Gidelim mi buralardan?


Sevgili Bu Sefer Olmaz ailesi, bölüm biraz geç geldi biliyorum ama sınavlarım vardı. Sınavlarım biter bitmez de yazdım bölümü. Bu bölüm yine bol olaylı ve benden beklemeyeceğiniz derece romantizm içerebilir. Şimdiden kendinizi hazırlayın. Ve şarkıları yine sırasıyla dinlemeyi unutmayın. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.

Toygar Işıklı- Aşka Teslim
Toygar Işıklı-Seni Seviyorum Adam
Sezen Aksu-Ben öyle birini sevdim ki

Sezenin ağzından

İnsan geçmişinden nasıl vazgeçebilir? Kolay mıdır onu geride bırakıp devam etmek? Ayakların her adım atmaya çalıştığında yer çekiminin sana meydan okumasına nasıl çare bulunur bilmiyorum. Gözyaşlarım bile savaşamıyor artık onunla. Kendilerini bırakmaya başladılar yavaş yavaş toprağa. Yüzümde geçmişim izlerini silmeye çalışarak yol alıyorlar toprağa doğru. Kar tanesi misali eriyor böylece geçmişin kırıntıları yüreğimde. Bana huzur veren anılarım yerini hayal kırıklıklarına bırakıyor. Hayallerin kırıldığı yerde huzur da kayboluyor galiba.

Beklediğin geldiğinde, beklemediğine dönüşmüşse bununla gelen hayal kırıklığının bir ilacı var mıdır aktarlarda? Hangi otu kaynatıp içsem iyi gelir ki kalbimin soğuk algınlığına? Hangi eczane satar ki kalp kırıklığının merhemini? Hangi palyaço güldürebilir ki kendini mutsuzluğa hapsetmiş bedenleri? Ruhumdaki kırışıklıkları düzeltebilecek bir botoks da icat edilmedi galiba henüz. Durumuma bulunabilecek bir çare de reçete de yok o zaman. Bana uygun bir doktor da olmadığına göre yine yükü zamana atacağız demektir. Merti de elbette kalbimden de hayatımdan da kaderimde varsa kader alacaktır zaten. Fakat yollarımız kesişmeye devam ederse de vardır bunda bir hayır demem daha doğru olurdu sanki. Tabi bu onu affedebileceğim anlamına gelmiyor. Tıpkı bazı konularda Donuğu affedemeyeceğim gibi.

Donuğu affetme işini zamana bırakabilirim çünkü onu sevmeye de affetmeye de çok vaktim olacak inşallah. Çünkü biliyorum o beni bırakmayacak. Senaya ne kadar gitmek istese de Sena onu bana yollayacak. Hayata tutunması için beni ona kalkan yapacak ve işte o an ben orada onu bekliyor olacağım.

🌹🌹🌹

Mertin yanından hastahaneye gelmemin üzerinden 2-3 saat geçmişti. Donuk ameliyattan çıkmıştı ve yoğun bakıma almışlardı tedbir amaçlı. Ameliyat iyi geçmişti ama yine de önümüzdeki 24 saat kritikti. Tekrar iç kanama riski vardı çünkü. İç kanama sadece karın boşluğunda değilmiş çünkü. Kaburgalarının arasında da küçük çaplı kanamalar varmış. Babamın en korktuğu durum gerçekleşmemiş en azından. Kanama tüm vücuda yayılmamış çok şükür.

Yoğun bakımın önünde neredeyse herkes vardı. Olayı duyan herkes gelmişti neredeyse. Daha gelmek isteyen olmuştu ama kalabalık olmaması için biz istememiştik. Şu an burada Hakan Amca, Enis, Tuğra, Işıl ve ben vardık. Annemlerin gelmesine ise babam engel olmuştu. Çünkü annemin gelirse düşüp bayılacağını, ağlamaktan kriz geçireceğini biliyordu. O yüzden biraz daha uzakta olmasının daha iyi olacağını düşünmüştü. Gerçi şimdi de çok uzak sayılmazdı ya. Saat başı beni arayıp Donuğun durumunu soruyordu. O sordukça benim yüreğim eziliyordu.

Ben ne kadar her saat aramasına gerek olmadığını, bir değişiklik olması durumunda onu arayacağımı söylesem de söylediklerimi kulak ardı ediyordu. Anne yüreği işte içi rahat etmiyordu. Keremi de oğlu gibi görüyordu çünkü. Zaten hep bir oğlu olsun istermiş ama şansına ben düşmüşüm işte. İdare edecekti artık.

Saatlerce yoğun bakımın önünde beklememiz ardından birçok kişi uyuyakalmıştı. Bu sırada hemşire kontrol için yoğun bakıma gelmişti. O sırada belki Donuğu görebilmeme izin verir diye konuşmak için yanına gittim. Kontrolünü yapıp kapıdan çıkan hemşireye: "Hemşire hanım bir değişiklik var mı acaba? Bir de sadece 5 dakika da olsa giremez miyim yanına? O benim yanında olduğumu anlarsa daha çabuk uyanır biliyorum ben. Lütfen sadece 5 dakika!" demiş ve yalvaran gözlerle bakmıştım.

Hemşire de halime acımış olacak ki: "Sezen Hanım öncelikle bir değişiklik yok. Kerem'in durumu halen stabil. Sizi içeri alamam normalde. Hem birinci derece yakını değilsiniz hem de sizi duyamaz zaten ama duyduğuma göre bu halde sizin yanınıza gelmiş. Demek ki gerçekten size değer veriyor. O yüzden size 5 dakika vereceğim ama daha fazla değil. Benim başımı da babanızla ya da Hakan Beyle belaya sokmayın lütfen!" diye cevap verdi.

Hemşirenin söyledikleri üzerine kafamı sallayıp onu takip ettim. Yoğun bakım elbiselerini giymem için beni bir odaya getirmişti. Elbiseleri hızlıca üzerime geçirip hiç de hoş bir kokusu olmayan, ameliyat maskesi görünümlü steril maskeyi de son olarak ağzıma taktım. Artık hazırdım. Hemşire beni tekrar yoğun bakım ünitesine getirmiş ve içeri girmemi sağlamıştı.

İçeri girdiğimde Donuğun gerçekten donmuş gibi oracakta hareketsiz yattığını görünce ağzımdan fark etmeden bir hıçkırık çıktı. Kolunla ağzımı kapatıp kendime hakim olmaya çalıştım. Birkaç adım daha yaklaştığımda vücudunun her yerine kabloların takılmış olduğunu gördüm.
İşte o an kendimi tutamadım. Sandalyeye çöküp ağlamaya başladım. Önce göz bebeklerim titremeye başkadı, sonra dudağım büzüştü. En sonunda ise yüzüm titremeye başladı. Hıçkırıklara boğulmam da çok zamanımı almamıştı. Sonra elini tuttum.

Konuşsam duyar mıydı? Acaba ağladığımı hissediyor muydu? Eğer hissediyorsa ağlamamalıydım ama kendime nasıl hakim olacaktım ki? Heyy Kerem! Bak Kerem dedim sana, kalkıp şaşırsana hadi! Neden orada malak gibi yatıyorsun? Kalkıp sataşsana bana ne olursun? Yine kavga edelim hadi ya da sen bana bağır çağır ama ben ağzımı açmayayım. Yeter ki bana geri dön. O zaman ne istersen onu yapacağım valla bak.

Hem hep sen söylemek istediklerini söylüyorsun. Bana fırsat tanımadın ki şu zamana kadar. Sana çok kırgınlıklarım var, seni affedemediğim konular da var ama bunların bir önemi yok. Hepsinin üstünde sana söylemek istediklerim var çünkü. Mesela sen uyurken çocukluk aşkımın, şimdiki çocukluk arkadaşımın, sana yaptıklarını öğrendim ve ondan hesap sordum. Sana yaptıklarından dolayı cezasını kestim ben onun. Bize yaptıklarından dolayı hesap sordum. Evet "biz" dedim. Doğrı duydun yani.

Sana boşuna korkak demiyordum ben işte. 20 adamla tek başına dövüşmeyi göze alıyorsun ama benim karşıma geçip gerçekleri anlatıp sonuçlarını yaşamayı göze alamıyorsun.

Bana inanmadığını da görmüş oldum böylece. Eğer ki karşıma geçip anlatsan yargılayacak mıydım ben seni? O zamanki Kerem misin sen? Ayrıca çocuktuk Kerem. Benim tam olarak hatırlayamadığım bir travmamın başrolü sende olsa ne olur? Sen benim en güzel anlarımın, kalbimdeki en güzel hislerimin başrolü değil misin? Önemli olan bu değil mi sence? Sen benim için kabuslarımı satın almayı Phobetora teklif etmiş adamsın. O kabusların sahibi sen olsan ne yazar? Doğrudan satın alma fırsatın olur işte.

Bana inanmamanı affetmem zor olacak ama şimdiden söyleyeyim sana. Ama bana kendini affettirmek için de çok zamanın olacak. Artık yaşadığım sürece ömrümün tüm zamanları senin. Ne kadar inkar etsem de teslim olmak istemesem de kabullendim artık. Ve kendi rızamla sana teslim oluyorum Kerem Atalay. Çünkü ben de seni seviyorum ve artık saçma sapan şeyler yüzünden senden ayrı kalmak istemiyorum. Bu eli bırakmak istemiyorum. Hani "tut elimi" demiştin ya bana, biraz geç oldu ama şimdi tutsam olur mu?

"Sezen Hanım, süreniz doldu. Artık çıkmanız gerek. Beni de zor durumda bırakmayın lütfen!"

En güzel anların katilisin hemşire. Bu kelimeleri söylemek ne kadar zor oldu sen biliyor musun? Gerçi nereden bileceksin?

"Geç olsun da ... güç olmasın be Elizabeth. Ben de az ... Darcylik yapmadım... sonuçta. O yüzden... tuttuğun bu eli... artık istesen de... bırakamazsın. Seni... kalbime... mühürledim... Sezen...Aykut!"

Konuşmamı bölen Kerem olmuştu. Duymuştu beni. Dönmüştü bana. Cevabını da çok güzel vermişti. O anda gözyaşlarımın biriktiği gözlerime bir can gelmişti. Sararmaya başlamış irislerim tekrar beyazlamaya başlamıştı. Gözümün içinseki hareler belirginleşmişti. Yüzüme aptal bir tebessüm yerleşmişti. Onun yutkunarak konuşmaları benim boğazımda düğümlenmiş ne varsa çözmemi sağlamıştı.

Hemşirenin baskısı üzerine geri geri adımlarla büyük bir sevinçle çıkmıştım odadan. Kerem tekrar uykuya dalmıştı ama uyanmıştı sonuçta. Sonunda Şaşkın ve Donuğun dışında karakterler olabilmiştik. Kusurları olsa da bize en uyan karakterler olabilirlerdi.

Hemşirenin doktora ve tabi ki babama haber vermesi üzerine yoğun bakım önünde uyuyanlar da sesler üzerine uyanmışlardı. Herkes dört gözle yoğun bakımdan babamın çıkmasını ve güzel bir şeyler söylemesini bekliyorlardı. Yaklaşık bir 10 dakika sonra içeriden babam ve onunla beraber içeri giren doktor çıkmıştı. Hakan Amca yerinden fırladığı gibi soluğu babamın yanında aldı:

"İlyas, ne olur Kerem uyandı de! Ne olur iyi bir şeyler söyle bana!"

Babamın gözlerinin içi gülüyordu. Anlaşılan Kerem iyiydi ve daha iyi olacaktı. Babam elini Hakan Amcanın omzuna atıp ferahlatıcı bir ses tonuyla Hakan Amcanın sorusunu cevapladı:

"Gözümüz aydın Hakan, Keremimiz bize döndü. Gözlerini açtı ve hayati tehlikesi de yok artık. Dikişlerinden dolayı ve kırıklarının kaynaması için yaklaşık 2 hafta daha hastahanede kalması gerekecek. Ama korkulacak bir şey yok artık, yani içini ferah tutabilirsin."

Hakan Amca babama teşekkür ettikten sonra babam geri odasına çıkmıştı. Biz de sevinç çığlıklarıyla birbirimize sarılmıştık. Hatta "Kerem iyi" lafını duyar duymaz Tuğrayla birbirimizin boynuna atlamıştık. Bazen güzel bir haber iki birbirine ısınmayan kalbi bile yakınlaştırabiliyordu. Birbirimize sarıldığımızı fark ettikten sonra gerçi kendimizi sarsıp ayrılmıştık birbirimizden. Sonra Enisle sarılan Işıl birbirinden ayrılmış ve biz de sırayla hepimiz birbirimize sarılmıştık. Enis bana sarıldığında kulağıma fısıldamıştı:

"Ben sana Kerem güçlüdür, bizi bırakmaz dememiş miydim? Bak işte haklı çıktım!"

Birbirimizden ayrıldıktan sonra tebessümlerimiz yerini sorulara bırakmıştı. Enisle olan konuşmamdan sonra Enis az buçuk tahmin etmişti Mert'in yanına gideceğimi. Bu yüzden neler konuştuğumuzu ve olayların iç yüzünü merak ediyordu.

İçindeki şüpheleri dağıtmak istediğinden Tuğra ve Işıldan bir süre müsahade isteyip kafeteryaya indik. 2 çay alıp banklara oturduk ardından. Sonra da Enis anlat diyen bakışlarla olayları anlatmamı sağladı. Konuştuklarımızı ve Mert'in yaptığı konuşmayı anlattım ona sonra.

Enis anlattıklarımı duyduğunda ne diyeceğini bilememişti. Bir yandan öfke doluyken bir yandan da benim için üzülüyordu çünkü görmüştü benim Mert'e ne kadar değer verdiğimi. Biliyordu çünkü Kerem bana ve Mert'e yaptıklarını yapmasa bambaşka hayatlarımızın olacağını. Belki de bu yüzden sakin kalmayı tercih etmişti. Elbette o da hesabını Mert'e sormak isteyecekti ama buna izin vermeyecektim. Benim ona kestiğim hesap zaten ona yeterince ağırdı. Bu yüzden Enis'e dönüp yapmam gereken konuşmayı yaptım:

"Tepkisizliğinin sebebini az buçuk tahmin edebiliyorum ve güzel yüreğini takdir ediyorum. İyi ki senin gibi bir kardeşim, bir dostum oldu benim. Kerem'in senin için ne anlama geldiğini de iyi biliyorum. Belki Mert'e bir ceza da sen kesmek istiyorsun, yaptıklarını ödetmek istiyorsun ama senden bir ricam olacak Enis.

Şikayetini geri çek ve Mert'e hiçbir şey yapma benim hatrım için. Ben zaten ona en ağır cezayı verdim. Gerçi onla beraber kendime de verdim o cezayı ama bizim de kaderimiz böyleymiş. Hayatın bize takacağı çelmeleri bitmemiş demek ki. Biz de bunlarla yaşamayı öğreneceğiz artık. Yapamam dersen anlarım ama senin için şu kadarcık değerim varsa benim için bunu yap!"

Enis ilk başta celallense de sonrasında beni anlamıştı ve Mert'e zarar vermeyeceğine dair söz vermişti. Bir de bizim dışımızda kimse ne Mert'in ne de Kerem'in yaptıklarını bilmeyecekti. Sadece Işıl'a anlatıp anlatmamak konusunda kararsız kalmıştım. Hem Enis'i zor durumda bırakmak istemiyordum hem de can dostumdan bir şey saklamak ama bir yandan da ne kadar çok kişi bilirse iki taraf için de sıkıntı olacaktı.

İki tarafım dikenli çalılarla örülmüştü sanki. Ne tarafa dönsem kollarım, bacaklarım yaralanıyordu. Kalbim kanıyordu, gözyaşlarım tüm bedenime tırmanıyordu sanki. Yine de kan revan içinde kalsam da Işıl'dan bir şey saklamak istemiyordum. Bir daha hiçbir sevdiğim kişiyle arama sırların girmesine izin vermeyecektim. Ne olacaksa olsun.

2 hafta sonra

Enisle yaptığımız konuşmadan sonra her şeyi enine boyuna Işıl'a anlatmıştım. Kerem'in bana söylediklerini, benim ona söylediklerimi, Mert'in Kerem'e yaptıklarını, kısacası her şeyi... Işıl, Mert'in yaptıklarını duyunca beklemediğim bir tepki vermişti. Ben Mert'i boğazlamaya çalışır, ağzına geleni sayar diye düşünürken o takdir etmişti Mert'i. Ona göre ikisinin günahlarını bir kefede tarttığımızda Kereminkiler daha ağır basıyordu. Şu an bu kadar aşırı, tabi ona göre, tepki vermemin nedeninin de Kerem'i çok sevmem olduğunu düşünüyordu.

Halbuki yanılıyordu Mert'i de çok seviyordum. Belki Kerem gibi sevmiyordum ama onu da ayrı seviyordum. Evet, ikisinin de günahları vardı ama Kerem kimsenin canına bile isteye kastetmemişti. Mert'in ve benim hayatımı çalmış olabilirdi ama bir başka hayat da bahşetmişti bize. Ne doğru ne yanlış şu an ayırt edemesem de bildiğim tek şey Kerem'in yanında olmak istediğimdi. İki hafta içerisinde de sonuna kadar onun yanında olmuştum. Hem de sevdiği kadın olarak, sevgilisi olarak...

Yemeğini yedirmiştim, odasındaki koltukta uyumuştum, ona kitaplar okumuştum. Sonra beraber ilk filmimizi izlemiştik, pardon ikinciyi. İlkinde ben uyuyakaldığım için bu ilk sayılabilirdi.

Elimde cd'lerle odaya girip "Bugün film gecesi yapalım mı?" diye sorduğumda onun ilkinde bozulduğunu anlamıştım. Çünkü "Bu sefer de uyuyakalacaksan yanıma yat da omzumda uyu bari!" diye laf çakmıştı bana.

Bunun üzerine elimdeki cdlerden birini tv'ye takıp Kerem'in yanına oturmuştum ve: "Bu sefer farklı olacak bak göreceksin. Hem patlamış mısır da yaptım en tuzlusundan. Sen seversin." diyerekten biraz moralini yükseltmeye çalışmıştım. Seçtiğim film komediydi ve ikimize de iyi gelmişti film. Gerçi fiziksek açıdan Kerem'i biraz zorlamıştı. Güldükçe kaynamaya başlamış kemiklerine ağrı girmişti çünkü. Yine de her şeye rağmen güzel bir akşam olmuştu.

Bu 2 hafta içinde konuşamadığımız birçok şeyi konuşmuş ve ayrı kaldığımız o 2 ayın hasretini gidermiştik. Bu 2 haftada sürekli hastahanede olmamdan ve tavırlarımdan babam şüphelenmeye başlamıştı.

Babam modern biri gibi görünse de bu sevgililik mevzularında tam bir anadolu erkeğine dönüşebiliyordu. Bu hayatta en korktuğum şeydi babamın güvenini kaybetmek. Sırf o güven uğruna bir şehir terk etmiştim ben. O zaman olanları öğrenmemişti ama bu sefer öğrenmesi an meselesiydi. Bu olayın içinden nasıl çıkacağımı, ona olanları nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Hayatımda ilk defa bir şeyleri planlamaksızın yaşamak istiyordum.

Bugün Kerem hastahaneden çıkacaktı ve Şermin Sultan eve getirmemizi istemişti ona. Kerem'e kendisi bakmak istiyormuş. Babam zaten hastahane çıkış işlemlerini halletmişti Kerem'in ben de kafeteryada bir kahve içtikten sonra odaya Kerem'in yanına çıkmıştım. Odadan içeri girdiğimde Kerem pijamalarıyla yatağın üstünde oturuyordu. Çantası hazırlanmıştı. Kim çantayı ne ara hazırlamıştı anlamamıştım.

Kerem'e artık sadece arada sırada Donuk diyordum, alışkanlık hali işte. Henüz ona uygun bir hitap şekli bulamamıştım. Klasik sevgililer gibi aşkım, sevgilim deme taraftarı da değildim. O yüzden bu ara kimi zaman ona Kerem, kimi zaman Donuk, kimi zaman da Darcy diyordum. Çantayı kimin hazırladığını öğrenmek için Kerem'e dönüp sordum:
"Darcy, ben yokken odaya biri mi geldi? Kim hazırladı bu çantayı?"

Sorumun cevabını almam çok da uzun sürmemişti. Fakat cevap Kerem yerine bir başkasından gelmişti Kapının açılmasıyla içeriye Tuğra girmişti ve çantayı eline alıp: "Ben hazırladım Sezen. Neden bir sakıncası mı var?" diye iğneleyici bir şekilde sözlerini suratıma vurmuştu.

Bu Tuğrayı gerçekten anlamıyorum. Kızım, insan bir düşünür yani. Der ki 'Artık bu adamın sevgilisi var. Acaba ne düşünür? Belki o hazırlamak ister çantasını.' Ama yok yani Tuğra her şeyde diyor ki benim geçmişim var, ben senden önce de vardım. O benim can dostum. Biz aileyiz falan filan... Neyse ya uzatmayacağım bu sefer. Ama içime ata ata bir gğn patlayacağım galiba bu kıza. Ya biz zor kavuştuk zaten Keremle bir de bu kız yüzünden aramızın bozulmasına izin veremem.

"Sezen bir sorun mu var? Daldın gittin." diye tekrar sorusunu yineledi Tuğra. İlla ki 'bir sıkıntı' yok lafını duymak istiyordu. Ben de artık sussun diye cevabımı verdim ona:

"Hayır Tuğracım(Bu -cım -cim'i Tuğraya söylerken bilerek samimiyetsizliğini belli etmek istemiştim Tuğraya karşı)  bir sorun yok. Ama zahmet etmişsin. Kerem benim sevgilim ya hani ben hazırlardım, gerek yoktu yani. Neyse babam aşağıda bekliyor şoförle yavaş yavaş gidelim biz. Hadi Darcy kalk gidiyoruz."

Kerem'i kaldırıp koluna girdim. Diğer taraftan koluna da Tuğra girmişti. Galiba o da bizimle bize gelecekti. Davetsiz misafir olmaya çok hevesliydi anlaşılan. Yavaş yavaş Kerem'i önce asansöre götürdük. Ardından çıkışa getirdik. Kapıdan dışarı çıktığımız an Remzi Amca gelip Kerem'in koluna girip üzerimizden Kerem'in yükünü almıştı.

Babam arabada bekliyordu. Remzi Amca Kerem'i arabaya bindirdikten sonra nihayet biz de binebilmiştik. Kerem'i sarsmadan götürmek için biraz düşük bir hızda arabayı kullanmıştı sağolsun Remzi Amca. O yüzden evin yolu bize olmuştu 1 saat. Yolda giderken dışarıyı izleme imkanım da yoktu. Çünkü camlarda film vardı. Babam camı açmama da izin vermiyordu Kerem'in soğuk almaması gerektiği için. Keremle de ilgilenemiyordum, babamın sürekli gözü üzerimizde olduğu için. Bu yüzden kulaklığımı takıp müzik dinlemeye ve biraz gözlerimi dimlendirmeye karar verdim.

Spotify'a gelip benim için derlenmiş yeni liateye tıklayıp karışık çala bastım. Çalan şarkı Ferdi Tayfur: Çiçekler Açsın'dı. Bu şarkıyı dinleyince nedense aklıma sürekli Leyla ile Mecnun dizisi geliyordu. Ben de bu yüzden güleç bir suratla bu şarkıda hayal kurmaya çalıştım. Gözlerimi kapattığımda istemsizce ben de o dizideki gibi ağacın arkasından birbirini yakalamaya çalışan Sezen ve Kerem canlandı.

Normal hayatta kimse beni bu konuma sokamaz ama hayallerde her şey mümkündür değil mi? Bazen istemsizce görüntüler de belirebilir kafamızda. Bu da böyle bir şeydi işte. Keremle beraber o andan sonra koşturmaya devam ettiğimizi gördüm. Ben kaçıyordum o kovalıyordu. Ağaçlık bir yerdeydik. Piknik yapmak için gelmiştik buraya. Bir yandan koşuyordum bir yandan da yakalayacak gibi olduğunda çığlık atıyordum.

Koşarken yakınlarda bulunan nehirin sesi çalınıyordu kulağıma. Kerem arkadan bağırıyordu 'Sezen kaçma artık! Yakalarsam fena yapacağım' diye. Bense onu yakalayamazsın diyerek daha çok tahrik ediyordum. Her adımımda suyun şırıltısı biraz daha alıyordu kulağıma. Her attığım adımda özgürlüğe bir adım daha atıyordum sanki. Sanki kendimi rüzgarın kucağına bırakmıştım da ona teslim olup beni savurmasına izin vermiştim. Ciğerlerimi sonuna kadar açıp havanın burun deliklerimden girmesine izin veriyordum. Ciğerlerim oksijenle temizlenirken huzura aç yüreğim de mahrum kaldıklarına kavuşuyordu.

Bir süre koştuktan sonra sonunda Kerem yakalamıştı beni ve beraber tam nehirin yanında çimenlerin üstüne düşmüştük. Yüreği yüreğime, saçlarım gözlerimin üzerine düşmüştü. Nefes alış verişlerim düzensizleşmiş. O an zaman durmuştu. Bu sırada şarkı bitmiş bir diğeri başlamıştı. Şarkı: Ahmet Ali Arslan-Aç Zülfünü'ydü. Duruma o kadar uyan bir şarkı denk gelmişti ki yine.

Aç zülfünü, gözlerini göreyim
Gözlerinin içi güler mi bileyim

Eliyle gözlerimin önüne düşmüş zülüflerimi kulağımın arkasına sıkıştırmıştı. Dokunuşu, avucundaki kuşu incitmemeye çalışan birinin hassasiyetini taşıyordu. Eli yüzüme değdiğinde ise yanaklarımda ibrahim ateşi yanıyor, gözlerim istemsizce kaçıyordu ondan. Başka bir noktaya başka bir dünyaya hapsediyorlardı kendilerini. O ise istemiyordu gözlerimi gözlerinden çekmemi. Bir yere hapsolacaksa onun gözlerine hapsolsun istiyordu. Yüzümle beraber gözlerimin içi de gülsün istiyordu.

Tut elimi bakalım
Yan yana yürüyelim
Yanaklarındaki kırmızıyı seveyim

Sonra uzatıyordu elini bana. Kaldırıyordu beni düştüğümüz yerden. Kaldırırken kendine çekiyordu beni. Kalbim aslandan kaçan bir ceylan gibi ürkek, yavrusunu kucağına alan bir anne gibi şendi o an. Kalp atışlarım kulaklarıma doluyordu. Sanki bu sesler kalp atışlarım değil de bandodaki davulların sesiydi. Yüreğime her seferinde daha bir şiddetle vuruyorlardı sanki tokmaklarını. O an her şey sessizleşiyordu.

Beni kendinden ayırdığı zaman el ele yürümeye başlıyorduk ormanda. Her canlıyı, her şeyi tasvir ediyordu bana. Gözlerini de sürekli gözlerime değdiriyordu. Arada da al al olmuş yanaklarıma elini götürüp sevdiğini gözleriyle gözlerime fısıldıyordu sanki. Bana ait olan her şeyi ayrı sevdiğini söylüyordu.

Böyle de yahşi olunmaz ki güzelim
Aç saçlarını aç
Dudağının kenarı oynasın da göreyim
Bir gülümsemene dünyayı vereyim

Sonra arkadan bağlanmış saçlarımı iki parmağıyla yanıma doğru getirip yavaşça açıyordu saçlarımı. Sonra diyordu ki bana: "O kadar güzelsin ki bir tarih sahnesinde yer alsan, Kleopatra güzelliğinden dolayı kelleni alabilirdi. O kadar güzelsin ki yunan tanrıçalarının arasına düşsen kıskançlıklarından kendilerini öldürebilirlerdi. O kadar güzelsin ki güzelliğin diğer güzellikleri gölgesinde bırakıyor. Seni benim gözümle görseler kör olurlardı diye korkuyorum kimi zaman."

O an istemsizce kıvrılıyordu dudağımın kenarı. Gülümsemeyip kendimi salmamaya çalışsam da hakim olamıyordum kendime. Başımı çeviriyordum usulca yana doğru. Hafif eğik, hafif mağrur... Tıpkı onun rüyasında gördüğü gibi... Sonra çenemden tutum kaldırıyordu başımı. Ansızın çeneme bir öpücük kondurup. İçimde bayram sevinci yaşanmasına neden oluyordu. Dünyanın tüm patlamış şekerleri patlıyordu o an kalbimde. Sonra diyordu ki:

"Öyle güzel gülme ama. Bir gören olur ömür boyu müebbet yer kalbine. Benden başkası hapsolmasın yüreğine. O yüzden hadi bir şeylerimizi takas edelim. Mesela gülüşünden ver ömrümden al!"

Akşam güneşi parlar imiş güzele
Yarime değil de kime olacak kime

O an arabada gün ışığı yüzüme düşmüş, rüyamda da gün ışığı vurmuştu yüzüme. Gözüme gelen güneşi engellemek için elimi yüzüme kapatmıştım. O sırada çekmişti elimi yüzümden. Anlamamıştım. Garip gözlerle bakmıştım ona. Sonra söylemişti yine insanın yüreğini söküp alacak sözlerini: "Kapatma yüzünü, güneşi senden mahrum etmeye ne hakkım var?"

Sonra kapının açılmasıyla bitmişti hayal kurucağım diye başlayıp yerini rüyama bırakan tatlı anım. Zamanın nasıl geçtiğini de anlayamamıştım. Biz arabadan indikten sonra Kerem'i Remzi Amca odasına çıkarmıştı. Ben de tin tin peşinden gidecekken babamın sesiyle duraksamıştım: "Sezen, bekle biraz!"

Kesin beni sorguya çekecek. Bu sefer ne söyleyebilirim ki ona? Ya izin vermezse Kerem'in yanına yaklaşmama bir daha? Ya beni zorla yollarsa uzaklara? Yok yok yapmazdı değil mi? Babam bu kadar acımasızlaşamazdı.

Sezen, babamızı biliyorsun. Bu konu tek hassas karnı. Yine de sana çok düşkündür. Despotluğunu falan bir kenara bırakır. Seni bir yere göndermez en azından. Ama Kerem konusunda ne yapar dersen bu sefer onu ben de bilmiyorum. Yine de şu an seninle bunu konuşacağını sormuyorum. Bir şeyden şüphelense bile seni annene havale eder çünkü bu konuda. O yüzden sen babanın "Sezen" diyişlerinden değil, annenin "Sezen" diyişlerinden kork!

İç ses haklıydı. Babam böyle mevzuları benle konuşmaya çekinirdi. Ne zaman kafasına bir şey takılsa ya da bir şeyden şüphelense topu hep anneme atardı. Annem de çoğu zaman benim tarafımda olurdu hatta idare ederdi babamı. Ama eğer ki babam şüpheleniyorsa bu sefer annem bizim tarafımızda olmayabilir de. Off Allahım ne yapacağım ben ya.

Düşüncelerimi bölen kişi babam olmuştu. "Gel buraya" diyerek beni çalışma odasına çağırmıştı. Odaya girip karşısında el pençe divan durursam şüphelerini üstüme çekmiş olacağım. En iyisi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak.

Odaya girip arkadan kapımı kapadım. Sonrasında da ilk adımı ben atıp: "Bir şey mi oldu baba, neden beni buraya çağırdın?" diye sordum. Babam çekmeceden bir zarf çıkarıp bana doğru uzattı. Zarfı elime alınca: "Bu da ne baba?" diye merakımı belli ettim.

Babam arkasına yaslanmış zarfı açıp içindekini görmemi bekliyordu. Odadaki gerginlik soğuk savaşın habercisiydi belki de. Zarfı açtığımda içinden çıkan kağıtlardan sınava hazırlık için 3 aylık bir çalışma kampına kaydımın yapıldığını anladım. Ben daha son sınıf bile değildim. Neyin kampıydı şimdi bu?

Kaşlarımın çatıldığını fark eden babam daha fazla sessiz kalamamıştı: "Senin için çok güzel bir yer de ayırttım kampta. Kamp yapılacak yer doğanın içinde,  ferah, huzurlu bir yer. Artık 12.sınıf olacağına göre önceden çalışmaya başlamanın sana faydalı olacağını düşündüm. Ne de olsa Tıp kolay kazanılmıyor değil mi? Gerçi kazanamasan ben seni özel üniversiteye de yollarım ama yine de çabalaman gerek. Hem ne demişler 'Emek olmadan yemek olmaz'. Hadi bakalım Sezen Aykut sana iyi yolculuklar."

Ne yani şu an bana emr-i vaki mi yapmıştı o? Hem de bu kampa 2 hafta sonra mı gitmemi istiyordu. Kerem bu haldeyken onu böyle bırakmayacağımı biliyor olmalıydı. Kesinlikle beni uzaklaştırmak için bahaneden başka bir şey değildi bu. Hareketleriyle ilk adımını attığına göre annemin de benimle konuşmaya gelmesi yakın demekti.

Kapıyı açmamla kapının önünde kapı dinleyen bit Şermin Aykut bulmam da beni şaşırtmamıştı. Annem yine merakına yenik düşmüş ve sabredememişti konuşulanları babamdan veya benden öğrenmek için. Yine de yakalandığı için kaçamak bakışlarla tavanı seyredalmaktan da vazgeçmemişti. Bir insan hiç mi taktik değiştirmez ya? Her seferinde yakalandığında aynı şeyi yapıyorsun zaten, insan bunlar aptal değil diye düşünür de taktik değiştirir.

"Yine bekleyemedin değil mi anne? Biliyordum zaten benle konuşmaya geleceğini. Hadi gidelim bari, ne konuşacaksan konuş da sen de rahatla ben de."

Kapıyı kapatıp terasa doğru ilerlemeye başladım. Annem de arkadan tin tin beni takip ediyordu. Yakalandığı için biraz mağduru oynama halindeydi. Ama birazdan içindeki canavarı ortaya çıkaracağını biliyordum. Daha doğrusu ciddilikteki masterını gözler önüne serecekti.

Terasa geçip ahşap sandalyelerimize oturduk. Arkama yaslanıp içimdeki burukluğu hissettirmemeye çalıştım. Yüreğim boynu bükük bir başak misali olsa da tüm bedenimle çınar gibi dikilmeye çalıştım onun karşısında. Ben eğer ki yıkılırsam kaybederdim ama Kerem'in elini çok zor tutmuştum. Bu saatten sonra bizi ancak ölüm ayırırdı. Ne Şermin Sultan ne İlyas Aykut hatta peri paşidahı da gelse bunu başaramazdı. Bizi ben bile ayıramamıştım bundan ötesi yoktu ki. Savaş boyalarımı sürmüş, irademi kalkan yapmış, sevgimi miğfer edip başımın üstüne tac etmiştim. Hadi yolla bakalım Şermin Sultan hangi mızrak delip geçebilir beni?

"Sezen, meleğim benim. Babanla ne konuştuğunuzu biliyorum aslında ama kapının önünden geçerken kulak misafiri olduğum için değil. Baban aslında son birkaç haftadır bana bir şeylerden şüphelendiğini ama konduramadığını söylemişti. Ben de hemen kendi kendine yargıya varmamasını önce seninle konuşmam gerektiğini söyledim. Fakat o beni dinlememiş. Babanın ne kadar şüphelerinin esiri olabileceğini biliyorsun. Şu anda da o durumda. Benim seninle konuşmamı beklemeden seni o kampa kaydettirmiş. Sebebi de..."

Mevzunun aslında bir şekilde Kerem'e geleceğini biliyordum. Hatta haftalardır böyle bir durum olması halinde ne yapacağımı düşünmüştüm. Yine de her şeye rağmen babamın bana bu kadar güvenmediğini düşünmek canımı yakmıştı. Ben onun güvenini kurmamak için şu zamana kadar kendimi bile ezip geçmiştim. Peki o ne yapmıştı?

Beni ezip geçmişti. İnanmamıştı bana, gerçekleri öğrenmeyi bile bekleyememişti. Belki de gerçeklerdi onu korkutan. Bağnaz bakış açısından kurtulamayışıydı zincirlerinin sebebi. Fark etmediği bir şey vardı halbuki. Bu şekilde yaparak kendi zincirlerini bize zimmetliyordu. Bizi de kendi hapsolduğu daracık ufuk odasına çekiyordu. Bataklıkta batarken etrafındakileri de beraberinde çekmeye çalışanlardan farkı yoktu ki onun da. Babam olabilirdi ama bu hususta değişmeyecekti. Bazen bencilliğini bize tercih edebiliyordu. Tıpkı bu olayda olduğu gibi.

"Sebebi Kerem. Sebebi benim değil mi anne? Hayatımda bir erkek olsun istemiyor çünkü. Kalbime kimse girsin istemiyor. İstiyor ki kalbime de müdahale edebilsin. Senelerce yaptığı gibi şimdi de hayatımın yanı sıra duygularıma da hakim olsun. Onun gözünde bir erkeğin elini tutmam onun onurunu lekeleyecek bir hareket değil mi? Halbuki Kerem'i evimize getiren de oydu. Bize danışmadı hiçbir şeyi yaparken. Bize sormadı hiçbir şeyi şu zamana kadar. Ne İzmir'e taşınırken ne evimize bir yabancıyı, Kerem'i alırken... Hiçbir zaman önemsemedi ki fikirlerimizi. Hep mükemmel olmalıydık onun gözünde.

Güya dışarıdan bakıldığında modern bir beyin cerrahı, golf oynayan bir beyefendi. Ama içerden... içerden bakıldığında kimi zaman despot kimi zaman bencil bir bağnaz. Halen namus belasına sımsıkı tutunmuş olanlardan."

Konuşmama devam ederken lafımı kesen annem olmuştu: "Sezen belli konularda haklı olabilirsin ama babana haksızlık etmiyor musun kızım? O seni çok seviyor ve her zaman senin için en iyisini istiyor. Tabi ailemiz için de en iyisini istiyor. Sebep konusunda da haklısın. Tahminlerin hep doğru çıkar zaten senin küçüklüğünden beri. Ama senin sandığın gibi bir şey değil bu sefer. Bilmediğin şeyler var Sezen. Babanın tavırlarının haklı olmasını sağlayacak sebepler...
Cenk olayında baban bilmiyordu, zaten çocuktunuz ama bu sefer aynı değil. Bu sefer gözlerindeki ışığı görüyorum. Kerem'in sana nasıl baktığını da görüyorum. Ama olmaz Sezen. Siz birlikte olamazsınız. Elbette günü geldiğinde biri girecek hayatına ama bu bir aşk evliliği olmayacak!"

"Ne demek bu bir aşk evliliği olmayacak anne? Ayrıca Keremle biz evlenelim demedik ki. Daha çok genciz ikimiz de. Önümüzde koca bir ömür var bizim. Ayrıca bir gün evlenecek olursam sizin istediğiniz kriterlerde değil benim istediğim kriterlerde biriyle evlenirim. Zaten bir gün biriyle evlenecek olursam o da sevdiğim insan olur. Hem siz de babamla severek evlenmediniz mi? Hem de babaannemin tüm karşı çıkmalarına rağmen. Babam için direnmedin mi sen Didik Necmiyeye? Şimdi neden benim önüme ket vuruyorsun? Asıl sebebin ne anne? Bu hikayedeki gizli sır ne?"

"Sezen bazen sadece olmaz. Zorlamaya gerek yoktur. Herkesin iyiliği için bazen fedakarlık yapmayı gerektirir hayat. Belki şimdi kızacaksın bize ama zamanı geldiğinde hak vereceksin bize. Bu seferlik sorgulamadan sadece bana güvensen olmaz mı?"

Üstün körü cevaplarla beni geçiştirmeye devam ediyordu. Ya bunların hepsi bahaneydi ve ben haklıydım. Annem de inanmıyordu bana halen. Babamın inanmamasının yanı sıra annem de güvenmemeye başlamıştı belki de Cenkten sonra bana. Benim iyiliğim için bana güvenemiyordu belki de. Belki halen zayıf olduğumu düşünüyordu.
Babamın güvensizliğinin yanı sıra annemin gözünde zayıf olmak da canımı bir kat daha yakıyordu. Ama ispatlayacaktın ona artık zayıf olmadığımı. İnandıracaktım onu bize.

"Olmaz mı dedin? Neden olmazmış anne? Halen bana inancın yok da o yüzden mi olmaz? Korkuyor musun kendimi yine o çukura atacağımdan? Ya da yaşadıklarımdan ders alamayacak kadar aptal olduğumu mu düşünüyorsun? Artık her ne düşünüyorsan yanılıyorsun anne. Ben o zamanki aşk uğruna ölmeyi göze almış, saf yürekli çocuk değilim.

O klinikte kaldığım her dakika büyüdüm ben. Her yaşımı tırnaklarımla kazıyarak aldım. Bugünkü ben olabilmek için eski benden binlerce fedakarlık yaptım. Şu ana kadar da kalbimin yerine bir buz kütlesi koyup yaklaşana tipi olup üstüne yağdım.

Fakat bir gün Kerem geldi. Üzerine gelen sert kasırgaları bile göğüsledi. Her yüzüne tokat gibi çarpan kar tanesinde daha çok direndi. Benim için benden vaz bile geçti kimi zaman. Benim yüzümden ölecekti hatta anne. Kim kimin için bunu yapar bu devirde? Başına gelenlerin sorumlusu ben olmama rağmen bir kere beni suçlamadı bile.

Biz yaralarımızı beraber sarmaya karar verdik anne! Yaralarımızdan tutunduk biz birbirimize. Hani derler ya 'İnsan yarası yarasına denk geleni severmiş' diye biz de öyle sevdik. Artık o uçurumdan düşsem de elimi tutacak biri var. Ama artık biz boşlukta sallanan bedenler değil, sevgiye tutunan yürekler olacağız.

Onun yüreğinin iz düşümüne Sezen derlerken, benim buzlarımı eriten yangına da Kerem diyecekler. Kendi masalımızı kendimiz yazacağız. Hiçkimseye benzemeyeceğiz biz. Kimse gibi olmamak için birbirimizi olduğumuz gibi kazıyacağız kalplerimize. Her zorluğa, her engele, herkese, her şeye karşı beraber savaşacağız. Saflarımızı sıkı tutup vazgeçmeyeceğiz. Çünkü biz bunu hak ettik. Şimdi tekrar söyle anne, yine de olmaz mı?"

"Sezen anlattıklarını duymama gerek yoktu sizin sevginize inanmak için. Sen kendine bile inkar ederken ben senin göz bebeklerinden anladım ona olan sevgini. Sen kaçtıkça gözlerin ele verdi seni. Kerem'in tavırlarından belliydi zaten. Onu da anlamam zor olmamıştı.

Ben sizin sevginizin gücüne ya da senin iradenin gücüne inanmadığımı söylemiyorum. Fakat bazen sevmek yetmez. Aşk her zaman masum olmaz Sezen. Sevgi bazen can yakar. Yıkar etrafındakileri. Öngöremediğin sonuçları olur bazen sevginin ya da aşkın. Biz bunu en büyük kanıtıyız. Bizim aşkımız yüzünden iki insan öldü. İki kişinin katili olduk biz. Hani saf temiz aşklar vardır ya onlardan olamadık biz hiçbir zaman. Bencilliğimizin diyeti hayat oldu. Aşkımızın bedeli ölüm oldu. Bizim aşkımız saf olamadı hiçbir zaman. Hep üzerinde kan vardı çünkü. En sevdiklerimizin kanı sıçradı aşkımızın üzerine."

Bu da ne demekti şimdi? Nasıl kan olabilirdi aşklarında? Bizim aşkımız yüzünden 2 kişi mi öldü dedi o? Bu gerçek olabilir mi gerçekten?

"Anne ne diyorsun sen? Ne demek iki kişi öldü bizim yüzümüzden? Başladın madem söze bitireceksin sözünü. Eğer gerçekten hak verebilmemi istiyorsan size bana anlatacaksın her şeyi. O zaman belki ikna olurum."

"Sezen, bunu anlatamam sana yemin verdik zamanında. Kimse bilmeyecekti, bilemez de. Zaten böyle bir şey nasıl anlatılır ben de bunu bilmiyorum. Daha fazla zorlama beni. Belki günün birinde anlatırım ama şimdi değil. Ben sana güzellikle vazgeç dedim. Madem güzellikle vazgeçmiyorsun bu sefer ben de arkanda olamayacağım. Kerem'i oğlum gibi severim bilirsin ama buna izin veremem. Kerem'e ben gözün gibi bakacağım sen merak etme. Hazırlıklarını yapmaya başla istersen. Çünkü 2 hafta sonra burada olmayacaksın!"

Bu sefer Şermin Sultan gözümün yaşına bakmamıştı. Sebepleri neydi bilmesem de bize izin vermeyecekleri kesindi. Ama ben de vazgeçmeyecektim. Vazgeçemezdim. Biz ne engelleri aşmıştık. Yine aşardık. Yine de bir modum düşmüştü. Bu yüzden Kerem'in yanına çıkmaya karar verdim. Belki beraber biraz bahçeye inip yürüyüş yapardık.

Kerem'in odasına çıktığımda Tuğranın gitmiş olduğunu gördüm. Kerem yatakta boylu boyunca uzanmış yatıyor ve elindeki telefonda büyük bir ciddiyetle bir şeyler yapıyordu. Kapıyı açıp içeri girip yanına oturmamı dahi fark etmemişti. Bir iki dakika öyle oturduktan sonra hâla fark etmeyince telefonu elinden çekiverdim. O sırada benim geldiğimi fark edebilmişti sonunda beyefendi.

"Ya Sezen ne yapıyorsun? Oyunun en heyecanlı yerindeydim. Yandım senin yüzünden."

Ne yani iki saattir oyun yüzünden mi fark etmemişti beni? Normalde ben bunun hesabını sorardım ona ama şu an daha önemli bir meselemiz vardı. Bu yüzden bu hususu çok uzatmamaya ve direk konuya girmeye karar verdim: "Kerem ya ne yapıyorsun acaba? Kaç saattir buradayım ve fark edemedin beni. Bırak şimdi şu aptal oyunu da biraz bahçeye inip yürüyüş yapalım. Hem sana anlatmam gereken önemli şeyler de var."

Kerem söylediklerimden sonra oldukça meraklanmış gözükse de ayak üstü sormak istememişti galiba. Yataktan yavaşça komodinden destek alarak ayağa kalktı ardından da emektar bastonunu alıp koluma girdi. Asansörle aşağı inip arka bahçeye doğru yürümeye başladık. Arka bahçeye geldiğimizde elimi tutmuştu. Her seferinde elimi tutuşunda alev alıyordu avuç içlerim. Her günüm ilk günüm gibiydi sanki.

Ellerimi tuttuğunda yürümeye başladık bahçe içinde. Yürüyorduk ama bir yandan da tedirginliğimi üstümden atamıyordum. Şermin Sultanın söylediklerinden sonra bu şekilde dolaşmamız riskliydi aslında. Yine de korkmak istemiyordum. Biraz daha gözlerden uzaklaştığımızda duvara yaslandım ve tüm konuşmalarımızı birer birer Kerem'e anlattım.

Sakin bir şekilde hiç soru sormadan hatta tepki vermeden dinledi beni. Konuşma bittiğinde de benim zaten yüzüm düşmüştü. Hatta bir anlık da olsa gözümden birkaç yaş dökülmüştü. Önce işaret parmağının tersiyle göz yaşlarımı sildi. Ardından da göz yaşlarımın düştüğü yerlere birer öpücük kondurdu. Sonra başımı göğsüne bastırdı. Sonra kollarını sımsıkı sardı bana. Sonsuzluğu yakalamaya çalışan pervanelerden farksızdı sarılması. Hem imkansıza sarılıyor hem de en mümküne tutunuyor gibiydi. Sonra başladı konuşmaya:

"Ey gözlerinin karasında kaybolduğum sevgilim. Gözlerin bir kuytu zindan beni kendine hapseden. Bense bir pervane yüzündeki nurun etrafında dönen. Senden önce ben ben de beni arayan bir bedbahmışım meğersem. Şimdi ise vuslatına ermeyi bekleyen bir heveskâr. Sen bana gelmeden önce ben mahşeri suskunluğuma aşıktım, bu yüzden sevgilimin adı hüzündü. Her günüm bir günden daha karanlık, daha mutsuzdu. Sonra sen geldin hayatıma, sensiz kaldığım günlerde hasretin nefesimden önce dizlerimi üşüttü. Halbuki üşüyen yanlarımı ısıtmaya gelecek güneşim de sendin.

O kaçışlar çalkalışlar içinde bedenim ne kadar kaçsa da senden, ruhum o kadar hayaline tutundun. Rüyalarıma misafir dualarıma baş tacı oldun. Sonra gün geldi kalbin benim için atmaya başladı. Ellerin ellerime değdiği zaman ruhumdaki karlar altında kalan çiçekler boy gösterdi. Filizlenip bahara durdu. Hiçbir fırtınada yıkılmadık biz. Sarsıldık hatta yok olduğumuzu sandık ama küllerimizden doğduk biz. Söylesene hangi kasırga koparabilir artık yüreğime saldığın köklerini?"

Gözlerim dolmuştu. Ne diyeceğimi bilemez bir haldeydim. Şiir gibi konuşmuştu benim Donuğum. O kadar Donuk bir adamdan bu kadar güzel seven biri nasıl çıkmıştı aklım almıyordu. Yine de içim rahat değildi. İçimi kasıp kavuran korkular şu güzel sözlerin bile önüne geçiyordu.

Tam konuşmaya başlayıp bu güzel ortamı bozacakken ansızın yağmur bastırdı. Halbuki gökyüzünde ne bir kara bulut ne de yağmur yağacağını belirten bir emare vardı. Mayısın ortasında ne yağmuru bu diye düşünmüştüm kendi kendime. Galiba bahar yağmurları henüz sonlanmamıştı.

Elbisem ıslanmaya başladığında Kerem'e dönerek "Hadi içeri girelim yoksa daha çok hasta olacaksın." dedim. Tam ayağa kalktığım sırada bileğimden kavradı beni. Gözlerim gözlerine değdiği zaman kıyamet kopacak diye çok korktum bir an. Gözlerindeki huzur ben de ne yıkımlar yapıyordu çünkü. Sonra anlamsızca baktığım bakışlarımı anlamlandırdı. Diğer elimi de tuttu ve dedi ki:

" Aman boşversene Sezen ne içeri girmesi! Hem ben yağmuru seyredenlerden değil yağmurda ıslananlardan oldum ben. Belki de bir işarettir bu. Sevgimiz sağanak olup üstümüze yağıyordur belki. Gel biraz bu yağmurun tadını çıkaralım!"

Sözünü bitirdikten sonra ansızın elimden tutup kendi dönmeye beni de döndürmeye başladı. Şu an resmen çocukluğuma dönmüştüm. Başımı aşağı doğru sallandırıp dönmeye devam ettiğimde başımın dönmesinin sebebi bir süredir dönüyor olmamızdan mı yoksa benim sevgi sarhoşu olmamdan mıydı ayırt edemez hale gelmiştim. En sonunda başımı kaldırıp kendimi doğrultmaya çalıştığımda az kala düşecektim. Tam bu anda Kerem Belimden kavradı beni. Sonra duvara yaslanmamı sağladı ve kendime gelmemi bekledi.

Ben yeterince ıslandığımızı düşündüğümüzden onu birkaç adım ilerdeki bekçi kulübesine sürüklemiştim. Ayakları oldukça isteksizdi. Yağmur hafifleyene kadar burada kalma düşüncesindeydim. Kerem'e kalsa yağmurun tadını çıkarmak daha iyiydi.

Kıyafetlerimiz biraz kuruduktan sonra Kerem cebindeki telefonunu çıkarıp önce  Leonard Cohen'den "Dance me to the End of Love" şarkısını açtı. Ardından da bekçi kulübesinin kapısını açıp telefonunu da pencerenin pervazına yerleştirdi. Sonra ansızın dışarı fırladı. Arkasından: "Kerem yine ne yapıyorsun sen?" diye bağırsam da oralı olmadı.

Hava kararmıştı, gökyüzü o kadar berraktı ki tek bir yıldız dahi yoktu. Kara gözlerini gecenin karanlığına kitleyip gökyüzüyle bakışıp kollarını açarak kucaklaşmaya başladı. Tenine değen her bir yağmur damlası nota olup onu dansa teşvik ediyor gibiydi. Bu teşviği kabul etmesi de zor olmamıştı bu yüzden.

Bana bakıp kollarını açtı ve gülümsedi tüm içtenliğiyle. Gökyüzündeki yıldızların o an nereye gittiğini anlamıştım. Hepsi gülüşünden gözlerime doğru kaymıştı. Sonra da bir asilzade edasıyla referansını yapıp beni dansa davet etti: "Benle yağmur damlalarının dansına eşlik etmeye var mısın Sezen Aykut?"

Önce tereddütte kalmıştım ama sonrasında daha ne kadar temkinli davranacağım diyerekten kendimi ona bıraktım. Koşarak yanına geldim ve elini tuttum. Bir anda kollarımı boynuna sarıp belimi sarmaladı. Başım omzuna yüreğim yüreğine yaslanmış durumdaydı. İkimiz de sırılsıklamdık. Hiçbir şeyi düşünmüyor ve sadece kendimizi ana bırakıp yüzümüzdeki sevinç tomurcuklarını da silmiyorduk.

Açıkçası şu zamana kadar hiç dans etmemiştim. Dans etmeyi de bilmezdim. Sürekli ayaklarıma bakmaya çalışıyordum. O ise bunu fark etmişti ve ayaklarıma yönelmiş bakışlarımı gözlerine çevirmişti. Ardından da: "İlk defa mı dans ediyorsun?" diye sordu. Evet cevabını vermemin üzerine utandığımı anlamıştı. Bunun üzerine: "Korkma kendini bana bırak! Ruhun zaten bedenine hükmedecektir." diyerek beni daha çok kendine yapıştırdı.

Soğuktan ve utançtan yanaklarımda cehennem çukuru oluşmuştu. Yanaklarımın yanı sıra içim de cayır cayır yanıyordu. Ayaklarım gerçekten de benden istemsiz bir şekilde onun izlerini takip ediyordu. Sağ sol, sol sağ hareketini birkaç kere tekrarladıktan sonra yavaşça beni döndürdü ve kendine çekti. Kalbim yırtıcı bir kuş olup göğüs kafesimi delmek istiyordu sanki. İçim her an biraz daha ona çekiliyordu.

Bedenim hem bu kadar sıcak hem de bu kadar ferah olabilir miydi gerçekten? Sanki yıllardır semtime uğramayan huzur bu birkaç dakikadır bedenimi mesken tutmuştu.

İstemsizce gözlerimi kapatmıştım, onun da gözlerini kapatmış olduğunu tahmin edebiliyordum. Birkaç dakika böyle durduktan sonra tekrardan geri çekilip kollarımı iki yana açtı ve benim de 2 adım geri gitmemi sağladı. Sonra ansızın tekrar beni kendine çekerek dengemi kaybetmeme ve ayaklarımın birbirine dolanmasına sebep oldu.

Bu halim gerçekten komikti. Kahkahamı durduramazken onun da gülmesine sebep olmuştum. Sırıtışlarımı bozan ise beni birkaç santim kendinden uzaklaştırıp gözümün önüne gelen saçlarımı eliyle arkaya atması olmuştu.

O sırada bana öyle bir bakışı vardı ki gözleri ok olup boğazıma saplanmıştı. Boğazım düğümlenmiş, yutkunamamıştım. Sanki dans etmiyordu da benim hormonlarımla oyun oynuyor gibiydi. Kolumu alıp başımın etrafında döndürdüğünde adrenalinim tavan yapmış artık ruhumu teslim etmeme de ramak kalmıştı. Döndüğümde kollarımız çapraz vaziyette kalmış ve vücudum tamamen ona yaslanmıştı. Saçlarının önüne dökülen zülüfleri alnıma değiyordu. Hafifçe kafamı kaldırdığımda göz göze gelmiştik. Ateşim 38 dereceden 40'a doğru yükselirken beni eski konumuma getirmişti fakat bu sefer daha yakındık. Burnum burnuna değiyor onun nefesi benim nefesime karışıyordu. Yağmur gittikçe hızlanmaya başlamış, damlaların yüzümüze vurduğu andaki sesi şiddetlenmişti. Ben de daha fazla kendimi tutamamıştım. Kelimeler ağzımdan birer birer dökülüvermişti ve benim başlattığım bu diyalog bizi bambaşka bir yere sürükledi:

"Öyle bakma bana. Azraille anlaşmaya oturmam gerekecek yoksa!"

Söylediğim söz üzerine gözlerini tamamen gözlerime sabitlemişti. Bir inat uğruna içimdeki kavrulmamış hücrelerimi de kavuruyordu. Dans ederken tuttuğu elimi dudaklarına götürüp minik bir buse kondurdu.

"Ben senin için Azraille pazarlık etmeye de varım. Yeter ki çekme koca gözlerini benden!"

Yüzümü avucunun içine alıp kollarımı boynundan çekmeme izin vermedi. Sağa sola sallanıp dans etmeye devam ediyorduk. Bir gün hiç bu kadar tutkuyu hissedeceğimi düşünemezdim.

"Bakarsam yok olurum ama. Halbuki senin gözlerinden bana akan yıldızlarda daha çok tutacağım dilekler vardı."

Bir kere daha beni kendi etrafımda döndürüp aynı şekilde kendine yapıştırdı. Enseme doğru kafasını yaklaştırdı. Bu hareketi aniden gözlerimi kapamama neden olmuştu. Kokumu burun deliklerine doğru derin bir şekilde çektiğini hissettiğimde bayılmamak için kendimi zor tutmuştum.

"Ben eridim zaten nefesinde. Her nefes alışın bir parçamı daha alıp götürdü benden."

Söyledikleri sözlerde tek tutkuyu yaşayanın ben olmadığımı da anlamıştım. Bir elimi tutup yukarı kaldırırken diğeriyle de uzattığım kolumun üzerinde omzumdan bileklerime doğru elini yolculuğa çıkarmıştı.

"Benim de içimde öyle bir ateş var ki ibrahim ateşine gölge düşürebilir. İçimde öyle bir heyecan var ki tüm çocukların heyecanına denk gelebilir."

Yaptığı hareketler ve söylediği sözlerden sonra artık ben de belli etmiştim hissettiklerimi birer birer. Ardından tekrar kollarımı boynuna sarmamı sağlayıp başımı başına yasladı. Sonrasında da fısıldadı kulağıma şairane cümlelerini.

"Seni o kadar seviyorum ki ne Mecnun aşık atabilir benle, ne de Ferhat. Kalbimden ummanlar gibi sana akan bir sevgi silsilesi var. Her harfinde nice sevgilinin gözyaşı, nice aşığın masalı yazılı."

Alnıma bir öpücük kondurmuştu. Sonrasında ben de başımı göğsüne yaslayıp kendimi ona bırakıp gün yüzüne çıkarmıştım endişelerimi.

"Ama izin vermeyecekler bize. Ayıracaklar bizi bizden. Fakat bilmedikleri bir şey var. Bu saatten sonra seni benden beni senden çıkarırlarsa geriye sadece enkaz kalır. Bunu da kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmez."

Beni daha sıkı sarmalamıştı. Sanki daha sıkı sararsa bizi bizden kimse koparamazdı.

"Sen Güneşimsin ben de sana Meftun olmuş Gece. Herkese göre adı imkansız, bize göre sevda bizim hikayemiz. İnsan sevdiği rüzgarın fırtınasında yok olmaya da razı olur. Ben seninle yok olmaya da varım, ben senle ölmeye de. Ama ölmek korkakların yaşamak cesurların işi. Biz de cesaretimizi kanıtlamadık mı herkese?"

Sözlerinde haklıydı. Birçok engeli aşan bizin umutsuzluğa düşmesi de evla değildi.

"Doğru diyorsun ama ne yapabiliriz ki? Reşit olsam bile rest çekemem babama. O kadar güçlü değilim. Hem onu kaybetmeyi de göze alamam ben."

"Gidelim mi buralardan? Tek bir sözünle bize başka bir dünya bulabiliriz. Hadi tut elimden, "Gidiyoruz" de. Elimde iki tren bileti olsun, onları raylara savuralım, sonra kaçak binelim trene. Kaçak olsun adımız. Sırf birbirimizden kaçamadığımız için..."

Temsili Sezen ve Kerem
Bölüm uzun olduğundan bölüm sorularımız yok. Umarım beğenirsiniz

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top