Artık sıra ben de!

❄️❄️❄️
Evet bir süre ara vermiştik. Almanyaya gitmem gerektiği için. Almanya'da çok güzel zaman geçirdim ve çok şey öğrendim. Arada bazı aksilikler de oldu ama hallettim çok şükür. Yazmayı da çok özlemişim gerçekten. Tabi sizleri de. O zaman ne duruyoruz hadi başlayalım!
💧💧
Racon(Ayhan)-Toygar Işıklı
Ay Tenli Kadın-Ufuk Beydemir

Kerem'in ağzından

"... Bu ismi iyi hatırla çünkü bu ismi hayatın boyunca bir daha unutmana izin vermeyeceğim!"

Az önce yaşadığım tam olarak neydi? Önce kulağıma fısıldarcasına konuşup beni tehdit etmiş daha sonrasında ise yoldan aşağı doğru yürümeye başlamıştı. Bense öylece kalıp olaylara anlam vermeye çalışıyordum şu an. Tam bu sırada bana seslendi. "Eee... Kerem Atalay gelmiyor musun? Tanışmak istemiyor musun yoksa zebaninle?"

Gerçekten soğukkanlılığını kaybetmiyordu hiçbir şekilde. Bir de üstüne üstelik dalga geçercesine "zebaninle tanışmaya gelmiyor musun" diyor. İnsanı çıldırtmaya çalışıyor anlaşılan. Ben normalde böyle heriflere pabuç bırakacak biri değilimdir ama nedense bu herifin benden bile daha cool bir havası var. Bu durum benim ekstra canımı sıkıyor. Bir yanımda içimi kemiren vesveseler bir yandan da incinmeye yüz tutmuş gururum vardı. Merakım da bir yandan ağır basıyor gibiydi. Galiba gidip yüzleşmeliydim onunla. Böylelikle onun ne mal olduğunu anlayabilirdim. Karar vermem nedense bu sefer daha kolay olmuştu galiba artık kaçmaktan yorulmuştum. Ya da daha fazla sırla yaşayamazdım artık.

Kararım üzerine yavaş adımlarla ben de peşine düştüm. Bir elim cebimde sanki zerre umrumda değilmiş gibi onu izlemeye devam ettim. Bir süre sonra bar tarzı bir yere gelmiştik. Galiba bu saatte açık olan nadir mekanlardan olduğu için burayı tercih etmişti. Sonuçta kim birine kafa tutmaya çalışırken kafayı bulmaya gelir ki bir bara, kimse gelmezdi tabi ki. Kendi kendime cevap verdikten sonra girmiştim içeri.

İçerisi spot ışıklarla donatılmıştı. Kırmızı bir koridordan geçtikten sonra yine kırmızı halı döşenmiş merdivenden aşağıya doğru inmiştik. Ortam daha çok amerikan modasını andıran bir tarza sahipti. Merdivenin hemen karşısında ahşap bir bar tezgahı ve onun önünde de yuvarlak yüksek ahşap dönen bar sandelyeleri vardı. Hemen tezgahın arkasındaki duvarda ise ahşap 2 raf bulunuyordu. Buraya da içkiler yerleştirilmişti.

Barmenin bulunduğu konumun hemen karşısındaki duvarda ise Queen grubunun bir resmi asılıydı. Bu duvarın hemen önüne de bir sahne yerleştirilmişti. Çok ileri teknoloji aletler olmasa da güzel bir sahne kurulmuştu.

Orta bölgede ise hem normal yemek masası ve sandalyeleri hem de kokteyl masaları bulunuyordu. Anlaşılan restoran olarak da kullanılan bir yerdi burası yani bir bar&bistroydu.

Biz bar sandalyelerine oturduk ve ardından sipariş vermeme gerek kalmadan adının Mert olduğunu öğrendiğim şahıs Barmen'e: "Mustafa bize iki kahve versene." dedi. Sadece kendi kafasına göre hareket ediyordu ama barmene ismiyle seslenmesinden buraya daha sık geldiği kanısına varmıştım.

Kahveler geldikten sonra bu sefer sazı önce ben elime aldım: "Bak arkadaşım, kimsin ya da necisin bilmiyorum. Bir gizemli tavırlar sergileyip beni tehdit ediyorsun. Bir de sabahın bu vaktinde beni bu bara getirip sanki ayıltmak istermişçesine kahve söylüyorsun. Anlaşılan bunu yapabildiğine göre yürek yemişsin ya da beni yeterince tanımıyorsun. Bana diklenebilecek kadar da şuursuzsun. Tövbeli olabilirim ama hadsize de haddini bildirmeyi bilirim her zaman. Emr-i vakilerden nefret ederim hem bu tavırların seni daha havalı bir hale de getirmiyor onu da söyleyim."

"Hahaha... Sakin ol şampiyon ya ne bu haller? Öncelikle şuna bir netlik kazandırayım. Yürek falan yemedim sadece senin aksine olduğum gibiyim. Neysem oyum yani. Hiçbir şekilde bel altı vurmam, kimseye hak etmediği sürece de saygısızlık etmem. Haddimi de hududumu da bilirim evelallah. Biz anamızın karnından mangal gibi yürekle çıktık gerçekten de. Senin gibi yüreğini kor yapanlardan ya da ruhunu şeytana satanlardan değiliz. Son söylediğine gelince de havalı olmak gibi bir gayem yok. Bu şekilde bir uyarı yapıyorsan sana öyle geldim galiba ya da kendin öyle olmaya çalıştığından beni de kendin gibi sandın. Her şey bir yana tehditlerim boş değildi. Son damlasına kadar gerçekti. Şimdi eğer gerçekten de düşmanını tanımak istersen ben burdayım. Karşındayım!"

Mert gerçekten de kartlarını açık oynuyordu. Kart çalacak bir tipe de benzemiyordu. Karşılıklı restleşsek de güzel racon kestiği de belliydi. Boş bir herif olmadığı da ortadaydı. Prensipleri vardı bir kere. "Dostunu yakın düşmanını kendine daha yakın tut!" diyenlerdendi. Düşman olduğumuzu apaçık söylemişti. Acaba geçmişimin hangi karanlık döneminden çıkıp karşıma gelmişti?

Gerçekten hazır mıydım bunu öğrenmeye daha doğrusu o da kötülük yaptıklarımdan mıydı? Hayatımın son 1-2 ayında fetret devri yaşıyordum adeta. Geçmişimdeki kötülükle bugünümdeki iyiliğin taht kavgaları bir türlü son bulmuyordu. Ama artık kaçmayacaktım. Bir kere yüzleşen her zaman yüzleşebilirdi sonuçta.

Hazır olduğumu belli etmemin ardından anahtar olabilecek soruyu da sormuştum: "Gerçekten sen kimsin Mert Karay ve ben sana ne yaptım? Düşmanım olmanı sağlayacak ne yaşatmış olabilirim ki sana?"

-Bana ne yaşattığından önce sana şunu sormak istiyorum Kerem Atalay! Sezen Aykut'u ne kadar zamandır tanıyorsun?

-Sezen mi? Durumun Sezenle ne alakası var ki şimdi?

-En çok onunla alakası var aslında. Adımı onun ağzından hiç duymamış olamazsın herhalde.

Ne yani o Sezen'in Merti miydi? Gerçekten böyle bir kader olabilir miydi? Kaderim daha önceden de Sezenle bir noktada kesişmiş olabilir miydi? Hayat hem bana bu kadar lütufkar hem de bu kadar acımasız davranmış olabilir miydi?

-Sen gerçekten o musun? Ya..yani Sezen'in çocukluk arkadaşı, masumluğumun simgesi dediği çocukluk aşkı.. O sen misin gerçekten? Sezenle biz tanışalı çok uzun zaman olmadı en fazla 7 ay. Senle benim nasıl bir bağım olabilir ki peki?

-Sadece benle değil Sezenle de aslında geçmişten bir bağın var. Nasıl beni hatırlamıyorsan onu da hatırlamıyorsun belli ki. O kadar köreltmişsin ki ruhunu artık yaşattıklarını bile hatırlamaktan aciz birine dönüşmüşsün. Çok yazık sana!

Allahım bu lavuk neyden bahsediyor böyle? Ne demek Sezenle geçmişten bir bağım var? Ne demek ona yaşattıklarım... Ben ona zarar vermiş olabilir miyim? Be..ben onun da canını yakmış olabilir miyim? Allahım ne olur aklıma çıldırmamam için bana bir yol göster.

-Lan oğlum derdin ne senin? Derdin neyse apaçık söyle neden Sezen'i karıştırıyorsun bir şey. Hani kartlarını açık oynuyordun sen? Laf cambazlığı yapmasana!

-Tamam o zaman sen istedin bunu Kerem Atalay. En son öğrendiğin olaydaki gibi yumuşak bir geçiş olmayacak yalnız. Olumsuz örneklerin yanında bolca kan ve göz yaşı içerebilecek bir hikaye anlatacağım sana. Sonu mutlu bitemeyen bir hikaye. Bunun için seninle geçmişe bir yolculuk yapacağız hazırsan bu gündem 7 sene öncesine dönelim.

7 sene öncesi Yazar'ın ya da anlatıcı olarak Mert'in ağzından

Yalnızlık dediğimiz duygu ansızın hayatımıza giren ve çaresizlikle sizi kardeş yapan bir durum değil miydi zaten? Etrafında elinizden tutacak kimsenin olmadığı, sanki tüm dünyanın size düşman haline geldiği bir yalnızlık en zor olanlardan olsa gerek. Yardım çığlığınızın dahi duyulmayacağı bir hiçlik boyutu gibi. Duvarların tek arkadaşınız olduğu öyle bir mecburiyet silsilesi.

Sezen de öyle zamanlardaydı işte. Kutu kutu pense oynayacak kimsesi bile olmadığı için koşarak okulun tüm duvarlarına elini sürerek duvarla sobelemece oynadığı zamanlardaydı. Henüz 10 yaşındaydı o zaman. Çocukluk arkadaşlarıyla yeni bir okula geçiş yapmış ama orda ne olduysa olmuş ve hepsi yüz çevirmiş hatta düşman olmuştu ona. En kötü tarafı da bunu henüz o çocuk yüreğiyle fark edememiş olmasıydı. Ve başına geleceklerden bi haber yaşamasıydı.

Özel bir okulda okuyor olmasına karşın herkes aynı konumda değildi burda da. Her zaman ,kaç yaşında olursanız olun bazı çocuklar bir şekilde daha şanslı oluyordu işte. Sezen de şanssız doğmuş değildi sonuçta ama elinde 3 yapraklı yoncayla bu okula gelmiş olanlara göre daha gerideydi. Bu okulun ona çok daha iyi gelmesi hayatında daha iyi şeylere sebep olması beklenirken yaşayacakları onu sadece bir uçuruma sürükleyecekti.

Öğretmenleri en çok onu seviyordu sınıfta. Herkese örnek gösteriyor hatta en yakın arkadaşlarım dediği çocukluk arkadaşlarına da: "Sezeni örnek alın, siz de onun gibi olun!" diyorlardı. Bu sözün sonunda kıskançlık ve haset duyguları o küçük yüreklerine düşmüş olsa bile bu birinin hayatını mahvetmek için yeterli bir sebep değildi yine.

Çocuklar masumdur deriz çünkü hep. Yüreklerinde kötülük taşımaz deriz. Bilmem ki bizleri böyle düşünmeye iten de nedir? Kötülüğe akıllarının ermeyeceğini düşünmemiz midir acaba? Ya da kötülük yapacak kadar hayatta çok şey görmediklerini düşünmemiz mi bilemiyorum. Ama yanıldığımız bir gerçek olduğu muhakkak.

Kötülük dediğimiz hissiyat sarmaşık gibidir. Bir kere filiz verdi mi bir kere ele geçirdimi ruhunu, her yere yayılmaya başlar. Önce küçük bir kara nokta olarak başlar kalbinde. Sonra yaptığın her kötülükte bir kara deliğe dönüşür ve kalbini yutmaya başlar. Hem de son kırmızı nokta kayboluncaya kadar. En sonunda ise geriye kalan bir et parçası dahi değil anca bir kömür parçasıdır.

Ruhu ölmüştür işte o zaman kalbinin. İçi boş cesetten farksızdır artık o insan. Ama bir ceset bile olsanız bir insanın canını yine de yakabilirsiniz çünkü birinin canını yakmak için nefes almak dahi gerekmez. Yalnızlığından faydalanabilirsiniz mesela birini mahvetmek istiyorsanız ya da çaresizliğinden. İkisi de biçilmiş kaftandır bu görevi gerçekleştirmek için.

Sezenin de çocukluğundan, masumluğundan faydalanmışlardı işte. Çocukluğum dediği insanlar...

Sınıfta tek başına oturup dışarıyı izlerken gelmişlerdi Sezenin yanına. Sezen pencereden bahçede oynayan çocuklara bakıyordu o sırada. Kız çocukları ip atlıyor, erkekler de top oynuyorlardı. Akif vardı mesela... Kaleye koymuşlardı onu. Sürekli gelen topları kaçırıyordu.
Halbuki Sezen olsa elastik kız olur kaçırmazdı tek bir topu bile. Fakat istese de o kaleye geçemezdi. İzin vermezlerdi ki kaleye geçmesine, almazlardı onu yanına. Onlar istemediği sürece hiç kimse hiçbir şey yapamazdı bu okulda.

Hare vardı mesela... Çocukluk arkadaşı olup şimdi onların yanında yer alan. Sezen'in düşman olduğunu bilmediği hep çocuk kaldığını hep masum kaldığını sadece artık kendisiyle oynamak istemediğini sandığı arkadaşıydı onun. İşte tam da burdan girmişlerdi onlar. Hareyi öne sürmüşlerdi. Hare usulca yanına gelmişti Sezen'in. En sevdiği çikolatadan da almıştı yanına oturmadan önce. Beyaz tablet çikolata...

Önce onu uzattı Sezen'e. Ardından da: "Sezen nasılsın? Bak sana en sevdiğin çikolatadan aldım. Neden burda tek başına oturuyorsun ki? Bak sana ne diyeceğim. Gel senle oyun oynayalım. Uzun zamandır beraber oyun oynamıyoruz." dedi.

Sezen şaşırmıştı, sonuçta uzun zamandır bir kere bile halini hatrını sormamıştı. Kaç gün okulda ağlamıştı ama bir kere bile mendil uzatmamıştı ona. Düşmüş dizi kanamış ağlamıştı, yarasına yara bandı vereni dahi olmamıştı. Duvarlara tırmanacak kadar yalnız kalmış yine ağlamıştı ama kimse elini uzatmamıştı ona. Hare de buna dahil.

Onların başında biri daha vardı çocukluk arkadaşlarından. Hareden daha önceye dayanırdı arkadaşlıkları. Bu da onun canını daha çok yakıyordu ama bir türlü anlam dahi veremiyordu neden bunları yaptığına. Hazal... Her türlü kötülüğü yapmayı denemiş ama her seferinde başarısız olmuştu. Fakat bu seferki oyunu tezgahlayanların başında değildi o. Sadece sebebiydi bu oyunun. Sezen yine de saflığını kaybetmemişti. Ama onun saflığı salaklığından değil de temiz kalbinden geliyordu.

Bu yüzden şaşırsada sadece "Kimle ne oynayacağız ki?" diyebildi. Hare de bunun üzerine heyecanlanıp tutup kolundan Sezen'i çekiştirmeye bir yandan da konuşmaya başladı: "Bodrum katındaki spor salonuna gidiyoruz şimdi. Futbol maçı yapacağız. Tıpkı senin sevdiğin gibi. Hem sen kaleye de geçersin. Bak Hazal da var aşağıda. Birkaç kişi daha olacak. Eğleneceğiz yani biraz. Hadi gidelim bir an önce."

Ağzındaki her kelimenin içine yalan işlemişti aslında Hare. Oyunun içinde oyun gizliydi bu hikayede. Eğleneceğiz derken doğru söylüyordu belki de sadece. Tek bir farkla... Eğlenecek olanlar Sezen dışında herkesti çünkü.
Yozlaşmış kalpleri kötülüğü bile bir eğlence aracı olarak görmeye başlamıştı çünkü artık. Zaman artık ters akmaktaydı. İyiler için acizliğin kötüler için de kan dondurucu zevk çığlıklarının zamanıydı. Çaresizlik ve acizlik başladı mı zamanın yörüngesi haritasından sapmaya başlardı. Acizleşmiş, çaresiz kimse için yelkovan ve akrep zincire vurulur, ne kadar ilerlemeye çalışsalar da o kadar kırbaçlanırlardı kaçmaya çalışan mahkumlar gibi.

Bodrum katına inip spor salonuna girdiklerinde Sezen'in tanımadığı simalar da vardı orda. Sezen dahil 7 kişilerdi. Hare, Hazal, Sezen, Doğukan, Kerim ve tanımadığı 2 çocuk daha. İlk başta her şey Harenin anlattığı gibiydi. 3'er kişilik takımlara ayrılmışlar Kerim'i de hakem yapmışlardı. Sezen'in olduğu takımda Hare ve tanımadığı çocuklardan biri vardı, Sezen kaleye geçmişti. İşte şimdi olmak istediği Akifin yerindeydi. Diğer takımın kalesinde de Doğukan vardı. İri yarı olduğundan ötürü onu koymuşlardı yüksek ihtimalle kaleye.
Sezen'i de gözlerinde çelimsiz saymışlardı muhakkak. Fakat yanılıyorlardı. O mahalle maçlarında az buz maç kazandırmamıştı mahallesine çocukken. Ne güzeldi o zamanlar. Ne olmuştu da hayatı bu kadar uçuruma sürüklenmişti ki sanki? Ya da şimdi yaşadıklarını yaşamadığı için mi öyle sanıyordu acaba bilinmez.

Maçın sonuna yaklaşana kadar da sonuç öyle olmuştu zaten. Sezen görünmez bir ağ örmüşçesine kaleden tek bir top dahi geçirmemişti. 4-0'dı şu an sonuç. İşte tam bu anda rehavete kapılıp 1 gol yemişlerdi işte. Maç altı sayıda bitecekti. Son bir gol kalmıştı, o an ortalık bir sessizleşti. Salonun içinde 2 kapı daha vardı.
Normalde spor eşyalarının konulması gereken ama şu an henüz salon hazır olmadığı ve geçen ay erzak deposunu su bastığı için şu an depo olarak kullanılan  2 kapı.

Sezen'in takımındaki tanımadığı çocuk topu tam kaleye atacakken öyle bir vurmuştu ki top o kapılardan birine girmişti. Soldaki gri demir kapılı olan depoya girmişti top. O an bir arbede çıkmıştı. Her iki taraf da "Topu sen al, hayır sen al" derken Hazal durup da daha tarafsız olabilecek birinin topu almasının daha mantıklı olacağını öne sürdü. Bunun üzerine Sezen'den  gidip topu almasını istediler. Sezen de hiçbir art niyet beklemeksizin koşaraktan kapıdan içeri girdi. Eğilip topu aldığı sırada arkadan dank diye bir ses geldi. Ani bir hareketiyle arkasına dönmesiyle topu düşürmesi bir olmuştu. Kapı üstüne kapanmıştı...

Koşup kapıyı yumruklamaya başladı. Bir yandan da: "Arkadaşlar topu aldım işte. Şakanın sırası değil hem burası çok karanlık. Hadi açın kapıyı. Şimdi açarsanız öğretmene de şikayet etmiyeceğim ki sizi ben hem. Ne olur açın şu kapıyı ben.. be... ben çok korkuyorum. Açın kapıyı lütfen!" diye halen orda olduklarını umut ettiği arkadaşlarına sesleniyordu. Ama ses yoktu...

Saatlerce durmaksızın kapıyı yumrukladıktan sonra eli mosmor kesilmişti. Gerçi o karanlıkta o morluğu görebilecek durumda da değildi. Depoda her yerde patates çuvalları vardı. Tavandan her otuz saniyede bir damla damla su akıyordu. Her şıp sesinde kulakları tırmalanıyor, geriye kayıyormuş gibi oluyor beyninin kılcalları geriliyordu sanki. Yorgunluğunun yanı sıra korku da an be an küçük ruhunu kaplıyordu. Yine de pes etmiyordu küçük bedeni.

Artık yumruklayamasa da "Bana yardım edin! Burdayım!" diyerekten bir yardım elinin uzanmasını bekliyordu. Yer soğuktu, üşümeye başlamıştı. Artık ne kadar zamandır burda olduğunu da bilmiyordu. Sesi kısılmaya çaresizlikse boy göstermeye başlamıştı. Çabanın yerini alması an meselesiydi artık. Boğazı düğümleniyor, boğazında yumrular oluşmaya başlıyordu artık.

Elleri şişmiş minnacık olan elleri tombul bir kedi patisini andırmaya başlamıştı. Ellerinin su toplamaya başladığını anlaması ise parmağında bir kesik hissetmesiyle oldu. Yorgunluktan bitap düşünce zemine bıraktığı ellerini bir şey ısırmıştı. Elinin oraya baktığı sırada küçük bir fareyle yüz yüze gelmişti. O an tüm yorgunluğunu bir kenara atıp sesini kaçtığı delikten çıkarmıştı. Çığlığı basıp kendini patates çuvallarının üstüne atmasıyla fare gözden kayboldu.

Patates çuvallarının üzerinde kutu kadar bir havalandırma penceresi vardı. Ayağa kalkıp ordan bağırmaya başladı tekrar. Yine sesini duyan yoktu! Zaman geçtikçe ayaklarındaki kuvvet de azalmaya ve korku ayırt etme gücünü dahi elinden almaya başlamıştı. Çöktüğü patates çuvalının üzerinde birer birer saç tellerini yolmaya ve kendine artık "Fare yok ki , korkmaya ne gerek var? Sar telleri sar." diyordu. Sanki saç tellerini birbirine sararsa biri onu bulmaya gelecekti. Galiba deliriyordu. Gözleri kör olmaya başlamıştı ya da artık o öyle hissediyordu. Etraf zifiri karanlığa bürünmek üzereydi. Işık kayboldukça, içindeki ümit taneleri de birer birer yok oluyordu.

Gözünde koca koca fareler belirmeye başlamıştı. Gözünü açık tutmaya çalışıyordu olabildiğince çünkü gözünü kapattığında farelerin kulaklarını yediğini görüyor ve kıtırt kıtırt diye kıkırdaklarının kırıldığını hissediyordu. Çektiği acı tarif edilmez boyuttaydı. Artık öleceğini hissediyordu burda. Burdan çıkamayacaktı, bunu biliyordu. Allahtan başka kimsesi yoktu burda. Burdan çıksa dahi aklını burda bırakmış olacaktı. Artık ona her türlüsü de büyük işkenceydi.

Yaşamak ölümden daha zor geliyordu zaten şu an ona. Kelime- i şehadetini getirmiş. Son bir kere de olsa "Bana yardım edin! İmdat, burdayım!" demişti. Her şey tamamdı artık. Son umut kıvılcımını da söndürmüştü böylece. Kendini ölümün huzuruna teslim etmek üzere kafasını yaslandığı duvardan çekiyordu artık . Tam o sırada bir "tak" sesi duyuldu . Pencerenin önünden biri geçiyordu işte. Fakat Sezen artık gözlerini yummuş ve oracıkta yığılıp kalmıştı.

-İşte o pencerenin önünden geçen biri bendim. Oyunun kurucusu da sendin. Ona bunları yaşatan kişi sendin. Hâla kabus görüyor mu Sezen? Bu olaydan sonra uzun süre kabus gördü çünkü. İşte kabuslarının sebebi sensin. Kurtarıcısı da ben. Fakat detaylarını şu an bilmeyi hak etmiyorsun. Bu hikayeyi belki sen başlatmıştın ama karakterleri bizdik. Fakat senin ona yaşattıkların yeterli olmadı. Masalların sonunun mutlu sona ulaşmaması için elinden geleni ardına koymayan kötü adamlardandın sen işte. Şimdi kendinle tanıştın.

Duyduklarım gerçek miydi? Gerçekten ben çocukluğumda dahi bu kadar aşağı bir seviyeye inmiş olabilir miydim? Daha 12 yaşında bir çocukken başka bir çocuğun kabusu olmuş olabilir miydim? Sezen'e "Phobetor'dan bir ömürlük kabuslarını satın alırım gerekirse" derken o kabusları ben yaratmış olabilir miydim?

Mert'in ağzından

Yıllardır beklediğim fırsat elime geçmişti. Zamanı geriye almak istesem de alamayacağımı kabullenmem bir kutup yıldızının patlayışıyla mümkün olmuştu ancak. O gün nasıl arkama bakmadan gittiysem bugün önüme bir o kadar gözükara bakıyordum. Korkaklığımın bedelini sevdiklerimi kaybederek ödemiştim. Ellerimden kayıp giderken çaresizlikle kıvransam da hiçbir şey yapamamıştım. Gücüm yetmemişti bir noktada. Ne de olsa çocuktum o zamanlar. Şimdi ise büyümüştüm ya da gittiğim gün büyümüştüm.

Bana tüm masumluğuyla bakan bir çift siyah gözü arkamda gözü yaşlı bıraktığımda büyümüştüm. Ailemle ilk aşkım arasında bir seçim yaptığımda büyümüştüm. Küçük bir bedene büyük bir günahı yüklediğimde büyümüştüm işte. Sonra da yürümüştüm o karanlık yolda. Kalbimi parçalara ayırıp aşkımı sattığım o adi yolda yürümüştüm.

Şimdi ise burdaydım. Tam tamına 7 sene sonra karşındayım Kerem Atalay. Benden aldıklarının hesabını sormaya geldim. Kaybettiklerimi kazanmaya senden bir aşkın bedelini almaya geldim. Kazanmaya yaklaştığını sandığın mutluluğunu almaya geldim. Bu öyküyü baştan yazmaya geldim. Artık yönetmen koltuğunda ben varım sense bu hikayede sadece bir figüran olarak kalacaksın.

-Bir süredir seni takip ettiriyordum Kerem. Sezen İzmir'e taşındığından beri daha doğrusu. Beni İzmir'e gönderdikten sonra bir gün bile çıkmadı aklımdan Sezen. Bir gün bile unutmadım onu. Sonra bir gün kader onu tekrar bana getirdi. Sen bizi ayırmıştın belki ama Allah onu bana geri gönderdi. Bana ikinci bir şans verdi belki de ama sen ona bile göz diktin. Onu nasıl sevmeye başladığını ona nasıl davrandığını nasıl baktığını gördüm ben. O uçurumda sen ona ilan-ı aşk ederken ben de oradaydım. Yanlış anlama takipçi bir sapık değilim. Sadece işini artık şansa bırakmayacak biriyim.

Şimdi önünde iki seçim var Kerem Atalay:
Ya kendin vazgeçersin ve Sezen sana gelse bile onu geri gönderirsin ya da ona yaşattıklarını bir bir ben anlatırım ona. O zaman onu sonsuza dek kaybedersin. Bu iyiliğimi de unutma çünkü hiçbir yönetmen bu kadar doğaçlamaya izin vermez normalde. Hadi Kerem Atalay sahne senin! Göster ne kadar acımasız ne kadar zalim olabileceğini. O kadar iyi oyna ki rolünü Sezen bundan sonra karşına çıkacak tüm Keremlerden uzak dursun.

-Mert, tamam zamanında ben çok kötü şeyler yaptım. Sezen'e yaptıklarımı hatırlamıyordum bile. Çocuktuk o zaman Mert. Oyun gibi bir şeydi bizim için. O hikayenin başrolü ben değildim tam olarak. Yaa..yani biliyorum yaptıklarımızı haklı çıkarmaz ama ya..yalnız değildim ki sonuçta o gün. Hazal başlattı her şeyi. Benim sonrasında böyle olmamın da en büyük sorumlusu oydu.

-Kerem kendini kandırma! Hazal yaptıklarının sonuçlarını biliyordu ve bilerek yaptı bunu. Ölsün diye yaptı, Sezen oradan çıkamasın diye yaptı. Bunu yaparken ne o masumdu ne sen. Günahının sorumluluğunu bir kişiye yükleyip masummuşsun gibi davranamazsın. Sezen senin ilk kurbanındı belki ama son değildi. Madem dolduruşa gelip yaptın ya da o anlık eğlencesine yaptın, peki ya sonrası? Onun için de aynı şeyi söyleyebilecek misin?

Ben olanları gördükten sonra bir süre sustum, doğru. Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim ama sonrasında Sezen'i tanıdıktan onu sevdikten sonra cezanızı çekmenizi sağlamak istediğimde bana yaptıklarına ne diyeceksin? Beni ailemi öne sürerek sürdün resmen okuldan. 13 yaşımdaydım ve artık bir şeylerin farkına varabiliyordum. Sen benim fakirliğimden ailemin sefilliğinden yararlandın. Babamın hastalığını kullandın. Bunları yaparken de iyi çocuk muydun?

O zaman bunları anlatsaydım ceza alabilirdin belki ıslah evine gönderilirdin hatta bilemiyorum ama sonraki günahlarında olduğu gibi baban bunda da kapatmıştı günahını. Suçunu örtbas etmişti işte. Apar topar yolladınız bizi şehirden. Sonra da dalga geçer gibi beni yolladığınız yere taşındınız. Tamam sayenizde babam iyileşti artık konuşabiliyor da yürüyebiliyor da. Ben de daha iyiyim. Hastalığım stabil en azından ama benden çaldıklarınızın diyeti olamaz bunlar. Bu yüzden seçimini yapacaksın hatta seçim yapabileceğini de sanmıyorum. Mecbursun Sezen'i kendinden uzaklaştırmaya. Bu senin cezan ve herkes bir gün yaptıklarının cezasını çeker.

Lafı gediğine oturtup hesabı ödemiş ve bardan çıkmıştım. Benim ona yaptıklarım şantaj ya da tehdit sayılmazdı. Takıntılı bir manyak da değildim ben. Sadece tüm cesaretini toplayıp bu sefer sevdiklerini kaybetmemek için her şeyi yapacak biri gibiydim.

Gün ışığının yüzüme vurmasıyla sabah olduğunu fark etmiştim. Kerem'in de karşına çıktığıma göre Sezen'in karşısına da çıkabilirdim artık. Her şey şu an için istediğim gibi gidiyordu. Sezen'in karşısına ne şekilde çıksam daha az afallatıcı ve korkutucu olur acaba? Ya da beni en çok nerde karşısında görse çok sevinir? Acaba hatırlar mı yüzümü, tanıyabilir mi ki beni?
Kafamda o kadar çok soru var ki hepsiyle baş etmesi zor gerçekten. Yine de her birine bir çözüm bulmalıyım çünkü kaybedecek zamanım da gücüm de kalmadı artık. Saate bakacak olursam Sezen'in karşısına çıkabileceğim en doğru yerin neresi olabileceğini kestirebiliyorum.

Sezen şu an her zamanki gittiği parka gitmiş olmalı. Keyfinin de olmadığı düşünülecek olursa şu an tahminime göre salıncağına oturmuş kafasını yere eğmiştir. Bir yandan da ayaklarını yere sürerek kumları ordan oraya savuruyordur. Hatta dudağını da büzmüştür hep yaptığı gibi. Beni gördüğüne sevinecektir, morali de yerine gelecektir. O yüzden oraya gidebilirim.

Motoruma atladığım gibi Sezen'in gittiğini tahmin ettiğim parkın yolunu tutmuştum. Yaklaşık 20 dakika sonra o parktaydım. Motorsikletimi park edip kafamdan kaskı çıkardığımda ilk gördüğüm o olmuştu. Tahmin ettiğim vaziyette ve aynı yerdeydi. Gerçekten iyi tanıyordum onu. Bir süre yanına gitmeyip uzaktan onu izlemek istedim. Aslına bakılırsa aylardır da onu izliyordum ama doyamıyordum ona bakmaya. Şu an bile sıradan görüntüsünün altında o kadar güzeldi ki kelimelerim kifayetsiz kalıyordu. Ama bu kadarı yeterdi. Yanına gitmeliydim artık. Kaskımı yerine koyup adımlarımı onun yanındaki salıncağa doğru attım. Yanındaki salıncağa oturduğumda ilk başta beni fark etmemişti. Ben de bunun üzerine kendimi fark ettirmek için bize özel bir şey söylemeye karar verdim ona.

"Geç kaldım biliyorum ama her zamanki gibi yine kaybettiğin taşını arıyordum. İşte burada ranger taşın. Sen kırmızı rangersın. Benim kalbimin en güçlü parçasısın. Bunu sakın unutma ve bu taşı yine kaybetsen de beni asla kaybetmeyeceksin bunu bil istedim."

Kafasını kaldırıp bana baktı önce. Sonra elini ağzına götürüp "Aaaa" dedi. Bu sırada gözlerinden yanaklarına birkaç damla yaş düşmüştü. Yine açmıştı musluklarını. Sonrasında da boynuma atlaması çok uzun sürmemişti. Ağzından çıkansa tek bir cümleydi: "Sensin, benim Mertimsin!"

Evet, ben Sezen'in Merti'ydim. Ondan koparılmış ama ondan kopamamış kişiydim, onun için geri gelmiştim. Artık sıra bendeydi ve bu sefer kartları adil bir şekilde dağıtacaktım.

Bu bölümde bir sır daha çıktı ortaya. Sezenle Kerem'in geçmişini az çok öğrendiniz. Mertle Kereminki hakkında da az çok bir fikriniz olduğunu düşünüyorum. Sezenle Mert'in nasıl bu konuma geldiğini de diğer bölümlerde öğreneceksiniz.

-Öncelikle sorum şu:Mert'i nasıl buldunuz? Sezen'in Merti olarak kafanızda canlandırdığınız gibi mi?

-Kerem'in seçimi bu üçlüyü nasıl bir yola sokacak dersiniz?

-Sezen'in Mert'e olan duyguları depreşir mi sizce?

-Fix sorumuz siz bu bölüme hangi şarkıyı koyardınız?

-Bölüme motto olarak ne koyardınız?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top