde ortaklıktaki gerginliği dağıtmak için Altemur araya girdi: "Hanımlar sakin sakin... Burası ikinizin de evi lütfen. Kızılım bugün yorucu olmuş senin için. İstersen sen çık bir duş al. Banyo yukarda Adel göstersin sana. Ben de gidip bize soda atıştırmalık falan alıp geleyim."

Altemurun benle ilgili plan yaptığını görünce kıskanmış olacak ki hemen işi baltalamak için hamle yapmıştı süpürgesiz cadı: "Atalayım ya neden yoruyorsun kendini, neden Antonio'ya söylemedin? Bak geç oldu zaten artık. Boşver sodayı falan sen hiç çıkma dışarı. Tuğra da bugün soda içmeyi versin. Sindirim sorunu varsa eğer ben ona hemen bir rezene çayı yaparım bir şeyi kalmaz. Sen endişelenme!"

Sindirim sorunu dedi şaka gibi yani. Bir insanın soda içmesi için illa sindirim sıkıntısı mı olmalı? Bayan entelden beklenmeyecek bir cümle oldu bu. Sırf yollamayı engellemek adına saçmalamadıysa ben de bir şey bilmiyorum yani.

"Yok Mon ange, bizim geleneğimizdir bu soda mevzusu. Biraz dertleşeceğiz kızılımla. Hem market şurdan şurası bir koşu gidip gelirim. Kızılım da o sırada duşunu almış olur. Sen yardımcı ol lütfen ona."

Altemurum cevabını yapıştırıp mıh gibi çakılmasına sebep olmuştu. Kapının kapanmasının ardından çakıldığı koltuğun başından ayağa kalkıp sanki hiç bozulmamış gibi bi tavır takındı. Ardından banyonun yerini göstermek için her zamanki samimiyetsizliğiyle beni çağırdı: "Gel Tuğracığım banyo bu tarafta."

Merdivenlerden çıktıktan sonra giyinme odasının içinden geçerek banyoya ulaştık. Elimde yanıma aldığım kıyafetlerim, bornozum ve gerekli diğer eşyalarım vardı. Bana sabunun, duş jelinin, şampuanın ve diğer ihtiyacım olabilecek diğer şeylerin yerini gösterdi. Ardından da banyodan çıkmadan önce zehrini akıtmayı ihmal etmedi:

"Ay Tuğracım iyi ki geldin ya. Zamanlaman harika. Altemur seni ayarlamasını iyi yapıp çağırmış belli ki. Birazdan sana söyleyecektir zaten ama ben önden bir giriş yapayım istedim. 3 gün sonra Altemurla nişanlanıyoruz. Bizim için çok sevineceğine eminim. Ne de olsa alıştın sen artık Altemur'un gözünün önünde bir başka kadına olan aşkını izlemeye. Ama Tuğracığım hata sende. 100 yıldır adamın yanında olup halen tavlayamadıysan kusura bakma ama kusurlu olan sensin demektir. Bu arada istediğin kadar ağlayabilirsin duvarlar ses geçirmez. Çok sıkma canını. Yenilgilerine bir tane daha yazarsın. Belki de artık vazgeçme zamanın gelmiştir ha ne dersin?"

Söyledikleri her kelime zehirin partikülleri gibiydi. Ve her kurduğu cümlede zehir damarlarımda ilerleyip kanıma biraz daha karışmıştı. Zehir etkisini gösterdikçe her ayrışan partikül irin olup canımı daha da yakmıştı. Bombanın pimini çekip, zehri enjekte edip çarptığı kapıyı ruhuma çarpıp gitmişti.

O an beynim boşalmış düşünceler birbir bedenimi terk etmişti. Hissettiğim tek duygu keder olmuştu. Acı tüm bedenimi sarmış vücudumun her zerresine iğneler batmaya başlamıştı sanki. Hem acıyı her zerremde hissediyor hem de sanki karıncalanmaya da başlayan vücudum hissizleşmeye terk ediyordu bedenimi. İnsan hem hissedip hem hissizleşebilir miydi?

Zıtların bütünlüğü ruhun kederinin sesi olmaya başlamıştı belki de.

Pervasızca gerçekleştirdiğim hareketler göz yaşlarım eşliğinde kıyafetlerimle kendimi duşa kabine sokmama sebep olmuştu. Soğuk suda sırılsıklam olurken soğuk su damlalarının her vücuduna deyişinde mermi misali ruhumu deliyordu sanki. Ses çıkmaz diye dalgaya aldığı sesimi susturmak; feryatlarımı, hıçkırıklarımı bastırmak için koluma geçirmiştim dişlerimi. Dişlerim gömleğimin kumaşını yırtacak gibiydi ama ben artık umursayacak durumda değildim.

Bir hikayem var benim kimsenin açıp okumaya can atmadığı bir hikaye. Bir kenara itilen ama o itildiği yerden her seferinde geri gelmeyi başaran birinin hikayesi bu.

Küçük bir çocuğun sahip olamadığı oyuncağa olan tutkusunun hikayesi... O oyuncağa erişmek için tüm oyuncaklarına vermeyi razı olan masum bir çocuğun umut dolu hikayesi.... Sivri dilinden, inatçı ve kurnaz kişiliğinden dolayı yalnızlığa mahkum edilen bir genç kızın hikayesi... Gökyüzünün maviliğine hapsolmuş, hapsolduğu zindana sevdalı bir bulutun hikayesi...

Ben Tuğra Bulut. Küçük bir çocukken elleri çamura, kendi bataklığa mahkum bir çocuğa aşık oldum. O gün bugündür o dünyam oldu bense onun yörüngesinden çıkamayan ay. Herkes onun kalbinin karanlığın bir parçası olduğuna inanırken ben onun gözlerindeki ışığa meftundum. Belki de bu yüzden bir tek ben görebiliyordum onun kalbindeki masumiyeti.

O gövdesi yüzlerce kez dallara çarpmış, yüzlerce kez kanadı kırılmış bir yavru kuştu esasında. Sevilmek istiyordu belki de sadece bu yüzdendi hırçınca yıka döke de olsa, canı da yansa, can da yaksa uçmaya çalışması. İzin verseydi halbuki ben yaralarını üflerdim canı yanmasın diye. Ellerimle üzerine titreyerek sarardım yaralarını. İyileştirip ben sağlardım uçmasını.

Belki de o zaman geldiğinde uçmak istemezdi artık. Konacak bir yer bulurdu ve o konduğu yer benim kalbim olurdu. Ama o hiç fark etmedi. O fark etmedikçe ben onun maviliğinde kayboldum. Kayboldukça esir oldum.

Bir süre sonra ise alıştım galiba. Karşılıksız sevmek eskisi kadar yakmadı canımı. Sevdiği kadının mezarında o ağlıyor diye ağladım. Öfke nöbetleri geçirdiğinde kendine zarar vermek için aynalara attığı yumruklarda onla beraber ellerimi yaraladım.

Gülüşünde huzur bulup mutlu olmayı, göz yaşında nefessiz kalıp hüznü tattım. O kurulu bir trenin makinistiydi bense lokomotifindeki vagon olmuştum zamanla. Bir kısır döngü içinde bir gün duracağı ve belki de beni görebileceği umuduyla bekledim hep.

Bugünse artık durduğu durakta bakacağı son yer bile olmadığımı anladım. Tren durdu makinist indi ve bu hikaye burda bitti. Uğruna tüm oyuncaklarını feda eden küçük kız çocuğunun tutkuyla istediği oyuncağa bugün koca gözlü bir kız çocuğu sahip oldu. Ve artık o kız çocuğu büyüdü. Ve hiçbir şey için sahip olduklarından vazgeçmemesi gerektiğini anladı.

👼🏻👼🏻👼🏻

Dün gece duştan çıktıktan sonra direk salondaki koltuğa kendimi atıp Altemur gelmeden uyuyabilmek için kendimi zorlamıştım. Ama nafileydi. Yüreğin ağlarken gözlerin ona eşlik etmekten kendini alıkoyamıyordu. Yürekten gelen hıçkırıkların musikisi gözlerimi mest ederken zihnim de onlarla ritim tutuyordu. Bundan olsa gerek uykunun da bugün eve uğrayası yok gibiydi. Kapının açılması ve Altemur'un bana seslenmesiyle kapanmamak için bedenime direnen gözlerimi zor da olsa ikna edip kapatmaya zorladım. Altemur uyumuş olduğumu düşündüğünden fazla da üstelemedi. Açık olan üstüme bir adet battaniye örttü. Ardından saçlarımı okşayıp alnıma bir öpücük kondurdu: "İyi geceler Kızılım" dedikten sonra odasına çıktı.

Onun gidişinden sonra bir süre bulunduğum koltukta debelendikten sonra kendimi balkona attım. Havanın soğukluğuyla arafta kalmış ruhumu diriltmeye yıkılmış hayallerimi ayağa kaldırmaya gayret ettim.

Ben Tuğra Buluttum. O gökyüzünde olmaya mahkum olmam bunu değiştiremeyeceğim anlamına gelmiyordu. Elbette günü geldiğinde beni kucaklayacak mahkum etmek yerine mahrum etmemeyi öğretecek bir mavilik de bulabilirdim. Hem ne olursa olsun her şeyden öte benim dostumdu o. Ve ben dostumu iki günlük bir yalancı hevesin yutmasına izin vermeyecektim.

Günün ışımasının ardından akrep 7.00'ı gösterdiğinde Altemur da ayaklanmıştı. Üstünü giymesinin ardından merdivenlerden aşağı inip yanıma geldi: "Günaydın güzel kızılım. Erkencisin bakıyorum. Başka bir kızılı mı selamlamak geldi içinden?"

"Uyku tutmadı ya, biraz yerimi yadırgadım galiba. Sen hazırlanmışsın baksana. İzin ver de bir koşu gidip hazırlanayım. Geç kalmayı sevmediğini herkesten iyi biliyorum."

Kalkmak için bacaklarımı karnıma çekmiş şekilde oturduğum sandalyeden bacaklarımı aşağı salladım. Tam bulunduğum sandalyeden kalkacaktım ki Altemur kolumdan tutup beni geri oturttu: "Kızılım biraz otursana. Senle bir şey konuşmak istiyorum."

Tahminime göre Adelle nişanlanacağını söyleyecekti. Kalbi kendisi kadar güzel adam yine başkaları senden önce davrandı halbuki. Her şeye olduğu gibi buna da geç kaldın.

"Nedir konu Altemur? Bir sorun yok değil mi?"

"Hayır Kızılım öyle bir şey değil. Yani pek de bir sorun sayılmaz. Ben sana durumu kısaca özetlemeye çalışacağım ama lütfen bana şimdi çok fazla soru sorma. Ben daha geniş bir zamanda her şeyi sana detaylı olarak anlatacağım."

Söylediklerinden sonra bir şeylerin ters gittiğine emin olmuştum. Beni apar topar buraya çağırmasının tek nedeninin iş olmadığı aşikârdı. Meraklı gözlerle onu dinlemeye koyuldum. Fazla detaya girmeden ana hatlarıyla birtakım şeyleri anlatmaya başladı. Bitirdiğinde de kapanışını şöyle yaptı:

"İşte Kızılım işin özeti bu. Bir yalan yüzünden anlayacağın 3 gün sonra nişanımız olacak Adelle. Ama Adel'i de beni de biliyorsun. Bizim onunla aramızda o tarz bir ilişki yok. Olamaz da. İlişki gibi basit bir durum içine sokamayacak kadar derin bir bağımız oldu bizim bu süreçte. Bu yüzden bu bağı ne ilişki denen saçmalıkla ne de evlilik denilen inanmadığım bir müesseseyle harcayacak değilim.

Bu durumu bir tek sen biliyorsun. Bir de Antonio ve Sergei. Başka kimse bilmeyecek. Senden laf çıkmayacağını zaten biliyorum. Bu durumu bilmen gerektiğini düşündüm çünkü sen bu hayatta güvenmek istediğim bana kalan tek insansın. Neyse sabah sabah çok çene çaldım. Ovv saat alıp başını gitmiş. Hazırlanmak için 10 dakikan var. Geç kalırsan patron seni kapının önüne koyar. Süren başladı, koş şampiyon!"

Yüzümde oluşan gülümsemenin ardından saatime bakıp gerçekten hazırlanmak için koştum. İçimde Adelin söylediklerinin yarısının da olsa yalan olmasının sevinci bana bugünlük yeterdi. Adel bazı konularda haklıydı. Artık büyümem gerektiği gerçeğini kendi yöntemiyle iyice ifade etmişti bana. Ama en azından Altemur'un kendini o samimiyetsiz süpürgesiz cadının rüzgarına bırakma niyeti yoktu. Adel onun için önemliydi ama itiraf etmeliyim ki hiçbir zaman bir Sezen olamayacaktı. Tıpkı benim de olamayacağım gibi.

Düşüncelerimin içinde boğuşup kendimle hesaplaşmam hazırlanmama engel olmamıştı. Altemur'un verdiği sürede hazırlanmış ve arabaya binmiştim. Şirket buraya fazla uzak değildi. Yolda en son görüştüğümüz müşterilerle ilgileri tekrar Altemur'a geçtikten sonra onlarla bugün bir tane online görüşme yapacağımı, olumlu sonuçlanması durumunda buraya geleceklerini ifade ettim.

O müşterilerden bahsederken aklıma nedensizce saçları duman karası, ruhu mavi adam gelmişti. Bir an için uzaklara dalmış olsam da arabanın durmasıyla gözlerimin önüne gelen silüeti de kendisi gibi bir duman misali kaybolmuştu.

Şirkete girdikten sonra Altemur beni direk toplantı odasına aldı ve ekibe ve şirket çalışanlarına beni takdim etti. Bugün süpürgesiz cadının şirkete gelesi yokmuş o yüzden bizimle gelmemişti. Altemurda kısa takdimin ardından asistanım Eceyi yanımda bırakıp kendisi de odasına geçmişti. Ece de odamı göstermek için onu takip etmemi sağlamıştı.

Bir yandan onu takip ederken bir yandan da çantamdaki notlarımı bulmaya çalışıyordum. Notları bulayım derken fark etmeden tüm dosyalarımı yere düşürmüştüm. Hay aksi şeytan yine buldun beni diye kendime söylenirken bir yandan da düşen raporlarımı toplamaya çalışıyordum.

O sırada kafamın arla kesiminde sızlamayla başlayıp gittikçe şiddetlenen bir ağrı hissettim. Şiddetlenen ağrı, ivmelenmeye başladığında ise ne olduğunu anlamadığım bir şey tarafından saçımın arkaya doğru çekildiğini hissettim. "Ahh... Ne oluyor be!" tepkisiyle birden ayağa kalktığımda nefesim limon ağacından düşen bir parça kuru yaprağa karışmıştı.

Mert'in ağzından

Ona kuracağım cümleleri tasarladım son olarak bugün kafamda. Bir gün acı olup damarlarında kan yerine dolaşacak o acıya can verdim o kelimelerde. Sonra hepsini bir cam kavanoza doldurdum. Sanki uçup gitseler bir daha aynı şeyleri söylemek için o cesareti bulamayacaktım kendimde. Çünkü biliyordum ne o cümlelerin içine serpiştirilmiş kelimeler kalp kırmak istiyordu ne de bir kalbe yara olmak. Harfler ve kelimeler kalp kırmak için yaratılmamıştı oysa. Ama insanoğlu bu gerçekliği yalanlarla takas etmeyi tercih etti. Halbuki insan insana bunu yapmamalıydı. Kalp kırmak bir yana yalan dahi söylememeliydi. Küçük prensten çok sevdiğim bir alıntı var bunun üzerine:

"İnsan insana dua eder, şiir yazar, çay demler... Kalp kırmak da neyin nesi?"

O yüzden kime kulak verirsem vereyim bu gerçek değişmeyecek biliyorum. Bir gün gelecek ve soracaksın bana biliyorum. Diyeceksin ki bana, sana tek bir sorum var. Dünyada o kadar insan var. Belki kimisinden nefret ediyorsun belki kimisinden haz etmiyorsun belki de gıcık olmayla yetiniyorsun. Aldatmak için, kırmak için neden beni seçtin? Halbuki ben zaten yeterince kırılmıştım diye.

O gün geldiğinde sana bu sözleri söyleyebilecek yüzüm olmayacağını biliyorum. Benim için şu an için yabancı olan ama o gün geldiğinde hayatımda iz bırakacak olan kadın. Bu sana son satırlarım ve sana verebilecek tek cevabım. Başka seçeneğim yoktu çünkü. Belki inanmayacaksın, belki de bu beni affetmene yetmeyecek ama belki bir gün beni anlayabilirsin. Çaresizlik insana her şeyi yaptırabiliyor. Geçmişimin günahını sana ödettiğim için özür dilerim. Ama sen yine de affetme beni. Çünkü affedilmek hak edenler içindir!

-Canını çok yakacak olan adam

Planımın ilk adımını gerçekleştirmek için şirkete gelmiş ve pusuya yatmış bir şekilde Tuğrayı beklemeye başlamıştım. Etraftaki kişilere de pek gözükmemeye özen gösteriyordum. Toplantının tahmini olarak ne zaman biteceğini hesaplamıştım. Tahmin ettiğim saat geldiğinde yavaş yavaş toplantı odasındaki kişiler birer birer çıkmaya başlamışlardı. Ben de yüzünü ezberlediğim kadının çıkmasını beklemeye başlamıştım. Ve çok geçmeden o da odadan çıkmıştı ama ne yazık ki yalnız değildi. Yanına asistanı olarak verdikleri kızın önden gitmesi planımın tıkır tıkır işlemesini sağlayan bir diğer etken olmuştu.

Tuğra çantasından bir şeyler bulmaya çalışırken birden belgeleri yere saçıldı. Bugün hayat tamamen benim lehime çalışıyor gibiydi. Kolumdaki saatin kordon girişindeki kıskacı biraz gevşettikten sonra yavaşça Tuğra'nın yanından geçmek için adımlarımı attım.

Kıskacı gevşemiş saatimi yanından geçerken hafifçe aşağı eğmem yeterli olmuştu. Kıskaca saç tellerinden bir tutam sıkışmıştı. Önce kıskacın takıldığını fark edebilmesi adına hafifçe kolumu yukarı kaldırdım. Canı yanmaya başlamıştı. Ağrının kaynağını tespit etmeye çalışırken tam zamanı olduğunu düşündüm ve bir adım ileri attım. Bu yaptığım hareket kafasının da benimle beraber gelmesine sebep olmuştu. Bir ah çekmesinin ardından "Ne oluyor be" diyerek isyan etti ve ayağa kalktı. Ve bingo.... Planımın ilk aşaması tamamlanmıştı.

Aramızda bir burunluk mesafe vardı şu an. Hızlıca alıp verdiği nefeslerini yüzümde hissedebiliyordum. Saçları yasemin kokuyordu. Bu koku insanın başını döndürecek cinstendi. Bir anlık afallasam da hemen kendime geldim. Sanki farkında değilmişim ve o an fark etmişim gibi bir seferde kıskaçtan saçlarını kurtardım. Ağzından belli belirsiz bir inleme çıkmıştı. Bu sırada ben de kıskacı yerine oturtmak için saatimle oynarken bir yandan da bir adım geri atmıştım. Bu işlemi yapmamın ardından da elimi uzatıp omzuna koydum ve endişelenmiş, aynı zamanda da mahcup bir ifadeyle konuşmaya başladım:

"Hanımefendi kusura bakmayın saatimin kıskacı gevşemiş. Fark edemedim hiç saçınıza takıldığını. Çok canınız yandı mı iyi misiniz?"

"Ya bir de iyi misiniz diye soruyor. Birden çekildi saçım. Önce ağrıyı hissettim ardından da saçımın çekildiğini. Ne yani bunların hepsi tesadüf mü? Kasti yapmadınız yani?"

"Hanımefendi canınız yanmış olabilir ama küstahlaşmayın isterseniz. Siz kimsiniz de ben size kumpas kurayım. Gören de Kral Luis'in torunu sanar sizi. Kendinizi fazla abartmayın isterseniz."

"Aaa... Hem suçlu hem de güçlüsünüz demek. Burda küstah olan tek kişi sizsiniz beyefendi. Keşke İstanbul Türkçesini öğrenmeden önce insanlık öğrenmeyi deneseydiniz."

Son söylediği sözün ardından iki adım geri giderek yerdeki çantasını ve yerde kalan birkaç belgesini topladı. Doğrulurken bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. Bu durumu da kullanmak işime gelebilirdi.

"Arkamdan konuşmak yerine cesaretiniz varsa yüzüme söyleyin hanımefendi. Ama yok söyleyemiyorum diyorsanız patronunuza kesinlikle bu hususu söyleyeceğim. Bir daha işe birini alırlarken korkak, küstah, saldırgan tipleri almamaya dikkat etsinler!"

Söylediğim son sözün onu kızdırmaya yeteceğini biliyordum. Ve de öyle olmuştu. Arkasını döndü ve hışımla yanıma gelip işaret parmağını iki kere omzuma dokundurarak ittirdi. Ardından konuşmaya başladı:

"Hadsiz, ukala, kendini bilmez, utanmaz adamın biri olarak fazla konuşuyorsun. Ama havlayan köpek ısırmaz derler. Bana bak, sen beni tanımıyorsun. Ben sıradan biri değilim bu şirkette. Ben Tuğra Bulut. Bu şirketin halkla ilişkiler departmanının genel müdürüyüm. Ve emin ol kimin işe alınıp alınmayacağına karar verebilecek yetiye de sahibim. Eğer ki sen buraya iş için geldiysen şimdiden geçmiş olsun. Hadi başka kapıya!"

Hızlı adımlarla asansörün önüne doğru geldiğinde asansörün gelmesiyle hemen koşup kendimi asansörün önüne attım. Kapanmak üzere olan asansörü durdurduktan sonra gözlerinin içine baktım. Ve ben ilk tanışmamız için kendime düşen görevi yapmak için harekete geçtim:

"Vovovo... sakin olun hanımefendi nereye gidiyorsunuz. Siz kendinizi tanıttınız ama ben tanıtmadım. Sıra bende. Ben Emir Kozcu. İç mimarım. Adelya Hanımın evini düzenlemek için onla görüşmeye gelmiştim. Kusura bakmayın fazla üzerinize geldim gibi oldu ama siz de fazla şüpheci birisiniz. Bu beni tahrik etti ve sadece sizi sinir etmek için yaptım. O yüzden kırıldıysan özür dilerim. Bunu nasıl telafi edebilirim?"

Sorduğum soruya verdiği cevap ve yaptığı hareket hiçbir şeyin kolay olmayacağını kanıtlar cinstendi. "Bir daha karşıma çıkamayarak" demesinin ardından beni bir kenara ittirip asansöre binip aşağı inmek için giriş kat butonuna basmıştı.

O dişli ise ben de kolay pes edecek değildim. Merdivenlere koşarak hızlı adımlarla aşağı indim. Ben nefes nefese aşağı indiğimde o döner kapıdaydı ve şirketten dışarı çıkmak üzereydi. Ellerimi dizlerimin üzerine koyup biraz soluklandıktan sonra tekrar ona yetişmek için koşmaya başladım.

Şirketten çıkmış ve yolun karşısına geçmişti. Işık kırmızıydı yayalar için. Yeşil tam yandığı sırada karşıya geçecekken telefonun çalmasıyla elini çantasına attı. Telefonunu bulmaya çalışırken bir yandan da yavaşça yürüyerek karşıya geçmeye çalışıyordu, tam o sırada bir araba ona çarpmak üzereyken kolundan tutup kendime çektim ve aracın altında ezilmesine engel oldum.

Dirseğin yarılmış bileğim yüksek ihtimalle ezilmişti ama ilk günün zayiatıdır diyip önemsememiştim. Gözleri gözlerime kitlenmişti. Başını kaldırıp ellerimi yüzüne koydum. Gözlerinin önüne gelen saçlarını kulağının arkasına ittim ve "İyi misiniz, canınız yandı mı?" diye sordum. Bu kelimeler kurbağa prensin küçük kızı kullanmadan önceki kelimeleri gibiydi. Ve bu kelimeler bize yeni bir hikayenin kapılarını açtı.

Akşam saat 21.00

Bugünkü planımın güzelce işlemesinin ardından olaylara dair raporumu vermek için Adelyanın attığı konuma doğru yola çıkmıştım. Vicdani olarak içimdeki yük şimdiden oluşmaya başlamıştı.

İçimdeki kara deliğin ilk partikülü bugün oluşmuştu içimde. Vicdanımı susturmam her zamankinden daha zor olmuştu bugün. Her söylediğim kelimede kulağıma o kadar güzel bakan bir kadını üzemezsin diyen vicdanıma binlerce kez küfürler savurmuştum. Başka bir zamanda olsa küfürleri savuracağım kişi vicdanım yerine kadın bile olsa Adelya olurdu.

Kadın kadının yurdudur lafı her zaman işlemiyor gibiydi. Bazen kadın kadının en büyük düşmanı olabiliyordu. Adelyanın Tuğra'yı seçmesinde bana anlattığından başka bir sebebi olabileceği düşüncesi de kafamı karıştırmıyor değildi.

Düşüncelerimin ardı sırası gelmezken navigasyon da bir türlü gelmemiz gereken yeri bulamıyordu. Son olarak olasılık olarak beni getirdiği yerde aracı durdurdum. Etrafıma bakındığımda yüksek binalardan başka bir şey olmadığını fark ettim. Bu kadın beni buraya neden getirmişti? Burası birçok saygın kişinin oturduğu bir muhitti. Hem benle görülmek istemediğini söyleyip hem de böyle bir yere çağırması hiç tutarlı değildi. Ve en önemlisi onluk bir hareket değildi.

Neler olduğunu anlamaya çalışırken telefonum çaldı. Arayan kişi Adelyaydı. Telefonu ya sabır eşliğinde açtım: "Geldin mi?"

"Geldim ama burası çok kalabalık ve bilindik bi muhit. Doğru konum olup olmadığına emin olamıyorum. Siz nerdesiniz ben sizi göremiyorum."

"Yukarı bak!"

Arabadan çıkıp kafamı yukarı kaldırdığımda bir binanın tepesinden bir flaş tutulduğunu gördüm. Bu kadın yine yapacağını yapmıştı. Her seferinde en olup olmadık yerleri bulmayı nasıl becerebiliyordu. Hayret ediyordum. Bu kadar korunaklı bir yerin çatı katına elimi kolumu sallayarak nasıl çıkmamı bekleyebilirdi anlamıyordum. Merakımı gidermek için sorumu ona yönelttim: "Oraya nasıl gelmemi bekliyorsunuz. Bu binanın çatı katına elini kolunu sallayarak birisi nasıl çıkabilir?"

"Sen içeri gir ve resepsiyoniste gidip martıyı görmeye geldim de yeterli." dedi ve telefonu suratıma kapattı.

Telefonu kapattıktan sonra binanın çatı katına çıkmak için dediği gibi binadan içeri girdim ve resepsiyona doğru ilerledim. Ve resepsiyon görevlisine aynı Adelya'nın dediği gibi martıyı sordum. Bunun üzerine yandan gizlice elime bir anahtar tutuşturdu ve koridorun sonundaki asansörü kullanmamı söyledi. Ben de aynen onun dediği gibi yaptım.

Beni yönlendirdiği asansör personel asansörüydü. Onu kullanarak çatı katına çıktım. Asansörün hemen karşısında demir bir kapı duruyordu. Elimdeki anahtarı kapının kilidine takıp birkaç defa sağa doğru çevirdim. Üçüncü çevirişimde  "tık" sesi gelmiş ardından itmemle kapı gıcırtısı kulaklarımın tırmalanmasına sebep olmuştu. Kapının tam karşısında ellerini yüksek duvarın üzerine koymuş vaziyette duruyordu Adelya. Yavaşça içeri geçip yanına kadar ilerledim. Ben yanına gelene kadar hiçbir şey söylemedi. Yanına gelmemle yüzüme bakmadan derin bir nefes alıp kafasını gökyüzüne kaldırdı. Ardından konuşmaya başladı:

"Hissediyor musun Mert?"

"Neyi"

"Saklanılmışlığı... Gece bizi gizliyor sanki. Kucağında bizi kollarıyla sarmalıyor. Karanlıktan korkmamamız için de Ay'ı bize bekçi olarak dikmiş. Kimsesiz çocukların annesi gibi belki de ay. Gök gürültüsünden korktuğunda, çığlıklarını duysa da yanına gelmeyen annelerin yerine annelik ediyor o çocuklara. Belki üstlerini örtmüyor, sırtlarını sıvazlamıyor anne gibi ama karanlıktan koruyor onları. Bugün de korunma sırası, saklanma sırası bize gelmiş. Baksana o kadar kalabalık içinde gizledi bizi."

"Bu yüzden mi burayı seçtiniz yani? Biraz tehlikeli bir seçim olmamış mı sizce de? Tamam her şeyi düşünmüşsünüz ama yine de çok göz önünde."

"Tam da bunu istiyordum işte. Çok sevdiğim bir söz vardır. Eğer bir şeyi iyi saklamak istiyorsan onu herkesin görebileceği bir yerde bırak. Çünkü insanoğlu şüphecidir. Asla burnunun ucuna bakmayı akıl etmez. Neyse bu kadar girizgah yeter anlat bakalım seni dinliyorum."

Adelya çok değişik bir kadındı. Her gün yeni bir tarafını keşfediyordum. Hiçbir zaman içinde ne olduğunu kestirmeyeceğiniz süpriz yumurta gibiydi. Bir insan hem bu kadar duyarlı, bu kadar derin hem de bu kadar acımasız, umursamaz olabilir miydi? Mümkün müydü böyle bir şey? Onu tanımak kafa karışıklığına yer açmak gibiydi. Yine de o karışıklığın içinde kaybolmak istememe engel olamıyordum. Ve itiraf ediyorum ben bu garip kadını tanımak istiyordum.

Dediği gibi bugün Tuğrayla olan her şeyi yaptığım planın ilk aşamasını birer birer ona anlattım. Önce sakince dinledi beni. Ardından garip bir gülümsemeyle beraber sahte bir şaşırtma belirtisiyle bir yandan konuşurken bir yandan da dalgaya aldığı yerde omzunu yukarı doğru kaldırdı:

"Vay be Mert gerçekten hayat senin yanındaymış. Önce şirkette senin geldiğin sırada seni tanıyan kimsenin o koridorda olmayışı, danışmadaki kızın dahi ortadan kaybolmuş olması ve hatta o çarpmak üzere olan araba bile bayağı bir tesadüfmüş(!)"

Bu da ne demekti şimdi? Planımı bilmeden bir şekilde dahil mi olmuştu?

"Adelya Hanım ben anlayamadım şu an. Siz ne demek istiyorsunuz? Yoksa sizin..."

"Tabi ki de her şeyden haberim vardı. Sana planı yap demiş olmam seni boş bırakacağım anlamına gelmiyor. Ben işimi şansa bırakmayı sevmem. Ayrıca senin batıracağın zamanda benim arkanı toplamam icap eder. Evet kattaki çalışanları çeşitli bahanelerle o saatte bir yerlere gönderdim. Senin orada o saatte olacağını da biliyordum. Benim her yerde gözüm var bunu anlamış olman lazım."

"Sergei... Tabi ya koltuklarda birini fark etmiştim merdivenlerden inmeden önce o Sergei'di."

"Aynen öyle ve sen sormadan ben söyleyeyim. O arabayı da ben ayarladım. Sen bir şeyleri eline yüzüne bulaştırınca bir b planı yapmam icap etti. Klasik bir taktiktir ama asla sekmez."

"Adelya Hanım bu biraz fazla olmadı mı? Ya ben yetişemeseydim ya o araba Tuğraya çarpsaydı. Biz katil miyiz?"

"Hayır yetişeceğine emindim. İşimi şansa bırakmam demiştim. Yetişemesen bile ona bir şey olmayacaktı. Haklısın ben katil değilim. Peki ya sen?"

Zayıflıklarımı, geçmişimi her fırsatta yüzüme vuracağını tahmin etmiştim ama şu anda tam burada bu soruyu sormasını beklemiyordum. Yıllardır cevabını vermekten kaçtığım, korktuğum bu sorunun cevabı sahiden neydi? Ben katil miydim? Kerem'i en çok suçladığım şeyin bir eşi de ben miydim? Beni ondan farklı kılan neydi? Kim olduğumu bile bilmeyen benin bu soruya cevap bulabilmesi için henüz çok erkendi. Belki başka bir gün bu soruya cevap bulabilirdim. O gün geldiğinde cevabım hoşnut olmayacağım cinsten olursa umarım gece beni yine bugünkü gibi saklardı.

Evet sonunda bölümün sonuna geldik. Aklınızdan neler geçtiğini tahmin edebiliyorum. Ama henüz bu soru işaretlerinizin giderilmesinin zamanı gelmedi. Geçelim bölüm sonu sorularımıza:

-Sizce Adelya ne demek istedi? Mert Kerem'i suçladığı şeyi kendisi yapmış olabilir mi? Acaba hepsi bir yansıtma psikolojisiyle yaptığı hareketler miydi?

-Tuğra ve Esatın havaalanı sahnesi ve vedalaşmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce tekrar karşılaşacaklar mı?

-Tuğra ve Mert'in ilk tanışmasını nasıl buldunuz?

-Mert sizce günün birinde iki kadının arasında sıkışıp kalır mı? Vicdanı korkularına galip gelir mi?

Temsili Mert ve Adelya

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top