Geçmiş Değişmez
İki haftaya bir bölüm yayınlamaya çalışacağımı söylemiştim aslında ama araya vizeler girdi. Hâl böyle olunca bir tık gecikmiş olabilir. Bu yüzden kusuruma bakmayın nolursunuz. O minnoş parmaklarınızı vote ve yorumdan alıkoymayın lütfen. 🙏🏻
Deeperise Feat.Jabbar-Geçmiş Değişmez
"Geçmiş denilen şey üstü karlarla örtülse dahi bir gün kapınızı çalacak bir çukurdan ibaret değil miydi aslında"
Enis'in ağzından
Kerem bize "Birbirimizden ayrılmayalım, orman tehlikeli!" derken söz konusu Sezen olduğu için dayanamayıp kendi lafını yutmuştu. Yorgunluktan bitap düşmüş bedenlerimiz ağaç kavuğuyla bütünleşmiş vaziyete gelmiş olsa dahi Rüzgar ve Işıl neyse de benim Keremi tek göndermemem gerekiyordu. Sezen'e ne olduğunu bilemezken zaten Sezen ortalıkta yokken bir de Kerem'i kaybetmemeliydik. Biraz daha dayanabilseydik ya da Kerem Bey o katır inadını bir kenara bırakıp 5 dakika soluklanmamıza imkan tanısaydı, ben burda şartlı cümleler kurmuyor olacaktım.
Etraf sessizdi. Işığı sönmeye yüz tutmuş fenerlerimiz bile karanlık geceyi aydınlatmaya yetmiyordu. Aslında bugün dolunay vardı. Gecenin yeryüzüne tepeden tüm ihtişamıyla baktığı zaman dilimiydi aslında dolunay'ın gece de yerini alışı. Kibire büründüğü, yeryüzünü bürüdüğü karanlıktan kurtardığına inandığı zamandı. Halbuki Dolunaydı geceyi aydınlatan. Geceyse sadece yeryüzünü karanlığa hapseden bir zindan bekçisiydi. Güneşle gökyüzünün arasına giren görüş saatleri dışında görüştürmeyen katı kurallara sahip bir gardiyan.
Gün ışığıyla vardiyasını değiştiren gün batımıyla kimi zaman yorgunluğuyla işe dönen kimi zaman da büyük bir coşkuyla işine sarılan bir bekçiydi. Yine de kibrini alaşağı edemeyip dolunaydan kendine pay biçmeyi de ihmal etmiyordu, tıpkı insanoğlu gibi.
Dolunayın gücünü dorukta yaşadığı, aydınlığının göz alıcılığını bu kadar hissettirdiği zamanda gökyüzünü kaplayan ağaç yapraklarıydı bizim onunla buluşmamızı engelleyen. Karanlık sadece etrafı esir almıyordu, kaçtığım gerçeklerle de yüz yüze getiriyordu beni. Gerçekler yüreğimi karartıyor içimi ferahlatacak bir tek dolunay bile kabil olmuyordu.
Ayaklarımın şişmesinin yanı sıra yüreğimdeki gerçeklerin de su yüzüne çıkan bulgur taneleri gibi şişip patlamak ister tavırları, içimdeki tüm tedirginliklerin fokurdamasına sebep oluyordu. Oturduğumuz çimenlerin ıslaklığı yavaş yavaş kıyafetlerime geçmeye başladığında huzursuzluğum bir kat daha artıyordu. Şiddetli rüzgar yerini melteme bırakmış olmasına karşın kulağımda oluşan uğultular korkularımı gün yüzüne çıkarıyordu.
Yanıma oturmuş olan Işıl tüm masumiyetiyle, soğuktan al al olmuş yanaklarıyla yorgunluğa teslim olup narin bedeninin üzerine bırakmıştı başını. Boynunun tutulacağı korkusuyla ve soğuktan başına bir şey gelmesinden korktuğumdan ötürü kendisine bir adım daha yaklaşıp başını omzuma koydum.
Hafif kızıla çalan kumral saçları pare pare yüzüme dökülüyordu. Hafif ama hoş olan meltem çehresine değdikçe geniş sayılabilecek pamuk gibi olan alnı ortaya çıkıyordu. Başkasında olsa üzerine futbol sahası kurulabilecek değerde olan alnı onun yüzüne sadece bir saflık katıyordu.
Uyuduğunu düşündüğüm için karşı ağacın önüne kıvrılmış olan Rüzgar lavuğuna seslendim: "Heyy Rüzgar efendi, tenezzül edip de birkaç dakikalığına beni dinleyiver."
Seslenişim üzerine toplanıp gözlerini yavaşça araladığında Işıl'ı görmüş olacak ki tekrar uzun zaman sonraki ilk karşılaşmamızda olduğu gibi hiddetlenip ayağa fırladı: "Lan, adam gibi bir şey diyeceksin diye düşünüp 'dinleyelim bari' dedik. Ama karşılaştığımız duruma bak. Işıl'ın senin omzunda ne işi var? Senin amacın ne, sen bana söylesene bir!" diye bağırdı.
Gerçekten Işıl'ı önemsiyor olmalıydı. Gözlerindeki o ateşe çok nadir rastlamışımdır çünkü. Işıl'ın uyanmaması için alttan alıp: "Rüzgar, Işıl yorgunluktan bitap düştü. Başı asılı duruyordu havada. Ben de boynu tutulmasın soğuktan başına bir şey gelmesin diye omzuma yasladım onu. Başka bir amacım yoktu emin olabilirsin. Ayrıca bir konu da daha bana güvenebilirsin. Ben Işıl'a asla zarar vermem!" diye belirttim.
Biraz sakinleşmiş olacak ki usulca ağaç kavuğunun arkasına çöktü bu sefer. Galiba yüz yüze gelmek istemiyordu şu an benle. Sadece yan profilden görüyordum kendisini. Elini saçına götürüp karıştırmasının ardından derin bir nefes aldı.Başını önüne eğdikten sonra konuşmaya başladı:
"Bak Enis, senin karşında eski Rüzgar yok. Hani hiçbir zaman soyadına yaraşır olamayan kendine karşı güveni olmadığından o gece geç kalan Rüzgar öldü artık. O gece sustuğunda öldü. O gece göz yumduğunda olabilecekleri öngöremeyen Rüzgar tarih oldu artık. Işıl'dan uzak dur. Ben sana hiçbir şey için güvenemem. Ona zarar veremeyeceksin. Buna izin vermeyeceğim. Bu sana son ikazım yoksa Kerem Abi'nin hatrını bir kenara bırakıp elinden geleni ardıma koymam."
Sözlerini bitirdiğinde onun da geçmişle karşı karşıya geldiğini anlamıştım. Işıl'ı benden korumaya çalışması beni rahatsız etmişti. Diğer yandansa kendime dile getiremediğim endişelerimle yüzleştirmişti beni. Acaba Işıl beni ilk aradığında yanına gitmeseydim ya da Işılla hiç tanışmasaydım şu an üçümüz bu vaziyette olur muyduk?
Işıl beni ilk telefonla aradığında sadece benim için her zamanki eğlencelerden olacağını düşünerek hem de güzel bir kız olması sebebiyle teklifini kabul etmiştim. Her zamanki gibi minik bir ıslık eşliğinde gardırobuma yönelmiş ve her kızın kendini etkilenmekten alıkoyamayacağı hafif serseri görünümünde olan kombinimi üzerime geçirmiştim. Beyaz, kaslarımı belli edecek darlıkta tişörtümü üstüme geçirip üzerine de spor bir lacivert gömlek geçirmiştim. Kot pantolonumu da giydikten sonra arabama atlayıp Işıl'ın adresini verdiği kafeye doğru yol almıştım. Fakat önüme çıkan bir köpekle ani fren yapmış ve lastiklerimden birinin patlamasına sebep olmuştum. Lastiği değiştirmek için bagaja doğru yöneldiğimde krikonun bagajda olmayışı bugün bir terslik olacağının habercisiydi belki de. Durum böyle olunca tamirciyi çağırıp lastiği değiştirtmiştim. Arabaya tekrar binip yoluma devam ettiğimde Işıl''ın attığı kafeyi bulmam çok zor olmamıştı. Lisedeyken neredeyse hiç çıkmadığımız kafeydi burası. Bir aşağı sokağa taşınması dışında her şeyi aynıydı.
Kafeden içeri girdiğimde girişte karşılaştığım garsonlardan birinin Ahmet Abi olduğunu fark edince ona selam verip biraz laflamıştım. Sanki hayat o kafeye girmemi bir şekilde engellemek istemiş gibiydi. Birkaç adım atmamla beraber köşedeki masada oturan topluluk hep beraber ayağa kalkmıştı. 4 kişi arasından sadece birinin sırtı bana dönüktü.
Ağır çekimde bana döndüğünde beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Karşımda gördüğüm kişi 2 senedir görmediğim Rüzgardan başkası değildi. Geçmişin tekrar kapımı çalacağını işte o zaman anlamıştım. Birbirimize verdiğimiz bir söz vardı. Geçmişle bugün arasına bir çizgi çizebilmemizi sağlayacak olan bir söz. Olur da bir gün tekrar karşılaşırsak hiç tanışmamış gibi davranacaktık. İşte o gün tam da öyle yapmıştık. İkimizinse ön göremediği şey aramızda kalan "Işıl'dı".
Biz geçmiş, şimdiki zaman, gelecek diye zaman dilimlerine ayırsak da zamanın içinde sıkıştığımızı, aslında bir zaman sapmasında olduğumuzu fark edemiyorduk. Dün, bugün ve yarın kavramlarının üzerinden değerlendirecek olursak; Bugün, dünün geleceği yarının geçmişi değil miydi? Ya da dün bugünün geçmişi bir önceki günün geleceği değil miydi? Geçmişle gelecek sürekle iç içeyken zamanın gerçek manada ilerlediğini söylemek mümkün müydü?
Bu konu üzerine ünlü filozoflardan Klein: "Son olarak zaman'ın paradoksu hatta yok oluşu var. Geçmiş artık yok, gelecek henüz gelmedi, şimdi ise başladığı anda bitmeye, yok olmaya doğru yönelmiş. YOK-luğa bu denli yakın duran zamanın VAR-lığını nasıl tasavvur edebiliriz?" derken Wittgenstein'ın ise bu konu üzerine şöyle bir görüşü vardı: "Şimdi geçmiş olduğunda nereye gidiyor? Nerede Geçmiş? İşte felsefenin en büyük zafiyeti!" .
Düşüncelerimin arasında Rüzgar'ın söyledikleri ve Kerem'in Rüzgarla karşı karşıya geldiğimizdeki tavrı beni saçımdan sürükleyerek o gecenin kapısına bırakmıştı. Belki o an fiili olarak canım yanmamıştı ama bu surum ilerde daha çok canımın yanacağının habercisiydi belki de. O zamanlar peşimi bırakmayan kabuslardaki çığlıklar tekrar kulaklarımda çınlamaya başlamıştı. Gözümün önüne kesik kesik o geceden bazı kareler geliyordu.
..."Lütfen yapmayın, burası çok karanlık. Korkuyorum! Kalp hastasıyım ben. Çok havasız burası. Nefes alamıyorum!" ...
..."İmdatt, yardım eden yok mu? Ben size ne yaptım. Çıkarın beni burdan?"...
..."Enis çıkaralım kızı, başına bir şey gelecek. Enis duymuyor musun? Kendine gel!"...
..."Hayır Rüzgar, Kerem tamam diyene kadar duramayız"...
Geçmiş dediğimiz şey tarihin tozlu raflarına kaldırdığımız ama hep kaçtığımız yerden başlayan bir son durak değil miydi aslında? Hatırlamamak için zihnimizin üstüne karları küreyerek attığımız ama baharın ilk ışıklarında ilk ortaya çıkan manzara da o değil miydi? Kaçtığımızı sandığımızda, unuttuğumuzu sandığımızda tüm alaycılığıyla eteklerimize yapışan kedi görünümlü bir sırtlandı belki de.
Sen kaçmaya çalıştıkça tüm gücüyle üstüne çullanan herkes seni terk etse de seni terk etmeyen tek gerçek. Gölgenden kaçmakla eş değer. Gölgenden kaçamayacağın gibi geçmişinden de kaçamıyorsun işte. Kaçtığın tüm sokaklar yine o gerçeğe çıkıyor. Vardığın caddeler gerçeğin adını asıyor tüm dükkanlarına. Kabusun oluyor rüyalarını çıkmaz sokağa hapsediyor. Nefesini kesiyor, kalp atışlarını hızlandırıyor. Kara bulut gibi üzerine çöküp kara basan gibi dört koldan boğazına yapışıyor. Ve siz dilediğinizce koşun geçmişten kaçamıyorsunuz!
Kulağımda yankılanan çığlıklar bir zamanlar körelmiş olan vicdanımın haykırışlarıyla daha da şiddetli bir hâl alıyordu. Gözümün önünde beliren geçmişin izleri gözümden birkaç parça yaş akmasına sebep oluyordu. Yıllardır yüreğime ağır gelen gerçekler kalbimin üzerinde tepirken o günden beri tüm yaptığım iyiliklerin ziyan olduğunu. Sol yanımın boşaldığını hissediyordum. Canım yansa da sustuklarım bir düşman edasıyla boğazıma saplansa da yine de susacaktım. Korktuğumdan değildi çünkü benim susmalarım ya da gerçekle yüzleşmek ağır geleceğinden de değildi.
Canım için, kanım için, kardeşim için susacaktım. Kerem'im için, Senamızın biricik Karam'ı için susacaktım. Kimse bilmeyecekti belki benim neler çektiğimi. Bir suskun da ben olacaktım bu şehirde. Kardeşlik için susan, can için can olacak bir suskun olacaktım.
Belki bencillikti bu yaptığım. Bencilliğimle yakacaktım o gecenin meşalesini bir kere daha. Vurdumduymazlığımla kapayacaktım, çığlıkları duyulmasın diye o biçarenin körpe ağzını. Yüreğime doğru susacaktım, insanlığımı susturacaktım. İçimde bitmek bilmeyen çığlıklarını susturacaktım insanlığımın. Hapsedecektim lal ormanına. Bir lal de bana olacaktım, dilimin ucuna gelen hikayeyi tutturacaktım boğazıma.
Nefessiz kalana kadar gömecektim soluk boruma.
"Enis... Eniss...lan bana baksana!" Rüzgar zevzeğinin kendini bilmez çağrılarıyla gömüldüğüm düşünce karanlığından bir nebze de olsa çıkmıştım. Rüzgar'a dönüp "Kerem gelmedi mi hâla? Ne kadar süredir burdayız biz?" diye sorduğumda gayet umursamaz bir tavırla cevap vermek yerine soru sormaya devam etti: "Nereye daldın gecenin karanlığında? Hem neden Kerem Abi'nin yanında "Çaktırma" falan tiplerine girdin? Ne işler karıştırıyorsun sen yine?"
Karı dır dırı dedikleri bu mu oluyordu acaba? Gerçi bu tabiri pek tasvip etmiyorum ama illa ki bir dır dır kişileştirmesi atfedilecekse kadın sıfatı daha uygun düşebilirdi bizim baş tacı kadınlarımıza. Rüzgar kadın olmamasına rağmen nasıl bu kadar dır dır edip kafa ütülüyordu ki? Gerçi kadınlarımız dır dır etse dahi kafa ütülemez- istisnalar vardır illa ki ama istisnalar kaideyi bozmaz- Rüzgar gibi. Onların hep bir sebebi vardır çünkü.
Şu an bu boşboğazlığıyla ve gevezeliğiyle ifade ettiği hiçbir sorusuna cevap vermemek vardı ama mevzu Kerem'e de değiyor. O yüzden el mahkum cevap verdim sorularına: "Öncelikle hocam istediğim sorudan başlayabilir miyim? -Başlayabilirim. Teşekkürler. 3. Sorudan başlamak istiyorum çünkü en saçma soru oydu. Cevap veriyorum; Bir şey karıştırmıyorum tabi ki de. Beni böyle şeylerle itham etmekten vazgeç artık.
1. Soruya dönecek olursak da ne yazık ki cevabım Senin bana geçmişe doğru yolculuk yaptırmış olmandan kaynaklı bir gecenin karanlığında kayboluş olur. Ve 2. aynı zamanda da son soru olan soruya cevabımı iyi dinle! Kerem'e hiçbir şey çaktırmayacaksın ve sebebini sormayacaksın. Eğer ki senin zevzekliğin yüzünden kardeşime zarar gelirse ben de kazandığın o güveni bir daha gelemeyecek şekilde senin bünyenden bertaraf ederim. Anlatabildim mi?"
Rüzgar sadece kafa sallamakla yetinmişti. Cevaplarım yerine ulaşmış gözüküyordu. Az önceki aslan gibi kükreyen Rüzgardan eser kalmamıştı. Rüzgar'ın kafa sallamasının ardından ilerki ağaçların ordan hışırtılar duyulmaya başladı. Git gide desibelini yükselten hışırtılar adım adım birilerinin yaklaştığının habercisi gibiydi. Biraz sonra dolunayın etkisiyle ortaya çıkan ışıkla önümüze doğru 2 gölge düştü.
Yüzünü tam seçemediğim bir adam ve kucağında biri daha vardı. Yaklaştıkça adım sesleri duyuluyordu. El fenerlerimizden biri sönmüş diğerinin de kafası arada sırada gidiyordu. Elime iki kere vurduktan sonra kendine gelip çalışmaya karar veren el fenerini, bize yaklaşan iki gölgeye tuttuğumda içime adeta su serpilmişti. Bu iki gölge, filizlenecek yeni bir aşkın gölgesiydi aslında. Sezen Aykut ve Kerem Atalay'ın gölgesi.
Sezen'in ağzından
Gözümü hafifçe araladığım sırada düştüğüm o uçurumdan yüzde bir olarak gördüğüm kurtulma ihtimalimin yüzde yüze çıktığını ve kurtulduğumu anlamıştım. Ve bunu çok güzel bir şekilde anlamıştım. Donuğun donuk olan karakterinin zıddı nitelikte olan ateş gözleriyle karşılaşmıştım. İnsanın içini ısıtan bir adet fazla kavrulmuş koyu kahve gözle.
Düşmeden dolayı kırılmış olduğunu tahmin ettiğim bacaklarımdaki hissizlik yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Hissizlik geçtikçe bedenimi kaplayan acı yumağı benim tüm savunma mekanizmamı ve direncimi düğüm haline getirmiş ve ağzımdan merak ettiğim sorulardan belki de en baskını dökülmüştü: "Neden geldin?"
Sorumu sorduktan sonra gördüğüm kahve gözler yerini tekrar boşluğa bırakmıştı. O an acıdan bayılmış olduğumu anlamasam da daha sonradan acılar içinde anlayacaktım.
🌖🌖🌖
Kendime geldiğimde bedenimin sarsıldığını hissettim. Bacağımın kırılmasının üzerine bir de beyin sarsıntısı geçirmiş olabileceğimi düşünürken meğerse Donuğun kucağındaymışım. Uyandığımı belli edip etmemek konusunda tereddütte kalırken Donuk kendi kendiyle konuşarak tereddütümü ortadan kaldırdı. Uyandığımı belli etmemeye karar verip avını yakalamayı bekleyen aslan gibi pusuya yatıp dediklerini dinlemek için hali hazırda açık olan gözlerime tekrar geçici bir perde indirdim.
Donuk: "Ah Kerem ya kız seni o kadar görmek istemiyor ki anca sana söyleyebildiği şey 'Neden geldin' oluyor. Sense böyle bir soru karşısında tutup da nasıl bir cevap veriyorsun. Aptallığının derecesini ölçebilecek bi nicelik henüz tespit edilemedi sen düşün yani" diye söylenip bir of çekmişti. Aslında söylediklerinde haksızdı. Hatalı olan bendim burda.
Ah be Sezen madem neden geldin sorusunun devamını getiremeyeceksin bayılıp gideceksin o zaman neden bu sorudan başlıyorsun? Hem sınavlarda kolay sorudan başlatın diye tavsiye etmezler mi? Sen neden her seferinde "istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz" ilkesine uyuyorsun ki! Bir türlü öğrenemedin istediklerinin başına hep bela getirdiğini. Bir insan hiç mi uslanmaz hiç mi akıllanmaz yav.
Aha hatamı kabul ettim ya kırk yılın başında, hemen teklifsiz araya gir iç ses! Sakın bu fırsatı kaçırma olur mu? Amman diyim yani. İç sesimle her zamanki gibi kavgaya tutuşmuşken asli vazifemi unutmuş olduğum aklıma geldi. Tekrar aynı pozisyona geçecektim ki yüzüme yansıyan el feneri olduğunu tahmin ettiğim ışıkla gözlerimi daha sıkı yumdum.
Hareket ettiğimi fark eden Donuk hemen orada bulunduğu konuma çöküp bana seslendi. "Sezen, Sezen... Şaşkın hadi uyan! Sezen!" Bu kadar seslenmenin üzerine artık yavaştan gözlerimi açmalıydım. Klasik soruları sormazsam dikkat çekeceğini düşündüğümden ötürü bir klişeye daha imzamı attım:
" Donuk... Nerdeyim ben? Ne oldu bana? Senin ne işin var burda?"
Klişelere bir yenisini daha eklemiş bayılmadan önce "Neden geldin" sorusuyla kendimi yeterince batırmamışım gibi "Senin ne işin var burda" sorusuyla da durumu perçinlemiştim. Donuk neyse ki bir önceki sorudan ötürü bağışıklık kazanmıştı bu sorulara. Cevap vermek için ağzını oynattığı sırada yüzüme doğru tutulan el feneri bir kenara atıldı.
Karşımda gördüğüm diğer sima Enisin simasıydı. Enis oldukça endişeli bir ses tonuyla önce Kerem'e ardından da bana kükredi: "Kerem, oğlum sen manyak mısın? Hem bize ayrılmayalım diyip hem kendin bırakıp gidiyorsun? Sezen zaten kayıptı ya bir de seni kaybetseydik o zaman ben ne bok yiyecektim anlatır mısın bunu bana? Peki Sezen sana ne demeli? Ne işin var senin bu ormanda? Seni ne kadar merak ettik biliyor musun! Ödümüz yarıldı bizim burda sana bir şey oldu diye? Neyse Enis, sakin ol! Sezen iyi misin, iyisin değil mi? Bir şeyin yok yani?"
Enisle tanışalı belli bir süre olmasına karşın benden çok Işılla vakit geçirdiğinden ötürü kendisiyle ilgili pek bilgi sahibi değilidim. Belki de bu yüzden Donuktan bekleyeceğim çıkışın Donuk yerine Enisten gelmesini beklemiyordum. Nefesimi yutkunduktan sonra halen halsiz ve güçsüz olan bedenimi hafifçe doğrultup ses tellerimi gerneştirerek:
"İyiyim Enis, iyiyim merak etme. Tabi bacağımda oluşmuş olabilecek parçalı kırıklar yığınını saymazsak. Neden ormanda olduğuma gelince de yolumu kaybettiğimi hatırlıyorum en son ama halen çok net değil her şey." diyerekten meramımı ifade ettim.
Parçalı kırığı duyduktan sonra paniğe kapılmış olduğunu düşündüğüm Donuk beni düz bir şekilde yere yatırdı ve: "Ne demek parçalı kırık, sen neye göre bu teşhisi koyuyorsun kendine? Ortopedi uzmanı mısın sen? Neren acıyor şurası mı?" diye sorduğunda "Evet" diyebilmiş ardından da güçlü bir inlemeyle acımın şiddetini anlamasını sağlamıştım. Bacağımın durumunu az da olsa daha iyi anlayabilmek adına üzerimdeki bol paça olan pantolonu çemredi. El fenerini yaktığında ikimiz de karşılacağımız şeyin böyle bir şey olmasını beklemiyorduk.
Diz kapağıma yakın olan alt bacak bölgem neredeyse tamamen morarmış ve bazı noktalarda morlukların üzeri su toplamış ve enfeksiyon kapmıştı. O an gözüme kangren olmasından ötürü kesilen bacaklar geldi ve "Hayırr, olamazzz!" diye bir çığlık attım. Donuk başımı bacağına koyup alnıma bir öpücük kondurdu. Ardından da: "Sakin ol, o kadar da kötü değil İlyas Amcanın yanına, hastahaneye gittiğimde çok daha kötülerini görmüştüm. Emin olabilirsin, kangren olmamış ve bacağını kesmeyecekler ama yine de seni bir an önce hastahaneye yetiştirmekte fayda var." diyerek beni rahatlatmak için elinden geleni yaptı. Fakat çabalarının pek işe yaramış olduğunu söyleyemezdim.
Donuk sözünü bitirip beni kucakladığı sırada uyuyakalmış olan Rüzgar ve Işıl da ayıldılar ve yanıma geldiler. Işılın sulu göz bir karakter olduğunu bildiğimden şu an o fırfır çeşmelerini ve göz pınarlarını devreye sokacağını anlamıştım. Yani balık burcuydu aksi beklenebilir miydi ki? Burçların özelliklerine inanan bir insan olmuştum hep. Burçlar moto mot uymasa da kişiliği çoğunlukla tanımlıyordu. Ya da şahıslar burcunun özelliklerini gösteriyorlardı.
Hem yükselen etkiliydi hem normal burç. Bazı insanlar ikisini birden gösterirken bazılarındaysa biri baskın biri çekinik duruma geçebiliyordu. Son zamanlarda çıkan bi de "alçalan burç" akımı vardı. Onun etki alanının dar olmasına karşın etkisini gösterdiğine dair görüşler vardı. Şahsen ben alçalanı çok inceleme gereksinimi duymamıştım. Ve şu an konuyu nerden nereye sürükleyebildiğimi tekrar farkına varmıştım.
Yüzüme saçmaladığımı fark ettiğimden ötürü dalgacı bir gülümseme kondurmuştum ki Işıl ağlayarak üzerime atladı, tabi otomatikman Kerem'in de üstüne atlamıştı: "Sezen, canım iyi misin? Çok merak ettik seni, ne oldu, neden buradasın?"
Işılın soru tufanı üzerime bangır bangır gelmiş olsa da sadece ben az önce dediğim şeye takılmıştım. Ben Kerem mi demiştim demin? Evet. İç ses beni tasdik etmene gerek yok. Ne dediğimi biliyorum ben ama bir anlığına gaflete düştüm, dilim sürçtü herhalde abartma sakın.
Yok Sezen ne abartması, sen de beni ne yaptın. Ben doğruları söylerim hep unuttun mu? Haklısın ne yazık ki öyle bir huyun var ama nadiren aynı fikirde oluyoruz seninle o yüzden bu anı da istisnalarıma ekleyip tarihe not etmeliyim. Bir gün gelir de ölecek olursam ya da her şeyi doğru yapacak kıvamı gelip de senin yok olmana sebep olursam bunları okuyup hüzünlenirim.
Ya Sezen allah muhafaza ne sen öl ne de ben. Daha doğrusu biz ölmeyelim. Her canlı bir gün ölümü tadacaktır ama Allah gecinden versin yine de. Bir daha duymayım sakın bunları. Yoksa ortaya çıkar rezil ederim seni, tüm kirli çamaşırlarını dökerim ortaya ona göre ha!
Bir kere ben istemeden sen nasıl çıkacaksın ki dışarıya? Hep bana diyordun "Realist ol" diye sen de realist ol biraz diye iç sesime cevap verdiğimde bu sefer ezici bir üstünlük sağlamıştım. Çünkü iç sesimden bir karşı yanıt alamamıştım. İç sesim aradan çekilince ben de iç dünyamdan dış dünyaya dönüp Işıl'ı rahatlatmaya çalıştım:
"Işıl idare eder durumdayım. Kötü değilim yani, biraz bacağım da ağrım var ama şimdi hastahaneye gideceğiz hallolacak. Olanları da ben sana daha geniş bir zamanda ayrıntılı anlatırım sen merak etme."
Işıl bacağımdan bahsettiğimi duyunca bakışlarını bacağıma çevirmişti. Bacağımı görünce bir çığlık atıp daha sesli ağlamaya başladı. O an Işıl'ı durduramayacağını anlayan Donuk Enis'e dönerek: "Enis, Işılı sırtlıyor musun ne yapıyorsan yap ama bir an önce gidelim artık burdan. Sezenin yarası daha kötü olursa korktuğu başına gelecek. Hadi çabuk!" dedi ve koşar adımlarla arabaya doğru ilerledi.
Kucağında olduğumdan etrafı izlemem daha rahat oluyordu. Gerçekten Enis Donuğu dinlemiş ve çuval misali Işıl'ı omzuna atmıştı hem de Rüzgarın tüm itirazlarına rağmen. Arabanın yanına geldiğimide Donuk önce arka kapıdan beni sokmuş sonra da kendisi yanıma oturmuştu. Enis sürücü koltuğuna geçmeden Işıl'ı yanına oturtmuş ve kemerini bağlamıştı.
Şu an acılar içinde kıvranırken bile onların aslında çok güzel bir çift olabileceklerini düşündüm. "Her koşulda dedikodu hizmeti verilir!" tabelasıyla gezmeliydim belki de. Kendisi de sürücü koltuğuna bindiğinde Rüzgara yer kalmamıştı. Ne olacak, Rüzgar nereye oturcak diye düşünürken Enis kendi camını açtı ve kolunun birini camdan bırakarak Rüzgarın yüzüne bakmaya tenezzül dahi etmeden: "Kardeş yer kalmadı ya. Sen yürürsün artık ne yapalım. Hadi Arrivederci." dedi ve Rüzgar'ı orda bırakıp arabayı tam gaz sürdü. Donuk "Enis,oğlum kafayı mı yedin sen?" dese de onu iplemedi. Gözüme gelen son kare bu olmuştu ve ben yine bayılmama engel olamamıştım.
🌖🌖🌖
Gözümü açtığımda gözüme florasan lambanın ışığı çarpmıştı. Büyük bir aydınlanma yaşamıştım. Bu ışığın kaynağını çözene kadar yaşayıp yaşamadığımla ilgili tereddütlerim vardı ama florasan lamba olduğunu anlamamla medeniyeti ben bulmuşçasına sevindim. Bir gün florasan lambanın benim için medeniyet kavramı taşıyacağını hiç tahmin etmezdim.
Evet, gerçekten gördüklerim rüya değildi ve ben kurtulmuştum. Odadaki yoğun hastahane kokusu bile rahatsız etmiyordu beni şu an. Oda, babamın baş hekimi olduğu hastahaneye benzemiyordu. Tek kişilik bir odada değildim mesela. Yanımda bir sedye daha bulunuyordu. Henüz hasta getirilmiş değildi. Odanın biçiminden anladığım kadarıyla devlet hastanesindeydim. Büyük ihtimalle babamlara durumu nasıl açıklayacaklarını bilmediklerinden ötürü ve bizim eve en yakın hastane bu olduğundan beni buraya getirmişlerdi. Ben etrafı incelerken odaya elinde ilaç tabletleri ve bir adet şırınga ile çok tatlı bir hemşire girdi içeri. Oldukça genç görünüyordu ya yeni mezun ya da birkaç yıllık hemşire gibi duruyordu. Kısa kahverengi düz saçları, kemik kırmızı gözlükleri vardı. Oldukça beyaz tenli olmasına karşın saçları çok güzel duruyordu. Çok uzun olmayan kakülleri bir ayrı hava katmıştı çehresine. Çok uzun olmayan boyunun türk kadını standartlarında olduğu söylenebilirdi. Bembeyaz üniformasının içinde daha bi minyon kalmıştı.
Yanama yaklaştığında iğne vuracağını düşünüp hafif doğrulmaya çalışsam da başarılı olamadım. Bacağım... bacağımı hareket ettiremiyordum. Kafamdan bir sürü Türk filmi sahnesi geçti. Kangren mi oldum da bacağımı kestiler diye düşünürken üzerimdeki çarşafı kaldırdığımda bacağımı görmemle en azından kangren olmamışım diye sevindim. Gerçi mantıklı düşününce bacağımı hareket ettirememem için bir bacağım olmalıydı.
Bacağımın üzerinde kalın bir alçı bulunmasını beklemiyordum açıkçası. Ama beklediğimin tam aksine hareket alanımı tamamen kısıtlayacak derecede bir alçı vardı. O an gözümün önüne bacağımdaki morluklar ve su toplamış noktalar geldi. Böyle bir durum varken alçıya almaları nasıl mümkün olabilirdi ki? Tam bu soruyu sorduğumda hemşire bana cevap verdi:
"Haklısın ucuz atlatmışsın. Enfeksiyon bacağının kesilmiş olan kısmından kaynaklanıyordu. Öncelikle şırıngayla su toplamış kısımları alarak sterilize ettik. Ardından da enfeksiyon için antibiyotik vermeye başladık. Dikişlerini attıktan sonra da mecburen alçıya aldık çünkü parçalı kırık olmasa da büyük bir kırık mevcuttu. Ve kısa zamanda alçıya almasaydık kemiklerin kaynamayabilirdi sonra alçıya alınsa da, ya da yanlış kaynardı. Dikişlerin alınana kadar hiç ayağa kalkmayacaksın bacağını da hareket ettirmeyeceksin kesinlikle. Ayrıntılı bilgilendirmeyi de doktor yapar zaten. Geçmiş olsun. Bu arada sana bıraktığım ilaçları da içmeyi unutma!"
Şu an ağzım bir karış açık kalmıştı. Ben sesli mi konuşmuştum yoksa o içimden konuşmamı mı duymuştu bir türlü anlam verememiştim. Bir de "Ayrıntılı bilgiyi doktor verir" diyor,ya daha ne bilgi verecek doktor. Hayati şeceremi geçtin sen resmen burda. Zaten gözlüklerinden belliydi, kesin bu kadın okulda da inek tayfadandı. Ekstra şeyleri de bilip çanı yükseltmeye çalışan kişiler yok mu işte onlardandı kesin. Neyse ya banane Allah akıl fikir versin böyle insanlara bana da versin tabi. Fazla akıl göz çıkarmaz zaten.
Antibiyotik tedavisine başladıklarına göre belli bir saatte içmem gerekiyordu bu ilaçları. O yüzden saate bakmak için kolumu çevirdiğimde saatimin olmadığını fark ettim. O saat benim için çok değerliydi, o yüzden kaybolmuş olamazdı. Tüm vücudumu panik kaplamıştı, kaybolan saatle beraber el kol denge mekanizmamı da kaybetmiştim. Etrafıma hızlıca bakınırken birden yaptığım ani bir hareket sonucunda bacağımda dehşet bir acı hissettim. Fark etmeden dilimden bir "Ah" çıkmıştı.
O sırada arkamdan bir elin omzuma dokunduğunu hissettim ve bu elin sahibi o sırada şöyle demişti: "Ya Sezen napıyorsun? Bir rahat duramaz mısın sen?"
ardından da beni eğildiğim noktadan doğrultup arkama yaslanmamı sağlamıştı.
Arkama yaslanıp acıdan kapattığım gözlerimi açtığımda karşımda gördüğüm kişi Donuk'dan başkası değildi. Her zamanki gibi yine bana kıyamamıştı, gelmişti işte. Demek ki ormanda yaşadıklarımızda gerçekti, yani ben halisülasyon falan görmemiştim. Ben ona koşarken aslında onu da kendime çekmiştim. Benim gelmemi beklemeden o gelmişti bana.
Benim arkama yaslanmamı sağladıktan sonra yatağın karşısındaki dolaba yaslanıp eline cebine atmıştı. Ardından da kaybettiğimi düşündüğüm saati çıkarıp: "Bunu mu arıyordun yoksa?" diyerek çarpık bir tebessümle elinden aşağı doğru sallamıştı. Saati görmemle heyecandan yine kendimi kaybedip her zamanki fevriliğimle saati almak için Donuğa doğru uzandım:
"Sende miydi? Ben de kaç saattir onu arıyorum. Ne işi var onun sende? Versene şunu!"
Donuk kaşlarını çatmıştı. Benim yaptığım hareketle tekrar canımın yandığını anlamış olacak ki yanıma geldi ve beni tekrar arkama yaslattı. Gözleri gözlerimdeydi. Nefes alışları nefesime karışıyordu. Ağzından çıkacak heceleri sayıyordum. Ağır çekimde söylermişçesine: "Yeter artık Sezen çocukluğu bırak! Şu anki durumunun da farkına var artık. Çok korktuğun şey az kalsın gerçek oluyordu. Sakat kalabilirdin. Bir daha kafana bir şey taktığında her zaman yaptığın gibi nefesin kesilene kadar koşamayabilirdin, kelebekler gibi uçup etrafa neşe de saçamayabilirdin hatta belki o yüzündeki gökyüzüne güneş açtıran gülümsemeni de göremeyebilirdim. Ya da daha kötüsü seni kaybedebilirdim anlıyor musun?" dediğinde tüm cümleleri kulaklarımda yankı etkisi yapmış ve beynimde dönüp durmuştu.
Sinirliydi, gözleri yine karanlığın kuytusuna çekilmişti. Haklıydı belki de kendince sinirlenmekte. Ama onun sinirlenmesi benim hoşuma gitmişti. Beni kaybetmekten korktuğunu itiraf etmişti ayan beyan. Bunun beni bu kadar sevindireceği aklımın ucundan bile geçmezdi halbuki. Açıklama yapmak için tam ağzımı açmıştım ki odaya Işıl ve Enis daldı. Işıl gelip boynuma atladığında tüm kemiklerimin kırıldığını hissetmiştim ama onun bunu hissettiğini hiç sanmıyorum. Bu yüzden onu iteleyip: " Ya Işıl kemiklerimi kıracaksın! Zaten yeterince kırığım var bir iki kırık da sen çıkarma başıma." dedim.
Işıl da benden ayrıldı ve: "Kusura bakma Sezenim ya ben düşünemedim. Çok korktuk hepimiz seni o halde görünce. Anlatsana bize ne oldu orda tam olarak?" diye sordu. Hepsi o kadar haklıydı ki aslında. Bu yüzden onlara kızmaya hakkım yoktu. Bu yüzden olanları özetledim onlara. Duydukları karşısında Donuk pek şaşırmışa benzemiyordu. Ayrıca oldukça da soğukkanlı görünüyordu.
Anlattıklarım bittiğinde sadece derin bir nefes almış ve elini çenesine götürüp çenesini kaşıdıktan sonra düşünceler içinde: "Sakarlığına şaşırmadım ama bir şeyi merak ediyorum. Senin orda ne işin vardı daha doğrusu nereye gitmeye çalışıyordun o kadar hızlı koşarak? Bir yere mi yetişecektin? Bu kadar önemli ne olabilir ki?" sorusunu sormuştu.
Ben yine ona tam cevabımı vereceğim sırada bu sefer de içeri annem ve babam girmişti. Annemin ağlamaktan gözleri şişmişti. Oldukça da korkmuşa benziyordu. Bana sarıldığında kalbinin halen hop hop atmasından anlamıştım bunu. Babam ise belli etmese de oldukça endişelenmişti. Annemin ağzından tek dökülen cümle "İyi misin?" olmuştu. İster çocuk ruhlu olsun ister katı anne anneydi çünkü. Kızgın da olsa kırgın da evladının başına bir şey geldiğinde ilk söyleyeceği şey "İyi misin" olurdu hep yüce gönüllü annelerimizin. Babamınsa ağzından dökülen kelimeler bana değildi, Keremeydi. "Eyvallah koçum, kızımın hayatını kurtardın borçlandık sana!" dedi.
Keremse: "O nasıl laf efendim kim olsa aynı şeyi yapardı." dedi. Babam elini Donuğun omzuna iki kere vurup daha sonra anneme dönerek: "Şermin Sultan, Sezeni hazırla da evimize gidelim artık." dedi.
Bana hiçbir şey söylememişti. Babamı tanırdım. Eğer ki korkusu ve kızgınlığı çok fazlaysa endişesine galip gelirdi hep. Şu anda durum tam olarak buydu. Sakinleşene kadar bana bir şey demeyecekti anlaşılan. Annem eşyalarımı dolaptan almış tekerlekli sandalye getirmeye gitmişti. O sırada Donuk da kapıya yönelmişti. Gidecek gibi duruyordu yine. Ardından seslenebilmiştim bu sefer "Donuk" , seslenmem üzerine tam olarak bana dönmese de kafasını hafiften bana doğru döndürmüştü. Seni dinliyorum der gibiydi. O an ben de tüm cesaretimi toplayıp "Sana geliyordum. Eve geri dön diycektim sana. Peki sen şimdi nereye gidiyorsun yine?" dedim.
Gözlerini aşağıya devirdi ve: "Geri dönemeyeceğimi söylemiştim Sezen. Fikrim de değişmedi ve değişmeyecek de geri dönemem ben. Neden beni anlamak istemiyorsun. Bencillik edemem ben. Aynı gökyüzü altında nefes alalım ve ben senin için Donuk olarak kalabileyim bu bana yeter bu yüzden daha fazlasına gerek yok. Sen de vazgeç artık. Alıp başını uzaklara gitti say beni ya da benle hiç tanışmamış varsay kendini ama vazgeç artık." dedi ve gitti. Gitmeyi adet haline getirmişti Donuk artık. Vazgeç demişti bana da. Belki de sadece vazgeçmeliydim. Bazen olmuyorsa olmuyordur çünkü.
Biraz uzun oluyor bu ara bölümler ama umarım sıkılmıyorsunuzdur.Bu bölümde şarkı seçiminde çok zorlandım o yüzden siz ne seçerdiniz çok merak ediyorum. Bölüme uygun şarkıyı yazmayı unutmayın lütfen. Bölüm sonu sorularımızla yine karşınızdayım.
Sizce hayatta bir noktada vazgeçmesi gerekir mi insanın? Olmuyorsa olmuyor mudur yani? Sizce zorlamamamak mı gerek hayatı?
Sezen bu sefer vazgeçer mi dersiniz? Siz Sezen'in yerinde olsanız vazgeçer miydiniz?
Enisin hafızasındaki kareler ne manaya geliyor olabilir sizce?
Kerem,Rüzgar ve Enis'in geçmişinde nasıl bir karanlık var sizce?
İlerki bölümde Kerem'in inadı kırılır mı dersiniz?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top