Buzdan kalp
Evet sonunda sınavlarım bitti ve yazmaya dönebildim. Ama içime sinen bir bölümü yazmak biraz zaman aldı. Gerçi pek sindiği de söylenemez ama olduğu kadar artık. Hadi bakalım elleriniz dert görmesin. Yıldızlar ve yorumlar hareketlensin.
Zahid bizi tan eyleme-Kemal dinç/Kadir doğulu
Aşkın alfabesi-Onur Akın
Sezen'in ağzından
Uzaklaşıyordum ansızın başlamaktan vazgeçtiğimden. Şans vermeyi dahi hakir gördüğüm o histen... Vazgeçmem ona değildi aslında. Kişisel algılamamalıydı kimse. Ne elini tutamadığım kara gözlü adam ne de hayatın kendisi... Ya da üstüne alınabilirdi hayat tüm gerçekliğiyle, belki bir nebze olsun utanırdı o zaman bana reva gördüğü bu adalet dağıtımından. Hani herkese eşit davranmıyor biliyoruz ama bana da bu kadar zorba olmamalıydı yine de. En azından bedenime yüklediklerinin acısını ruhumdan çıkartmamalıydı.
Bir yanımı da özgür bırakmalıydı en nihayetinde. Ahvalimi zalimlerin ellerinde oyuncak etmemeliydi. Biraz da olsa dost olmaya çalışmalıydı benimle. Ama yapmamıştı işte...
Her attığım adımda koca bir hayatı geride bırakıyor gibiydim. Hz. Musanın kızıl denizi yarışı gibi ben de acılarımı yara yara geçiyordum bu girdabın içinden. Geçmişimi de geleceğimi de bir yusufçuk kuşuna teslim ediyordum kuyudaki yusuf misali. Unutmak istediklerimi gün yüzüne çıkarıyor ve Hz. Yusuf'un mısıra vezir olduğu zamanda olduğu gibi ben de taht kuruyordum benliğime. Bu sefer savrulsam da kırılmıyordum kasırganın ortasında kalmış ağaç gibi. Dimdik durabiliyordum başıma gelen bedbaht durumun içinde.
Kolay olmamıştı sonuçta bu hale gelmem. Bir çınar ağacı fidesiydim öncelerinde her zorlukta bir kere daha kırılıyordu dallarım. Her fırtınayı kasırgayı sırtlayacak güce sahip değildim o zamanlar. Belki de güçlü olmaya karşı olan büyük tutkumun sebebi buydu. Ne kadar başa çıkmaya çalışsam da kırılıyordum işte. Kalbim kırılmasa, kolum kanadım kırılıyordu en nihayetinde. O da olmasa çatırdıyordu tüm eklemlerim yerlerinde.
Kendimi korusam da uzuvlarım kırılıyordu. Gövdem sağlam olsa da yara almaya devam ediyordum yine de. Hep aynı şeyleri yaşıyor ama uslanmıyordum. Hep aynı delikten ısırılıyordum. Biliyordum aslında bir "Müslümanın aynı delikten iki defa ısırılmayacağını" ama dönüp dolaşıp aynı noktaya çakılıp kalıyordum.
Tüm dünyam kararmıştı, bedbahtlığımın boyutunu bedbinliğimle arşa çıkarmayı da başarıyordum bir şekilde. Bir zamanlar rengarenk ışıklarla donatılmış benliğimde siyah beyazdan başka renk kalmamıştı artık. Ruhum ölmemişti belki ama inzivaya çekilmişti kendi içinde. Üzerine bir karış ölü toprağı atılmış yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide sıkışıp kalmıştı işte. Araftaydı, araftaydım...
Yorulmuştum artık bu zorluklardan, gücüm kalmamıştı. Dünya yıkılmıştı da ben altında kalmıştım sanki. O güne kadar her türlü zorlukla karşılaşmış, hayatın her alanında savaşlar vermiş her harp meydanında savaşmıştım. Her birinde ya kolumu bırakmıştım ya bacağımı ama bir şekilde canlı çıkmıştım işte. Ama sonuncu darbenin boyutunu kaldıramamıştım işte.
Hani insanı en çok beklemediği noktadan gelen darbe yaralar derler ya öyle olmuştu gerçekten de. Kalbimde bir mahkeme kurulmuş ve yargılanmıştı tüm sevmelerim. Suçum sabit bulunmuş, hayat anayasasının ilk maddesini ihlal etmiştim. Suçum büyüktü işte. Aşık olmuştum.
Cezam belliydi, idamdı bana reva görülen. Hayat sahnesinde bir dar ağacı kurulmuş celladım da sevdiğim olmuştu.
Daha önceleri öldüğümü sandığım zamanlar olmuştu belki ama hiçbiri bu kadar sahici olmamıştı. Hayat oyununu başka bir duygu üzerine oynamıştı bu zamanlarda lakin hiçbiri bu kadar kutsal bir duygu üzerine değildi sonuçta. O yüzden haklıydı Kerem. Ben bunu kabul edemezdim, kaldıramazdım bunu. Tekrar aynı şeyleri yaşayamazdım.
Daha güçlü olabilirdim artık. Hayata karşı açtığım savaşta uzun süredir mağlup olmamış da olabilirdim. Bir tonton teyzenin dediklerine kulak verip bir çınar fidesinden bir çınar ağacı oluşturmuş da olabilirdim. Boşlukta savrulduğum zamanların birinde bu konu üzerine şöyle bir şey demişti teyze bana:
"Bırak kırılsın, kendini korusun da gerisi dalı kırılsın. Dalı kırılan ağaç dalı daha gür filizlenir, yeşerir, açar, güzelleşir... Ama kökten kırılırsa artık ondan hayır gelmez. Odun olur onu da soğuk bir kış günü sobada yakarlar. O yüzden sen kırıl, dökül, parçalan gerekirse hatta her şeyden vazgeç ama hayattan vazgeçme. Hayat sahnesinde bir figüran olmaktansa başrolü kapmak için başak misali eğilsen de kırılma. Dimdik dur ki hayatla olan savaşında 1-0 yenik başlamayasın!"
Haklılığını anlamam insanlık tarihi için iki sene kadar bir zaman dilimini benim için bir asır almıştı. Anlamıştım ama bu bir şey değiştirmezdi yine de. Ben hayatın bu boyutunda yemiştim çifteyi, baş edememiştim işte. Bu sefer de cesaretim yoktu tekrar aynı şeylerle karşılaşma ihtimaline, savrulmaya, yok olmaya...
Vazgeçmiştim işte sevmekten de sevilmekten de. Kapatmıştım içimi bu hislere. Bir zamanlar buz kütlesi diye adlandırdığım biri varken onu yadırgarken kalbimi taş edip bir buz kütlesi de ben oluvermiştim. Sadece ben değil kalbimde buzdan bir kalp şeklini almıştı. Boş vermiştim işte sonunda. Bazı şeyler bir daha yoluna girmeyecek kadar yoldan çıktığında boşvermiştim işte. Peki bir kadın ne zaman vazgeçerdi böyle sevmekten? Çok kırıldığında mı çok korktuğunda mı? Bu tartışmanın ben "çok kırıldığı" noktasında hemfikirdim. Çok kırılmıştım zamanında hatta kırılmak ne kelime ölmüştüm ben bu yaşadığım hikayenin sonunda.
Uzun zamandır hatrıma gelmeyen bu hikayenin yine başrolü oluvermiştim işte. Yine başlamıştı gözlerimden kanlı göz yaşlarım akmaya. Ama bu hikayeyi tek başıma yaşayamazdım baştan başa birinin omzuna yaslamalıydım başımı. Ağlamalıydım ve anlatmalıydım ona. İçimde tutmamalıydım daha fazla. Aynı eziyeti bir daha yaşatmamalıydım kendime.
Bu yüzden Işılı aramaya karar verdim. Işılı aradığımda sesim titriyordu, ses tellerim bir öne bir geriye geriliyordu. Gözümden istemsizce yaşlar akıyordu. Işılın da sesi oldukça endişelenmiş geliyordu. Ona konum atacağımı ve Esatla beni burdan gelip almalarını, acilen konuşmamız gerektiğini söyledim. O da ikiletmedi sağolsun. Beni almaya geldiklerinde tam ağzını açacakken:
"Önce burdan gidelim ne olursun! Sonra istediğini sor, zaten her şeyi anlatacağım sana. Seni de konuşmak için aradım." diyebildim mahsun bir ses tonuyla. O da halimi görünce üstelemedi zaten.
Şehire indiğimizde Esat bizi bir kafeye bıraktı ardından ayrıldı ordan. Bana da kendimi üzmememi bu hayatta hiçbir şeyin ben de kıymetli olamayacağını söyledi. Yüce gönüllü bir insandı zaten Esat. Hep başkalarının iyiliğini düşünür, sevdikleri için de her şeyi yapardı. Işıl da öyleydi esasında- daha doğrusu bir bakımdan-.
Sevdikleri için gözünü karartır dünyaları bile yakabilirdi. O potansiyel vardı onda. Birisi sevdiklerinden birinin canını yakmışsa Işıl'ın karşısına çıkmamalıydı, onun da tersi pisti çünkü. Kedi görünümle bir sırtlana dönüşebilirdi. Birazdan ona anlatacaklarımdan sonra Cenk için nasıl planlar düşünecekti kestiremiyordum. Pek de umursamıyordum aslında keşke karşılaşsalardı da Işıl en azından benim çektiğim acının binde birini ona yaşatsaydı. Gerçi diğer taraftan da benden uzak cehenneme uzak olsun diyordum sadece. Allahından bulsun, yaşattığını yaşamadan da ölmesin diyordum.
Hayatımın bu bölümünde içimde ona karşı nefret dahi kalmamıştı. Yine de bana yaptıklarını da unutamıyordum. Kinci bir kişiliğim vardı çünkü. Zaman içinde hayat bana değmeyecek insanlardan nefret dahi etmemem gerektiğini öğretmişti. Fakat içimdeki kinci parça etime tutunmuş bir türlü beni bırakmak istemiyordu. Aslında iyiydi bazı durumlarda kin tutabilmek. Hayattan daha iyi ders almanı sağlayabiliyordu.
Işılla geldiğimiz kafe, sahil kenarında çiçekli bir bahçesi olan küçük masa sandalyelere sahip butik bir mekandı. Huzur veren bir yapısı vardı buranın. Belki de bu yüzden Işıl beni buraya getirmek istemişti. İçimi bir nebze de olsa ferahlatabilmek adına.
Sahil kenarına yakın deniz manzaralı bir masaya oturduk. Işıl'ın gözlerinde "artık başlasan mı" der gibi bir ifade vardı. Ama hayatını değiştiren seni değiştiren, atlatmanın 2,5 sene aldığı bir olayı bir çırpıda anlatabilmek pek de mümkün değildi. Kalbimi tekrar avuç içlerime alıp sıkmak anlamına gelse de artık anlatmaya da bir yerden başlamam gerekiyordu. Bunun için derin bir nefes aldım ve:
"Benim diyeceklerim tamamen bitene kadar soru sormak yok! Anlaştık mı? Eğer anlaşmadıysak baştan söyle de ben hiç başlamayayım anlatmaya." dedim. O da anlaştık anlamında kafasını salladı ve sözü bana bıraktı:
Onu tanıdığım zaman daha 14 yaşında bir kız çocuğuydum. Halen pembeyi sevmiyor hayallerimi de maviye boyuyordum. Saatlerce çizim yapıp hayallerimi kağıda döküyordum. Bir kuşun kanadından tutup dünyayı gezmeye çıkıyordum. Ağaçlarla çiçeklerle hatta doğadaki tüm canlılarla konuşuyordum. Daha hayat doluydum o zamanlar. Yaşadığım problemlerden sonra hayata karşı bakış açımı değiştirmiş ve daha güzel bakmaya başlamıştım hayata. Ya da ben öyle sanıyordum o zamanlar.
Halbuki at gözlüklerini takıp dünyayı hiç de sevmediğim toz pembe rengine boyayıp o haliyle gördüğümü de fark etmiyordum. Yeni bir okula başlamış, yeni bir ortama girmiştim. Hayatımda gerçek manada o zamana kadar kimseyi sevmemiş hatta aşkın sözlük anlamını bile bilmez bir haldeydim. Yaşamadığım için anlatsalardı da anlayamazdım ya o ayrı bir mevzu.
Okula başlayalı yaklaşık 3 ay geçtikten sonra kendi sınıfımda olmasına karşın bir türlü fark etmediğim bir çocukla karşılaştım. O kadar zaman boyunca nasıl onun o boncuk boncuk ama bir o kadar da haşin bakışlara sahip gözlerini fark edemediğimi bir türlü aklım almıyordu. Şimdiki çocuklar gibi değildik zaten biz. Daha olgunduk, daha farklıydık. Bir başkaydı sevmelerimiz. Daha doğrusu bir başka olacaktı benim sevgim. Bunu onu ilk gördüğüm anda hissetmiştim.
Bana o kadar güzel bakmıştı ki bana ona aşık olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştı. O kadar güzel gülmüştü ki dünyadaki tüm çocukların kahkahalarını duymuştum onun etkileyici sesinde. Yüreği yüreğime değişmişti işte. Ötesi yoktu bunun.
Şu zamana kadar aşk nedir bilmemiştim. Zamanında hoşlandığım ya da beğendiğim kimseler olmuştu ama çocukça şeylerdi işte. Aşık değildim hiç birine, o yüzden öğrenememiştim aşk neydi? O ise bana aşkı öğretmiş sonra da aşka olan inancımı almıştı. Sanki önce uçmayı öğretmişti de sonra bir gün uçtuğumda kesmişti kanatlarımı.
Ben düşerken bile anlamamıştım onun yaptığını. Bir insan hem nefret edip hem de delicesine sevebilir miydi birini? Ben öyle bir hale gelmiştim. Peki bu hale nasıl gelmiştim merak ediyorsun değil mi? O zaman dinle anlatayım her şeyi tüm çıplaklığıyla.
Adı Cenkti öncelikle. Kumral saçları, küçük ama göz bebeklerine derin anlamlar saklanmış kahverengi gözleri vardı. Yapılı vücuduyla bir badigard izlenimi verse de esasında güzeldi kalbi ya da ben aşktan gözlerim kör olduğu için öyle sanmıştım. Leylek misali uzun bacakları, büyükçene ayakları vardı. Bir adım attığında bir koridoru yarılar gibiydi. Elleri yumuşak değildi aksine sertti nasır bağlamamış da olsa batardı kimi zaman ellerime. O benim elimi tutan ilk insandı. Elini tuttuğumda dünyanın en mutlu insanı gibi hissettirirdi bana. Sırtımı yasladığımda bir dağ gibi durup tüm acılarımı yüklenirdi sanki. Geniş sırtıyla tüm dünyanın yükünü sırtlanabilirmiş gibi hissettirirdi bana.
Bana ilk açıldığı günü hatırlıyorum da hayatımda hiç bu kadar özel hissetmemiştim kendimi. Tutmuştu ellerimi bir sonbahar vaktiydi. Hafif bir rüzgar esiyordu. Kırık bir bankın üstüne oturmuştuk. Sonra o gözlerimin içine bakıp demişti ki: "Bak işte bu ES Rüzgarı. Senle benim rüzgarım. Benim kalbimden senin kalbine giden bir yol çizecek her zaman. Gözlerini kapattığında ne zaman ES rüzgarının estiğini hissetsen ben yanında olmasam bile yanında olacağım her daim. Ama bunun için senin bana izin vermen lazım. Senin aşkına layık olmama izin verir misin Deli kız?"
Gözlerim dolmuştu. Yüreğime damlamıştı göz yaşlarım. Gözlerimle zaten çoktan "evet" demiştim ben ona. Kalbimi ona vermiştim zaten o sormadan öncelerde bile. Sadece tasdiklemiştim o yüzden sorduğunda. O gün başlamıştı bizim gönül maceramız yazılmaya. Yaklaşık 6 ay kadar sorunsuz bir şekilde ilerlenişti sevgililik dönemimiz. Çifte kumrular gibiydik. Her yerde sevgi pıtırcıkları gibi dolaşıyorduk. Birbirimize yemek yediriyor kimi zaman da nimetle oyun olmayacağını bilsek de oynuyorduk yemekle.
Sezen Cenke yemek yedirirken
Boş vakitlerimizde de rüzgarı daha iyi hissedebileceğimiz bir yere giderdik. Aramızda özel bir şey olmuştu artık rüzgar. Rüzgarın estiği yerler de bize ait olmuştu artık. En çok hoşumuza giden şeylerden biri de yüksek bir yere çıkıp kollarımızı açıp rüzgarı kucaklamaktı. Daha doğrusu ben rüzgara sarılmak için kollarımı açarken Cenk de belimi sarmalıyordu kollarıyla. Sıcaklığını hissediyordum. Hem rüzgarın hem de içimdeki aşkın etkisiyle huzur doluyordu tüm bedenim. Artık oksijen solumayı bırakmıştım da sürekli huzur soluyor gibiydim. Ben huzur çektikçe ciğerlerime o da sanki ciğerlerinde benim kokumu toplamaya çalışıyor gibiydi.
Belki de bu kadar derin hissedebilmesinin nedeni benden 2 yaş daha büyük olmasıydı. Bir sene geç başlamıştı okula bir de çeşitli yaşadığı sorunlardan ötürü sınıf tekrarı yapmak zorunda kalmıştı. Belki de bunların hepsi onla benim kaderimin kesişebilmesi içindi. Onun başına bu aksilikler gelmese belki de hiç tanılamayacaktık. Keşke tanışmasaydık da... Ama kaderdi işte yazılmıştı bir kere olmuş ve olacağa çare yoktu bu hayatta. Sadece bugüne sahiptik aslında düşündüğümüzde. Onu bile tam yaşayamıyorduk. Ya geçmişten gelen şeylerle cebelleşiyorduk ya da gelmemiş olan geleceğe endişe ediyorduk. Bir bakıma hiç ölmeyecek gibi yaşıyorduk bu hayatı. Halbuki ne büyük gafletti bu.
O 6 ayın sonunda başıma gelecekleri biri önceden bana söyleseydi kesin benimle kafa buluyorsun deyip terslerdim o kişiyi. Onun bırakın canımı yakacağını düşünmeyi bir kere bile kötü bir şey yapabileceğine ihtimal vermezdim. O kadar büyüktü ki aşkım belki de tövbe haşa Allahla aynı seviyede tutmuştum sevgimi. Allah affetsin beni ne salakmışım. Gözümle görsem bile inanmazdım onun beni arkamdan bıçaklayacağına da bana ihanet edeceğine de. Körlüğümün boyutu gözümdeki perdenin boyutu dipsiz bir kuyu gibiydi. Ne kadar uzağa bakılsa da görülmüyordu dibi.
Şu an o günleri hatırlamak dahi istemiyorum ama bana çok zor ve kötü şeyler yaşattı. Yaşattıklarının başlangıcını da şu oluşturuyordu. Kandırmıştı beni, duygularımla oynamıştı. Beni bir iddia malzemesi yapmıştı. Meğerse hiç sevmemişti beni. Sadece bir aşk oyununun içine çekmişti beni. Bir gün telefonla onu aradığımda telefonun meşgul çaldığını gördüm. Sonrasında meşguldür deyip biraz vakit geçtikten sonra tekrar denedim ama sonuç aynıydı. Bu sefer mesaj atmaya karar verdim ama gitmiyordu mesajlarım. Engellemişti beni.
Sonrasında acaba yanlışlıkla mı oldu diye düşündüm? Ne kadar da aptalım değil mi? Sen de öyle düşünüyorsun. Haklısın ben de şimdi düşündüğümde öyle diyorum ama masummuşum o zamanlar. Daha temiz bakıyormuşum, temiz seviyormuşum bir kere. Bir arkadaşımın telefonundan aradım onu çalıyordu telefon sonra biri "alo" dedi telefona. Cenk'in sesi değildi bu. Bir kız sesiydi.
Acaba ablası mı diye düşündüm, halen konduramıyordum ona. Çok aşıktım be Işıl ona. Ne yapayım benim Cenkimdi o. Bana yanlış yapmazdı hiçbir konuda, yapamazdı. Sonra sordum o kıza Cenk nerde diye o da sinemaya gireceklerini Cenkin de mısır almaya gittiğini söyledi. İçime bir ateş düşmüştü o dakika.
Yutkundum ama yine yalan söyledim kendime belki arkadaşıdır dedim. Kıza da ben cenkin sevgilisiyim adım Sezen. Kendisine ulaşamıyorum da telefonu ona vermeniz mümkün mü diye sordum. Aldığım cevap aldığım ilk darbe olmuştu:
"Hahhay sevgilisisin öyle mi? Gerçekten söylediğin bu yalana kendin de inandın mı?
Sen Cenkin peşinde koşan, ona kör kütük aşık olan saftirik küçük kız olmalısın. Yetmedi mi bu aşk oyunu? Doyamadın mı oynamaya?"
Aşk oyunu demişti bana. Neyden bahsettiğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Anlayamıyordum ya da anlamak istemiyordum. İnanmak istemiyordum o kızın dediklerine. Benden ses gelmediğini gördüğünde bir başka söze girmişti, bu da aldığım ikinci darbeydi: "Hey, orda mısın küçük kız? Şaka bir yana ciddi olup biraz büyük konuşması yapalım seninle. Bak kız çocuğu, Cenkin sevgilisi benim.
Sense sadece bir iddia malzemesisin onun için. Seni benim yanımda engelledi. Yüzüne bir açıklama yapma gereği bile duymadı anlayacağın. O kadar değersizsin sen onun için. O seni nokta kadar sevmedi. Oynadı seninle, kullandı seni. Eğlendi, dalga geçti seninle anlayacağın. O yüzden sen de düş artık yakasından! Çünkü bu iddia kapandı artık. Bu arada senle beraber, senin ona yazdığın şiirler mektuplar da tarih oldu. Elime sağlık ki kendi ellerimle yaktım onları şöminede. Bir de akrostiş yapmışsın, ah kıyamam ne tatlı. Neyse hadi film başlayacak bir daha arama benim sevgilimi!"
Dıt dıt sesini duymamla elimden düşmüştü telefon. Duymuştum, dinlemiştim her şeyi o kızın ağzından. Canım çok yanıyordu ama inanmak istemiyordum yine de ona. Ama Cenkle konuşmaya da mecalim yoktu. Dizlerimin üzerine çökmüştüm pat diye. Öyle bir çökmüştüm ki ruhumda yaşadığım mini çöküntünün acısı tüm dizlerime yüklenmiş gibiydi. Parçalanmıştı dizlerim ama umrumda değildi.
Kalbim sıkışıyor, gözümden yaşlar dahi akamıyordu. Şoka uğramış gibiydim. Sürekli yalan diyordum kendime. Benim Cenkim yapmaz diyordum. Bir yalana inanmayı seçiyordum. Bazen bir yalana inanmak gerçeği bilmekten daha iyiydi çünkü. Hem emin değildim o gün. Cenkle konuşana kadar emin olamazdım. Bir arkadaşım vasıtasıyla Cenke ulaşıp yarın için bizim yerimizde buluşmak istediğimi gelmezse yapabileceklerimden korkması gerektiğini söyledim. Kabul etmişti o da, korkusundan değildi kabul etmesi biliyordum. Ya gerçekten istediği içindi ya da en azından bunu bana borçlu olduğunu düşünmüştü. Ya da oyununun sonuçlarının zevkini daha iyi alabilmek uğrunaydı kabul etmesi.
Sonra buluşmuştuk işte yine aynı banktaydık. Yine "ES" rüzgarı esiyordu yüzümüze. Ama farklı bir şeyler vardı. Cenkin gözleri bir başka bakıyordu bana. Ona aşık olmamı sağlayan bakışları gitmiş yerine buz gibi yabancı bir ifade yerleşmişti. Sonra yaklaştım ona, elini avucumun içine aldım ve dedim ki ona:
" Soğuk bakışların var bugün bana, gözlerin bir başka bakıyor sanki. İki yabancıymışız gibi. Sanki o kız haklıymış gibi. Sanki biz hiç var olmamışız gibi bakıyorsun bana. Gözlerinde kendi yansımamı dahi göremiyorum. Doğru değil de mi? O kızın söyledikleri yalandı de mi? Sen bana bunu yapamazsın ki zaten. Dünyanın en çok seven insanı gibi davranıp hiç sevmemiş olamazsın. Aşık bir adam gibi bakıp sonra bu kadar boş, bu kadar değersizmişim gibi bakamazsın bana. Sen bana ihanet etmiş olamazsın? Önce tüm acılarımı alıp dünyamı sil baştan kurup sonra kurduğun dünyayı başıma yıkamazsın. Sen benimle oynamış, beni kandırmış olamazsın. Konuşsana ya bir şey desene allahın cezası! Yalvarırım susma bir şey de bana! Yalan de, seni seviyorum de. Deli kız saçmalama de bana. Hadi ne duruyorsun desene, desenee!"
Var gücümle bağırmıştım ona. Ağlıyordum bir yandan da o ise sadece umursamaz bakışlarla bakıyordu yüzüme. Ne bir şey diyordu ne de bir şey yapıyordu. Bir yarım dakika böyle durduktan sonra hınçla elini çekmiş ardından da bir kahkaha atmıştı: "Kusura bakma ama daha fazla tutamayacağım kendimi. Ne kadar acınacak durumda olduğunun farkında değil misin? Her şeyi bu kadar zorlaştırmayı isteyen sendin. Seni engellediğimde üzerine düşmemeliydin bu mevzunun. Canının yanacağını bile bile beni buraya kadar getirmemeliydin. Ama kendin kaşındın işte. Şimdi de katlanacaksın sonuçlarına. Evet o kız dediğin kişi benim gerçek sevgilimdi.
Ve doğruydu anlattığı her şey. 3 ay boyunca beni fark etmemene rağmen 3 ayın sonunda bir şekilde beni fark ettin. Peki neden, bunu hiç düşündün mü? Çünkü beni fark etmeni istedim ve bunu sağladım. Arkadaşlarla aramızda bir gün sohbetimize meze olmuştun sen. Sınıfa yeni gelmiştin, güzeldin ama salaktın. Fakat kimse farkında değildi bunun. Herkes bana bakmayacağını bana kanmayacağını söylemişti. Bense 6 ay içinde senden bir yürüyen aşk yaratacağımı söylemiştim.
İddia için bana bir motorsiklet teklif ettiler bana kalsa senin için fazlaydı bile fakat her türlü kazanacaktım benim işime gelirdi zaten. Böylece sana bir aşk oyunu kurmaya başladım. 6 ayın sonunda da engelleyip hayatından gidecektim ama sen izin vermedin. Daha çok kırılmak istedi o saftirik kalbin. Şimdi benim karşıma geçip hiç ajitasyon yapma. Sonuçta bana körkütük aşık ol demedim ben sana. Sevmeseydin, üzülmeseydin. Kendi salaklığının bedelini bana ödetemezsin. Bu sana bir ders olsun bu hayatta kimseye bu kadar körü körüne inanma da bağlanma da! Yoksa sonunda kaybeden sen olursun."
Gözyaşlarımı görmezden gelmişti ona baktığım sürece. Onlar bile dile gelmişti ona olan kırgınlıklarımı dile getirmek için ama o bir özür bile dilememiş aksine aşkımı değersiz saymış beni suçlamıştı. Bense halen ondan vazgeçemiyordum. İzin vermek istemiyordum gitmesine. Canımı yaksa da yanımda kalsın istiyordum. Kötü başlamış olsa da iyi devam edebileceğine inanıyordum. Söyledikleri mantıklı gelmiyordu bana. Kimse bu kadar kalleş bu kadar cani olamazdı bu hayatta. Ben böyle bir adamı sevmiş olamazdım.
Benim kalbim böyle birini seçmiş olamazdı. O yüzden gururumu ayaklar altına alıp bir kere daha açmıştım ağzımı: "Tamam haklısın özür dilerim bu kadar saf olduğum için. Özür dilerim seni bu kadar sevdiğim için. Bana yaptığın onca şeye rağmen yine de iyi olabileceğimize inandığım için... Yine de senden vazgeçemediğim için...
Tamam ben suçluyum, sen kazandın da. O kızda gördüğün farklılık neyse ben de yakalayabilirim onu. Değişebilirim senin için. Kendimden de vazgeçerim gerekirse senin için. İçimde tüm dünyayı yakıp yıkacak bir öfke var şu an yine de benliğimi senin önünde küçültüp o insanın içini eriten gözlerinde kaybolabilirim hâla. Senin bir gülüşüne dünyayı yakacak bir aşk, senin bir gözyaşına dünyayı ağlatacak öfke var çünkü bende. Sen anlamasan da senden vazgeçmeyecek, ikimizin yerine de sevebilecek bir yürek var bende. Bunu bil istedim.
Hani bana ilk açıldığında demiştin ya izin ver bana diye. Bu sefer de sen izin ver bana gururumu hiçe sayıp sende bir ben şehri kurmama izin ver. Ne olur yalvarırım bırakma ellerimi!"
Ben yalvarmıştım o ise hiçbir şey dememişti tek bir cümle hariç: "Keşke kendini bu kadar küçültmeseydin küçük fare, acıyorum sana!"
Tiksinen bir bakış attıktan sonra bırakıp gitmişti beni orada. O bakışını unutamadım ben senelerce.
İlk atağımı o zaman geçirdim. Meğerse panik atak varmış ben de. O bankın yanında 1.5 saat kadar baygın kalmışım. Biraz daha baygın kalsam kalbim durabilirmiş. Hastahaneye kaldırmışlar ondan sonra beni. Serum verip sakinleştirici fakan yapmışlar. Sakinleştiriciye rağmen yine de sakinleşememiş ve sürekli ağlayıp kendimi hırpalamışım.
Daha sonralarında ise geceleri kabuslarla kalktım bir süre. Çektiğim acı o kadar büyüktü ki sonunda dayanamamıştım. Bir mektup yazıp arkadaşımın yanına gitmiştim. İki tane de meyveli soda almıştım giderken. Önce mektubu ardından da sodayı vermiştim ona. Sonra da kendi soda şişemi kırıp şah damarıma yaslamıştım ve şu sözler dökülmüştü ağzımdan: "Artık dayanacak gücüm kalmadı. Boğuluyorum, nefes alamıyorum ben. Her gün ölüyorum ama yaşamaya devam ediyorum. Öldüğüm halde nefes alıp vermeye devam ediyorum. Halbuki unuttum ben nefes almayı. Doktor bile dedi burnumdan nefes alamadığımı fark edince 'nefes almayı unutmuşsun sen' diye. Benim tek suçum sevmekti halbuki. Ağır olmamalıydı bu kadar sonuçları. Celladım sevdiğim olmamalıydı en azından. İnsan bir defa ölür değil mi Papatya? Ben zaten ölmüşsem şu dakika nefesimi kessem de bir şey ifade etmez değil mi? Ben gidiyorum Papatya! Bana biçilen ömür 15 yılmış demek ki. Cehennemde cayır cayır yanacağımı bile bile gidiyorum. Söyle annemlere beni affetmesinler. Çünkü ben kendimi asla affetmeyeceğim!"
Şahdamarıma bir santim kala üstüme atlamıştı Papatya. İzin vermemişti ölmeme. Sonrasında da hep yanımda olmuştu. Elimi tutmuştu her anımda. Psikolojim iyi durumda değildi. Bu yüzden bir süre psikiyatri tedavisi gördüm hem ataklarım hem de psikolojim için. Tedavi yaklaşık 2 sene sürdü. Bu sıra içerisinde şiire sarmıştım. Eskiye kıyasla çok daha iyi olsam da çok sevdiğim İstanbul dar geliyordu artık bana. Bu da yetmez gibi Cenk pisliğinden gereksiz tehditler almaya başlamıştım. Çeşitli şeyler isteyip şantaj yapıyor ve beni olayları çarpıtarak babama anlatmakla tehdit ediyordu. Babamın güveni bu hayatta en değer verdiğim şeydi benim. Daha fazla onun diyeceklerine katlanamazdım gözümü karartmıştım her şeyi anlatacaktım babama. O sıralarda babam İzmirden iş teklifi alınca buraya geleceğimiz kesinleşti. Ben de her şeyden sıyrılıp sil baştan başlamak için zor da olsa İstanbul'a veda ederek İzmir'e geldim. Gelmeden önce eşyalarımı toplarken yanıma sadece bir şiirimi aldım. O şiir halen hatrımda:
Bu sana son sözlerim
Bu sana son bakışım
Bu seni son sevişim
Artık bırakıyorum
Artık kanatlarımı çıkarıyorum
Özgürlükten tutsaklığa bir adım çünkü bu
Çünkü artık zamanı geldi
Gidiyorum...
Bilinmez diyarlarda kayboluyorum
Sonsuzluğun bile bulamayacağı diyarlarda
Artık seni sevmeyeceğim
Artık seni özlemeyeceğim diyarlarda yok oluyorum işte
Martıların yeniden uçamayacağı
Dalgaların bile kıyıya farklı vuracağı
Artık hiçbir şeyin sesini duyuramayacağı, kendini bilmezler diyarının derinliklerine gömülüyorum en nihayetinde
Bu yüzden artık sana arama demiyeceğim
Çünkü biliyorum aramayacaksın!
Sana beni dinle demeyeveğim
Çünkü biliyorum dinlemeyeceksin!
Sana artık inanmayacağım
Çünkü artık biliyorum...
Sen orda olmayacaksın
Biliyorum duvarlarımı kimse yıkamayacak bir daha
Biliyorum inandıramıycak kimse beni o aşk denilen mel-un şeye
Ve bir gün biri çalıcak kapımı
Geri göndereceğimi bile bile
Bu yüzden biliyorum
Şu an benim için mevsim sonbahar
Ağaçlar bir bir döküyor sararmış yapraklarını
Ama artık görebiliyorum
Kıştan sonra nice baharlar geleceğini
Her gün güneşin yeniden doğabileceğini
Bu yüzden artık bütün kırgınlıklarımı bırakıyorum
Ve sonunda sana son sözlerimi söylüyorum
Şu an bütün dünya beni dinliyor titrek bir nefesle
Ve ben sonunda bütün öfkemi salıyorum akıbetini bilmediğim denizlere
Ve ben artık bütün dünyaya söylüyorum işte ağzımdan çıkabilecek son dizeyi
"Senden nefret ediyorum"
ELVEDA
Yaşadıklarım acıların hepsini anlatmaya kalksam bir ömür yetmez Işıl. O yüzden en derin kısımlarını anlatmaya çalıştım. Peki bunları neden şimdi anlattım da bu zamana kadar bir şey demedim diye merak ediyorsun değil mi? Çünkü o şiirde bahsettiğim "biri" var ya hani kapımı çalacak olan o çaldı kapımı. Daha öncelerde de kapımı çalan kimseler olmuştu ama hiçbiri böyle çalmamıştı. Hiçbiri benim için bu kadar değerli olmamıştı. O yüzden şu an bir girdapta gibi hissediyorum kendimi. Sürekli içine çekiliyorum da kurtulamıyorum sanki bir türlü.
🌪🌪🌪
Geçmişte yaşadığım o olayı anlatmak gerçekten çok uzun bir zaman almış gece olduğunun dahi farkına varamamıştık.
Benim anlattığım süre boyunca gerçekten Işıl bana hiçbir şey sormamış sadece anlattığım bazı kısımlarda çeşitli tepkiler vermişti. Her türlü duyguyu bir anda yaşamıştı resmen. Cenk'e sinirlendiği noktalarda bir yerleri yıkmak istemiş, bağırıp çağırmak istemiş ama ben sonuna kadar dinle dedim diye susmuştu. Hatta o kadar susmuştu ki sinirini çıkarabilmek adına elini yumruk yapıp ısırmıştı bile.
Aralarda bir argo ya da küfür savurmuştu Cenk'e- şu zamana kadar Işıl'dan hiç küfür duymamıştım ben halbuki- . Benim acı çektiğim ya da çaresiz kaldığımı hissettiğim noktaları anlattığım sırada da gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülmüştü. Sulu gözlü olmuş, açmıştı muslukları en sonuna kadar. Her şeyi anlatmam bittiğindeyse açmıştı ağzını yummuştu gözünü:
"Sezen ya öncelikle kusura bakma ama gerçekten sen malmışsın! Ama birisini bu kadar sevdiğin için ya da birine inandığın için değil. Çünkü sevmek ya da inanmak bir suç değildir. Kimse kimseye bunun hesabını vermek zorunda değil hiçbir zaman. Senin mal olma sebebin at gözlüklerini takıp sonuna kadar çıkarmamak.
Ya o pislik sana neler yapmış sen halen ona yalvarmaya ya da yaptıklarına inanmamaya çalışmışsın. Hatalarını görmezden gelmek istemişsin her şeye rağmen onu geri istemişsin ya şaka gibi resmen! Kendi gururunu, onurunu bir kere kişiliğini hiçe saymışsın. Kendinden vazgeçmeyi dahi göze almışsın. Bunlar bir kere bir kadın için çok ağır şeyler. Tamam ben de Rüzgar'ı çok sevdim ama asla kendimi onun önünde küçük düşürmem. Onun da bunu yapmasına izin vermem. Sen nasıl izin verdin benim aklım almıyor ya?"
"İzin vermek değildi aslında mevzu Işıl. Aşık olmaktı. Aşk rezil de edermiş adamı vezir de derler ama beni rezil etti işte. Şimdiki aklım olsa onun oracıkta çökerdim gırtlağına sorardım hesabımı sonra basar giderdim oradan. Onu dinlemeye değer dahi görmezdim. Ya da yaptığım hataların hiçbirini yapmazdım mesela. Hatanın en büyüğünü ben yaptım yine de. Neden biliyor musun? Ben onun için o kadar ince düşünürken sevmeye cesaretim varken onun sevmeye de sevilmeye de cesareti yoktu. Bu yüzden onu tek suçlu ilan edemem. Zamanında ilk önce hep kendimi suçladım. Özür dileyip durdum kendimden onu sevdiğim için uzunca bir zaman.
Belki de özür dilemeyi sevmememin nedenlerinden biri de budur. O kadar fazla özür diledim ki belki de o süreçte, nefret ettim artık bu kelimeden. Anlayacağın geçmişe dair çok pişmanlığım var benim. Bu da onlardan biri. Bana bir zaman makinesi verilip tek bir şans tanınsa onunla ilk tanışacağım güne gider hiç tanışmazdım onla, hiç aşık olmazdım ona. Bunların hiçbirini de yaşamazdım. İşte o zaman bambaşka bir hayatım olabilirdi."
"Ama ne yazık ki öyle bir şansımız yok Sezen! Zamanı geri alamayız ama ders çıkarabiliriz hatalarımızdan. Görüyorum ki sen çıkarmışsın da zaten. Ben kendimi senin yerine koymaya çalışıyorum da -ne kadar koymam mümkün olmasa da- ben ne yapardım kestiremiyorum. Şu an bu kadar dirayetli olamazdım herhalde. Hani sen hep diyorsun ya benim hedefim güçlü bir kadın olmak diye. Belki fark etmemişsin ama sen artık güçlü bir kadın olmuşsun Sezen. Sen artık eski sen değilsin. Bir başka sen bulmuşsun içinde. Bir başka şehir kurmuşsun içinde. Orada da hapsetmişsin aşkı, sevgiyi bir zindana ve kapatmışsın tüm kapılarını.
Şu zamana kadar o kapıyı açmaya çalışanlar oldu ama umursamadım dedin az önce.
Şimdi ise farklı diyorsun. Sana sadece tek bir soru soracağım. Bu sefer farklı olan ne Sezen? Seni bu kadar afallatan ne?"
Işıl'ın sorduğu soru beni biraz daha afallatsa da belliydi aslında cevabı: "Çünkü o Kerem. O benim değer verdiğim birisi. Kankam, dostum, ailemden biri artık o. Gözlerindeki beni ilk defa bugün fark ettim Işıl. Cenk'in gözlerine baktığımda hani görememiştim ya o gün kendi yansımamı, bu kadar zaman boyunca Donuğun gözlerinde de görememişim işte. Boşvermişliğimin boyutu çok büyükmüş meğersem. O kadar vazgeçmişim ben sevmekten de sevilmekten de. O her kısımdan yasaklı bana anlayacağın. Kankam olduğu için yasaklı. Çünkü Tuna'dan sonra kendime verdiğim bir söz kendi içimde oluşturduğun prensiplerim var. Diğer bakımdan da yasaklı. Çünkü ben kimseyi sevemem Işıl. Benim sevebilecek hücrelerim öldü Cenkle beraber. Kalbime bir çekirge sürüsü dadandı, yediler tüm sevebilecek hücrelerimi. Ben de kimseyi sevebilecek güç de kalmadı his de."
"Ama sevmek böyle bir şey değil ki Sezen. İnsan seveceği insanı seçemiyor, ayrıca her sevgiyi de bir tutamazsın ki. Bazı sevgiler daha üstündür mesela. Rüzgarın sevgisi gibi, Kerem'in Senaya olan sevgisi gibi. Belki Kerem'in sana olan sevgisi de büyüktür. Cenk haricinde olanları bana tam anlatmadın ama bazı taşlar benim kafama oturdu artık. Seni kaybetmemek uğruna kaçıp gitmiş belli ki senden uzaklara. Bu onun sevgisinin büyüklüğünün bir göstergesi değil midir sonuçta? Sevmek fedakarlık ister, sevmek emek ister. Sevmek kimi zaman vazgeçmeyi de bilmek ister.
Tamam yanlış insana aşık olmak kadar zor bir şey yoktur bu hayatta. Vazgeçersen üzülürsün ama seversen daha çok üzülürsün. Ama doğru insana aşık olmak, doğru insanı sevmek kadar da güzel bir şey yoktur bu hayatta. Çünkü vazgeçtiğinde daha çok üzüleceğini bilirsin. Bence önce sen kendine şunu sor vazgeçtiğinde ya da kaybettiğinde mi yoksa onu seversen mi daha çok üzüleceksin? Ya da en önemlisi sen kendin bile fark etmeden onu sevmiş de gururuna bunu yediremiyor olabilir misin? Sonuçta kimse tükürdüğünü yalamak istemez bu hayatta."
Gerçekten mevzu tükürdüğünü yalamak istememek değildi bence. İnsan severken kendine olan saygısını yitirmememliydi, olduğu kişiden vazgeçmemeliydi. Aşkta gurur olmaz derler ama hikaye bence. Aşk gurursuz olursa değersizleşir, saygı olmazsa sevgi ayakta kalamaz kendi başına. Gerçekten onu seviyor olsam belki prensiplerimi hiçe sayabilir bir kılıf uydurabilirim kendime. Ama diğer duvarı aşabilmek çok zor benim içimde.
Artık geçmişteki gibi değil sonuçta sevgiler. Kara sevdaların yerini ucuz yollu aşklar aldı. Ayağa düştü artık sevmeler. Al yazmalım türk filmindeki gibi "Sevgi Emektir." vasfını taşıyan sevgiler kalmadı bana göre. Peki o zaman sevmek neydi gerçekten? Sevginin anlamını unutmuş olan ben hatırlayabilecek miydim o kelimeyi?
Sevmek Turgut uyar olup kalbinle göğe bakmaktı. Nazım Hikmeti dinleyip hiçbir şeyi olmadığı için yüreğinden vermekti. Hep çocuk kalmak hiç büyüyememekti. Bir kuşun kanadına tutunup yeryüzüne tepeden bakmak, dünyada özgür olarak var olabilmekti. Yeri geldiğinde o kanatları kalbine takıp bir kuş da sen olabilmekteydi sevmek. Sevmek sevmenin değerini layıkıyla bilmekteydi. Aslında sevmenin anahtarı yalanlarda gizliydi. Geçmişte Cenk'in bana söylediği yalanın içinde yazılmıştı. Sevmek sevmeye layık olabilmekti.
Peki Kerem'in sevgisi sevmeye layık mıydı? Ve açabilir miydi benim kapılarımı? Kalbi taşlaşmış buz kesmiş biri tekrar sevebilir miydi? Tekrar atar mıydı kalbi kuş gibi çarpar mıydı ya da? Kanatlarını kestiğiniz bir kuştan mümkün müydü tekrar uçmayı istemek? İçimde o kadar acı o kadar nefret var ki bir nefret cihanından bir parça sevgi tohumu çıkarabilmek evla mıydı artık? Bundan sonrası bizim için hep mahzun hep müphemdi.
Yine kısa yazmaya çalışayım derken en uzun bölümümü yazmış bulundum. Bu bölümde hem şairanelik var bir parça nacizane. Umarım beğenmişsinizdir bölümü?
-Sizce sevmek nedir? Sezen Sevme konusunda doğru mu düşünüyor?
-Sezen'in geçmişinde saklı Cenk hikayesi artık aydınlığa kavuştu. Siz ne düşünüyorsunuz bu hususta? Beklediğiniz bir şey miydi?
-Sezen'in yaşadıkları göz önüne alınacak olunursa Kerem'e olan sevgisini kabullenmesi nasıl bir olaya ya da zamana bağlanılabilir sizce?
-Geçen bölümde başlattığımız motto etkinliğinin üzerinde pek duran olmamış. Bu bölüm için bir motto belirleyelim lütfen! Benim bu bölüm için mottom belliydi zaten.
➡️"Sevmek, sevmenin değerini layıkıyla bilmekteydi"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top