Hayat bu işte
Sevgili Bu Sefer Olmaz ailesi malum okul başladı artık. Bölüm atmam da zor olcak haliyle. Bir de bu bölümü yazmak istediğim tarzda gifleri bulmaya çalışmak gerçekten zor oldu.( İstediğim gibi gif bulabildiğim de pek söylenemez ama neyse) O yüzden bu bölüm biraz geç geldi. Umarım anlayışla karşılarsınız. Yorum ve votelerinizi eksik etmeyin lütfen!
Manga-Hayat bu işte
Rüzgar'ın ağzından
Aylar sonra ayaklarımın beni getirdiği nokta koşmayı bıraktığım nokta olmuştu. Hayatla savaşmayı bir kenara attığım... Nefes almayı bile rafa kaldırıp yaşamayı unuttuğum yere getirmişti beni. Sevdiğim kadının mezarına getirmişti beni. Benim için zamanın durduğu yere getirmişti beni.
Karşısında mahcup olduğum, verdiğim sözlerin bir urgan gibi boynumu sıktığı ama bir türlü kesip atamadığım gerçeğini saklamak zorunda olduğum kadına gelmiştim sonunda. Gerçi ben ne kadar saklamaya çalışsam da o görürdü beni. Hissederdi bana da hissettirirdi bildiğini. Bir rüzgar eserdi, Poyraz olurdu bir tokat misali yüzüme çarpardı. Sonra da kıyamazdı bana meltem misali yanağımı okşardı. Ama bilirdi o bir şey sakladığımı. O bilse de artık sesli olarak ona itiraf etmemin zamanı gelmişti. Boynumdaki urganı kesip atamasam da boğazımdaki düğümleri teker teker çözerek yakışıklılığıma gölge düşürecek olan boynumdaki morlukları iyileştirmeliydim artık.
Yüreğimde oluk oluk akan bir kan şelalesi varken vücudumun daha fazla yaraya, fışkıran irin sondajlarına tahammülü kalmamıştı. Vücudum iflas ediyordu artık. Çürümeye başlamış olan ruhumdaki küf kokusu gün yüzüne çıkmak üzereydi ve bu kokuyu artık yalnız ben duymuyordum.
Sadece 10 dakika önce anlattıklarımla kan şelaleme bir ziyaretçi kabul etmiştim. En derin sırlarımdan birine vakıf olmuştu artık birisi. Bu yüzden küf kokusunu alması da çok uzun sürmezdi herhalde. Kalbimi açmıştım Işıla. Uzun zamandır ilk defa belki de bu kadar saf bu kadar korunmasız açmıştım kendimi birine. Ciğerlerim söküle söküle haykırmıştım özlemimi sonunda. Ben haykırmıştım o susmuştu sadece.
Biliyordum bunların onun canını yakacağını ama daha fazla susarsam canı daha çok yanacaktı. Bir gün onu sevebilme umuduma tutunacaktı. Belki de benimle beraber savaşacaktı, bu çürümeyle ve bu sevda kırıklığıyla. Belki de kazanacaktı benimle beraber. Beni de bu ihtimal korkutuyordu aslında. Ben o çürümeyle bendim, acımı seviyordum.
Ahmet Kayanın dediği gibi acı çekmek özgürlükse özgürdüm ben de. O olmasa kapana kısılmış bir parça peynire tav olmuş bir fareden farkım olmazdı. Bence artık o da bunu biliyordu. Gözlerimden anlamıştı, gözlerinde görmüştüm bunu. Bu son dediğini duymuştum sanki kalbimin derinliklerinde. Tam tamına 12 Ocak 18.30'da Beydağ Mezarlığında Işıl Gökbakan aşkından vazgeçişine hazırlanmıştı. Mertçe vazgeçişine çemremişti kollarını. Yüreğine vurmuştu beni daha derinlere gömmek belki de yok etmek için.
Ve dan sesiyle Işıl Gökbakan Rüzgar Güven'den resmen vazgeçmişti. Bu karara onu iten bendim. Buna sebep olduğum için ilerde bir gün pişmanlık duyar mıydım, başımı taşlara vurur muydum bilmiyorum. Öyle olsa bile en azından Işıl'ın canını yakan kişi olmamış olurum diye ferahlatmaya çalışıyorum kendimi. Ben kendimi ferahlatıyorum o da beni bir nebze de olsa rahatlatmak için elini omzuma koyuyor ve ritmik vuruşlarla teselli adımlarını atıyordu birer birer:
"Çok zor olsa sevdiğini kaybetmek. Onsuz nefes almayı ona borç bilmek. Özlemek ve özlemini giderecek hiçbir şey elde edememek. Burda istesem de senin yaşadıklarını anlayamam. Anlamaya cüret dahi edemem zaten. Yüreğim yetmez bunu kaldırmaya. Sadece şunu bilmeni istiyorum. Sana okulda bir söz vermiştim artık kankamsın, dostumsun ama bu seni hâla sevdiğim gerçeğini de değiştirmez bana biraz süre tanı diye. Sen o süreyi zaten tanıdın bana ve emin olabilirsin ki o süre tam da Sudenin mezarında son buldu. Bazen gözler zaten her şeyi anlatır ama birde sözler anlatsın istedim. Benden duy istedim. Ben senden vazgeçtim Rüzgar Güven. Senin aşkın benimkinden büyükmüş. Sudeninki benimkine tur bindirirmiş meğersem. Ama senden istediğim bir şey var gel sen burda bana içinden geçen her şeyi anlat Sude'nin huzurunda. Yüreğindeki yüklerin en azından bir kısmını inci taneleri misali Sudeye emanet et. Ha ne dersin, olmaz mı?"
Olur muydu gerçekten? Olurdu olmasına da yüreğimdekiler hiçbir zaman yük olmamıştı ki bana. Nefes olmuştu aksine. Acım, özlemim, yasım... Onlar beni tutmuştu bu hayatta. Savrulup gitmeme engel olmuştu. Beni en azından onun olduğu yere hapsetmişti. Yine de yüreğini açmak belki de acıyı hafifletebilirdi. Tabi nerden başlayacağını biliyorsan. Ben bilmediğim için Işıl'a sordum:
"Ne sormak istiyorsun Işıl? Sen sor ben cevaplamaya çalışayım elimden geldiğince."
Işıl da beni o güne götürecek yegane soruyla başladı: "Ölümüyle ne hissettin, ölüm neymiş aslında?Hani yaşamadan bilinmez diyorlar ya. Sen yaşadın biliyorum ben. Sen öteki tarafa gidip gelmiş sayılırsın. Ne de olsa kalbini yolladın oraya. Şimdi bana söyle Rüzgar Güven Sudeyi kaybedince ne yaptın?"
Işıl'ın sözleri bir bir boğazıma düğümlenmişti. İstemsizce yutkunmama sebep olmuştu. Bir yazar der ki: "Yutkunduğun unutamadığındır!" . O da benim yutkunduğum olmuştu, o an benim sürekli taşıdığım bir kambur olmuştu. Yürüdükçe canını yakan, hem ağırlık yapan hem de senden kopmayan... Kurtulmak istediğim ama kurtulamadığım, düzeltmek isteyip düzeltemediğim, tüm gözleri üstüme çeken ben bile görmek istemezken herkesin tek gördüğü haline gelen bir kabus.
Her gün ölüp tekrar dirilmek yakar mı insanın canını? Yaşamak ölmekten daha azaplı olur mu kimi zaman? Olur nefes alışların azapa dönüşür kimi zaman. İşte o andır bir an için hiçbir şey olmamış varsaymaya çalışman. Kaçmak istemen, kaybolmak istemen. İşte yine o bir andı benim için. O ana dönmek yerine, Işıl'a cevap dahi vermeden buhar olup bulutlara karışmak istediğim bir tek an. Kendimden kaçtığım bir tek an. Ama kaçmayı bırakmayı bana o öğretmişken ondan kaçmam saygısızlık olmaz mıydı? Olurdu elbet. O yüzden kaçamazdım. Bir kere söz vermiştim, geri dönemezdim. Yüreğimin kapalı kutusu bugün açılacaktı.
Bu yüzden Işıl'a döndüm ama onunla konuşur gibi değil de o anı tekrar yaşar gibi sanki tüm sevdiklerini kaybedenlere anlatır gibi anlatmaya başladım:
"Ölüm evrelerle baş gösterir her evrede şekil değiştirir ama hep aynı yere varır.
Ölümün ilk evresi hissizliktir. Tüm dünyadaki tüm hisler yok olmaya başlar. Ayna misali çatlar ve parçalara ayrılır. Bir süre sonra da tuz buz olur. Üzerine kaynar su dökseler tek bir kaşın kalkmaz. Sıcaklık yerini hissizliğe bırakır. Başından aşağı buz kovası boşaltsalar ne ruhun donar ne bedenin. Soğuk senin için sadece bir hava durumu olur. Kalbini de sökseler gıkın dahi çıkmaz. Çünkü görmezsin, duymazsın ve hissetmezsin. Hatta gözünden tek bir yaş dahi akmaz.
Hissizliğin bir sonraki evresi inkardır. Sadece bir süre önce hissetmediğin tüm o duyguların hepsi üzerine üşüşür. Sıcak ve soğuk aynı anda bastırır bedenini. Hem yanarsın hem donarsın. Vücudun farklı fraksiyonlar göstermeye başlar. İnsanların sana söylediği ya da verdiği her haberde vücudunu dehşet derecede bir gülme hissi kaplar. Kahkahalarının içinde ruhunu boğarsın.
Etrafındakilere "Benimle dalga mı geçiyorsunuz lan!" dersin ama kahkahalarına da ara vermezsin hatta daha da şiddetliyse boğma hissin dalga yerine "Benimle taşşak mı geçiyorsunuz lan!" versiyonuna geçip tatmin etmeyen kahkahanın yerini sinir argümanlarıyla doldurmaya çalışırsın. Öfke patlamaları yaşarsın. Etrafını yakarsın, yıkarsın. Sevdiklerini kırarsın, senin tüm benliğinle inkar ettiğini kabullenenlere karşı savaş açarsın. Nefret duygusu tüm benliğini kaplar o anda. Herkesten hıncını çıkarmaya çalıştıktan sonra değişen hiçbir şey olmadığını görmeye başlarsın işte o anda acı tüm benliğini sarar.
Acının 3.evresi pazarlıktır. Durumu değiştirmek için pazarlık ederiz. Sözler verir,yeminler ederiz. Azraille bir masaya oturabilmek için bazen kanımızı akıtır ona gidecek yolu kendimiz çizeriz. Fedakarlık eder kendimizi feda edebilmeyi dileriz. Ama hiç bir dileğimiz gerçeği değiştirmez. Bu uğurda bize engel olmaya çalışanlar olur. Yalvarmalarımıza kulan tıkayanlar olur işte o anda öfke tekrar baş gösterir. Suçlayacak birilerini aramaya başlarız. Birinden nefret etmeye birine kin gütmeye ihtiyaç duyarız. Herkese kızarız, hayatta kalanlara kızarız.
Kendimize kızarız, hayatın adaletsizliğine kızarız. Suçlu aradığımızda bulamadığımız suçsuzluğa kızarız kimi zaman. Ya da suçlu bulamazsak kendimizi suçlu ilan eder. Hayatımızı bir tabuta kendimizi de bir cesete dönüştürürüz. Dönüşüm beraberinde yası getirir.
Yasın 4.evresi depresyondur. Düşünmekten vazgeçeriz. Ruhsal bi bitkisel hayat başlar. Yıllar sürecek bir uykuya dalmayı dileriz, ölmeyi dileriz. Tek hissedebildiğimiz boşluktur. Ve o boşluk gün geçtikçe bizi daha çok kendine çekmeye başlar. Gün geçtikçe daha çok cazip gelmeye başlar. Kendimizi bir anda tüm dünyadan soyutlarız. Saatlerce sadece boş bir duvara bakabiliriz kıpırdamadan. Sadece nefes alıp verişlerimizi dinleriz. Her nefes alıp verişimiz hayatla olan bağlarımızı biraz daha koparır. Hayatla bağlarımız kopmaya başladıkça kendimize alternatif başka gerçeklikler aramaya başlarız.
"Ya onunla hiç tanışmasaydım, ya şöyle olsaydı ya böyle olsaydı" gibi ihtimalleri değerlendirmemiz ilk adımımızdır. Devamında her benliğin savaş biçimi farklı işler kimisi kendini rüya alemine teslim eder, kimisi de sanal aleme. Kimisi günlerce uyur. Rüyasında bir kere bile onu görebilme kokusunu duyabilme umuduyla gözlerini kapatır. Kimisi dizi izler durmaksızın. Dünyayla hiçbir bağı kalmasın ister. Kendini o dizi karakterlerinden biri yapar ve bir süre onun içinde yaşar.
Sonra bir an gelir ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmeye başlar. Ya da öyle gözükmesini ister. Çoğu zaman kendini çok iyi gizlediğini sanar ama en çok o zaman kendini açık eder. "İyi misin?" diye soranların sorularını tıslayarak "İyiyim!" cevabıyla geçiştirir. Olayla ilgili bir bahis geçse "Öyle bir şey olmadı ki. Sen yanlış duymuşsun. Falanca şurda şunu yapıyor." der ve tekrar inkarı gün yüzüne çıkarır. İnkar süresi bünyeden bünyeye göre değişir ama her acıdan sonra nükseden inkarda olduğu gibi o da yerini bir süre sonra tek bir şeye bırakır. Kabullenişe...
Yasın son evresi kabulleniştir. Her resim, her ölüm, her acının sonunda buraya varırız. Durumu değiştiremeyeceğimize karar verir, olanları kabul ederiz. Kendimize ördüğümüz duvarları yine kendimiz yıkarız. En büyük korkularımızın yeniden kapıdan içeri girmesine izin veririz. Gidemediğimiz mezarlara gideriz. Bakamadığımız mezar taşlarıyla göz göze geliriz. Yüzümüzü çevirdiğimiz o isme korkmadan bakamasak bile tereddütle dahi olsa bakıp göz yaşlarımızı serbest bırakırız. Mezar taşını öperiz o diye. Onun kokusunu duyarım diye toprağını koklarız. Onun sıcaklığını bir nebze de olsa belki hissedebilirim diye mezarına sarılırız.
Uzun zamandır kulaklarımızı tıkadığımız ölümün şarkısını duymakla kalmaz, tüm iliklerimize kadar hissederiz. İşte ne yazık ki ölüm böyle bir şey kulaklarında uğultu oluşturan, tüylerini diken diken eden kalbine bıçaklar saplayan bir şey. Kalbini yerinden söküp alan o toprağın altına hapseden bir şey. İşte ölümün hissettirdiği, işte ölümün nasıl bir şey olduğu."
Uzunca bir açıklamayla Işıl'ın aklındaki bir çok soru işaretini gidermiştim ama bir sorduğu soruya cevap veremezdim. Bana Sude'yi kaybettiğimde ne yaptığımı sormuştu. İşte henüz bu soruya cevap vermeye hazır değildim. Şimdilik Işıl bunlarla tatmin olmuş gözüküyordu zaten. Benim anlattıklarımın bitmesiyle bir anlık ürperdi. "Vuvv" diye silkelendi. Sanki ani bir soğuk dalgasıyla vücudundaki tüyler diken diken olmuş ve ürpermesine neden olmuştu.
Ardından da kendine gelmiş ve: "Gerçekten ölüm bu kadar ürpertici bir şey mi ya? Ya da ölümün getirdikleri mi insanı ürperten? Bunları yaşamayan sadece dinleyen benim bile tüylerim diken diken oluyorsa yaşayanların hislerini aklım hayalim alamıyor zaten. Belki de insanların birçoğu haklı. Hayat herkese adil davranmıyor!" diyerekten kendine hissettirdiklerini paylaşmıştı benle.
Belki de haklıydı. Sonuçta dünyaya herkes aynı şartlarda dahi gelmezken herkesin zorlukları bambaşkayken hayatın adil olduğu söylenebilir miydi? Ya da adillik anlayışımızda mı sıkıntı vardı bizim? Sonuçta bildiğimi mutlak bir gerçek vardı hepimizin. O da Allahın adil olduğuydu.
Belki herkes aynı şartlarda gelmiyordu dünyaya belki herkesin yaşadığı zorluklar da bir değildi ama herkesin zorlukların sonucunda elde edeceği mükafatta aynı olmayacaktı ki. Sonuçta yarışın bir kazananı olurdu aslında. Kimi zaman 2. Ve 3. de ödül alırdı ama her zaman için 1.'nin çektiği cefa da ödül de daha fazla olurdu. İş hayatındaki patronların da dediği gibi "Ne kadar ekmek o kadar köfte" hayat gerçekten böyleydi çoğumuz için.
Gerçi bir verip yüz alanlar da var ama bu mevzunun içine girince çıkılmıyor. Hayat işte diyoruz işte o zaman. Ben de iç dünyamda kendime söylediklerimden sonra Işıl'a da sözümü yineleyerek mevzuyu sonuca bağlamak ve artık burdan gitmek istedim. Çünkü engellemem gereken bir plan silsilesi ve saklamam gereken bir sır vardı halen:
"Hayat işte! İzlediğim bir filmde çok hoşuma giden bir replik vardı. 'Hayat bir restoran gibidir herkes masasına oturur ama kimse ne yediğini bilmez.' diyordu filmde. İlk izlediğimde ne demek istediğini anlayamamıştım ama sonradan anladım. Herkes bu hayata geliyor bir şekilde. Anne rahmine düşüp gözünü dünyada açıyor, sonra da büyüyor ve asıl o zaman yaşamaya başlıyor. Aslında kimseye dünyaya geldiğinde gelmem isteyip istemediği sorulmuyor. Gerçi sorulsa da bir cevap alamazlar da. Neyse bir şekilde dünyaya gelmiş oluyor ve yani o masaya oturuyor. Ama o masaya oturduğunda aslında ne yiyeceğini bilmiyor kimse yani demem o ki kimse ne yaşayacağını ya da hayatın kendisini nereye sürükleyeceğini bilmiyor. Sadece yaşıyor. Bu yüzden biz bazen bir şeyler karşısında diyecek tek kelam bulamıyoruz aslında.
Bu yüzden de hayat bu işte diyip geçiyoruz. Hadi artık bu kadar konuşma yeter, geri dönelim İzmirimize!"
Sezen'in ağzından
Rüzgarın bana yaptığı açıklama aslında makul bir açıklamaydı fakat nedense içimde bununla ilgili kötü bir his vardı. Ve bu his Rüzgara inanmama engel oluyordu. Eğer durum böyleyse bile anladığım tek bir şey vardı. O da aradığım cevapları bulabileceğim kişi Rüzgar değildi. Ayrıca onu bu plana dahil etmek artık eskisi gibi mantıklı da gelmiyordu. Demek ki başka bir şekilde bu işi çözmem gerekiyordu. Belki de düşük bir ihtimal bile olsa ebeveynliğine güvenip Hakan Amcanın yanına gitmeliydim. Zaten Rüzgar mekandan fırlayıp gidince Işıl da hemen peşinden gitmişti. Anlaşılan o da bir şeylerden şüphelenmişti.
Belki de onun bu şüpheleri bizim sonuca gitmemiz için büyük ipuçları elde etmemizi sağlayacaktı.
Mekanda her zamanki gibi muhteşem ikili olarak ben ve Esat kalmıştık. Rüzgarı oyun dışında bırakarak Esata nasıl bir rol verebilirim diye düşünmeye başlamıştım artık. Belki de Esatı da oyun dışına iterek belki de asıl oyunun içine ben dahil olabilirdim. Sadece tek yapmam gereken Esatı Enisin yanına yollamaktı. Böylece Esat Rüzgardan bir şeyler duymuş gibi yapıp Enisin ağzını arayabilirdi. Ben de bu sırada Hakan amcanın yanına gider ve o bir şeyler biliyor mu diye öğrenmeye çalışırdım. Artık akşam olunca da Işıl neyin peşine düşmüşse onu öğrenirdim.
Planımın adımlarını tek tek hesapladığıma göre geriye sadece bunları birer birer gerçekleştirmek kalmıştı. O yüzden Esata görevini verip onu Enisin yanına yolladım ve ben de planın bana düşen kısmını gerçekleştirmek için mekandan dışarı çıktım. Tam Hakan Amcanın yanına gitmek için yola koyulacaktım ki bunu nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrimin olmadığını fark ettim? Gerçekten ben nasıl bulacaktım ki Hakan Atalayı. Geçen sefer evine gittiğimde şansıma ordaydı ve bu şekilde onu bulmuştum.
Şimdi ise bundan emin olamıyordum. Ayrıca geçen seferki çat kapımı gitmemin pek nazik bir tavır olmadığını da anlamıştım artık. Gerçi şu an için daha iyi bir seçeneğim yoktu. En iyisi ben evine gideyim diye düşündüm.
Tam bir taksi çevirmiş ve adresi taksiciye vereceğim sırada iç sesim hortladı. Bu iç sesimin deyimiyle yeni yetme olandı.
Sezen dur nereye gidiyorsun sen? Kendine mi gelsen diyorum artık! Eğer şu an Hakan Atalayın yanına gidersen emin dahi olmadığın bir konu için Keremi ifşa edeceksin. Sence buna değer mi? Babasını gereksiz yere endişelendirmeye ne gerek var?
Yeni yetme nerelerdeydin ya özlettin kendini. Hay dilimi eşek arısı soksun şimdi bunu duyarsa iç ses beni fena yapar aman çaktırma olur mu? Dediğine gelince de haklısın ama başka ne yapabilirim ki?
Sezen vallahi yazıklar olsun sana! Bana gelince "Neden ortaya çıktın?" bu yeni yetmeye gelince "Özledim" böyle şey mi olur ya? Bir kere o yokken ben vardım tamam mı? Ayrıca "İç sese çaktırma!" nedir ya? Ben senim, unuttun mu? Bu neyin kafasıdır yani? Gerçi bazen ikimizin zeka konusunda ayrıldığımızı düşünüyorum ama neyse? Sen bizi Mr.Hyde and Dr.Jekyll mı sanıyorsun? Kendine kişilik bozukluğunu mu reva gördün şimdi?
Ya iç ses çüş diyorum sana başka bir şey demiyorum. Ayrıca ben deli değilim tamam mı? Kendime bir hastalığı reva gördüğümde yok. Bunların hepsi fazla zekadan oluyor bir kere? Hem alınganlığı bırak da sen ne düşünüyorsun onu söyle madem?
Tamam o zaman hadi gittin diyelim babası da senin karşına geçip "Sezen ne iyi ettin de geldin. Ben de seni bekliyordum. Diyordum ki şu Sezen kızım bir gelse de Kerem'in kirli çamaşırlarını ona döksem ne iyi olur." mu diyecekti? Ne sanıyorsun yani sen? Her baba gibi Hakan Atalay da oğlunu korumaya çalışır. Hem adam ne bilsin sana anlatacaklarını kullanmayacağını? Bu hayatta babana bile güvenmeyeceksin diyorlar ve sen de buna inanan birisin. Sen olsan söyler miydin oğlunla ilgili önemli bir şeyi bir yabancıya?
Aslında düşününce söylemezdim. Her ebeveyn evladının iyiliğini ister. Bazen bunun için onları bile karşılarına alırlar. Biz anlamayız onları bazen, hatt suçlarız onları. İsyan ederiz, bağırır çağırır bizim inadımıza yaptığını düşünürüz. Çoğu zaman bizim iyiliğimiz için en doğru şeyi yapmaya çabaladıklarını anlayamayız. Kimi zaman yıllar geçer ama biz yine de farkına varmayız. Fakat bir başkası için bunun yapıldığını görünce idrak etmemiz daha kolay olur. O yüzden Hakan Amcayı anlayabiliyorum. Eminim o da Kerem için en doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapar. O yüzden sen haklısın iç ses! Başka bir çözüm bulmalıyım ve bunu bulana kadar Donuğu gözlemlesem çok daha iyi olacak. E o zaman ben ne yapayım? En iyisi Donuğun yurduna gidip eşyalarını toplamasına yardım edeyim ne dersin?
İç seslerimle müzakeremin uzun süreceğini fark ettiğim andan itibaren taksici abiye taksiyi sürmesini yolda karar vereceğimi söylemiştim. Şimdi ise iç seslerimle müzakerem bitmişti ve kararımı vermiştim. Bu yüzden taksici abiye Donuğun yurdunun adresini verdim, o da en kısa sürede beni yurdun önüne getirdi.
Bu arada saati fark etmemiştim ve akşam olmaya başlamıştı. Yaklaşık 1 saat sonra güneş batacaktı ve ay gökyüzündeki hakimiyetini ilan edecekti. Bu yüzden eski adetlere dönüp 1 saat içinde Donuğu alıp en azından arabaya binmiş olmalıydım.
Yoksa Şermin Sultanın bu sefer vereceği cezadan kurtulamazdım. Kısacası akşam ezanı okunmadan önce evde olmalıydım. Bu da taş çatlasa 1.30 saatim var demekti. Ancak ucu ucuna yetişebilirdim eve. Koş Sezen koş! Hızlı olmalısın diyerek yurttan içeri girdim. Hızlıca kimliğimi güvenliğe gösterip asansörlen Donuğun odasının olduğu kata çıktım.
Gördüğüm manzara karşısında gülmeme engel olamamıştım. Kahkahalarım özgürlüğünü ilan etmiş ve iradem dışında ağzımdan çıkmaya başlamıştı. Bizim burnu düşse yerden almayacak olan Kerem Atalayımız şu an koridora paspas yapıyordu. En garip olan kısmı da bunu yaparken gıkı çıkmıyordu ve başında bunu yapması için onu zorlayan biri de yoktu.
Kahkahalarımı duyunca bana döndü ve paspası bir kenara atıp duvara yaslanaraka havalı pozu oluşturmaya çalıştı. Ardından da: "Komik bir şey mi var Sezen? Ne gülüyorsun?" dedi. Ben de kendimi dizginlemeye çalışıp: " Yok canım komik bir şey yok da koskoca Kerem Atalay neden burda paspas yapıyor anlayamadım. Bu arada yere bir şeyini düşürmüşsün. Önemli galiba, alsana!" diyerek kahkahalarımı durdursam da tiye almaya devam ettim.
Son söylediğim üzerine gerçekten yere dönüp bakmıştı. Gerçekten inanmıştı bana bu beni şaşırtmıştı doğrusu. Yerde bir şey göremeyince biraz sinirlenmeye başlamıştı: "Sezen burda bir şey yok, dalga mı geçiyorsun sen benlen! Ayrıca paspas yapmak ayıp mı? Bu şekilde harçlığını çıkaran ya da evine ekmek götüren bir sürü insan var. Ben senin hiçbir zaman normal insanları küçümseyen şımarık zengin bir kız çocuğu olduğunu düşünmemiştim. Bu tavrın beni şaşırttı doğrusu. Allaha şükür ben bu sebeplerden ötürü yapmıyorum bu işi ama benim de kendime göre sebeplerim var."
Sözünü bitirdiğinde gerçekten kendimden biraz da olsa utanmıştım. Benim maksadım yaptığı şeyi küçümsemek değildi kesinlikle. Sadece şaşırmış ve biraz ona takılmak istemiştim. Bir de mevzunun bu noktaya gelebileceğini pek düşünememiştim. Bu yüzden yüzüm düştü ve:
" Kerem benim amacım yaptığın şeyi küçümsemek değildi kesinlikle. Sadece biraz takılayım sana demiştim ama yanlış bi noktadan yaptım bunu. Kusura bakma düşünemedim gerçekten. Eminim senin de iyi bir sebebin vardır bunu yapmak için. Tekrar kusura bakma! Bu arada mevzuyu değiştirmişim gibi olacak ama çok az zamanımız kaldı. Eşyaların toplayıp eve gitmemiz lazım! Şermin Sultan sıkı yönetim ilan etti sabah itibariyle. Hadi koş odaya!" diyerek kolundan çekiştirdim ama her zaman olduğu gibi hareket ettiremedim. Sırf bu Donuk efendiyi hareket ettirebilmek için kick- box'a başlayacaktım.
Bu sefer neden ilerlemediğini ve olduğu yere çakıldığını düşünürken beni pek bekletmedi. Elimi yavaşça kolundan çekti ardından da "Sen burda bekle!" diyip odasına gitti. Bir iki dakika sonra elinde mini bir çanta ve deri ceketi ile geri dönmüştü. "Hadi gidelim!" dediğinde ne olduğunu anlamamış ve o ilerlediğinde ben olduğum yerde durmuştum.
Gelmediğimi görünce neden gelmediğimi anlamak için yüzüme baktı. Ben de bunun üzerine: "Kerem, gerçekten eşyaların bu kadar mı? Yoksa ben yanlış mı anlıyorum yoksa sen gerçekten de eve dönmüyor musun?" dedim. Yanıma yaklaşıp elini omzuma attığında geri çektim omzumu. Bu da bu tavrım üzerine üfleyip klasik eliyle saçlarını karıştırdığı hareketi yaparak: "Sezen ben sana hiçbir zaman geri döneceğim demedim ki.
Sadece yanındayım dedim. Şu an seninle geleceğim hafta sonları sizde kalıcam ama yurttan tamamen ayrılamam. Yani artık bu hem doğru olmaz hem de bir sözleşmem var burda." dedi.
"Kerem anlayamıyorum seni neden gelemiyorsun geri? Ben sen öyle diyince geri döneceğini düşünmüştüm. Hem senin için kontrat ne ki? Tazminatı öder çıkarsın yani. İstersen ben ödeyim ama geri dön işte. Çok uğraştık hepimiz bunun için. Geri dönememe sebebin bu kadar basit olamaz. Benden bir şey saklamıyorsun değil mi?"
"Sezen saçmalama! Senden ne saklayabilirim. Ben sana karşı hep dürüst oldum. Ayrıca paramız var diye her şeyi yapacağımız manasına gelmemeli bu. Hem Enisi burda bırakamam. Senden önce o vardı bir kere. Onu yüzüstü bırakamam. O benim tek ailem."
"Haklısın aslında Kerem. Ben biraz düşüncesizlik ettim. Seni bu kadar sıkboğaz etmeye hakkım da yok. Enis benden önce de vardı benden sonra da olacak. Ama bir konuda yanılıyorsun o senin tek ailen değil! Senin kocaman bir ailen var. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Hadi eve gidelim!"
Donuk gerçekten bu hayatta beni dizginleyebilen nadir insanlardandı. Belki de bu özel kılıyordu onu benim için. Bu yüzden uzatmamıştım mevzuyu. Donuğu da alıp yurttan çıkmıştım. Eve yetişmek için artık endişelenmeme gerek de kalmamıştı. Beraber arabaya binmiş ve eve doğru yol almıştık. Belki de güneşin batışıyla bizim için de bir devir kapanıyordu şu an. Ve biz de Donukla yeni bir başlangıç yapacaktık Aykut villasında. Didik Necmiyeyle yeni maceralar yaşayacaktık ve gözümün önünde olduğu için sırrını çözmem daha kolay olacaktı.
👻👻👻
Donukla eve gelmemizden sonra herkes kendi odasına çekilmişti. Galiba bugün ikimiz de oldukça yorulmuştuk. Ben bir süre Işıl'ın aramasını beklemiştim ama Işıl aramamıştı. Uykuya yenik düşeceğim sırada Işıl'dan bir mesaj gelmişti. Hemen olduğum yerden fırlayıp telefonu elime almıştım. Elim bir türlü telefonun tuşuna gitmiyordu. Yine o ekrana bakmaktan korkuyordum. Ellerim titriyordu ama korkunun da ecele bir faydası yoktu bu yüzden derin nefes alıp düğmeye bastım.
Ekrandaki mesajda yazan şey pek bilgilendirici bir şey olmasa da merakımı körükleyecek nitelikteydi. Mesaj da Işıl sadece şunu yazmıştı.
"Bugün ruhum öldü. Ruhumu diriltebildiğimde seni arayacağım. Endişelenmene gerek yok. İyi geceler!"
Sanki o endişelenme diyince ben endişelenmeyecektim. Ayrıca madem endişelenmemi istemiyorsun neden öldü möldü yazıyorsun ki yani? Neyse klasik Işıl diye düşün Sezen ve uyu artık. Çünkü yarın okula gideceksin, tatil sürecin son buldu artık. Bu durumdan nefret etsem de bu yarın okula gitmek zorunda olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Bu yüzden uyumak için gözlerimi kapattım usulca ve yavaşça kendimi rüyalar alemine bıraktım.
Diğerlerine kıyasla daha kısa tutmaya çalıştım. Aslında bu bölüm için farklı bir ad ve kurgum vardı ama uzun olacağını fark edince farklı iki bölüm gibi yapmaya karar verdim. Umarım beğenmişsinizdir.
Rüzgarın bu bölümde ölümle ilgili anlattıkları hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sizce ölüm nedir aslında?
Hayat ve restoran benzetmesinde Rüzgarın tespitini gördünüz. Peki siz nasıl yorumlardınız bu sözü?
Kerem eve dönmemeye karar verdi. Eve dönmese de Sezen'i de kırmamak ve onun da yanında olabilmek adına kendince bir çözüm buldu. Kararında haklı mı dersiniz?
Sizce Sezen Hakan Atalaya Keremle ilgili mevzuda gitmeyerek iyi mi yaptı kötü mü yaptı? Siz yeni yetmenin mi asıl iç sesin mi tarafındasınız?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top