Dönüşüm evresi
💦💦
Evet arkadaşlar ben geldim. 100 okunmayı geçtikçe bölüm geleceğini söylemiştim. Siz de çabucak okuduğunuz için ben de elimden geldiğince hızlı yazmaya çalıştım. Bu bölümde biraz Altemurun geçmişine inelim istedim. Şimdi sizi daha fazla bekletmeden bölümle baş başa bırakıyorum.
💦💦💦
Josh A& lamjakehill-Suicidal Thoughts
(Şarkıyı kliple izleyin)
"Kimseyi bıraktığı yerde bulamıyorsun. Ya adresi değişmiş oluyor ya kendisi..."
Altemurun ağzından
"Pat" ... Kapının çarpılma sesi kulaklarımda yankılandı. Yankının gücü onun hıçkırıklarını bastırmaya yetmemişti. Karşımda bir damla göz yaşı dökmemiş, dimdik durmuştu. Güçlü olduğunu kanıtlamak ister gibiydi bana. Değişmişti!
Hıçkırıkları kulaklarımı doldurdu. Boğuklaştıkça boğuklaştı, o uzaklaştıkça boğukluğu yerini yoğunluğa bıraktı ama asla kesilmedi. Cızırtılı bir tonda devam etti kafamın içinde. Halbuki ben sağır olduğumu sanıyordum buna. Acımasızlığımın bu sesi bastıracağımı sanmıştım ama yanılmışım.
Benim acımasız olmam için kendimce sebeplerim vardı. Dediklerimin hiçbiri yalan da değildi. Fazla dürüst olmam beni acımasız yapıyorsa evet acımasızdım. Hayat bana ne zaman merhametli olmuştu ki şimdi ben ona merhametli olacaktım. O da bana asla acımamıştı. Ben acımasızlığıma sığınmazsam o tereddüt ederdi. O tereddüt ederse ben tekrar inanmaya başlardım. İnanmaya başlamak kaybetmenin başlangıç noktasıydı. Bunu bana o öğretmişti. Yine de sendelememe engel olamamıştım.
Kapının çarpışı beni de koltuğa çarpmıştı ansızın. Elimle destek alıp koltuğun koluna oturmuştum. Bir defter daha kapanmıştı bugün. 4 senenin diyeti bugün ödenmişti. Kabuslarım belki bugün dinerdi, belki bir gün olsun huzurla kapardım gözlerimi karanlık geceye. Karabasan olup geçmişim çökmezdi üzerime. Seçtiğim yolda özgür olabilirdim belki artık. Denemeden bilemezdim. Yarın bugünün sonuçlarını gösterecekti.
💦💦💦
Alarmımın çalmasıyla yatağımdan kalktım. Banyoya gidip yüzümü yıkadım. Her bir hücremin suyla buluşmasıyla uyku sersemliğinde olan her zerrem de ayılmaya başlamıştı. Günlük traşımı olup duşumu aldıktan sonra üstümü giyinmek için giyinme odasına girdim.
Her şeyin bir nizamı vardı burda. Ceketler bir yerde asılıydı. Gömlekler türlerine göre raflara dizilmişti. Ayakkabılarım bir yerde, kravatlarım bir başka yerdeydi. Bir tanesinin yerinin değişmesi günümün sıfırlanmasına sebep olabilecek nitelikteydi. O yüzden eve gelen yardımcı kadın buna oldukça dikkat ederdi.
Bugün önemli projelerle ilgili toplantılarımın yoğun olduğu bir gündü. O yüzden bugüne özel olarak daha ciddi görünmek adına gri pötikareli yelekli takımımı tercih ettim. Kumaş olarak slim giymeyi seviyordum. Üzerime oturan şeylerle daha rahat ediyor ve odaklanmam kolay oluyordu. İçine beyaz gömleğimi giymeyi ve lacivert kravatımı takmayı tercih etmiştim. Çünkü ceketimin pötikareleri lacivert renkteydi. Son olarak da lacivert mendilimi cebime koydum. Saat olarak gri saatimi taktığımda tam anlamıyla hazırdım.
Komodinin üstünden evrak çantamı aldıktan sonra hızlıca aşağı imdim. Şoförüm kapıda beni bekliyordu. Arabaya bindikten sonra her seferinde yaptığım gibi fizibilite raporlarını incelemeye başladım. Her detayın son olarak kendim üzerimden geçmeyi seviyordum. Hataya tahammülüm yoktu çünkü. Hata yaptığında bu sektör sana ikinci bir şansı asla tanımazdı.
Bir süre sonra şirkete geldiğimizde Antonio beni kapıda karşıladı. Kapıdan girer girmez. Bir şeyler söylemek için yeltenmişti ki elimi kaldırarak onu susturdum. O da sessizce beni takip etmeye başladı. Ben ilerledikçe o yanımdan geliyor peşimizden de 4-5 kadar adam bizi takip ediyordu. Asansörle toplantı odasının bulunduğu kata çıktığımızda herkes kıt'a dur pozisyonundaydı. Beni görenler eğilip selam veriyorlardı. Toplantı odasına girip elimdeki evrak çantasını masaya fırlattım. Koltuğa yaslanıp ellerimi birleştirip Antonio'ya doğru döndüm. Ardından "Şimdi konuşabilirsin Antonio." dedim.
" Bonjour Mösyö Atalay. Umarım bugün uykunuzu alabilmişsinizdir. Dün biraz..."
Sözünü yarıda kestikten sonra " Bunları geç Antonio. Bugünkü yapacaklarımızı say lütfen bir an önce!" diye belirttim.
Derin bir nefes aldıktan sonra ajandasını açıp tek tek sıralamaya başladı: "Saat 9.00'da Mert Karay şirkete giriş yapacak. Bugün ilk toplantınız onunla ilk olarak size projeler için düşündüğü temaları sunacak. Saat 11.00'de hanımefendinin uçağı iniş yapıyor. Onu almaya siz mi gitmek istersiniz yoksa ben birisini yollayım mı?"
"Oh comme j'ai oublié ça.( Ah bunu nasıl unuttum ben). Adel bugün mü geliyordu? Tamamen aklımdan çıkmış. Bugün çok yoğunluğum var o yüzden onu almaya gidemem ama tanımadığı birisininde yollamak istemiyorum. Bu yüzden bizzat sen almaya git onu Antonio. Senin yerine de Ćherie asistanlık etsin bana sen gelene kadar. Başka bir şey var mıydı?"
"Bugün iki proje için iki firmaya randevu vermiştik ama sizin hanımefendiyi almaya gidip gitmeyeceğinizi bilmediğimizden saat ayarlayamadık. Şimdi kendilerini arayıp saatlerini bildireceğim. Son olarak da saat 17.00'de bir finans bürosuyla toplantınız var. Finansta yeni bir yapılanmaya gitmek istediğinizi belirtmiştiniz."
" Başka bir şey yoktur herhalde Antonio. İlk haftadan bana bu kadar iş yıkman gözümden kaçmadı sanma. Başka bir şey varsa da iptal et ve ertele. Akşamımı tamamen Adel'e ayırmak istiyorum. Şimdi çıkabilirsin. Mert Karay geldiğinde onu alıp direk odama gel. Bekletilmeyi sevmem biliyorsun."
Antonio odadan çıktıktan sonra Ćherie'ye telefon açıp toplantı odasına bir sade türk kahvesi yollamasını istemiştim. Bazı insanlar çaycı bazıları kahveciydi. Ben kahveci olanlardandım. Sade tirk kahvesini içmeden güne başlayamıyordum. Ćherie birkaç dakika sonra kapıyı çalıp içeri girdi ve masaya kahve fincanını bırakıp karşımda durdu ve "Avez-vous une autre demande? (Başka bir isteğiniz var mı?)" diye sordu. Ćherie'nin Türkçesi pek iyi değildi ben de o yüzden onunla fransızca iletişim kuruyordum. Aslında Türkçeyi anlıyordu ama konuşamıyordu. Ben de bu yüzden fransızca olarak cevabımı verdim: "Non Ćherie merci. Vous pouvez quitter (Yok Ćherie teşekkür ederim. Çıkabilirsin)"
Tam Ćherie çıkarken odaya Antonio ile beraber Mert Karay girmişti. Ayağa kalkmadan yanıma gelen Mert Karay'ın uzattığı eli tutup tokalaştım. "Hoşgeldiniz Mert Bey. Bakalım dediğiniz kadar işinizde iyi miymişsiniz?"
"Bugün size ne kadar iyi olduğumu kanıtlayacağımdan emin olabilirsiniz."
Elimi bıraktıktan sonra çantasından dosyalarını ve bir flash disk çıkardı ardından. Sinevizyonun yanına geçerek flash diski bilgisayara taktı. Ardından tam karşımda bir slayt gösterisi belirdi ve Mert Karay sunumunu yapmaya başladı. Sektör sektör temaları, içeriği ve bileşenlerini ayırmıştı.
"Mösyö Atalay proje için hazırladığım temalar ve konsept ile ilgili detayları size takdim ettiğim dosyada bulabilirsiniz. Ben bugünkü sunumumda ana hatlarıyla hazırladığım dosyanın vurucu olan noktalarını anlatacağım sizlere"
Tek tek tüm tema ve konseptle ilgili ana kısımları ve vurucu noktaları anlattı. Ben de bir yandan dosyadan kalan kısımları takip ettim. Sunum bittiğinde doğruyu söylememe gerekirse etkilenmiştim. İşinde bu kadar iyi olmasını beklemiyordum ama böbürlenmesini istemediğim için ciddi bir ses tonuyla :" Teşekkür ederiz Mert Bey bu sunumunuz için. Dosyayı inceleyip kararımı size bildireceğim. Değiştirilmesini istediğim kısımları da revize etmeniz için size Antonio bildirecek. Şimdi işinizin başına geçebilirsiniz."
Mert Karay sunumuna verdiğim tepkiden pek memnun olmuş görünmüyordu ama yapacak bir şey yoktu. Interminable'nin tutumuna o da er ya da geç alışacaktı. Burda mükemmel olmadıkça değer göremezdin.
Adel'in ağzından
İzmir... Egenin incisi, kıyının kraliçesi... Asırlardır herkesin sahip olmak istediği bir mesken... Uygarlıkların kurulduğu yeniden doğuşun simgesi, milletlerin yok olduğu mezarın ta kendisi. Kimisi için felaket, kimisi için cennetti. Benim içinse hiçbir anlamı yoktu buranın. Hatta insanlar bu şehre neden bu kadar anlam yüklemişti hiç anlamazdım. Zaten bu sözler de bana ait değildi. İzmir'e aşık ama aşık olduğu şehirden sürülen bir adamın hasretini yansıtan cümlelerdi bunlar esasında. Bense ülkesini tam anlamıyla tanımayan bir kadındım, onun cümlelerini anlamaya çalışmam yersiz olurdu. Ama sesinden anlamıştım özlemini. Hüznünü okumuştum gözlerinde bu cümleleri bana kurarken. Şimdi ise sürüldüğü şehri, onu sürenlerin başına yıkmaya gelen bir görevliydim sadece.
Uçaktan indikten sonra gözlerimi kapatıp gökyüzüne doğru kaldırmıştım kafamı. Güneşin yüzüme yansımasını seviyordum. Buranın güneşi bile bir farklıydı sanki. Soğuk havayla kavga eden bir havası vardı güneşin. Biri birine üstünlük sağlamaya çalışıyor ama ikisi de başarılı olamıyor gibiydi. Son zamanlarda Güneş biraz daha galip gelmiş gibiydi. Yerde erimiş olan karlar bunun göstergesiydi.
Gözlerimi açtığımda karşımda Antonio'yu görmemle biraz yüzüm düşmüştü. Ben onun için taa nerelerden gelmiştim ama o kısa bir mesafeyi tepip beni karşılamaya dahi gelememişti. Neyse ben onun ifadesini elbet alırdım. Yürüyüp elimdeki küçük siyah çantayı Antonio'nun koluna astım ve beni bekleyen otomatik kapılı siyah arabaya bindim. Ardımdan Antonio da arabaya bindi ve öne oturdu. Ardından şoföre arabayı sürmesini söyledi.
Bu tarz arabaları oldum olası sevememiştim. Filmli camlardan dışarıyı doğru düzgün görmek asla mümkün olmazdı. Ama hayatım boyunca bu arabalara mecbur kalmıştım. Yolculuk uzun sürmeyecek de olsa sıkılmamak adına koltuğun arkasındaki tableti alıp sosyal medyada gezinmeye başladım. Onun aksine ben tableti genelde dizi izlemek ya da sosyal medyada takılmak için kullanıyordum. İşle güçle çok fazla alakam yoktu. Sonuçta sanatçı insandım ben. İş güç bana gelmezdi.
Yolculuk boyunca tablette gezinmeye devam ettim. Konumumu hemen algılayan ve ortam dinlemesini çok iyi yapan sosyal medyam zaten hep İzmir ve şu an gitmekte olduğumuz Muğlaya dair şeyleri önüme çıkarıp durmuştu. Ben de böylelikle biraz ortamı incelemiş ve araştırma yapmış olmuştum. İnsan bilinmediği yerde kolay avlanılırdı. Avcı olmak istiyorsan avlanacağın yeri iyi tanıman gerekiyordu. Ben de işimi şansa bırakanlardan olmamıştım hiçbir zaman. Şu zamana kadar kafama koyduğum bir şeyi yapamadığım da olmamıştı. Mesleki deformasyondu belki de bu benim için. Genetik kodlarımın da maalesef ki bunda etkisi büyüktü.
Ben araştırmamı bitirdiğimde sonunda gelmiştik. Kapı açıldı ve Antonio inmem için elini bana uzattı. Arabadan indikten sonra şirketin içine girmemizle beraber birkaç adam hemen Antonio'nun arkasına dizildi. Antonio beni yönetim katına çıkardı ve bir odaya soktu. Ardından da: "Matmazel, Mösyö Atalay birazdan toplantıdan çıkar. O zamana kadar siz burda bekleyin lütfen. Ben Mösyö Atalay odasına geçince sizi odasına götüreceğim." diye bildirdi.
Tabi ki burda kös kös oturup onun toplantısının bitmesini beklemeyecektim. Zaten beni almaya dahi gelmemişti. Bir baskın yapmanın tam vaktiydi. "Teşekkür ederim Antonio ama gerek yok. Ben bulurum Mösyö Atalayı'nı!"
Odadan çıkıp kapıyı çarptım. Antonio da peşimden koşmaya başladı. Öncelikle Ceo yazan odaya girip onun orda olup olmadığını kontrol ettim. Odada değildi. En azından Antonio bu konuda bana yalan söylememişti. Ardından 4. kata indim. Toplantı odasının bu katta olduğunu tahmin ediyordum. Çünkü biz yukarı çıkarken bir kalabalık bu kata geliyordu. Aşağı doğru asansörle indikten sonra asansörün yanındaki kısımda bulunan yerde oturan gözlüklü kadına doğru geldim ve "Toplantı odası nerde" diye sordum.
Kadın biraz ürkmüş bir şekilde önce söylemekte tereddüt etti ardından ben "Nerde dedim" diye üzerine gidince söylemek zorunda kaldı. "İlerde koridorun sonunda"
Bir şey söylemeden hızlı adımlarla koridorun sonuna doğru ilerledim. Camdan olan toplantı odasının kapısını birden açtım ve içeri daldım. Bir kadın odanın ortasında sinevizyondan bir şeyler anlatıyordı. Bir iki yaşlı adam ve yanlarındaki kendilerine kıyasla genç olan bir kaç kişi de onu dinliyorlardı. Tabi ki masanın başında da benim biricik Atalayım oturuyordu. Atalayım beni görünce:
"Beyler ve Özgül hanım toplantı zaten bitmiş sayılır, biz sonra devam edelim izninizle. Ćherie size eşlik edecek. Ćherie, s'il vous plait, naviguez nos clients!(Ćherie, lütfen misafirlerimizi yolcu et)"
Adamlar ve sinevizyonda sunum yapan kadını adının Ćherie olduğunu anladığım kadın odadan çıkardı. Ardından Atalayıma doğru yaklaştım, sonra masanın üstüne oturdum, ki o bundan hiç hoşlanmaz, bacak bacak üstüne atıp ellerimi arkaya doğru sabitledim. Ardından da: "Bonjour, notre seul prince. Vous ai-je manqué?( Selam,biricik prensimiz. Beni özledin mi?" diye sordum.
Tavrımdan hiç hoşnut olmadığını biliyordum. Bunu kollarını çaprazlayıp gözlerini bana dikmesinden anlayabiliyordum ama bu çok uzun sürmeyecekti. Tam tamına 3.5 saniye sonrasında yüzünde bir gülümseme oluşacak ve bana gülerek hesap soracaktı. Ve öyle de oldu:
" T'es en colère?(Sen deli misin) Burda ortalığı birbirine kattın şimdi de karşıma geçip sevmediğimi bile bile bu masanın üstüne çıkıyorsun ve 'Beni özledin mi' diye mi soruyorsun. Je ne peux pas te croire, Adel.( İnanamıyorum sana Adel) Gerçi neye inanamıyorsam, klasik Adel işte. Neyse hoş geldin buraya Mon ange."
Hesabını sorup gülerek de olsa atarını yaptıktan sonra ayağa kalkıp bana sıkıca sarıldı. Sadece bana verdiği bu huzur için bile dünyayı ateşe verebilirdim. Kimseyi umursamayan bir tavrım olsa da, sevdiklerim için her şeyi yapabilen biriydim. Biraz böyle kaldıktan sonra benden ayrıldı ve geri yerine oturdu. Tam o sırada odaya Antonio girdi. Soluk soluğa kalmıştı. Ben asansörle inince o merdivenlerden beni yakalamak için 9 kat koşmak zorunda kalmıştı. "Mösyö Atalay, ben çok özür dilerim efendim. Engelleyemedim. Matmazele beklemesini söylemiştim ama beni dinlemedi. Matmazel asansöre binince diğer a...sansör de bir türlü gelmeyince mecburen 9 katı koşmak zorunda kaldım. Tekrar... tekrar beni bağışlayın lütfen!"
Cümlesini bitirdiğinde ağzından çıkmaya çalışan kahkahasını geri hapsedip gülümseyen yüz ifadesini ciddileştirdi ardından da Antonio'ya keskin bakışlarıyla bakarak: " Antonio, ben sana Madam Adelya'ya göz kulak olmanı söylemiştim. Elinden kaçırmanı değil. Neyse Antonio çıkabilirsin" dedi.
Her seferinde böyle davranıyordu. Sevse de değer de verse çalışanlarına karşı oldukça mesafeliydi. Otoritesinin sarsılmasını istemediğinden bazen bilerek sert çıkardı onlara. Altemur olmadan önce nasıl biriydi diye düşünmeden edemezdim bazen. Aslında anlattıklarından biraz tahmin edebiliyordum. Ama şu anki kişiyle aynı kişi olmadığı kesindi.
Antonio odadan çıktıktan sonra bana döndü ve: "Adel, seni 1 hafta sonra bekliyordum. Dün mesaj atmışsın ama aklımdan çıkmış tamamen bugün geleceğin. Neden erken geldin, daha doğrusu ne değiştirdi kararını da gelişini öne aldın? Halbuki benle gelmeni istediğimde pek isteksizdin. Ben belki hiç gelmezsin diye düşünüyordum."
Aslında haklıydı. Türkiye ile ilgili çok iyi anılarım yoktu. Bu kesimlere çok fazla gelmemiştim zaten. Sadece çocukken birkaç kere babamla büyükannemlere gelmiştik. Adana'ya yani. Babaannem Adananın son kalan hanımağasıydı. Çok sert bir kadındı ve onun yanına gittiğim zamanlarda çok da güzel zamanlar geçirdiğim söylenemezdi. Ama bu başkaydı. Artık gelmem şart olmuştu. Atalayımı tek başına bırakamazdım burda. Gerçi tek sayılmazdı aslında ama onu gerçek manada anlayıp ona en iyi yardım edebilecek kişi bendim.
"Evet haklısın Atalayım, sırf seni görebilmek adına 1 hafta sonrasında gelecek ve birkaç gün kalıp geri dönecektim ama aldığım bir haberden sonra kararım değişti. Doğru mu, onu mu gördün?"
Söylediğim soruyla yüzündeki ifade değişmişti. Belli etmemek adına ayağa kalkıp pencerenin önüne geldi. Kolunu pencereye dayadı ve bana dönmeden sordu: "Nerden öğrendin bunu?"
O bana dönmeyince ben yanına gelip kollarımı birleştirdim ve kararlılıkla sordum. İstediğim cevabı alana kadar vazgeçmeyecektim:
"Önemi var mı, doğru mu değil mi?"
"Tabi ya Antonio söyledi değil mi? Nasıl düşünemedim bunu. Senden ölüm kadar korkar. Bu sefer ne diye tehdit ettin adamı?"
Evet haklıydı. Bazen işlerimi çözmek için tehdite başvurabiliyordum. Ama hangimiz başvurmuyorduk ki aslında günlük hayatta. "Tamam biraz korkutmuş olabilirdim Antonio'yu ama o da hemen dökülmeseydi yani suçlu ben değilim bu durumda. Neyse konumuzu dağıtma sen. Cevap ver bana! Onu gördün mü? Sez.."
"Tamam sus! Onun adını ağzına alma demiştim. Evet gördüm. Oldu mu, tatmin oldun mu? İstediğin cevabı aldın mı?"
"Evet, oldu. Peki ne konuştunuz, ne yaptın?"
"Ne mi konuştuk? Ne konuşabiliriz Adel. Unuttun mu biz iki yabancıyız. Ben Altemurum ve benim hayatımda o isimde biri olmadı, olmayacak da. Karşısına geçtim ve eski ben olmadığımı gösterdim ona o kadar."
O böyle konuştukça endişelerim artıyordu. Bir yandan da sinirlerime hakim olmaya çalışıyordum. "Ne yaptın yani? Nasıl eski sen olmadığını gösterdin? O ne yaptı peki?"
"Adel daha ne kadar devam edecek bu sorgun? Ona gerçekleri söyledim sadece. Kerem Atalayın bir tren kazasında öldüğünü ve katilinin o olduğunu söyledim."
Ne demişti o az önce? Söylediklerinde ciddi olamazdı herhalde. Bu kadar basit bir hatayı nasıl yapmış olabilirdi. Ah sevgili Atalayım bazen çok aptallaşıyorsun ama merak etme Adelin burda. Ben her şeyi halledeceğim. Sanki gerçekten ona çok kızmış gibi bir tavır takınarak "Gerçekten söyledin mi bunu? Bu kadar acımasız olabildin mi? Peki gerçekten iyi miymiş? İyi olmasına rağmen mi yapmış bunları? Hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilmiş mi? " diye soru silsilemle onu baş başa bıraktım.
"İyiydi. Değişmişti o da. Eskisinden eser yoktu. Yoluna bakmıştı. Tam da olması gerektiği gibi artık iki yabancıyız yani."
"Gerçekten bu dediklerine inanıyor musun? Bari benden saklama. Değiştiğini biliyorum. Altemur olduğunu biliyorum. Yine de canın yanmış olmalı. Seni tanıyorum ben. 2 senedir ne kadar çabaladığını gördüm ama 2 sene önce nasıl bir enkaz olduğunu da ben gördüm. Şimdi o enkazın mimarıyla karşılaştıktan sonra bu kadar hissiz olamazsın. Acı çekiyorsun, öfkelisin, yakıp yıkmak istiyorsun biliyorum. Sıkma kendini. Özgür bırak!"
Söylediklerimden sonra daha da sinirlenmişti. Yumruklarını sıkmıştı. Dişlerini sıktığını da çenesini kitlemesinden anlayabiliyordum. Oysa hiçbir şey hissettirmemek için büyük çaba gösteriyordu ve bakışlarının sertliğinin ardına sığınıyordu. Yumruklarını çok uzun süre sıkmaması gerektiğini de öğrenmişti. 5 saniyeden fazla sıkmıyordu artık yumruklarını. Bu süreden uzun süre sıkmaya devam ederse birinin fark edeceğini öğrenmişti artık. Dışarıdan biri görse kesinlikle onun bu halde olduğunu anlayamazdı. Ama benden kaçamazdı. Çünkü onun mimarı bendim.
"Adel saçmalama istersen. O defter kapandı. Ben bir yemin ettim unuttun mu? Kimse için zayiat olmayacağım artık. Beni harcamaya bundan sonra kalkan olursa da üstüne basıp geçeceğim kim olursa olsun. Ayrıca acı falan da çekmiyorum. Merak etme sen!"
Kendini iyi saklıyor olabilirsin Atalayım ama benden saklanamazsın. Beni ebeyle karıştırdın herhalde, unuttun galiba ben ebe değil bu oyunun kurucusuyum. Onun kabuğunu çatlatacak son bir hamlem vardı. Onu harekete geçirmek için ağzımdan o kelimeyi çıkardım "Kerem..."
Bu kelimeyi duyduktan sonra cama yasladığı kolunu çekti ve gidip masaya yumruğunu vurdu. "Sana o ismi kullanma demiştim" Ardından önündeki sandalyeyi itekleyip duvara yumruklarını geçirmeye başladı. Öfke patlaması yaşıyordu şu an. Aslında tam olarak istediğim de buydu.
Ben Adelya Demirhan. Bu hikayeyi başa saran bendim. Enkazdan şaheser yaratan yegane sanatçı da bendim. Kokmuş bir cesetten, huzur kokan bir adam çıkaran kadın benim. Sürgüne yollanan bir karanlık mahkumunu sürüldüğü şehre ellerimle ben koydum. Kerem bana bir hayat bağışladı. Ben de ondan bir hayat daha çıkardım. Onu Altemur Atalayı dönüştürüp hayatını elinden alan kadının başucuna yolladım.
O içindeki karanlıkla savaşacak kadar güçlü, o karanlığı çekilmemek adına her şeyden vazgeçti. Bense yıllardır içine doğduğum karanlığın içinde ateş böceği misali aydınlık kaldım. Ama şimdi bana bir hayat bağışlayan bu adam için gerekirse karanlığın kendisi olmaya hazırım. Bu hikayeyi bu defa ben yazacağım. Ve bu hikayenin sonunda onun hayatını çalan herkesin hayatını elinden alacağım.
Yanına gidip tam duvara yumruk atacakken elini tuttum. Sonra onu kendime çevirdim ve gözlerinin içine baktım ve alnımı alına yasladım. Derin derin nefes alırken nefeslerimiz birbirine karıştı be ona kim olduğunu hatırlattım: "Sen Altemursun, Altemur Atalaysın sen. Kim olduğunu unutma. Kimsenin unutturmasına da izin verme! Nasıl Altemur olduğunu asla unutma!"
2 sene önce
Adam yıkıktı, adam bedbahtı, adam yok olmuştu. Bedeninde ruh denen şeyden eser kalmamıştı.
Birini yok etmek istiyorsanız onun zaaflarını kullanın. Onu yaralarından vurun. Hatalarını, en büyük korkularını önüne serin. En büyük korkusunu fısıldayın kulağına. Kim olduğunu unutturun. Herkesin en çok suçladığı yerden alın gardınızı. Sonra arkanıza yaslanın ve çöküşünü izleyin. Birini yok etmenin en kolay yolu budur çünkü. Kolay kolay da es geçmez. Sapma payı ise çok azdır. Çünkü insan inandıkları için yaşar. Kendine inananlar için hayatta kalır.
Birinin nefesini elinden almak istiyorsanız illa katil olmanıza gerek yoktur. İlla elinize aldığınız bıçağı tam böğrüne saplamanız gerekmez. Yalnızlaştırmanız yetecektir. Yalnızlaşan biri, suyu kesilmiş ama damlatmaya devam eden bir musluğa benzer. Ne suyu gürül gürül akıtabilir ne de tamamen durulabilir. Gücü bitene kadar, tükenene kadar enerjisini sömürmeye devam eder. Etrafındaki insanların sinirlerini zıplatır, boğazını gıcıklandırır ama durmaz. İşte yalnızlaşan birinin de nefesi kesilir ama soluğu tam anlamıyla durmaz. Aldığı her nefeste ciğerleri tıkanır, çektiği acının bini bir paradır ama ne acısı biter ne ölebilir.
Birini yaşarken öldürmek istiyorsanız onu en çok inandığı yerden vurun. İnsan inandığı yerden vurulunca, kopar çünkü. Hayatla olan son dalını da kırar. Çünkü beklememiştir. En çok inandığı yer onun cehennemi olmuştur. Sırtını yasladığı dağ, yanardağ alıp onu içine çeker. Sevdiği, huzur bulduğunu sandığı, evi sayıp gerisini görmezden geldiği kalp onun mezarı olur. Omuzlarından bastırıp onu bataklığına çeker.
Gözlerinin içine bakar sonra inandığı yerin, hayalkırıklığı düşer gözlerine. "Herkes tamam da sen bana bunu nasıl yaptın" diye sitem eder içten içe. Ama nafiledir. Ne inandığı yer, ne huzur bulduğu kalp onun değildir artık. Bir yabancının mahzenine dönüşmüştür. O anda tüm gemileri yakar. Zaman durur. Hayatı elinin tersiyle iter insan. Sonrasında ondan geriye bir şey kalmaz...
İşte adam da böyleydi 2 sene boyunca. Bir o yana savruldu, bir bu yana. Kabullenemedi ilk zamanlar. Hiçbir yere sığamadı. Bindiği trenin onu uzaklara götürmesini dilemişti. Dileğini bu defa hayat duydu. Allah duasını kabul etti. Ve genç adam kendini birden Korsika'da buldu.
Kendini bir şekilde kurtarması gerekiyordu. Kendini kurtarmayanı hayatın kurtarmayacağını ve kimseyi kendisini kurtarması için göndermeyeceğini biliyordu. Yine de bilmek yetmiyordu. Zaten kurtulmak istemiyordu.
Genç adam yine uyandığına lanet ettiği bir güne uyanmıştı. Ne kadar çabalasa da hayat ölmesine izin vermiyordu. Kendisinden alacağı da kalmamıştı halbuki. Borca girmeye başlamıştı hatta. Daha neyin kavgasını verdiğini artık kestiremiyordu genç adam hayatın.
Kırık dökük, nuh tarihinden kalmış köhne bir pansiyonda kalıyordu. Gerçi ona da kalmak denirse. Sabaha kadar sokaklarda bir o yana bir bu yana gitmeye başlamıştı. Kullandığı ilaçlardan kafası artık pek yerinde değildi. Belki de bu yüzden ne yayları çıkmış olan gıcırdayan yatağını ne de yatağının çevresinde cirit atan fareleri umursuyordu. Odasındaki küf kokusunu dahi duymaz olmuştu. Yan odadan sürekli gelen kahkaha sesleri ise tek sorunuydu. Seslere olan hassasiyeti gittikçe artmıştı. En ufak bir şeyde bile sinirlerini kontrol edemez duruma gelmeye başlamıştı. Sesler onun tetikleyicisiydi. İlaçların yan etkisiydi hep.
Küf kokan dolabından siyah ispanyol paça kumaş pantolonunu çıkarıp üstüne de arkası hafif uzun önü ona kıyasla kısa olan asimetrik kesim bir gömlek aldı. İkisini üstüne geçirdikten sonra gömleğinin ön tarafını pantolonunun içine sokup yatağının ucuna astığı kaşesini aldı. Ardından masanın üstünden deri evrak çantasını alıp odasından çıktı.
Odasından çıkar çıkmaz yan odasında kalan rus çiftle karşılaştı. Yine her zamanki gibi sarmaş dolaş çıkmışlardı odadan. Artık çift görmeyi bırakın insan bile görmek istemez duruma gelmişti. Tamamen kabuğuna çekilmişti. Bu yüzden artık alıştığı için onları umursamadan merdivenlerden indi. Resepsiyona odasının temizlenmesi için oda anahtarını bıraktı. Haftada 1 kez odayı üstünkörü temizliyorlardı. Ama rutubeti engelleyemedikleri için fareler ne yapıp edip geri geliyorlardı. Artık genç adam onları beslemeye dahi başlamıştı. Yalnızdı çünkü. Belki de o fareleri kendine yoldaş bellemişti.
Pansiyondan çıktıktan sonra her zamanki gibi kahvaltısını yapmak için aynı kafeye doğru yol aldı. Kafe caddenin sonundaki ikili ayrımın ortasında bulunuyordu. Mimarisi güzel tasarlanmış olan binalardandı. Bugün yağmur yağacağa benziyordu. Ama genç adam yine de şemsiyesini almayı tercih etmemişti. Kafeye doğru yürürken tahmin ettiği gibi sağanak yağmur bastırdı birden. Kafeye girene kadar oldukça ıslanmıştı. Kafenin kapısında bulunan ziller her bir kimse girdiğinde çalıyordu. Bu kafeyi ne kadar sevse de kendisini en rahatsız eden tarafı buydu. Kapı kapandıktan sonra kafasındaki suyu biraz üstünden atmak amacıyla eliyle saçlarını bir öne bir geriye götürdü. Kaşesini çıkarıp kapının yanındaki askıya astı ve her zamanki oturduğu yere oturdu.
Oturduğu yer sırtının kapıya dönük olduğu nadir masalardandı. Burada hem çalışması hem de odaklanması daha rahat oluyordu. Kafeyi siyahi bir kadın işletiyordu. Genç adamı da oldukça severdi. O masaya oturduğu an filtre kahvesini ve Kruvasanını masasına getirirdi. Genç adam da bir yandan kahvesini yudumlar bir yandan da tezini yazmaya koyulurdu. O gün de yine aynısını yapmıştı.
Kahvesi ve Kruvasanı geldikten hemen sonra ziller tekrar çalmıştı. Kapıdan bir çift girmişti. Hemen arka masasına oturmuşlardı ve oturduktan 5 dakika kadar sonra kavga etmeye başlamışlardı. Kadın hamile olduğunu ve artık ailesi ile tanışması gerektiğini babasının bu konuda hassas olduğunu söylüyordu. Adamınsa bu durum zerre umrunda değildi. Aksine bebeği aldırmasını söylüyordu. Bunun üzerine kadın:
-Johan Je veux donner naissance à cet enfant. Ceci est notre bébé. Si tu m'aimes, tu dois me laisser donner naissance à cet enfant( Johan ben bu çocuğu doğurmak istiyorum. Bu bizim bebeğimiz. Beni seviyorsan bu çocuğu doğurmama izin vermek zorundasın)
-Adel, je ne veux pas d'enfants. Je ne suis pas encore prêt pour ça. Aussi, qu'est-ce que cela a à voir avec le fait que je vous aime ou non? (Adel, ben çocuk falan istemiyorum. Buna daha hazır değilim. Ayrıca seni sevip sevmememle bunun ne alakası var?)
-Parce que si tu m'aimes, il fait partie de moi, tu dois l'aimer aussi (Çünkü beni seviyorsan o da benim bir parçam onu da sevmek zorundasın)
-Adel, tu as commencé à être idiot maintenant. J'ai dit que je ne voulais pas que ce soit fini. Quelle réunion de famille, ça va bien comme ça. La famille, le bébé ou quelque chose me rendra sombre. Et ça ne vous dérange pas bébé ou quelque chose comme ça, il fait déjà froid. Je peux aussi voir que tu as froid. Dans ce cas, vous ne pouvez pas rentrer chez vous. Il y a une auberge à proximité, allons-y et je vous réchaufferai. Nous nous amuserions aussi
(Adel saçmalamaya başladın artık. İstemiyorum dedim bitti. Hem ne aileyle tanışması, biz bu şekilde iyiyiz. Aile, bebek falan kasar beni. Hem sen boşver bebeği falan hava soğudu zaten. Üşüdüğünü de görebiliyorum. Bu halde eve gidemezsin. Bu yakınlarda bir pansiyon var, oraya gidelim hem ben seni ısıtırım. Biraz da eğlenmiş oluruz)
Adam son söylediğinden sonra ayaklanmıştı ve kadını kolundan çekip götürmeye çalışıyordu. Kadın artık bağırmaya başlamıştı. Yağmurdan dolayı kafede şu an o çift ve genç adamdan başka kimse yoktu. Genç adam yine umursamadı. Elindeki tabletten bir şeyler aramaya devam etti. Kahvesini kafasına diktiği sırada bittiğini fark edip hiçbir şey olmamış gibi "(Bir kahve daha lütfen!)" diyerek kaldırdığı elini geri indirdi.
Adam'da bu sırada kızı kapıya kadar sürüklemişti. Genç kadın artık kimsenin yardım etmeyeceğini kabullenmişti. İkisi beraber kafeden dışarı çıktılar. Bu sırada genç adamın kahvesi gelmişti. Genç adam elini yumruk yapıp bu sırada masaya vurdu. Kahve fincanı sallanmış ama düşmemişti. Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı ve "En kötü ihtimalle biraz dayak yemiş olurum. Kısa günün karı" diye düşünüp sadece kaşesini alıp yakasını biraz kafasına doğru çekip kafeden eşyalarını almadan hızlıca çıktı.
Sağına soluna bakıp çifti görmeye çalıştı. Ama yoklardı. Bu civardaki tek pansiyonun kendi kaldığı pansiyon olduğu aklına gelince pansiyona doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan da sürekli etrafına bakıyordu. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Pansiyona varmadan önceki sokakta sonunda adam ve kadını gördü.
Kadın adamı duvara sıkıştırmış sağlı sollu tekmelerini adama geçiriyordu. Tekme atmaktan hırsını alamadığından olsa gerek yüzüne yumruklar geçirmeye başlamıştı. Genç kadın kimliğini açığa çıkarmak pahasına da olsa adama karşı koyup ona haddini bildirmesi gerektiğine karar vermişti. Adam yalvarmalarından sonra son çare olarak tekrar kadına elini uzatmıştı. Tam bu sırada kadın adamın bileğinden tutup ters çevirdi:
"Nique ta race, je t'aimais. J'ai imaginé. Alors qu'est-ce que tu as fait? Tu pensais que j'étais une de ces salopes avec lesquelles tu pourrais me coucher. Mais je suis Adelya Demirhan. Ce nom de famille vous semble-t-il familier? (Irkını sikeyim, ben seni sevmiştim be. Hayaller kurmuştum. Peki sen ne yaptın? Beni sadece yatağa atabileceğin fahişelerden sandım. Ama ben Adelya Demirhanım. Bu soyad sana tanıdık geliyor mu?)
Adam kadının söylediklerini duyunca dudağından gelen kanı elinin tersiyle sildi ve: "Sale salope, je savais qui tu étais depuis le début C'est pourquoi je t'ai approché. Dites bonjour à votre père de ma part, il y a une salutation de Johan Breci de Breci.
(Pis fahişe, başından beri senin kim olduğunu biliyordum. Sırf bu yüzden yaklaştım sana. Babana benden selam söyle Brecilerden Johan Breci'nin selamı var de o anlar.)" cümlesini bitirdikten sonra ıslık çaldı.
Islık çalmasından sonra birden sokakta 20'ye yakın adam belirdi. Adamlar aynı anda kadına saldırmaya başladılar. Johan: " Surtrout frappe le ventre de ta pute, ne laisse pas vivre le salaud dans ton ventre (Özellikle karnına vurun şu kevaşenin, karnındaki piç yaşamasın!) diye adama bağırıyordu.
Genç adam bu sözü duyması üzerine artık daha fazla izleyememişti. Sokağa girdiği gibi Johan'ın karnına tekmesini geçirdi. Johan geriye sendeleyip arkasındaki çöp variline doğru düştü. Ardından genç adam kadına vurmaya devam eden adamları tek tek ayırdı. Kadın düştüğü yerden destek alarak ayağa kalktı ve sırtını adama verdi. Genç adam sadece 5-6 adamı halledebilmişti geriye kalan adamlar halen saldırmaya devam ediyordu.
Genç kadın elleri uygun pozisyonda adamların saldırmasını beklerken genç adama da sordu: "N'es-tu pas l'homme que je viens de voir dans le café? Vous n'y avez pas aidé. Pourquoi es-tu venu maintenant (Sen kafedeki adam değil misin? Orda yardım etmemiştin. Şimdi neden geldin peki?)
Adam kadına cevap vermedi. Tam o sırada adamlar aynı anda hem kadına hem adama saldırmaya başladılar. İkisi de dövüş sanatlarını biliyorlardı. İkisi beraber 5'er 5'er gelen adamları alt ediyorlardı. Birinin üstüne bir adamın arkadan yaklaştığını gören bir diğerini kolluyordu. Kadının karnındaki sancılar son birkaç adam kaldığında daha da şiddetlenmişti. Son adama tam saldıracağı sırada karnına giren bir sancıyla kadın dizlerinin üzerine çöktü.
Bunu fark eden adam kadının üzerine gelen adama dönüp şah damarına yakın bir noktaya düz bir şekilde elinin yanıyla vurdu. Adam yere yığıldığı sırada tam kadına elini uzatacakken yere yığılan adamlardan biri boğazına yapışıp genç adamı boğmaya çalıştı. Dirseğiyle genç adam, adamın göğsüne vurmaya başladı. Bu sırada sırtı kadına dönük kalmıştı. Tam da bu anda Johan bayıldığı yerden kalkmıştı.
Genç adamın sırtının dönük olmasından faydalanıp cebindeki çakıyı çıkardı ve kafasını yere eğmiş kadının sırtına sapladı. Kadın oa anda çığlığı bastı. Çığlığı duyan adam son vurduğu hamleyle boğazına yapışan adamı devirdi. Johanın kaçmaya çalıştığını görünce yere düşen çakıyı bacağına sapladı. Ardından kadını kucağına aldığı gibi koşmaya başladı.
Hastahane iki sokak aşağıdaydı. Bulundukları mevkide birçok şey birbirine yakındı zaten. Kadın aldığı bıçak darbesinden sonra bilincini kaybetmişti. Tüm karnı ve sırtı kan içindeydi. Hastahaneye geldiklerinde kadını direk ameliyata aldılar. Adam kapıda beklemeye başlamıştı. Yaklaşık 2 saat süren ameliyattan sonra doktor ameliyathaneden çıktı. Kadın yaşıyordu ama bebek ölmüştü. Bunu duyan adam sinirlerine hakim olamadı. Kurtaramamıştı işte. Onun yüzünden bir masum daha can vermişti. Ne kadar kaçmaya çalışsa da kim olduğunu değiştiremiyordu. Katildi işte daha fazlası değil.
Doktordan izin alıp kadının yanına girmek istedi ama doktor ancak odaya alınınca görebileceğini söyledi. Bunun üzerine adam beklemeye koyuldu. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovaladı. Yaklaşık 2.5 saat sonra müşahade odasından genç kadını çıkarıp odaya almışlardı. Genç adam bunu öğrenince hemen kadının odasına girdi.
Başucuna dikilip gözlerinin içine baktı. Genç kadın yavaş yavaş uyanmaya ve gözlerini açmaya başlamıştı. Gözlerini açtığı anda istemsizce "Neredeyim ben?" diye sordu. Kadının Türkçe konuştuğunu gören adam bir kere daha şaşırmıştı yine de çok üzerinde durmadı.
"Şu an hastahanedesin. En son ne olduğunu hatırlıyor musun?"
Adamın da Türkçe konuştuğunu duyan kadının gözleri fal taşı gibi açıldı. Ardından şaşkın gözlerle adama döndü: "En son sokakta adamların saldırısına uğradığımı hatırlıyorum. Sonra...sonra siz geldiniz. Beni kurtardınız onların elinden. Ama... ama o zaman ben neden burdayım? Ne oldu bana? Be...bebeğim iyi mi?"
Genç adam ne diyeceğini bilemedi. Bu durumda ne denebilirdi ki zaten. Adamın sükuneti kadını harekete geçirdi. Elini karnına götürdüğü anda içindeki boşluğu hissetti. İşte o an ağzından kopan feryad tüm Kostarikadan duyuldu.
Yeni anne olacağını öğrenen bir genç kadın da olsa anne anneydi çünkü. İlla doğurması gerekmiyordu anne olmak için. Daha rahmine düştüğü ilk anda anne oluyordu kadınlar. İliklerine kadar o bebeği hissediyorlardı. Onları kucaklarına alacakları o anı daha hamileliklerini ilk öğrendikleri anda düşlemeye başlıyorlardı. Hayaller kuruyorlardı.
Bugün Adel'in kurduğu hayalleri ise hayat yıkmıştı. Bebeği daha doğmadan toprak olmuştu. Daha doğrusu bir mezarı bile olamayacaktı onun. Babasının karanlığı ondan yine değer verdiği bir şeyi almıştı. İnsan hep kaçtığına tutuluyordu galiba. Karanlık ne yaparsa yapsın onun peşini bırakmıyordu.
Genç adam kadının ağlayan gözyaşlarını sildi, sıkıca sarıldı ona. O an adam bir yemin etti. O bebeği koruyamamıştı ama bu kadını ne pahasına olursa olsun koruyacaktı.
💧💧💧
Aradan günler geçti kadının hastahaneden çıkacağı gün geldi çattı. Bu süreçte kadın hiç konuşmadı adam da hiçbir şey sormadı ama her gece başında bekledi kadının. Bir an gözünü dahi kırpmadı. Kadının dikişleri henüz alınmamıştı, tek başına yürümekte zorlansa da mecbur kalmadıkça adamdan destek almamaya çalışıyordu. Hastahanenin çıkışına kadar bu şekilde yürümeye devam ettiler. Hastahanenin çıkışına geldiklerinde kapıda taksi bekliyordu.
Genç adam kadının gideceği yere kadar beraber gelmeyi teklif etti kadına. Ama kadın istemedi. Tek başına hayatta kalmaya alışmıştı çünkü. Taksinin kapısını adam açtıktan sonra tam kadını arabaya bindirmeye çalışırken kadın durdu. Ardından adama döndü ve: "O kadar zaman yanımda oldun. Hiçbir mecburiyetin yokken hayatımı kurtardın ama ben senin daha adını bile bilmiyorum. Bana adını söyler misin?"
Genç adam tereddüt etti. O kadar uzun zamandır adını söylememişti ki. Söylemeye yeltendi ama söyleyemedi. Cebinden cüzdanını çıkarıp kimliğini göstermekle yetindi. Kadın adamın yaptığına anlam veremese de kabul etti davranışını. Kimliğinde yazan ismi okudu. Kimlikte: Kerem Atalay yazıyordu. Kafasını tamam anlamında salladıktan sonra taksiye bindi. Taksi tam gidecekken taksiyi durdurup camı açtı: "Ben de Adelya Demirhan. Memnun oldum Atalay. Peki seni nerden bulurum?" diye sordu.
Genç adam bu seferde pansiyonun kartını vermekle yetindi. Kadın kartı alıp asker selamını verip camı kapattı ve taksiyle oradan uzaklaştı.
Kadın oradan uzaklaşırken adamın aklında yer edinen tek bir cümle vardı. Kadının dudaklarından dökülüp adamın beynine kazınan kelimeler dizesi...
"Hayatımda aydınlık olacak tek şeyi neden aldın baba?"
💧💧💧
Aradan günler geçti. Adamın her günü bir diğerinin aynısıydı. Kendini helak etmek için her yolu denese de başarılı olamıyordu. O gün hastahaneden çıktıktan sonra bir daha Adelyayı görmemişti genç adam. Aklının bir yerinde yer etmişti kadın. Uzun zamandır düşünmeyen beyninde düşünceler filizlenmişti yeniden onun sayesinde. Adını söyleyemese de adını sormuştu ona. Kim olduğunu unutan bir adama adını sormak ne kadar makuldu bilinmez. Merak etmeyi unutmuş bir adamın kalbine merak tohumları ekmişti kadın. Ölü toprağında çiçek açar mıydı adamın? Kadın yok olmaya yüz tutmuş hayatına dokunmuştu adamın. Şimdi kaybolup gitmesi her şeyi başa sarmaz mıydı? Sitem mi ediyordu acaba ona?Kimseye yaklaşmayan, dünyaya kendini kapatan adama bu kadar derin bir olayla yaklaşmışken onu tekrar yalnızlığına terk ettiği için kızıyor muydu acaba ona? Emin olamıyordu adam.
Adam düşüncelerinin içinde kaybolmak üzereyken hayat ona bir işaret gönderdi. Kapı çalmıştı, halbuki oda servisi yoktu burada. Tanıdığı kimse de yoktu kapısını çalacak. Adamın aklında "Adelya mı geldi" sorusu belirmişti o anda. Ondan başkası olamaz diye düşünmüştü ya da onun olmasını temenni etmişti, bilinmez.
Genç adam kapıyı açtığında şaşkınlık ve hayal kırıklığı bir anda ortaya çıkıvermişti. Kapıda 3 tane takım elbiseli adam vardı. Genç adam hiçbirini tanımadığından yanlış geldiklerini düşündü. Ardından durumu anlamak adına adamlara şaşkın bir ifadeyle sordu: "Qui appeliez-vous? (Buyrun kimi aramıştınız)"
Adamlardan en önde olan o anda Türkçe konuşmaya başladı. Genç adam bunun üzerine daha da şaşırmış olsa da belli etmemeye çalıştı ve kulak kesildi: "Kerem Atalay değil mi? Biz size bir yere kadar eşlik etmek istiyoruz. Sizinle görüşmek isteyen biri var. Bu arada Adelya Hanımın selamını getirdim size. Buyrun gidelim!"
Adam sözünü bitirdikten sonra eliyle yol verip bir adım geri çekişmişti. Genç adam Adelya'nın adını duyunca gidip gitmemekte tereddütte kalmış olsa da paltosunu alıp adamları takip etmeyi tercih etti. Kaybedecek bir şeyi yoktu çünkü.
Adamlarla beraber siyah bir arabaya binip şehrin dışına doğru yol almaya başladılar. Şehirden biraz uzaklaştıktan sonra ormanlık bir araziye girmişlerdi. Neredeyse 2 senedir burada yaşıyor olmasına rağmen bu taraflara hiç gelmemişti. Hatta burada orman olduğundan dahi habersizdi.
Ormanın içindeki yolda biraz ilerledikten sonra büyük bir malikaneden içeri girmişti araç. Malikanenin önünde araba durduktan sonra kendisiyle iletişim kuran adam genç adama yol gösterdi. Beraber malikaneden içeri girdiler ve adam genç adamı salona kadar getirdi: "Kerem Bey siz burda bekleyin lütfen. Beyefendi birazdan sizinle görüşecek. Bu arada ben Antonio. Bir ihtiyacınız olursa tam şurada bekleyen adama söyleyebilirsiniz. O bana ulaşacaktır. Lütfen oturun, size bir şeyler ikram edelim."
Sözlerini bitirdikten sonra genç adam bir şey istemediğini ifade edince Antonio odadan ayrıldı. Genç adam malikaneyi incelemeye başlamıştı. Beyefendi diye kastettiği kişi kimdi ve onla neden görüşmek istiyordu? Bu kadar zengin ve güzel bir kadının Johan denen o çapulcuyla nasıl bir alakası olabilirdi? Yine kafasında sorular oluşmaya başlamıştı. Adelya umursamaz olan aklının altında yatan asıl benliği harekete geçirmişti. Bastırdığı tüm duyguları yavaş yavaş onun sayesinde ortaya çıkacaktı ama henüz bunun farkında değildi.
Biraz beklemesinin ardından saçları ağarmış, kırışıklıkları yüzünün bir çok kısmında yer alan, keskin yüz hatlarına sahip biraz ürkütücü bir adam içeri girmişti. Ürkütücü görüntüsünün aksine genç adamı oldukça iyi karşılamıştı. Genç adamın yanına gelip elini uzattı ve tokalaşırken "Buraya gelmene çok sevindim evlat" dedi.
Ardından koltuğa oturup genç adama da oturması için işaret etti. Fazla beklemeyi sevmeyen biri olduğu belliydi. Hemen sadede gelenlerdendi, tavrından bu anlaşılıyordu. Bu yüzden hemen lafa girdi:
"Evlat, sen şimdi bunlar kim ve beni neden buraya getirdiler diye merak ediyorsundur. Merak etmekte de haklısın. Ben Hâdi Erol Demirhan, Adelya'nın babasıyım. Kızımın hayatını kurtarmışsın. Bunun için sana teşekkür etmek istedim. Benden bir dileğin varsa her ne olursa olsun yerine getireceğimi emin olabilirsin. Bundan sonra artık sen de benim bir oğlum sayılırsın. Bunu bilmeni istedim. Bu yüzden hem bunları sana söylemek hem de seninle bizzat tanışmak adına çağırdım seni buraya."
Genç adam, beyefendinin söylediklerinin üzerine ne diyeceğini bilememişti. Biraz duraksadıktan sonra konuşmayı o devraldı:
"Ben de tanıştığıma memnun oldum Hâdi Bey. Ben çok önemli bir şey yapmadım. Kim olsa aynı şeyi yapardı. Söylediklerini çok değerli ama teşekkür ederim bu hayat adına kimseden isteyebileceğim bir şey yok. Sadece siz de izin verirseniz gitmeden önce Adelya Hanımı ziyaret edip nasıl olduğuna bakmak isterim."
"Böyle dediğine göre hayat sana çok yanlış davranmış evlat. İnsan yaşadıklarını seçemiyor da değiştiremiyor da. Hayatın eline iplerini verirse canına okunmaktan gocunmaz. O yüzden kendi kaderini kendin yazmalısın. Eğer ki hayat elindeki kalemi bırakmamakta ısrarcı ise gerekirse o eli kırmalısın. Neyse tabi ki Adelyayı görebilirsin. Antonio, seni Adelyanın odasına götürecek."
Elini şıklatması üzerine arkasında dikilen adam koşup odadan çıktı. Birkaç dakika sonra Antonio gelmişti. Genç adamı alıp üst kata çıkarıp bir odanın kapısına kadar getirdi. Ardından kapıyı tıklatıp genç adamı orda bırakıp uzaklaştı.
Genç adam, malikanedeki kimsenin tavırlarına anlam veremiyordu ama daha fazla sorgulamamaya karar vermişti. Antonio'nun kapıyı çalmasından bir süre geçmesine rağmen ses gelmemişti. Genç adam "Adelya" diye seslenip kapıyı çalmaya devam etti ama halen ses yoktu. Genç adamın içini kara bulutlar kaplamıştı bir anda. Kötü bir şey olmasından endişelenip daha fazla dayanamayıp kapıyı kırdı ve içeri girdi. Girdiğinde karşılaştığı manzara kalp atışlarının maratona katılmasına sebep olmuştu.
Karşısında tavanda asılı bir şekilde Adelya sallanıyordu. Henüz sandalyeyi devirdiği belliydi. Elleri refleks olarak boynuna doğru gidiyordu. Adam koşup Adelyanın bacaklarından tuttu ve bacaklarını yukarı doğru kaldırdı. Ardından ipi asılı olduğu yerden çıkardı.
Kadını yere yatırdığında soluk alışverişi çok düzensizdi. Nefes alamıyordu. Genç adam bunun üzerine suni teneffüs yaptı ama fayda etmiyordu. Kalp atışlarını da hissedemez olmuştu. Bunun üzerine kalp masajı yapmaya başladı. Sonunda kadının nabzını tekrar almaya başlamıştı. Kadın yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Tam bu sırada kapıya adamlar yağılmıştı. Genç adam eliyle hepsine yol verdi. Adamlar itaat konusunda ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bunun üzerine Antonio hepsine kapıdan ayrılması emrini vermişti.
Kadın kendine gelince hıçkırıklara boğuldu. Adama dönüp var gücüyle adamın göğüsünü yumruklamaya başladı. Bir yandan da adama sitem ediyordu: "Beni neden kurtardın, neden...neden?"
Bağırışları tüm malikanede yankılanıyordu. Genç adam kadına sımsıkı sarıldı. "Geçecek" dedi, geçecek. "Ben yanındayım, korkma!"
Bazen tek bir kelime insanın özüne değerdi. Bir insanı hayata bağlamaya yeterdi. Bazen bir yabancının sözleri sizin hayatınıza dokunabilirdi.
Genç adam kadını önce sımsıkı sıkıp sarmalamıştı, sonrasında ise sarsıp gerçekleri önüne sermişti:
"Adelya, kendine gel! İlk ayağın tökezlediğinde vazgeçemezsin. Sana verilen canı senin almak haddine değil. Alıp satabileceğin, sıkılınca çöpe atabileceğin bir oyuncak değil hayatın. Tek kandırılan kadın sen misin? Tek vazgeçilen insan sen misin? Tek senin yaraların mı var? Kaç kadın var her gün kocasından dayak yiyen, babası tarafından satılan, töre uğruna toprağa gömülen, daha 15'ine gelmeden anne olan... Senin acının onlarınkine ne üstünlüğü var. Onlar her acısına rağmen yaşamaya çalışıyor. Kendilerini görmezden gelen her insan evladına inat yaşamaya çalışıyor. Senin onlara ihanet etmeye ne hakkın var? Herkes terk edilir. Ben de terk edildim. Her gün ölmek için yalvardım, her yolu da denedim. Ölmem tüm insanlığa hediye olurdu emin ol! Ama hayat ölmeye bile layık görmedi beni. Ben kötüyüm Adelya. Senin korktuğun her şeyin can bulmuş hali benim. Senden bebeğini alan adamdan hiçbir farkım yok benim. Katilim ben! Ölmek en çok benim hakkımken benim hakkım olana sahip olmaya çalışman hadsizlik değil mi? Bu yüzden ben ölmeden sana ölmek yok! Sen benim gibilere inat yaşamalısın!"
Adelya'nın genç adamın söylediklerinden sonra göz yaşları durmuştu. Etkilenmişe benziyordu. O kadar söylediği şeyden sonra sadece şunu söylemişti genç kadın: "Sen katil değilsin!"
Şeytan olduğunu söyleyen şeytana 'hayır, değilsin' demekten farksızdı bu dediği genç adam için. Yine de bir yabancı ona inanmıştı. Hem de onu hiç tanımamasına rağmen. İnanmak istemedi kadının dediğine adam bu yüzden karşılık verdi: "Yanılıyorsun, beni tanımıyorsun!"
Kadın bunun üzerine elini adamın kalbine koydu ve: "Hayır yanılmıyorum. Ben şurana inandım senin. Bir yabancı için hayatını tehlikeye atan biri katil olamaz. Senin şuranda kalbi kanayan bir çocuk var. Görebiliyorum ben onu. O bunu yapmış olamaz. Sen benim hayatımı bir değil iki kere kurtardın. Sen kötü değilsin, kendini buna inandırmaya çalışıyorsun. Sen kendinden kaçıyorsun Kerem Atalay. Adını söylemeye dahi cesaretin yok senin ama izin verirsen bana hediye ettiğin bu yaşamı seni baştan yaşatmak için harcarım. Bana bahşettiğin hayatın bedelini hayatını yeniden yazarak öderim sana. Buna da isminden başlarım. Var mısın?"
Adam kafasını sallamakla yetindi. Bunun üzerine kadın kulağına doğru yaklaştı ve fısıldadı: "Yeni hayatının ilk günü sana yeni bir isim hediye etti Kerem Atalay. Bundan sonra sen Kerem değilsin. Sen Altemursun. Ve Altemur Atalay, ben Adelya Demirhan adını hak etmen için hayatımı ortaya koyacağım"
O gün iki yabancının kalpleri birbirine tutunmuştu. Yaşamaktan vazgeçen iki beden hayatı tekrar solumuştu. İki kanadı kırık kuş yaralarını umursamadan kanat çırpmaya yemin etmişti. Kadehler kırılmış, kırmızı şarap geçmişin üstünü kaplamıştı. Dönüşümün ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Bir adam, bir kadın yeni bir hikayenin ilk satırlarını kaleme almıştı.
Evet arkadaşlar yine istediğim yerde bitiremedim bunun için üzgünüm doğrusu. Bazen akışa ben değil karakterler yön veriyor o yüzden böyle bir bölüm oldu. Umarım beğenirsiniz.
-İlk bölüm sorumuz belli şarkı seçiminde çok zorlandım o yüzden siz ne seçerdiniz?
-Adel hikayemizin kötü karakterlerinden biri mi olur sizce? Adel hakkında ne düşünüyorsunuz?
-Sizce Altemur için Adel ne ifade ediyor?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top