Gün yüzüne çıkan kabuslar😱
İlk defa bu tarz bir sahne ve bölüm yazdığım için. Tereddütte kaldım biraz. Bundan ötürü biraz bölümü zor yazdım ve gecikti bölümüm. Hatalarım olabilir o yüzden ilk seferim olduğundan mazur görün lütfen. Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin. 🙏🏻
Hande Yener/Seksendört-Rüya
Lamjakehill-Phobetor
Murder King-Kabusun Sonunda
"Sen sadece gözlerini kapa! Kabuslarını ben sırtlarım. Eğer istersen Phobetor'dan bir ömürlük kabuslarını satın alırım."
Sezenin kabusuna benzer bir gif
Bodrum gibi bir yerde gri demir bir kapıdan içeri girdi Sezen. İçerisi oldukça karanlıktı. Buranın ne için kullanıldığı dahi anlaşılmıyordu. Çocuktu daha o zaman. Yerde bir adet futbol topu duruyordu. Kaçan topunu almak için girmişti büyük ihtimalle buraya. Topu almak için eğildiğinde ise arkadan dank diye bir ses geldi. Ani bir hareketiyle arkasına dönmesiyle topu düşürmesi bir olmuştu. Kapı üstüne kapanmıştı...
Koşup kapıyı yumruklamaya başladığını gördü. Sanki kendi yaşamını üçüncül bir gözle izliyor gibiydi. Hem kapıyı yumrukluyor hem de birine sesleniyordu. Söylediklerini yarın yamalak duyabiliyordu. "Arkadaşlar topu aldım işte. Şakanın sırası değil hem burası çok karanlık. Hadi açın kapıyı. Şimdi açarsanız öğretmene de şikayet etmiyeceğim ki sizi ben hem. Ne olur açın şu kapıyı ben.. be... ben çok korkuyorum. Açın kapıyı lütfen!" diye halen orda olduklarını umut ettiği arkadaşlarına sesleniyordu. Ama ses yoktu...
Sessizliğin içindeki küçük bedenin içindeki umut Sezenin içinde umutsuzluğa neden oluyordu. Belki de artık küçük olmadığından ya da o çocuk olmadığındandı içine düşen umutsuzluk. Küçük Sezen bir süre kapıyı yumruklamıştı. Etraf karanlıktı, karanlık an be an küçük bedeninin üstüne geliyordu. Karanlıkla beraber duvarlarda üstüne üstüne gelmeye başlamıştı. Bir kaçış yolu arar gibiydi masum küçük gözleri. Ama her yer duvardı. Bulunduğu depo zindandı sanki.
Olduğu yerde dursa bile sanki oda etrafında dönüyordu. Odayla beraber başı da dönüyordu. Midesi bulanıyor, göz bebekleri büyüyordu. Küçük bir kalp krizi geçiriyordu sanki. Etraf dönüyor her şey dönüyor. O korkudan kaçmaya çalışıyordu. Kaçmaya çalıştıkça her şey daha çok üstüne geliyordu.
Geri kapıya koşuyor yumruklamaya devam ediyordu. Depoda her yerde patates çuvalları vardı. Tavandan her otuz saniyede bir damla damla su akıyordu. Her şıp sesinde kulakları tırmalanıyor, geriye kayıyormuş gibi oluyor beyninin kılcalları geriliyordu sanki. Yorgunluğunun yanı sıra korku da an be an küçük ruhunu kaplıyordu. Yine de pes etmiyordu küçük bedeni.
Sanki bir film sahnesinden diğerine atlıyormuşçasına kendini farklı bir konumda görüyordu. Pes etmişti bu sahnede, oracıkta çökmüştü yere. Yer soğuktu, üşümeye başlamıştı. Artık ne kadar zamandır burda olduğunu da bilmiyordu. Sesi kısılmaya çaresizlikse boy göstermeye başlamıştı. Boğazı düğümleniyor, boğazında yumrular oluşmaya başlıyordu artık.
Sonrasında ise elleri şişmeye başlıyordu birden. Biraz daha şişse balon gibi patlayacaktı sanki. Ellerinin su toplamaya başladığını anlaması ise parmağında bir kesik hissetmesiyle oluyordu. Yorgunluktan bitap düşünce zemine bıraktığı ellerini bir şey ısırmıştı. Elinin oraya baktığı sırada küçük bir fareyle yüz yüze gelmişti. Ardından çığlıklar duymuştu Sezen. Küçük Sezenin çığlıklarıydı bunlar. Çığlığı basıp küçük bedenini patates çuvallarının üstüne atmıştı ardından fare kaybolmuştu.
Patates çuvallarının üzerinde kutu kadar bir havalandırma penceresi vardı. Ayağa kalkıp ordan bağırmaya başlamıştı küçük beden. Yine sesini duyan yoktu! Sonra başka bir sahne geldi gözünün önüne. Patates çuvallarının üzerine çökmüş birer birer saç tellerini yoluyor bir yandan da bir şeyler mırıldanıyordu. Gözleri bir başka bakıyordu sanki delirmiş gibiydi. Etraf zifiri karanlığa bürünmek üzereydi. Işık kayboldukça, içindeki ümit taneleri de birer birer yok olacaktı bunu biliyordu hissediyordu Sezen. Sanki bu anı daha önceden yaşamış gibiydi.
Sonra birden gözünde koca koca fareler belirmeye başladı. Gözünü açık tutmaya çalışıyordu olabildiğince çünkü gözünü kapattığında farelerin kulaklarını yediğini görüyor ve kıtırt kıtırt diye kıkırdaklarının kırıldığını hissediyordu. Küçük Sezenin acısını Sezen de kendi içinde hissediyordu işte. Çektiği acı tarif edilmez boyuttaydı.
Küçük Sezenin umudunu kaybetmesi ondan da bir şeyler götürüyordu sanki. Burdan çıkamayacağı düşüncesi ona da yerleşiyordu. Burdan çıksa dahi aklını burda bırakmış olacaktı. Artık ona her türlüsü de büyük işkenceydi. Sezen bunun bir kabus olmadı için dua ediyordu içinden.
Fakat küçük kız içindeki son umut kıvılcımını da söndürmüştü artık. Kendini ölümün huzuruna teslim etmek üzere kafasını yaslandığı duvardan çekmişti. Tam o sırada bir "tak" sesi duyuldu.
Sezenin ağzından
Tak sesini duymamla sıçramam bir olmuştu. Bu da neydi şimdi? Bu kabus da neyin nesiydi? Gerçekten ben miydim ordaki çaresiz beden? Gerçek miydi gördüklerim yoksa şüphelerim bilinçaltıma bir oyun mu oynanmıştı. Öyle olmuştur ya böyle bir acıyı nasıl unutur ki bir insan. Hayatını değiştirebilecek böyle bir anı nasıl silebilir ki aklına. Tam aksine her saniye bununla yaşamaz mı? Bence bir an bile çıkamaz aklından. Madem bir kabustu sadece neden halen kalbim bu kadar hızlı atıyor, neden boğulacakmışım gibi hissediyorum şu an? Neden hâla duvarlar üstüme üstüme geliyor ki? Hissettiğim bu korku normal mi gerçekten? Donmuş vaziyette duvara doğru baktığım sırada birden yatağıma birinin oturduğunu hissettim. Tak sesi kapının duvara vurma sesiymiş meğersem. Gelense annemden başkası değilmiş.
Halen nefesimi kontrol edemiyordum işte. Çok hızlı nefes alıp veriyordum, kalbim duracak gibiydi sanki. Nefes almak istemiyordum, nefes almak canımı yakıyordu. Ciğerlerim yanıyordu, boğuluyordum sanki. Kollarım yavaş yavaş kalkıyor, ellerimse boğazımdaki yerimi alıyordu. Nefes almamak uğruna kendimi boğmaya çalıştığımı bile fark edecek durumda değildim.
Annemin bana sarılıp ellerimi boğazımdan çekip beni sakinleştirmeye çalışmasıyla nefes alış verişlerim biraz düzelmeye başlamıştı. "Sakin ol meleğim, annen burda! Geçti bak işte. Kötü bir kabustu işte." dedi. Bense ağlayarak uyandığımı yeni fark etmiştim ve tekrar ağlayarak: "A..Anne çok korkunçtu. Küçük bir kı...kız vardı orda. Depo gibi bir yerdi. Kapıyı yumrukluyordu ama açan yoktu. Sonra fareler onlar anne onlar..." dediğim sırada annem beni "şışş" yaparak susturdu ve devam etti bana sarılıp konuşmaya:
"Tamam meleğim. Burdasın işte, öyle biri yok! Sen bir şeyden etkilendin herhalde. Bu da bilinçaltının sana bir oyunu. Bir kabustu sadece. Sen o depoda değilsin. Evindesin benim koynumdasın ve ben asla seni o karanlığa atmam. Hadi şimdi uyuyalım. Koynumda uyutayım ben bu gece seni"
Alnıma bir öpücük kondurmuş. Göğsüne koymuştu başımı. Ama beni bir kabustan çıkarıp başka bir kabusa atmıştı. Ben ona karanlıktı dememiştim ki! Bunun üzerine "Karanlığa atmam derken" diye sordum. Annem tepki vermemişti. Daha doğrusu tedirgin bir hale bürünmeden gözleri kapalı bir şekilde:
"Depo dedin ya meleğim o yüzden karanlıktır diye düşündüm. Sen karanlıktan korkarsın ya ondan bu kadar korkmuşsundur diye. Neyse hadi düşünme sen bunları uyu artık. İyi geceler. Korkma da hem, bak ben burdayım. Annen yanında!" dedi.
Dedikleri mantıksız şeyler değildi, tedirgin de olmamıştı ama yine de içime bir şüphe düşmüştü yine de. Gördüğüm şeyin sıradan bir kabus olduğuna emin olmalıydım. Bu aralar ne kadar da emin olmam gereken şey vardı öyle.
Biri bitmeden bir diğeri başlıyordu. Hangisine öncelik vereceğimi de hayat gösterecekti. Artık uyumalıydım, kabus görmek insanı yorar mıydı bilmiyorum ama beni yormuştu. Sabahleyin uğraşmam gereken meseleler için güç toplamalıydım bu yüzden usulca gözlerimi kapatıp kendimi annemin sıcacık kollarının arasına bıraktım.
👽👽👽
"Zonk...zonk...zonk" sesini duymamla küfür ederek telefonu elime almıştım. Ettiğim küfürler zonk zonk eden telefon alarmıma mıydı yoksa bu alarmı koyan aklıma mıydı emin olamadım şu an. Lakin şu an beynimin zonk zonk ettiği bir gerçekti. Yani o kadar alarm arasından hangi akla hürmet bunu seçtin Sezen diye kendime sormadan edemiyorum şu an. Gerçi başka türlü bir alarmla da uyanabildiğim söylenemez de. Malum ayı uykusu var bende. Top patlasa uyanmıyorum ne yazık ki.
Bir de küfür mevzusu var tabi. İyi ki Şermin Sultan burda değil yoksa ağzıma yemiştim terliği. Hassastır çünkü bu küfür mevzularında. Neymiş "bir hanımefendinin ağına küfür hiç yakışıyor muymuş" bilmem neymiş yani.
Gerçi onun burda olması gerekmiyor muydu ya? En son burda benimle yatıyordu ama şimdi yanımda yoktu. Okula gideceğim için erken de kalktım halbuki. Merak ettim yani şu an en iyisi çene çalmayı bırak da Şermin Sultan ne yapıyor bir git bak Sezen.
Aradan 20 dakika geçmişti ve ben yani Sezen Aykut hayatımın en hızlı hazırlanmasını gerçekleştirmiştim az önce. El yüz yıkama, saç, makyaj, giyinme hepsi dahil 20 dakika. Asrın rekoruydu bu ve ben bu rekorla şu an arabanın içinde bulunuyordum. Yaklaşık 40 dakika sonra da okulda olurdum. Sonrasında ise sırayla işleri açığa kavuşturmak kalıyordu. İlkin mevzuya Işıldan başlayacaktım tabii.
Yol boyunca asvalttaki çizgileri takip etmiştim. Sanki beyin hücrelerimi zorlamak için kendimi hipnotize etmeye çalışıyor gibiydim. Bu yöntem de işe yarıyor gibiydi. Çizgilerin kombini gözlerimi yoruyor, başımı döndürüyor, şakaklarıma bıçaklar sokuyordu. Beynimin içi boşalıyor gibi oluyor, odaklanmadan önceki sersemlik hissini uyandırıyordu.
Küçükken de farklı şeyler için farklı metodlar izlerdim. Mesela ailemle seyahate çıktığımız zaman ben sürekli "Ne zaman varacağız?" diye sorardım babama. O da bana yolun kenarındaki direkleri saymamı 1000'e ulaşınca geleceğimizi söylerdi. Ben de çocuk aklımla gerçekten buna inanırdım ve sayardım ama direkler biterdi. Yine de yol bitmezdi, babam da sürekli direk sayısını arttırırdı. Ben de o arttırdıkça ağlar ama yine de sayardım.
Şimdi düşünüyordum da benimki masumiyet değilmiş salaklıkmış sadece. Şimdikinin ise işe yarayıp yaramayacağı mevzusu ayrı bir olay fakat görünüşe bakılacak olursa pek de işe yaradığı söylenemez. Çünkü yol bitti ve okula geldim, yine de bir şeyleri çözüme kavuşturabilmem için yardımcı olmadı bana.
Arabadan indiğimde Işıl'ı duvarın tepesinde ayaklarını sallar vaziyette görmüştüm. Oldukça dalgın gözüküyordu. Zaten dün attığı mesaj da pek hayra alamet değildi. Neden diğer insanlar gibi normal hayatlarımız yoktu ki bizim? Neden iki günümüz aynı geçemiyordu? İnsamların şu sıkıldığı, şikayet ettiği, "Yeter artık" diye bas bas bağırdığı bu monotonluk nerdeydi gerçekten? Hayatı sıradanlaştırmak neden bu kadar sıradan değildi ki? Herkes gibi olmayı istemek kendimize hakaret etmek olur muydu gerçekten? Gerçi herkes gibi olsam Sezen Aykut olamazdım. Hem ne demişler farkımız tarzımız yani. Ah Sezen ah ya durum değerlendirmesi yaparsın kendince ya kendinle kavga edersin ya da hayatı sorgularsın. Bir sefer de hiçbir şey düşünmeden gideceğin yere gidemez misin ya sen? Evet Sezen Hanım iç sesinizden de atar yediğinize göre artık Işıl'ın derdini çözebilirsiniz. Hadi marş marş!
"Pışşt... Naber güzellik? Hayırdır, Karadeniz'de gemileriniz mi battı acaba? Nedir yani bu dalgınlık, aşık mısın yoksa sen? Tamam.. tamam şaka yaptım hiç gözlerini belertme bana. Hadi anlat bakalım ne olduğunu."
"Yok kızım ya ne gemisi ne aşkı ne dalgınlığı, yok öyle bir şey sana öyle gelmiş. Sadece biraz yorgunum."
Ofluyordu kendi kendine. Benim duymadığımı sanıyordu ve ofluyordu. Canının sıkkın olduğuysa her halinden belliydi. Ayrıca da bir şey saklıyordu benden. Ayaklarını sallarken arada birbirine vurmasından, gözlerimin içine bakmadan konuşmasından, beni geçiştirmeye çalışıp hatta ilk defa bana yalan söylemesinden belliydi bu. İnsanların bana ısrar etmesinden nefret etmişimdir hep. O yüzden birisine ısrar etmeyi de sevmem ama Işıl neler olduğunu bana anlatmazsa daha kötü şeyler olabileceğini tahmin edebiliyorum. Bu yüzden bir istisna yapabilirim bu konuda.
"Işıl, bak belki çok uzun zamandır tanımıyorum seni ama vardır ya hayatında bir takım insanlar. Sanki yıllardır başından ayrılmadığını hissettiğin. Sizi birbirinize bağlayan görünmez halatların oluştuğunu bildiğin. Hem de sıradan halatlar değil bunlar bak. Gemici düğümü atılmış halatlar. Senle ben öyle halatlarla bağlıyız birbirimize. Yani en azından ben öyle hissediyorum. 'Saçmalama Sezen tabii ki de öyle. Duygularımız karşılıklı emin olabilirsin.' dediğini duyar gibiyim. Neyse cıvıtmadan devam ediyorum. Çok şey paylaştık birbirimizle. Bu kısa zamanda hiç var olamamış kardeşim gibi oldun sen benim için. O yüzden bana yalan söyleme! Ben senin gözünün ferinden anlarım, canının sıkkın olup olmadığını. O yüzden doğruyu söyle hadi! Gördüm Rüzgarın peşinden gittiğini. Ne oldu dün, ne söyledi Rüzgar sana?"
Gözleri dolmuştu işte. Gökyüzünün ağlaması gibiydi onun göz yaşlarının tenine vuruşu. Masumiyetin isyanı gibiydi. Ağlarken bile bu kadar güzel olur muydu bir kadın? Olurdu işte. İsmiyle müsemma olduğu belliydi Işıl'ın ağladığında etraftaki ışığın sönmesinden.
"Canım yanıyor Sezen, hem de çok yanıyor. Bayıltmadan, uyuşturmadan 48 dikiş atıyorlar gibi tenime. Vazgeçmek bu kadar zor olmamalıydı ya Sezen. Kabullenmek bu kadar gerçek olmamalıydı. En acısı da ne biliyor musun? Savaşmak istemiyor oluşum. Ben onu gördüm Sezen. Rüzgar onun yanına gitti o gün."
"Kimin yanına gitti Işıl, kimden bahsediyorsun sen? Ne vazgeçmesi, neden canın yanıyor? Neden ve ne için savaşmak istemiyorsun? Rüzgar için mi, bitti mi hislerin yani?"
"Hani Rüzgarın ölen sevgilisi vardı ya, işte onun yanına gitti Rüzgar. Hem de o kız kimmiş biliyor musun? Sude Atalay... Yani Kerem'in kardeşi. Bana öyle şeyler anlattı ki. O kadar güzel sevmiş ki o kızı. Ben onların aşkının karşıdında duramam. Bir gün Rüzgar beni sevecek olsa bile asla onun kadar sevemez. Asla o aşkın yerine benim sevgimi koyamaz. İnsan hayatında bir defa aşık olur derler ve Rüzgar çoktan olmuş bile. Ben Rüzgar'ın Sudeye olan aşkını görünce kendi sevgimden utandım. Ben Rüzgar'ı çok sevdiğimi düşünüyordum ama onun sevgisini görünce benimkinin aşk olmadığını anladım. Ben onların hatıralarına saygısızlık edemem o yüzden vazgeçiyorum Rüzgardan. Hani sen aşka inanmıyorsun ya ama ben inanıyorum. Ve inanıyorum ki bir gün ben de aşık olacağım ve aşık olduğum kişi de beni bu kadar güzel sevecek."
Sude Atalay mı demişti Işıl? Nasıl ya? Keremin kardeşi miymiş hayaletimiz? Allahım bu nasıl bir kader. Hepimizi bir şekilde birbirimize bağlıyor? Ben şu an Işıl'ı nasıl teselli etsem ya da ne desem bilemiyorum ki? Yukarı tükürsem bıyık aşağı tükürsem sakal? Sudeye saygısızlık da edemem. Hem ölünün arkasından kötü konuşulmaz hem de Kerem var arada. Düşüncelerimi kışkışlayıp Işıl'a o an içimden ne geçtiyse çok düşünmeden direk söylemiştim:
"Işıl, senin çok güzel bir kalbin var. Kararında haklı mısın onu ben bilemem. Ama zaman bize doğru mu yanlış mı gösterecek. Ayrıca her şey de vardır bir hayır. Ben inanmıyorum ki bu hayatta hiçbir şey nedensiz, rastgele olsun. Tesadüf diye bir şey yoktur çünkü aslında. Tevafuk vardır. Her şey bazı nedenlerin tevafuk etmesiyle olur. Bizim kaderlerimizi Allah bir şekilde birbirine bağladıysa elbet bizim için de buna uygun bir son yazmıştır. Evet ben aşka inanmıyorum ama senin güzel yüreğine inanıyorum. Bir gün doğru insanı bulup eğer mutluluk diye bir şey varsa onun eteklerine yapışıp sürükleyerek ayağına getireceksin. Eğer öyle bir şey yoksa da daha az mutsuz olabileceğin birini bulup onunla daha az mutsuz olacaksın. Artık sıkma canını. Hadi derse gidelim, zil de çaldığına göre kaçışımız yok!"
Sadece gülümsemişti Işıl. Belki de sözlerime hak vermiş. Bunların üzerine de daha fazla bir şey konuşmak istememişti. Kolundan tutup sınıfa doğru yürümeye başladığımda birden durdurdu Işıl beni. Sonra da: "Sezen ben sana bir şey söylemeyi unuttum. Bize anlattığın şeyle ilgisi var galiba. Rüzgar dün mekandan çıktıktan sonra birisini aradı. Tahminime göre Enisti. Ona 'Sezen geçmişi kurcalamaya başlamış, anlaşılan Tuğra ağzından bir şeyler kaçırmış. Bunu senin için yapmıyorum onun için yapıyorum.' dedi.
O an "O" diye bahsettiğinin kim olduğunu bilmiyordum. Mezarlığa gidince anladım ki Sudeymiş. Konuşma da Keremle ilgiliymiş. Sudeye de dedi ki hatta: 'Abini korumak için her şeyi yaptım ama birileri geçmişi deşiyor.' dedi. Yüzünde çok büyük bir pişmanlık vardı Sezen. Tahminin tam olarak doğru mu bilmem ama bildiğim tek bir şey var. O da Kerem'in geçmişinde karanlık bir şeyler var." dedi. Ardından da bu sefer o beni kolumdan çekiştirip sınıfa getirdi ve sıramıza oturttu.
Bu gün öğleden sonra beden dersi vardı ve ben hiç spor yapabilecek durumda değildim. Işıl'ın anlattıkları bir türlü aklımdan çıkmıyordu ve bu olay netliğe kavuşmadan da hiçbir şeyi düzgün yapabileceğimi sanmıyordum pek. Öğle arası zili çaldığında sanki zili beklemişçesine telefonuma da bir mesaj geldi. Mesaj Donuktandı. Mesajda: "Sana akşam bir süprizim var. Akşam için plan yapma ve zamanında evde ol!" diyordu.
Yüzümde mesajı okumamla aptal bir gülümseme oluşmuştu. Sanki az önce karanlık sır yüzünden içi içini yiyen ben değilmişim gibi. Bu yüzümdeki aptal sırıtışı Işıl da fark etmiş olacak ki kıs kıs gülmeye başlamıştı. Ama benim fark etmem üzerine bir ciddileşme teşebbüslerine girişmişti. Şimdi akşamı nasıl bekleyecektim ben. Vakit nasıl geçecekti bilmiyorum ama bir şeylerle oyalansam iyi olacaktı. O yüzden öğle yemeğinden sonra beden dersine girmeye karar vermiştim. Belki hipnotize çalışmalarım işe yaramamıştı ama belki bedenimi yorarsam kafamdaki düşünceleri de dağıtabilirdim.
👽👽👽
Okul bitmiş, eve gelmiş biraz odamda oyalanıp saatlerce tam olarak nasıl bir şey giyinsem diye düşünmüştüm. Sonrasında ise bunun bir randevu olmadığını kendime hatırlatıp sıradan kombinlerimden birini yapmaya karar vermiştim. V yaka bir beyaz triko giymiş altına da aşırı derecede yırtık olmayan bir mavi jean giymiştim. Üzerime de kot ceketimi almış ayakkabı olarak da beyaz sneakerlarımı giymiştim.
Ardından da zaten ne kadar sürede hazırlandıysam artık yemek saati gelmişti. Nurbanu ablanın beni yemeğe çağırması üzerine yemeğe inmiş ve her zamanki gibi babamın olmadığı "aile" masamıza oturmuş ve sessizce yemek yemeye girişmiştim.
Her türlü sorudan muaf olmak adına çıtımı dahi çıkarmamış olsam dahi başarısız olmuştum. İlk soru annemden gelmişti: "Meleğim iyi misin dünden sonra? Şimdi bir sıkıntı yok değil mi? Bir şey olsa zaten anneciğine söylersin değil mi?"
Cümlesini bitirdiğinde tek bir sorunun içine bir sürü başka soru serpiştirdiğini görmüş olmuştum. Gerçi çalışmadığım yerden sormamıştı o yüzden rahatça cevap verebilmiştim: "Anne sakin ol ya! Şimdi daha iyiyim merak etme. Dün sen yanımdaydın ya tüm korkularım geçti. Ayrıca merak etme bir sıkıntım olursa ilk sana söylerim. Sonuçta sırdaşız biz değil mi?"
Rahatlamış görünüyordu. Ben de rahatlamıştım. En azından Didik Necmiye bir şeyi didiklemeye başlamadı diye bir oh çekmiştim. Şurda Kerem kaç kere eve gelmişti ama bir kere bile Didik Necmiyeyle karşılaşmamışlardı. Sevgili babaannemin bu konuda isyan etmesine az kalmıştı zannımca. Ben kendi kendimi rahatlatadurarken babaannem "Sezen" diye seslenmesiyle bir bomba patlatacağının işaretini vermişti.
Hay Sezen ya, ağzını eşek arısı soksun emi! Bir tutamıyorsun ki şu şom ağzını. İç ses sen de beni hep azarlıyorsun ama olmuyor ki böyle. Zaten kuşatma altındayım. Destek çıkacağına köstek olman oluyor mu böyle? İç sesimin bana cevap vermesine gerek kalmadan kuşatma başlamıştı. Didik Necmiye ilk didikleme teşebbüsünü gerçekleştirmek için harekete geçti: "Sezen, annen neyden bahsediyor kızım? Ne karıştırıyorsunuz yine? Hem kendisi için o kadar entrikaya girdiğiniz delikanlı nerde? O kadar uğraşmanıza rağmen gelmedi mi?"
Bu kadın hiçbir zaman teker teker bombalamıyor ya. Bir taşla kuş katliamı yapma peşinde mi emin olamıyorum. Ama cevap vermezsem daha şiddetli şekilde saldıracağını bildiğim için sorularını cevaplamak için konuşmaya başladım: "Ya babaanne teker teker sor ya. Öncelikle senden bir şey saklamıyoruz. Kerem mevzusuna gelince de..."
Sözümü kesmiştim. Tam ben Donukla ilgili olan kısma geldiğim sırada telefonuma bir mesaj gelmişti. Mesaj Donuktandı ve şu an an itibariyle ona bir can borcum vardı. Hayatımı kurtarmıştı resmen.
Mesajda: "Geldim, kapının önündeyim,hadi gel!" diyordu. Bunun üzerine alelacele masadan kalkmış ve bir iki adım atmıştım ki Didik Necmiye arkamdan: "Sezen, bu ne saygısızlık! Böyle kalkılır mı masadan? Sözünü de bitirmedin hem daha. Nereye gidiyorsun şimdi?" diye bağırdı.
Ben de birkaç saniyeliğine ona döndüm ve: "Çok merak ettiğin Kerem geldi. Bizim bir işimiz var, işimiz bittiğinde eve dönünce istediğin ne varsa ona sorarsın direk." dedim.
Kapının önüne çıktığımda daha doğrusu evden kaçtığımda soluk soluğa kalmıştım. Donuğun yanına geldiğimde dizlerimin üzerine ellerimi koyup soluklandım. Beni bu halde gören Donuksa meraklanmış ve ne olduğunu sormuştu. Ben de bunun üzerine: "Didik Necmiyenin kuşatmasından az önce kurtuldum. Senin sayende... Fakat yanlışlıkla 2 dakika önce senin başını yakmış olabilirim." dedim.
Donuk anlamamış gibi baktı bana, açıkçası çokta sorgulamadı. Ardından bana elini uzattı. Bu eli tutmam kankalığımızın bitmesi anlamına gelir miydi? Aramızda yanlış anlamaları sebep olur muydu? Bunu bu noktaya çeken ben miydim bilmesemde içimden gelen ani bir istemle elini tuttum. Bakalım bu el beni nereye götürecekti?
Keremin ağzından
Sezen'e elimi uzattığımda ne düşünüyordum gerçekten bilmiyorum. Sonuçta ben onun kankasıydım. Ters bir tepki verebilirdi hatta belki de onu tamamen kaydedebilirdim ama onu hazırladığım süprize kendi ellerimle götürmek istemiştim. O 10-20 saniyelik elimin havada kalması süresince aklımdan bir yığın düşünce geçmişti. Ama o 20 saniyenin sonunda elimi tutmuştu.
Bundan ümitlenebilir miydim? Kankalıktan başka bir geleceğimiz olabilir miydi düşünceleri aklımı meşgul etmeye başlamıştı. Belki de bir süre öylece kalakalmıştım. Ama Sezen'in nereye gittiğimizi sorması üzerine elinden tutup arka bahçeye doğru ilerledim. Eski seranın önüne geldiğimizde durmuştuk. Sezen anlamamış bir ifadeyle: "Neden buraya geldik ki? Süprizin nerde bu muydu yoksa?" diye sordu. Yüzünde biraz memnuniyetsizlik vardı. Ben de ona içeri girene kadar beklemesini söyledim. İçeri girdiğimizde elimi bırakmıştı. Yumuşacık ellerini ağzına kapatmış ve "Aaa" diyerekten şaşkınlıkla etrafı gözlemlemeye başlamıştı. Evet, ben onun için bu eski kullanılmayan serayı bir kış bahçesine çevirmiştim. Sezen hep bir kış bahçesinin hayalini kurduğunu söylemişti bana. Ben de en azından onun hayallerini gerçekleştirmeye başlarsam biraz da olsa son zamanda başımıza gelenleri unutur diye düşünmüştüm.
Seranın camlarına perdeler yaptırmıştım içeriyi göstermeyen. O yüzden dışardan baktığında Sezen hiçbir şey anlamamıştı. İçeri girdiğinde ise dumura uğramış gibi olmuştu. Seranın cam tavanına güneş panelleri koydurmuş ve tavandan ısıtma yapılmasını sağlamıştım. Sezen'e fark ettirmeden 4 günde burayı bu hale getirebilmek hiç de kolay olmamıştı.
Seranın ortasında rahat, oldukça konforlu bir tv takımı vardı. Eskilerin tabiriyle bir köşe takımı. Beyaz büyük ve yattığında içine göçen yastıklarıyla insanda hemen uyuma isteği uyandırıyordu. Ortada bir kristal sehpa kenarlarda da bir takım aksesuarlar vardı, koltuğun tam karşınaysa bir projeksiyon sistemi kurdurmuştum. Sezen hep kış bahçesine gelip film izlemek, kitap okumak kışın da olsa bahçe keyfine yaşamak istediğini anlatırdı hep bana.
Kış bahçesinin her bir tarafını dolaştıktan sonra koltuğa oturmuştu. Gözleri dolmuş ama yüzündeki gülümsemeyi de eksiltmemişti. Ardından bana dönmüş ve: "Kerem ne diyeceğimi bilemiyorum gerçekten. Sen benim hayalimi gerçeğe dönüştürmüşsün. Birebir hayalimdeki gibi olmuş burası. Köşeye koyduğun o mini kitaplık bile o kadar anlamlı ki. Bir de düşünüp içine kitap da koymuşsun. Gerçekten seçtiğin kitapları bir ayrı merak ediyorum. Sonuçta kitaplar insanın karakterini yansıtır derler. Seni çok daha iyi tanımam için yardımcı olurlar hem bana. Peki şimdi hangi filmi izleyeceğiz?" konuşmasını tamamlayıp ayaklarını uzatmıştı. Ben de sorusuna cevaben kitaplığa koyduğum filmi alıp yanına geldim. Ardından da: "Aşk geliyorum demez. Filmimizin adı... Seveceğini düşündüm." dedim.
Dvd'yi taktıktan sonra hazırladığım cips, kola ve mısır üçlüsünü de getirip masaya koydum. Hazırlıklarımı gören Sezen "Vayy her şeyi de düşünmüşüz!" diyerek takdirini belli etti. Sonra beraber filmi izlemeye başladık. Filmin son yarım saatine geldiğimizde Sezen'in uyuduğunu fark ettim. Kendi kendime söylendiğim sırada Sezen bulunduğu yerde bir o tarafa bir bu tarafa dönmeye başlamıştı. Bir yandan da "Hayır, hayır!" diyerekten kıvranıyordu. Galiba kabus görüyordu.
Ne kadar onu sakinleştirmeye çalışsam da sakinleşmemişti ne kadar onu uyandırmaya çalışsam da uyanmamıştı. Bir 10 dakika çabalamandan sonra bulunduğu yerden sıçradı. Ağlıyordu... Sıkıca sarıldım ona başını göğsüme koydum.
Ardından da "Geçti geçti, merak etme ben yanındayım. Kötü bir kabustu sadece. Ne oldu anlatmak ister misin? İstemezsen böyle durabiliriz sadece." dedim. Bunun üzerine sadece daha sıkı sarılmıştı bana. Onu bir şekilde rahatlatmam gerekiyordu. Ben de bunun üzerine onu rahatlatmak için konuşmaya başladım:
"Sezen bak sana rüyalar alemiyle alakalı bildiklerimi anlatayım. Sen de belki gerçeği bilirsen korkmazsın artık kabuslarından. Uyursun, düşler tanrısı Morpheus eğer hak ettiysen sana insanları gösterir rüyanda, güzel düşlerin, düşlerine giren kahramanlar ve senin tüm kahraman olma hikayelerin yazılır uykunda.
Phobetor denen tanrı ile işin, bildiğin bilmediğin her şeyin dehşeti ve korkusu altında uyur ya da yaşar gidersin, rüyalarına bunu aldığın anda ne kadar süre orada tutacağına da karar veremezsin uyanana kadar belki de hayırlı hiçbir rüyan olmaz, hayallerini bile korku ile bezersin. Phantasos sevmişse seni, sınırlı da olsa en azından uyanana kadar senden olmayan bir fantaziler evreninde mutlulukla uyur ama sonrasını bilmezsin.
Ama en kötüsü uyku kralının sarayında dolaşırken, Lethe Irmağı'ndan bir yudum su içersen bildiğin her şeyi unutursun veya da o ırmağın içinden geçerek ölümler ülkesine doğru huzurla yol alırsın. Vücudumuz uyumak ister, ölümü engellemek mümkün değil ama nasıl uyuyup nasıl uyanacağımızı belirlemek her daim bizim elimizde olan bir şey. Bunların her birinin ayrı bir efsanesi var belki bir gün onları da anlatırım sana. Ama sen korkma! Sen sadece gözlerini kapa! Kabuslarını ben sırtlarım. Eğer istersen Phobetor'dan bir ömürlük kabuslarını satın alırım."
Evet, bir bölümün daha sonuna geldik. Nasıl buldunuz bölümü? Umarım beğenmişsinizdir. Kafamda bölümü daha farklı şekilde bitirme planım vardı lakin çok uzuyor bölüm sonra o yüzden burda bitireyim dedim.
Bu bölümde çok fazla duygu geçişi bulunduğu için birden fazla şarkı koydum sizce uymuş mu?
Sezen'in kabuslarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Işıl, Sezen, Kerem, Rüzgar, Sude'nin kaderlerinin bir şekilde birbirine bağlı olduğunu gördük. Devamında daha başka kader birliklerinin de olacağını düşünüyor musunuz?
Sizce Sezen'in rüyası gerçek olabilir mi?
Temsili Sezen ve Kerem
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top