Bugün daha kötü ne olabilirdi ki?
Uzun bir aradan sonra geri döndük. Biliyorum bu kitaba ve siz Bu Sefer Olmaz ailesine çok büyük haksızlık ettim. Belki gerçek okuyucularımdan bir kısmı beklemekten bitap düşüp pes etti sonunda. Ama ne olursa olsun yeniden dirilticem ben bu kitabı. Ve siz yanımda olursanız bunu daha kolay yapabilirim. Bu arada bölümümüz biraz uzun. Çok zaman geçtiği için özellikle biraz uzun olsun istedim umarım beğenirsiniz. Multideki klipte Sena ve Kerem bulunuyor. İzlemenizi tavsiye ederim. Vote ve yorumlarımızı eksik etmeyelim lütfen!
Manga-Bir kadın çizeceksin
Sezenin ağzından
Babaannemle konuştuktan sonra sanki o an zaman durmuştu benim için. Bende o akreple yelkovanın arasına sıkışmıştım sanki. Zaman tekrar akmaya başlasa o an sanki kaybolacakmış ve ben babaannemi ikna edememiş olacaktım. Diğer yandan da eğer ben bu saliseler ve saniyeler arasında sıkışırsam sanki Donuğu da kaybetmiş olacaktım. Zaman ansızın bir seçim yapmamı beklemişti benden ve bu seçimi yapabilmem yine o saniye ve saliseler içinde olacaktı. Yapmıştım seçimimi, Donuğu seçmiştim ben.
Derin bir nefes alıp koşmaya başlamıştım. O an sanki ben koşmuyordum da rüzgar sırtına almış beni götürüyordu. O an ben koşmuyordum da ruhum koşuyordu sanki ona. İçimdeki bu heyecan ve bu korku neyin nesiydi şimdi? Sanki ayaklarımı ben yönetmiyordum da ilahi bir güç itiyordu onları. İçimde karman çorman olmuş bir duygu çöplüğü oluşmuş gibiydi. Ama hiçbirinin bir önemi yoktu şu an, hiçbir şeyin önemi yoktu. Bu yüzden tekrar söyledim kendime "Hadi yüreğim ha gayret" ve bir kez daha tekrarladım yürekten: "Beni bekle Kerem Atalay! Sezen Aykut geliyor..."
Evin avlusundan çıkalı kaç dakika olmuştu bilmiyorum, zaman kavramını kaybetmiştim sanki. Son bağrışımdan sonra etrafıma baktığım anda ormanlık bir arazide olduğumu fark ettim. Ben buraya nasıl gelmiştim, neresiydi burası? Ne yapacağımı bilemez bi vaziyette sadece etrafa bakıyordum. Artık bunlar ne ağacıysa tamamen gökyüzünü kapatmıştı. Gökyüzünün kırıntıları halinde ormanın içine sadece küçük ışık hüzmeleri yayılıyordu. İç sesimin yine haklı çıkıp devreye girmemesi için o kadar çabalamama rağmen yine başarısız olmuştum.
Bravo Sezen yine kendini çıkmaz sokaklara soktun. Şimdi ne yapacaksın söyle bakalım! Ama söyleyemezsin de mi çünkü ne yapacağını bilmiyorsun, sadece şu an kendini çok aciz hissediyorsun. Ya iç ses yeter artık ama sen niye hep bana sallıyorsun, senin benle derdin ne bir anlayabilsem. Bir de hep haklı çıkıyorsun yeter artık ama onurum, gururum inciniyor, özgüvenim zedeleniyor ya! Senin yüzünden travma geçircem ayyy geçireceğim resmen. Zaten bu TDK'ya uygun konuşma mevzusunu iyi kıvıramıyorum, bu durumdan nasıl kurtulcağımı da bilmiyorum zaten, bir de sen çıkma başıma!
Sezen yine saçmalamaya başladın ama. Özgüvenimi zedeliyorsun diye dert yanıyorsun ama atladığın bir şey var. İnsan kendi kendinin özgüvenini nasıl zedeler? Hadi zedeledi diyelim insan kendine travma geçirtebilir mi ya ? Sen psikolojinin hangi boyutusun acaba? Seni incelemeleri lazım bence. Laboratuvarda senin üzerinde deney yapsalar para falan alır mıyız acaba, bir soruştursak mı biz bu mevzuyu?
İç ses gerçekten sana diyecek söz bulamıyorum. Tamam travma mevzusu biraz abartı olabilir ama sen de beni hemen kobay yaptın yani! Ya ne diyorum ben, şu an bir ormanın ortasında kaybolmuş durumdayım ve çözüm üretmeye çalışacağıma iç sesimle kavga ediyorum. Benim gerçekten bir tedaviye ihtiyacım var belki de. Neyse Sezen tamam sakin ol! Telefonun çekiyor mu bir onu kontrol et!
Telefonumu alıp şebeke çekiyor mu diye bütün esnekliğimi, jimnastik yeteneğimi konuştursam da şebeke yok yazısından kurtulamamıştım. İç sesimle daha fazla kavga edemeyeceğim için onu kovalayıp salim kafayla düşünmeye ve yürümeye devam ederek bir çıkış yolu aramaya başlamıştım. Sakin ve emin adımlarla ormanın içinde yürüyordum. Evimizin yakınlarındaki ormanın bu kadar güzel ve huzur verici bir yer olduğunu hiç tahmin etmemiştim.
Toprak, nefis bir şekilde kokusunu etrafa yayarken, ağaçların yaprakları rüzgar esintiyle dans ediyordu. Ağaçlar, birbiriyle arkadaş olmuş gibi sırayla dallarını eğip büküyordu. Her çeşit ağaç vardı sanki, Ladin, Meşe ve daha niceleri. Coğrafya dersini çok dinlemediğimden ne yazık ki sadece bu ikisinin ismini biliyordum. Ağaç diplerinde papatyalar, başını eğer gibi sallanıyordu. Toprak çimenle kaplı ve ıslaktı. Kuruması için Güneş bastırıyordu, hayvanlar doğayı içlerine çekiyordu. Sincaplar birbiriyle saklambaç oynuyor, kuşlarsa cilveleşiyordu birbirleriyle. Bense pusulası kırılmış denizci gibi buradan kurtulabilmek adına bir yol arıyordum. Coğrafya dersinde iyi olmayabilirdim ama küçükken bir ara izci kampına gitmiştim, belki hafızamı zorlarsam burdan çıkabilmek için bir çıkış yolu bulabilirdim. Biraz zorlamama rağmen izcilik geçmişim beni yarı yolda bırakmıştı.
O an ağaçlardan birinin büyüme çizgileri dikkatimi çekti. Oldum olası biyolojim hep iyi olmuştu, o an "Bitkiler" konusu gözümün önüne geldi. Ağaçlar, güneşten yararlanmak için güneye doğru dönme hareketi yaptıklarından kuzey taraftaki büyüme çizgileri sık aralıklı, güneydeki büyüme çizgileri ise daha seyrek (geniş) aralıklıdır. Böyle bir ormanda kesilmiş bir ağacın yerde kalan bölümünden yolumu bulabilirdim. Acaba bu ağaç türünden bir kısmı kesilmiş bir ağaç bulabilir miyim diye yürümeye devam ettim. Evet bugün şanslı günümdeydim -ne kadar şanslı denilebilirse artık- ilerde bir kolu kesilmiş aynı türden bir ağaç duruyordu. Şimdi geriye sadece anayolun yönünü tahmin etmek kalmıştı.
Kuzeye mi gitmeliydim güneye mi? Aslında güneyden gelmiştim demek ki Kuzeye gitmeliydim. Kuzeye sonuna kadar gider sonra da "Ya bismillah" der doğu ve batı arasında bir seçim yapardım. Hızlı adımlarla kuzeye doğru yol aldım. Sonunda orman bitmişti ve günı ışığı görünüyordu. Gün ışığı hiç bu kadar güzel vurmamıştı yüzüme. Tüm gerçekliği yüzüme vurar gibi umudun tek yörüngesiymiş gibi çarptı şakaklarıma. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim, neredeyse güneş batmak üzereydi. Güneş yerini aya teslim edecekti. Kocasını kumasına bırakmak istemeyen eş gibi isteksizdi aslında. Aheste aheste uzaklaşıyordu belki de bu yüzden gökyüzünden. Yavaş yavaş parmakları birbirinden ayrılan bir çift el gibiydi o mağrur hali.
Gündüzle gecenin kavgası gibiydi gün batımı belki de bu yüzden. Kaosun ortasındaki tek sakinliği bulmuş gibiydim bense. Esaretten kurtulan tutsağın özgürlüğüne kavuşmasındaki huzurdu benimkisi. O an derin bir nefes alıp gün ışığına doğru koşmaya başladım. Aldığım nefesle ciğerlerime sanki sadece oksijeni değil de tüm atmosferi doldurmuştum. Güneş son kez gözlerimi kamaştırdığında gördüğüm şey karşısında orada kalakalmıştım.
Keremin ağzından
Saçlarının serseriliği yine üzerindeydi, bir adam anca bu kadar deli yatabilirdi herhalde. Uyurken bile gözlerini kırpıştırır mıydı yağmur damlası kirpiklerine dokunurmuşçasına. Parmaklarımla yüzüne dokunduğum her yerde yüzünün her noktasında izimi bırakmak istiyordum. Sanki bir anda buhar olup bir daha o narin, kar gibi beyaz ama bir o kadar da dondurucu soğukluktaki tenine dokunamayacaktım. Parmaklarım yüzünün her parçasını yavaş yavaş geziyordu kirpiklerinden sonra sıra sivri, belirgin ama kusursuz biçimdeki elmacık kemiklerine gelmişti.
Oraya dokunduğum anda kafamda bir flaş-back canlandı. İlk yarasını da ilk aşkını da bu elmacık kemikleri taşımıştı bu adamın. Bu küçük anı kadını geçmişe götürürken bir yandan da gülümsetti. Onları buluşturan gerçekten de küçücük bir elmacık kemiğiydi aslında.
Bisikletiyle çarptığında yarılmıştı orası. Hani üstüne düşmüştü de dudakları bütünleşmişti ya, hayatları bütünleşmişti, kanı değmişti vücuduna, canı değmişti o zaman. O sırada düşündü kadın bir elmacık kemiği bu kadar anlamlı olabilir miydi diye? Düşünceleri aklında gezinirken parmakları da adamın yüzündeki kısa ama keyifli yolculuğuna devam ediyordu. Sıra dudaklarındaydı. Çiçeklerin şahı sayılan, bülbülün aşkına mahzar olan gülün rengiyle kokusunun mest ettiği bir o kadar mağrur aynı zamanda mağdur olan, bir damla suyu esirgesen boynunu büken, nazlı pembe menekşelerin rengi arasında sıkışan bir rengi vardı dudaklarının. Kış için erzak istifleyen orta halli ailelerin depolarının dolgunluğu ne kadarsa onun dudaklarının dolgunluğu da o kadardı. Uyurken dudaklarını yediğinden hep biraz çatlak hep biraz yaralıydı onlar.
Bir de uyurken bile sanki dünyanın en lezzetli şeyini yiyormuşçasına ağzını şapırdatması yok mu onunla tam bir muşmulaya dönüşüyordu kendine has güzelliği olan dudakları. Kadının küçük gezintisi bittiğinde her zaman yaptığı gibi toplu iğneyi andıran hafif sivrilikteki çenesine küçük bir öpücük kondurup:
"Karam kalk! Ne kadar uykucu oldun sen böyle. Her gün de ben gelip uyandıramam ki seni ama. Bana bir şey olsa ne yapacaksın? Uyuyan güzelin prensini beklediği gibi sen de bir gün bir mucizeyle sana geri dönmemi mi umacaksın?" dedi. Bu sözler üzerine aniden gözlerini açıp yatakta oturur vaziyete geçti adam. Dehşete düşmüş gibiydi. Olanların bir rüya olmasını ummuşken gerçekten şu an rüya mıydı bunların hepsi? Hasretiyle prangalar eskittiği ona ihanet ettiği düşüncesiyle kahrolduğu kadın gerçekten şu an yanı başında mıydı? Öyleyse bile bu yaptığı konuşma da neydi? Yine mi kaybedecekti onu, ipini kaçırdığı uçurtma gibi onu da mı kaçırcaktı yine. Ne kadar koşsa da arkasından yetişemeyecek miydi ona?
Her an bu dehşete düşüren sözlerin verdiği ağırlıkla biraz da yok oluyordu. Düşünmek istemedi bu yüzden adam sadece o sonbahar kokusunu içine çekmek istedi. Saçlarını kokladı ona sımsıkı sarılıp ardından şu kelimeler döküldü birer birer yaralanmış dudaklarından: " Senin gitmemen uğruna ben tüm sabahları geceye teslim etmeye, tüm uykularımı zindanlara zincirlemeye, ruhumu şeytana satıp yüzyıl azap çekmeye razıyım yeter ki Sonbaharım hiç solmasın!" .
Kadın anlam verememişti adamın dediklerine nereye gitmişti ya da neden gidecekti? Onu şeytanla bile aynı masaya oturtup hayatı üzerine kumar oynatacak kadar önemli olan neydi? Adam kararttığı gözlerini kadından ayrıldığı anda açtı. O hâla burdaydı, ellerini tutuyor gözlerinin içine bakıyordu. Meleği cennetin kapılarını açmıştı ona şu an. Cehennemden çekip çıkarmıştı onu. Ama sonra birden her şey kararmaya başladı kadın bir anda kalktı. Usul adımlarla gün ışığının hafifçe odadan girdiği pencerenin önüne geldi ve seslendi adama:
"Karam gitmem lazım! Bir mucizeyi beklemek yerine mucize olma zamanın gelmedi mi sence? Ben senin hayal ettiğin kadın olmak istemiştim hep. Hayalet'in değil!" Adam hiddetlenmişti. Kalbinde kasap bıçakları dönüyordu, şimşekler çakıyor, şartelleri kısa devre yapıyordu. Elini uzattı kadına:
"Hayır Senam seni bulmuşken seni kaybedemem. Sen hayaletim değilsin tek hayalimsin. İnsan nasıl hayalinden vazgeçer, insan nasıl kalbini bir kenara atar? Nasıl anılarını beyaz bir kefene sarıp da mezar denen yabana atar? Hadi tut elimi, yine çıkar beni o sensizliğin kol gezdiği cehennemden!" dedi. Ardından pat diye bir ses duyuldu, pencere camına çarptı bir rüzgar silsilesi. Kadın kaybolmuştu. Büyük bir çaresizlikle pencereden bakan adam yerde bir kadın cesedine rastladı. Koşarak aşağıya indi. Merdivenler buz pistine dönmüş ayağından kayıp gitmişti. Korkuyla kadının çehresini çevirdi kendine. Gördüğü manzara ikinci kez yıkmasına yetmişti onu. Büyük bir çığlık attı o an. Arş-ı alayı titreten bu feryat Yakup aleyhisselam'ın feryadıydı, toprağı delip geçen yaşlar Hz.İbrahimin Hz.İsmaili çöle bıraktığında döktüğü kumları yakan yaşlardı.
Sezenn! Sezenle son görüşmemizden bu yana hep aynı kabus ve aynı çığlıkla kalkıyordum. Senaya kavuşup sonunda ikisini de kaybediyordum. Her gün bir başka boşluğa çekiliyordum. Sezeni görmeyeli tam tamına 17 gün 8 saat 47 dakika 36 saniye 43 salise olmuştu. Her anı depolamıştım beynimin kılcallarında ardından hapsetmiştim bilinçaltımın en derinlerine. Her gün aynı rüyaya aynı güne uyanmam bir işaret olabilir miydi gerçekten? Acaba Sezen'e bir şey mi olacaktı?
Elim her gün el kadar olan o demir yığınına gidiyordu. Eskisi gibi değildi ki artık ne sıra beklemen gerekiyordu. Ne de tek tek numaraları çevirmen. Parmaklarımın o cam parçasında gezinmesi bu kadar zor olabilir miydi gerçekten? Onu aramamı en azından nasıl olduğunu öğrenmememi bu kadar engelleyecek ne olabilirdi? Beynimle kalbimin sürtülmesinden çıkan kıvılcımlar her seferinde parmak uçlarımı yakıyordu. Belki de bu yüzden bir isme dokunmam bu kadar zor oluyordu. Sanki ben o isme dokunsam o da yine benim yüreğime dokunacaktı. Birinin yüreğinize dokunmak bu kadar korkutucu olabilir miydi, tüm hücrelerinize isyan bayrağını çektirecek kadar etkili olabilir miydi?
Bir gün daha geçmişti onu aramaktan vazgeçtiğim. Sezenin yokluğunda değişen hiçbir şey yoktu. Dersler gittikçe sıkılaşmış özellikle ekonomi dersleri gün geçtikçe daha çok can sıkıcı olmaya başlamıştı. Etrafımdaki kadın çemberi gün geçtikçe genişliyordu. Lisedeki o duygusal, gerçek hoşlantılar, sevgiler kalmamıştı artık.
Küçükken kokulu silgiyle duygularımıza bir perde çeken aşk denilen şey, lisede kokulu zarflara ve edebi aşk cümlelerine bırakmıştı yerine. Ama hepsinin içtenliği hissedilirdi. Üniversitedeyse o kadar sahte yüzler sahte sevdalar vardı ki. Bir kahveyle biteceğini sananlar vardı her şeyin. Her şeyi bu kadar basite alan insancıkların sevgi denen o kutsal duyguyu hafife almamaları abes kaçardı belki de. Biri birini sevebilirdi bu çok doğaldı ama bunu sahte bakışlarla yapmacıklaştırmak sadece sevginin değerini alçaltıp sevdiği insanın güvenini zedeliyordu. Kimi kadınlar kendini suçluyordu bu yüzden? Sürekli kendilerine sormaktan alıkoyamıyorlardı "Neden,nasıl" sorularını.
Halbuki tek fark etmeleri gereken kendilerine sorduklarında aldıkları cevabın sonucu olumsuzsa bir suçları olmadığıydı. Tek yapmaları gereken topu bize atmaktı. Ama ne yazık ki bunu pek beceremiyordu elleri burcu burcu kokan kadınlarımız. Diğer yandan da felsefe çok basitti aslında. Onu karmaşıklaştıran yalnız bizlerdik.
"Bir adam bir kadını kadının onu sevdiğinden daha az seviyorsa onu hak etmiyor demektir!"
Aynı durum adam için de geçerli tabi ki. Hayatı basite almak gerekiyordu belki de. Her şeyi düşünüp düşünüp arapsaçına çevirmek kimseye fayda sağlamıyordu çünkü. Bunu başarabilen insanlara çok saygı duyuyordum bu yüzden. Tuğra da böyle asil, tek seferde tüm işleri tuz buz edebilecek, kafası rahat ama kaya gibi ciddiyetini gerektiğinde korumasını bilen başın üstünde taşınacak kadınlardandı. Ona birçok konuda saygı duyuyordum. Belki biraz şımarıktı, belki bazen saçma sapalak şeylere takılıp bize hayatı cehenneme çevirebiliyordu ama. O cehennem odunlarının arasındaki bizlere küçük bir kırlangıç misali ağzında su taşıyordu yine de.
"Salladığın kadar özgür, saçmaladığın kadar mutlusun." felsefesi buna sebep oluyor olabilirdi. Güzel bi felsefe olsa dahi işlevsiz kaldığı yerlerde olacaktı elbette ki. Enisle bizim bu üniversiteye geldiğimizi öğrendiğinde hayat planlarını sıfırlayıp İstanbulda kuracağı düzeninden son anda vazgeçmişti. Bizim üniversiteye kaydını yaptırıp. Uluslararası İlişkiler ve Siyaset bölümünün anasını ağlatmaya karar vermişti.
Tuğra çok hırslı bir kadındı, bir o kadar da zeki ve kurnazdı. Kimi zaman aklından ne tilkiler geçtiğini kimse anlayamazdı. O isterse ne yapar eder istediğini alırdı. Sudenin çocukluğundan beri yegane dostu, sırdaşı, ablası benden sonraki ailesi olmuştu. Eskiden çok duygusal ve narin olan bedeni Sudeyle beraber büyük bir karanlığa sürüklenmişti. Duygularını aldırmış bir makine olduğunu düşünmemizi sağlamak için elinden gelen tüm çabayı sarf etmişti bizi. Acılarını kimi zaman vurdumduymaz sallamaz tavırlarıyla ört bas etmeye çalışırdı. 19 yaşında da olsa 91 farklı hayatın yükünü sırtlanmış gibiydi. Ne kadar istese de gözlerindeki hüznü yok edememişti. Karşılarında böylesine bir meslektaşları varken Uluslararası İlişkiler bölümüne sadece burdan şans kaybedecekleri için de allahtan rahmet yakınlarına baş sağlığı dileyebilirdim. Çünkü Tuğra Bulut ahmak ıslatan gibi zarif adımlarla çiselemezdi yağacaksa sağanak olur üstlerine çökerdi.
Tuğranın adını zikretmemin üzerinden 3 dakika geçmemişti ki Tuğra: "Keremm" diyerek içeri girdi. Zaten Tuğra hep böyleydi. Algıları her daim açık olan baykuşlar gibiydi. Her an her şeyi hissedebilir hatta duyabilirdi. Gerçekten bu özellikleri ona bir kere daha hayran olmama sebep oluyordu her seferinde. Beni dalgın dalgın görmüş olacak ki o dışardan narin, zarif bir o kadarda pamuksu görünen ama aslında kürek gibi olan elini kafama indirmesiyle hiddetlendim: "Ya Tuğra kafayı mı yedin sen, adam gibi seslensene ne vuruyorsun kafama? Kaç milyon baloncuk hücremi öldürdün şu an haberin var mı? Bu beyin bana lazım, saksı niyetine taşımıyorum sonuçta ben onu!" .Tuğra söylediklerimi pek kaale almış gibi durmuyordu açıkçası. Vurdumduymaz bir tavırla ağzını bir yana bükerek gözlerini devirdi ardından da Enis'in yatağına oturdu ve: "Kerem sen beynin olduğuna emin misin ya? Seni tanımasam gerçekten ya beynin olmadığını ya da bu beyni gerçekten saksı niyetine taşıdığını düşüneceğim. Kafayı mı yedin sen seslendim tabi ki de önce! Ama artık hangi hülyalara daldıysan seslendiğimi fark etmedin bile. Şimdi de gelmiş boş yapıyorsun ve beni suçluyorsun öyle mi? Hiç kusura bakma ama yargısız infaz yapabildiğine göre hiddetlenme hakkına sahip değilsin sen. Nokta!" dedi.
Gerçekten bu kadın her zaman realist ve mantıklı düşünüyor ve o şekilde konuşuyordu. Hâl böyle olunca da insan ona hak vermekten kendini alıkoyamıyordu. Tuğrayla Enis kadar yakın olmasak da hep yakın olmuştuk kimi zaman sadece Sudeye ablalık yapmamış bana da ablalık yapmıştı hatta kimi zaman annelik yaptığı bile söylenebilirdi. Çünkü küçükken annem hayatta olsa ona anlatacağım her anımı Tuğraya anlatmıştım ben. Ya da annemle yaşayacağım o özel anları Tuğrayla yaşamıştım ben hep. Mesela düştüğümde kanayan dizime ilk yarabandını o yapıştırmıştı. O zamanlar şimdiki çocuklarda olan çıkartmalı yarabantları da yoktu yani. Ama o kendince düşünmüştü onu da. Yarabandımın üzerine kocaman bir kalp eklemişti sonra da onu kırmızıya boyamıştı. "Olur da dizin kanarsa yine sanki bu boya akmış gibi hayal et ve ağlama olur mu?" demişti. Belki de o gün sadece yarabandıma kalp çizmekle kalmamış yaralarımdan korkmamayı da öğretmişti o bana.
Şimdi ise her zaman bana bu kadar yakın olan bu kadına neden derdimi açamıyordum ki ben? Neden ona Senayla ilgili karmaşamı, Sezen'i anlatamıyordum. Hadi Sezen neyse de Senayı anlatabilmeliydim ona. Sonuçta o da bir kadındı. Belki de Sena yaşasaydı onun hissedeceklerini en iyi o anlardı. Dışarıyı izlediğim penceremden gözlerimi ayırıp Tuğranın yamacına oturdum. Gözlerinin içine baktım ardından da: "Tuğra haklısın küçücük bir şey dahi olsa seni suçlamamalıydım. Sen bu dünyada beni en iyi tanıyan ve beni en iyi anlayabilen yegane insanlardan birisin. Haklısın ben bende değilim şu an. Geri de dönemiyorum terk-i diyar ettiğim bu bedene. Ruhum buraya hapsoluyor çünkü ben buraya geri döndüğümde. Acizleşiyor her an, atlatamıyorum ben hâla. Belki de diyeceksin ki 'Yeter artık Kerem bu sen değilsin, kendine gel artık' diye. Ve o zaman sen de beni anlamamış olacaksın. Ama ne yapayım o yokken ben var olamıyorum ki!
Tuğranın gözleri dolmuştu. Kalp taşıyan bir robotun göz yaşı dökmesinden başka bir şey değildi belki de onunkisi. Bir o kadar soğuk bir o kadar ciddiydi gözünden o masumiyet akarken bile. Acılarını acımasızlığa çevirmeye çalışan yavrusu ölmüş bir kaplandan farkı yoktu. Gözünden akan yaşları soğukkanlılıkla silip sesinin titremesine izin vermeden elimi sımsıkı kavrayıp konuşmaya başladı:
"Hayır Kerem seni ikaz etmeyeceğim! Çünkü senden çok da farksız değildim ben. Ama hepimiz bir şekilde hayata tutunduk. Biz bilmiyor muyduk sanki hayata küsmeyi? Biz de küsebilirdik hayata ama sırf Senaya küsmemek onun anısına küsmemek adına daha güçlü nefes aldık biz. Her aldığımız nefeste bir kere de onun için aldık. Kerem yaklaşık 10 ay geçti o gideli. Ama ondan çok sen mezardasın. Sena benim de dostumdu, o hepimizin biriciğiydi ama o gitti ve biz onu geri getiremeyiz. Sadece artık kabullenmeni istiyorum o kadar!"
Tuğra kanının son damlasına kadar haklıydı. Söylediklerinde tek bir yanlış, ufacık bir kusur dahi yoktu. Kabullenmem gerektiğini bilmiyor değildim ama Sezen faktörü varken bu o kadar kolay olmayacaktı. Tuğrayla konuşmamızın ardından uzun süredir ortalarda gözükmeyen Enis birden dan diye odaya damladı. Onun girişinden ve elindeki paspaslardan anladığım kadarıyla tuvalet temizlik saatimiz gelmişti. Evet, tuvalet temizliğinin üzerimize kitlenmedinin üzerinden tam tamına 20 gün geçti daha doğrusu bu 20.günümüz. Yani geriye sadece 10 günümüz kaldı. Ama bir dakika daha tuvalet temizliyecek mecalim de sabrım da yoktu artık. Bunun için bir şeyler düşünmeliydim. O sırada aklıma şahane bir fikir geldi. Hem tuvalet temizliğinden kurtulacaktık hem de birine çok iyi bir ders verecektik. Sıradaki kurbanımız belli olmuştu:Arda...
Kendimi lise yıllarıma dönmüş gibi hissediyordum. Lise yıllarında kötü bir çocuktum ama bu sefer amacım gerçekten hak edene hak ettiğini vermekti. Mutlak ceza teorisine göre de bu böyledir zaten. Her suçun bir bedeli vardır. İmanuel Kant boşuna "Göze göz,dişe diş" prensipini öne sürmemiş. Adamın bir bildiği varmış. Adaletin sağlanması her zaman için önemliymiş yani. Gerçi şu an günümüzde adalet anlayışı ekarte edilmiş olsa da gün gelecek adalet en önemli unsurlardan biri haline gelecek ben biliyorum.
Peki Arda'nın suçu ne miydi? Okula geldiğimiz günden beri Tuğra istememesine rağmen sürekli onu rahatsız edip taciz ve takipte bulunması. Bizim biriciğimizi sahipsiz sanması... Ama biz ona öğrenmesi gereken alması gereken kaçırdığı zorunlu dersleri bir güzel öğreteceğiz. Benim kendi içimde bir muhasebeci edasıyla yine hesaplaşmalara daldığımı fark eden Enis elindeki paspası kafama indirip:
" Abi ya hadi oyalanma! Zaten temizle temizle bitmiyor bu tuvaletler!" diye sitem etti. Tuğra ise işlerimizin bir hayli çok olduğunu fark etmiş olacak ki: "Kerem ben gidiyorum, sizin de işiniz var zaten. Ay pardon zorunlu kamu göreviniz var mı deseydim? Resmen cezaevi mahkumlarına döndünüz!" diyip bir kahkaha attı.
Ben de taklidini yapıp ardından da ekledim: "Komik mi Tuğra? Ayrıca siz kadınlar da canınız sıkkın olduğunda temizlik yapıyorsunuz. Belki bana da iyi gelir bu sefer, belli mi olur yani? Olaylara bir de iyi tarafından bak!" Bunu duyan Tuğra omzuma elini koyup: " Vay Kerem Bey iki dakika önce hayatta değildiniz. 'Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz!" modundaydınız. Şimdi ise tereciye tere mi satıyorsunuz? En iyisi biz üçümüz hafta sonu kafa dinlemek için bizim mevsimlik eve kaçalım. Zaten bu zamanda kaçamazsak bir daha kaçamayız. Malum havalar soğumaya başladı yavaş yavaş. Siz ne dersiniz? Hatta bir şey demenize gerek yok! Ben emri vaki yapıyorum. Ayrıntıları sonra konuşuruz. Hadi ben kaçar!" diyip gerçekten de kaçtı.
Ben de Tuğranın gitmesinin ardı sıra Enise olayı anlattım. Benden çok o sevinmiş gibiydi. Paspasları alıp ben zemin kattaki tuvalete indim. Biraz sonra da Enis ensesinden tutup getirdiği Arda ile gelmişti. Arda yaralı ürkek bir ceylan gibi tir tir titriyordu. Enisin ensesini bırakmasıyla birlikte Ardayı elimdeki paspasın sapını boğazına dayayaraktan duvara yapıştırdım. O korkudan altına yapmak üzereyken benim gözümden yalnızca ateş fışkırıyordu. Göremesem de bunu hissedebiliyordum. Aslında amacım sadece ona ince bir ayar verip Tuğrayı ve belki de daha sonra rahatsız edeceği tüm kadınları kurtarmak ve bizim bir türlü kurtulamadığımız Tuvalet mevzumuzu ona kitlemekti. Ama ne yazık ki öfke kontrolümü yine sağlayamamaya başlamıştım. Göz bebeklerimin gittikçe büyüdüğünü göz yuvalarını terk etmek için hazırlık yaptığının farkındaydım. Nefes alış verişlerim birbirine karışmış nefeslerim düşüm olmaya başlamıştı. Dişlerimi sıkaraktan:
"Bak koçum senin o rahatsız ettiğin kız bizim biriciğimiz ve biz onun saçının teline zarar gelmesine asla izin vermeyiz! Gerçi bu başka bir kızın başına da gelmiş olsa tavrımız yine aynı olurdu. O yüzden aç bu maymun kulaklarını ve beni iyi dinle. Lügatından tamamen "T" harfini çıkaracaksın. Kendine yasaklı kelime ilan edip bundan sonra Tuğrayı gördüğün yerde eğilip selam verecek ve abla çekeceksin. Aha diyelim ki yapmadın o zaman da karşında beni bulursun ve seni buraya getiren bu masum yüzlü delikanlıyı. Ama seni uyarayım o benim kadar nazik olmaz. Sana öyle bir köpek çeker ki hayatın boyunca köpek diyince elin ayağın titrer. Seçim senin!" dedim.
Vay be gerçekten efsane konuşmuştum. Bu laflar üzerine bana diklenebilecek biri dahi olduğunu sanmıyorum dediğimde hayatta hiçbir şeyi sanmamamız gerektiğini anladım. Çünkü çocuk gayet gevşek bir şekilde: "Valla iyi güzel konuşuyorsunuz da dediğiniz biraz zor be abicim. Sizin kız öyle çıtır öyle gevrek ki insanın ağzı kamaşıyor. Hal böyle iken de tadına bakmak istemek suç olmamalı bence." dedi. Kan beynime sıçramıştı. Tam ben çocuğu ayağımın altına alacağım sırada Enis dayanamayıp benden önce davrandı ve bir hamlede çocuğu yere serdi.
Ardından art arda gelen darbelerle çocuğu yumruklamaya başlamıştı. Artık ne kadar sert vuruyorsa elindeki derisi kavlamış ve Enis'in eli kanamaya başlamıştı. Ama o bunu zerre kadar umursamıyor bir yandan çocuğu yumrukluyor bir yandan da: "Lan meşrepsiz pe*k senin anan, bacın, gardaşın yok mu hiç? Onların namusuna dil uzatılsa, senin yaptığın muamelenin binde biri yapılsa memnun olur musun? Şimdi ben sırf sen bu lafları ettin diye ablanı ya da kız kardeşini dağa kaldırtsam ben de bir güzel oynasam onlarla hoş olur mu?Nasıl fikir ama yapayım mı ne dersin?" diye bağırıyordu. Bunları duyan Arda iyice korkmuştu canının acısından çok şu an kız kardeşini ya da ablasını düşünüyordu. Ağlamaklı ve yalvarmaklı bir ifadeyle: "Abi köpeğin olayım yapma! Ben bir şerefsizlik ettim sen etme! Sen böyle biri değilsin ki zaten. Valla bak bu günden itibaren Tuğra bacım ölene kadar bacımdır! Hiç şüphen olmasın." dedi. Bunları duyan Enis son bir yumruk daha çaktı ve Arda yığıldı kaldı. Sonrasında Arda'nın üzerinden kalkıp ekledi: " Haklısın ben senin gibi değilim. Ayrıca ölene kadar değil sonsuza kadar, ahirette bile bacın olacak o senin." dedi.
Tam o sırada katları teftiş eden müdür tuvalete girdi. Kanlar içinde yatan Ardayı görmesiyle evdeki hesap çarşıya uymamış bu sefer de 1 aylık koridor temizliği almıştık. Müdür cimriliğinden ötürü bütün senenin temizliğini bizim vukuatlarımızı öne sürerek bize kitleyecek gibi duruyordu. Bakalım hayırlısı diyerekten ordan ayrılmıştık. Enis'in biraz hava alma önerisi üzerine dışarı çıkmak için arabaya doğru yol aldığımız sırada aniden telefonumun çalmasıyla irkildim. Arayan Işıldı. Şu zamana kadar Işıl beni hiç aramamıştı. Kesin kötü bir şey olmuştu. Aslandan saklanan ceylan yüreği gibi yüreğim pır pır atıyordu. Derin bir nefes alıp telefonu açtım ve "Alo" dedim.
Işıl: "Kerem yetiş Sezen kayıp! Sabah seni aramaya çıktı ama henüz dönmedi. Hava kararmak üzere ve henüz bir haber yok. Ormanda kaybolduğundan şüpheleniyoruz!" dedi. Elimdeki telefon yavaşça kayganlaşmış ve kendini hafifçe kaldırım taşına bırakmıştı. Korktuğu başına gelmek demek ki tam olarak bu oluyordu. Ve benim rüyam gerçek olmuştu!
Olaydan 3-4 saat önce Işıl'ın ağzından
Bugün her şeyden önce çok yoğun bir gün olmuştu. Önce Rüzgarla konuşmamız ardından Sezen'in planları daha sonrasında o planları gerçekleştirmemiz derken en son da Sezen'in babaannesinin bayılmasıyla günümüz daha da aksiyonlu bir hal almıştı. Necmiye Teyze'nin uyanmasının ardından Sezen'in konuşmaları beni bile çok etkilemişti. Hâl böyleylen Sezen'in babaannesinin etkilenmesi de çok normaldi bence.
Yalnız aklıma takılan bir takım şeyler vardı? Mesela Sezen'in bir oda için bu kadar ileri gitmesi normal miydi ya da bunun altında yatan asıl sebep de neydi? Bahsettikleri beni üzmüş olsa da gerçekten asıl sebep bunlar mıydı? Kendi içimde bu soruların cevaplarını ararken Sezen birden fırlayıp Kerem'i getirmek için evden çıkmıştı. Ne kadar arkasından seslensem de oralı olmamıştı. Bu durum bile şüphe uyandırıyordu havanın kararmasına bu kadar az kalmışken birden heyecanla çıkıp Kerem'i getirmeye gitmesine ne gerek vardı? Kesinlikle Sezen bir işler karıştırıyordu ve bana anlatmadığı bir şeyler vardı. Sezen gittiği için benim de artık burda kalmam için bir sebep yoktu o yüzden yavaştan ayaklanıp Necmiye Teyzeye:
"Teyzecim çok geçmiş olsun tekrardan, ben ufaktan izninizi isteyin. Malum Sezen de bi koşu Kerem'i almaya gitti. Hâl böyleylen de ben kalksam iyi olur. Görüşmek üzere." dediğim sırada. Yattığı yerden kalkan Necmiye Teyze biraz bitkin biraz da sinirli bir tavırla: "Aaa kızım öyle şey mi olur otur oturduğun yerde. Daha tanışıp sohbet edemedik. Hem sen şu Kerem hikayesini bir baştan anlat bana. Ayrıca oturup bizle yemeğini yersin ardından da şoför seni evine bırakır tamam mı?"dedi. Bu kadının sağı solu belli olmazdı. Bu yüzden ona "hayır" demek ne yazık ki mümkün değildi. Ama tek başıma da onun kuşatması altında kalamazdım. Galiba baskı altında kendime pek güvenim yoktu benim. Bu yüzden istemeye istemeye de olsa Rüzgar'ı aramaya karar verdim. Hem bu sayede kuşatmada yalnız olmayacaktım hem de o kas kafalı bir nebze de olsa cezasını çekmiş olacaktı. Kararımı verip ardından hemen Rüzgar'ı aradım telefon ilk çalmada açılmıştı. Sanki telefon başında onu aramamı bekliyordu: "Alo Rüzgar çabuk buraya gel! Necmiye Teyze Keremle ilgili beni kuşatmaya alacak ve ben baskı altında savaşabileceğimi çok düşünmüyorum o yüzden mecburen sen de buraya gelip benimle beraber kuşatılacaksın!" dedim.
Rüzgar beni şaşırtmıştı. Hiç itiraz etmemiş tamam diyip kısa bir zaman içerisinde geri Sezenlerin evine dönmüştü. Kapıyı açan Nurbanu Abla Rüzgar'ı salona bizim yanımıza almıştı. Rüzgar'ı gören Necmiye Teyze Rüzgara hoş geldin diyip direk kim olduğunu sormuştu Rüzgar da Sezen'in arkadaşı olduğunu ve ona bakmaya geldiğini söylemişti. Sonra da bir falso vermemek açısından "Aa Işıl sen de mi burdaydın?" diyip öpüşüp selamlaşmıştı benle. Selamlaşması bile bana kendimi bir garip hissettirmişti. Necmiye Teyze Rüzgarı oturtup ikimizi de ablukaya almıştı: "Rüzgar evladım Sezen'in arkadaşıysan ve bu evi de biliyorsan sen de Kerem'i tanıyorsundur. Hadi bakalım Işıl kızımla beraber şu olayı bir baştan anlatın bana." demişti. Rüzgar'ı buraya çağırırken küçük bir detayı atlamıştım. Odanın Kerem'e ait olduğunu bu yüzden Rüzgar ilk potunu kırdı: "Evet Kerem'i tanıyorum ama siz neden Keremle ilgili bir şeyler anlatmamı istiyorsunuz ki? Yoksa Kerem abimizin ricası üzerine Tunaya yaptıklarımız... la mı il.. gi..li." dedi. Bacağını cimciklememle fark etmiş olacak ki cümlesini heceleyerek tamamladı. Ben de içimden hem Rüzgar'a hem kendime sövüp fısıltı şeklinde Rüzgar'a:
"Bravo Rüzgar Bey baskı altında çok iyi ayakta kaldınız. Niye gereksiz detaylar veriyorsun sen? Kadın odada kalan Kerem kısmını soruyordu." dedim tıslayarak. Sinirlerimi bugün kaçıncı defa alt üst etmişti bu Rüzgar kim bilir. Şimdi Tuna mevzusuyla ilgili de bir yığın soru soracak ve lakabının hakkını verip iyice konuyu didikleyecekti.
Tam konuyu didiklemeye başlayacağı sırada Nurbanu abla bir kurtarıcı melek gibi yetişip yemeğin hazır olduğunu söylemişti. Şu an koşup onun boynuna atlayıp bir güzel onun ponçik yanaklarını sıkıp onu sulu sulu öpmek istiyordum. Necmiye Teyze Nurbanu ablanın üzerine: "Konuşmaya masada devam ederiz artık çocuklar.Hadi gelin!" diyerek bizi yemek masasına davet etmişti. Tam masaya geçecekken havanın karardığını ve hâlen Sezen'den haber olmadığını fark ettim. Endişelenmeye başlamıştım. Hemen telefonunu aradım ama "Aradığınız kişiye ulaşılamıyor" diyordu sürekli. Ortalığı ateşe vermeden önce biz bir gidip bakalım düşüncesiyle Rüzgar'ı bahçeye çağırdım. Gerçi Necmiye Teyzeyi ikna etmek biraz zor olmuş olsa da sorgulamasına izin vermeden bahçeye çıkabilmeyi başarmıştım.
Yanıma gelen Rüzgar: " Işıl, ben de tam seninle sabahki konu hakkında..." dediği sırada sözünü kestim ve: "Rüzgar, sabahki konu sonsuza kadar kapandı. Artık sana kırılacak yerim kalmadı benim. O yüzden bu konuyu konuşmaya gerek yok. Zaten mevzu bu değil. Mevzu Sezen. Sezen kayıp Rüzgar. Kimseyi telaşlandırmadan önce biz arayalım istedim." dedim.
Rüzgar şaşırmış bir ifadeyle: "Ne demek Sezen kayıp? Ayrıca hava karardı Işıl. Biz nasıl arayacağız şimdi Sezen'i" dedi. Ben de: "Yürüyelim en azından etrafa bakınırız fenerle falan. Ayrıca gelmezsen gelme! Ben gidiyorum!" diyip evin avlusundan çıkıp yürümeye başladım. Rüzgar da oflaya puflaya arkamdan geldi. Geceleyin buraların bu kadar ürkütücü olduğunu fark etmemiştim. Etrafa bakınırken ormanın girişinde Sezen'in fularını fark ettim. Artık emindim, Sezen kayıptı. Ne yapacağımı bilemeyip Donuğu yani Kerem'i aradım. Sezen bunu öğrenince bana çok kızacaktı ama mecburdum. Telefonu açar açmaz: "Kerem yetiş Sezen kayıp! Sabah seni aramaya çıktı ama henüz dönmedi. Hava kararmak üzere ve henüz bir haber yok. Ormanda kaybolduğundan şüpheleniyoruz!" dedim. Kerem'den ses beklerken aniden ses gitmişti. Bugün daha kötü ne olabilirdi ki?
-Sizce Sezen'e ne oldu?
-Kerem ne yapacak dersiniz? Kendi içindeki savaşa rağmen Sezen için gelecek mi?
-Siz olsaydınız bu bölüm için hangi şarkıyı seçerdiniz?
Sena&Sezen
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top