Alışmak mümkün mü

📽📽📽
_yazarolmayanyazar 'a bu bölümü ithaf ediyorum. Bundan sonra bölümün mottosuna göre isteyene ithaf edeceğim.
Evet arkadaşlar sonunda bölümü yazabildim. Yine çok beklettim değil mi kusura bakmayın. Umarım yine beklediğinize değen bir bölüm olur. Bu bölüm alıntımızı da sevdiğim yazar olan Oğuz Ataydan seçtim beğenmeyen olacağını sanmıyorum. Çünkü o Türk edebiyatında bir şaheserdir başlı başına. Desteklerinizi esirgemeyin lütfen. 
📽📽📽📽
Edip Akbayram-Aldırma Gönül
Kodes ft AF-Ayrılıklar Zamansız

"Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım. Tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim."
-Oğuz Atay

Adel'in ağzından

"Hatırla kim olduğunu hatırla. Altemur olmak için neleri göze aldığını hatırla!"

Bu sözler bizi sanki o güne götürmüştü. İkimizin yok olup tekrar küllerimizden doğup bir Anka kuşu olmaya karar verdiğimiz güne... Var olmak için önce yok olmak gerekiyordu. Bizse bunu en iyi bilen kişilerdik. Çünkü ölmekten de "hiç" olmaktan da korkmuyorduk.

Kaybedecek bir şeyi olmayanların cesareti gerçekten görmeye değerdi. O gün kalplerimizden birbirimize tutunmamızı sağlayan hayat bugün de ellerimi birbirimize kenetlemişti. Kafamı kafasına koymuştum ve gözlerine dikmiştim gözlerimi.

Göz bebeklerine birçok hayat sığdırmış gibiydi. Birçok duyguya ev sahipliği yapmış, hepsine bir oda tahsis etmişti. Küçük bir çocuğun öfkesi vardı gözlerinde. Peşinden koşsa da minik bacaklarının yetişemediklerine, kaçırdıklarınaydı öfkesi.

Kalabalıklar içinde yalnızlaşmış bir adamın yalnızlığı vardı en derinlerde. Yalnızlıktan korksa da yalnızlığa tahammül etmeye gayret eden bir adamın gözleriydi.

Tarihin yazdığı aşk hikayelerinin arasına sıkışmış, iyilik ve kötülük arasında kalmış bir karakterin çaresizliği vardı gözlerinde. Gözlerinin karanlığı ruhunu kaplamasın diye aynaya 10 saniyeden fazla bakamayan bir çaresizdi o.

Bitmiş bir adamın hayata tutunmak için vazgeçtiklerine karşı duyduğu vicdan azabı gizlenmişti en ücra köşelere. Vicdanını bir kefeye hayatı bir kefeye koymuş ve yaşamı seçmişti. Yaşamak hiç kimse için bu kadar ağır olmamış, bu kadar pahalıya patlamamıştı.

Gözlerini en çok hayal kırıklığı esir almıştı adamın. İnanılmamanın, güvensizliğin esareti cehennemin tutsaklığına eş değerdi. Çektiği acı, gördüğü işkence esaretinin yanında hissiz kalmasına sebep olmuştu. Hayal kırıklıklarından kurtulmak için sonunda bir seçim yapmak zorunda kalmıştı adam. Esaretin bekçilerine diyet olarak sevdasını teslim etmişti.

Kurtulduğunu sandığı anda hayal kırıklıklarının kırıntılarının gözlerine döküldüğünü ise bilememişti. Sonunda ise hayal kırıklıklarından kurtulmak adına sevdasını satan, eski bir sevdalının umutsuzluğuna sahip olmuştu. Çünkü ne sevdasını bitirebilmişti tam olarak ne de hayal kırıklıklarını. İçinde biten tek şeyse umut olmuştu.

Parmaklarımı parmaklarından geçirdim ve ellerimizi kenetledim. Sonra ayırdım kafamı ondan. Kafamı geriye atıp gülümsedim ve her zamanki sözümüzü söyledim: "Beni senden ayırmaya hiçbir şeyin gücü yetmez"

O da benim ardımdan tekrarladı ve sarıldık. Sonrasında biraz daha ciddileşip geri koltuğuna oturdu. Sakinleşmişe benziyordu. Ben de yanındaki koltuğa oturdum. Sonrasında atlamış olduğu bir şey varmış da yeni aklına gelmiş gibi bir ifade takındı ardından kaşlarını çatıp silkelediği kolundaki saatine baktı. Bir şeyi atladığına emin olmuştu artık. Bana döndü :

"Adel, benim bugün bir finans bürosuyla toplantım vardı onun öncesindeki toplantının saati geçmiş zaten. Antonio da korkusundan hatırlatma için gelemedi sanırsam. Finans bürosundan gelecek temsilcilerin de eli kulağındadır. Bir de anlaşma sağladığımız fotoğrafçıya dönüt yapmam gerekiyordu tamamen unuttum. Anlayacağın çok işim var. Sen beni odamda bekler misin yoksa Amtonio seni eve mi bıraksın?" diye sordu.

"Atalayım ya aslında ben yanında dursam olmaz mı? Neticede ben de hissedarım. Toplantılara katılmamda bir sakınca yoktur herhalde? Ayrıca ben holdingin birçok pier işini de yaptım biliyorsun. Fotoğrafçıya yapacağın dönütte de sana yardımcı olabilirim."

Söylediklerim aklına yatmış görünüyordu. İşaret parmağıyla birkaç saniye çenesini okşadıktan sonra düşünmüş ve kararını vermiş gözüküyordu. Elini koltuğunun koluna vurdu ve kafasını hafif yana yatırdı. Ardından ukalaca tebessümünü takınıp cevabını verdi: "Peki Matmoiselle, şirket sizin sayılır. İstediğiniz bu yönde ise görelim hünerlerinizi. Antonio..."

Antonioya seslenmesi üzerine Antonio hemen içeri daldı, her zamanki gibi kapı dinlediği o kadar belliydi ki. Altemura döndü ve  ellerini önünde bağlayıp hazır ol vaziyette durdu. Sonrasında Atalayım lafa girdi: " Antonio, kapıyı dinlediğini biliyorum. Duymuşsundur zaten Adel hanım da toplantıya girecek. Önce gidip Mert Beyi çağır ardından da finans bürosunu arayıp temsilcilerinin ne zaman geleceğini öğrenip bana bildir. Çabuk ol, bekletilmeyi sevmem. Biliyorsun zaten bunu değil mi?"

"Evet efendim, biliyorum."

Cevabını verdikten sonra kafasıyla selam verip odadan çıkmıştı Antonio. Tam iki senedir Atalayımın yanından ayrılmayan gölgesi gibiydi Antonio. Bir dediğini ikiletmezdi. Her kelimesini emir telakki ederdi. Yine de Atalayım ona biraz sert davranırdı başkalarının yanında. Bu kişi ben bile olsam... Çünkü adamları arasında kayırma yaptığının düşünülmezsini istemezdi. Böyle düşünülmemesi için de elinden geleni yapardı ama ben bilirdim Antonio'nun esasında onun yaverinden çok dostu hatta yareni gibi olduğunu.

Biz Antonio'nun gelmesini beklerken Atalayım da bana yeni ürünlerimizden ilkinin fotoğraf çekimleri için sunulan dosyayı göstermişti. Bu fotoğrafçı kimse oldukça yaratıcı ve yetenekli biri olduğu aşikardı. Fakat bu sunumunda ürünlerden birine sunduğu tema oldukça sade ve sıradan gelmişti bana. Bu bende oldukça merak uyandırmıştı. Bu aslında fotoğrafçıyı test etmek adına iyi bir fırsattı. Biraz bekledikten sonra kapı çalınmış ve Atalayımın buyur etmesi üzerine Antonio eliyle kapıyı açıp birine yol vermişti. İçeri giren adam enteresan bir şekilde benim Atalayımı uzaktan da olsa andırıyordu. Yaklaştıkça pek de benzemedikleri anlaşılıyordu.

Antonio adamın oturması için yer gösterdi ardından kendisi de gelip Atalayımın sağına oturdu. Yanında da adının Mert olduğunu söylediği adam oturuyordu. Atalayım aceleyle söze gireceği sırada elimle koluna dokunup onu durdurdum: "İzniniz varsa ben söze girebilir miyim öncelikle."

Kafasını sallaması üzerine dosyayı açıp bir sayfada durdum. Sonrasında da elime sinevizyon kumandasını bahsettiğim hususa geldiğinde gerekli yeri açmak üzere aldım ve söze girdim: "Mert Beydi değil mi? Öncelikle kendimi tanıtmak istiyorum izninizle. Ben Adelya Demirhan, Interminable Companys'in en büyük hissedarlarından biriyim. Aynı zamanda holdingin birçok pier işini de ben yürüttüm. Burada bulunma maksadım sadece Altemur'a fikir vermek esasında. Dosyanızı inceledim, Altemur söylemeyecektir ama ben hak eden kişilerin takdir edilmesi gerektiğine inanırım. Ve hak eden kişinin övülmesinde bir sakınca görenlerden değilim. Yerinde yapılacak iltifat performansı arttırıcı etki yaratacaktır. Fikirlerinizi oldukça yaratıcı genel olarak fakat bir ürün için sunduğunuz tema oldukça sıradan ve sade geldi. Bunun özel bir nedeni var mı?"

Konuşmamı bitirdikten sonra sinevizyon kumandsıyla bahsettiğim kısmı açtım. Mert Bey önce yarım olarak yansıyan görüntüye döndü sonrasında ise bana. Oldukça kendinden emin ve net bir şekilde cevabını verdi:

"Evet haklısınız oldukça sade ve belki de sıradan bir insanın dahi ilk aklına gelebilecek bir temayı tercih ettim. Fotoğraf çekimini yapacağımız bu parfüm menekşe kokusuna sahip. Menekşe kokusu çok rastlanılan bir koku değildir parfümlerde bilirsiniz. Yani nadirdir tıpkı menekşe tarlası gibi. Ülkenin birçok yerine gittiğinizde papatya, lavanta, gül gibi çiçeklerin tarlalarına rastlayabilirsiniz. Lale de birçok yerde ekili halde bulunur. Menekşeler ise genelde çiçekçilerde ve insanların evimdeki saksılarda yetiştirdikleri çiçeklerdir. Bu yüzden nadir bir kokuyla nadir bir görüntüyü insanın yanlarında taşımasını sağlamayı amaçladım. Bu yüzden menekşe tarlasının uygun olacağını düşündüm. Hem son zamanlarda stüdyo çekimlerindense açık hava çekimleri daha çok tercih ediliyor."

Gerçekten oldukça güzel bir fikirdi fakat şu şartlarda biraz zor gözüküyordu. Tereddütlerimi vardı ve bu tereddütlerimi herkesle paylaşacaktım: "Mert Bey kesinlikle çok akıllıca bir fikir fakat araştırdınız mı bilmiyorum ama menekşeler sonbahar sonunda ekilir kış hasadı için. Ayrıca açmaları için 20 hafta kadar bir süre geçmesi gerekir. Kasım ortasında ekilmiş olması ihtimalinde en iyi ihtimalle mart başında açmış olacaktır. Burda nerden baksanız neredeyse 1.5-2 ay anlamına gelmektedir. Bir çekim için bu kadar beklemek sizce bizi zarara uğratmaz mı? Sonuçta ürünün piyasaya sürülmesi süresi uzamış olacak. Sen ne düşünüyorsun bu konuda Altemur?"

Atalayım biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı: "Adelya haklı olabilir. Fotoğraflar ürünün pazarlanması bakımından oldukça önemli evet ama ürünün piyasaya sürülmesinin gecikmesi de bizi zarara uğratabilir. Çünkü ürünlerin üretimi genel oranda tamamlandı. Depolarda ürünleri tutmaya devam ettikçe depo için aldığımız geçici işçilerin de bir süre daha işlerine devam etmesi gerekecek. Kar- zarar dengesini iyi gözetmek gerekir."

Atalayımın sözlerinden sonra Mert lafa girmişti. Altemuru ikna etmek için kendini yırtacak olduğu her halinden belliydi:

" Bakın ben sanatçıyım, ekonomik kısmı beni alakadar da etmez bu bir gerçek ama ben size yapılacak sanatın kalitesinin ve ürünün beğenilmesinin garantisini veririm. Ürün beğenildiğinde satışlarınızın oranı da artacağı için artış size oldukça kâr getirecektir ve ürünün piyasaya geç girmesini tolere edecektir. Eğer ki dediğim olmazsa sözleşmemi tek taraflı feshedebilirsiniz."

Oldukça iddialıydı sözlerinde. Bir tema üzerine bu kadar ısrarcı olması hatta işini riske atması hiç kafama yatmıyordu. Bu işte bir iş vardı sanki. Burada kendini ispatlama gayesi vardı daha çok. Altemur'a yenilmemek adına çabalıyor gibiydi. Ama neden? Mert... Mert yoksa o muydu? Altemur onu bilerek işe almış olabilir miydi ya da her şey gerçekten bir tesadüften mi ibaretti.

Atalayım iddialı sözler karşısında her zaman iddialı olan biriydi. Bu yüzden Mert'in teklifini kabul etti. Ardından Antonio'ya Mert'i geçirmesini söyledi. Mert ikimizle de tokalaşıp odadan çıktı. Ben de bundan faydalanıp hemen Atalayıma döndüm ve kafamda oluşan soruyu ona yönelttim: "Bu Mert o Mert mi? Mert Karay mı?"

Atalayım ifadesiz bir şekilde yüzüme bakmadan cevabını verdi. Bu sefer beni zorlamamıştı: "Evet o, nerden anladın?"

"Nerden anladığımı boşver özellikle mi işe aldın onu yoksa tesadüf mü?"

"Sence, sen ne olduğunu düşünüyorsun?"

"Bilmiyorum işte ama özellikle onu seçmiş olduğunu pek sanmıyorum çünkü onun burada olduğunu bilmiyordun. Yoksa biliyor muydun, benden sakladın mı?"

"Bunun cevabını zamanla alırsın Adel. Şimdilik bu kadarını bilmen yeterli!"

Konunun üstünü kapatmak için mi yapıyordu yoksa beni mi yemlemek niyetindeydi bu defa kestiremiyordum. Gittikçe kendini gizlemekte ustalaşıyordu. Hislerini benden saklayamasa da düşüncelerini saklayabilmeyi son zamanlarda oldukça başarıyordu. Ona bunu ben öğretmiş olsam da bana karşı bını kullanması hiç hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden biraz onla uğraşmaya karar verdim:

"Bu arada bu Mert, yalnız mı? Yani sevgilisi falan var mı biliyor musun? Onunla Mert arasında bir şey olmuş olabilir mi sonuçta  4 yıl oldu. "

Söylediklerim üzerine dik dik bakmakla yetinmişti. Bu yüzden biraz daha üzerine gitmeye karar verdim: "Tamam ya bir şey demedik. Yani Mert de bayağı yakışıklı bir adam tam benim tipim. Eniştesi olmak ister miydin?"

"Adel birazdan toplantı başlayacak. Biraz ciddi olabilir misin artık? Ayrıca ne eniştesi hani sadece sen ve ben olacaktık ölene kadar? Hani seni benden kimse alamazdı? Ne çabuk döndün sözünden."

Ciddi görüntüsünü biraz da olsa kurabilmiştim. Kıskançlığını hiçbir zaman gizleyemiyordu. Terk edilme fobisini bastırsa da aşamadığı aşikardı. Halen korkuyordu. Bu yüzden onu rahatlatmak amacıyla elimi yanağına koydum. O da yüzünü elime doğru hafifçe yatırdı küçük bir kedi yavrusu gibiydi şu an. Sadece benim yanımda belki de böyle oluyordu, bakışları keskin olsa da esasında böyle olduğunu biliyordum ben. Yüzünü okşayıp bir yandan da onu rahatlatacak sözleri söyledim:

"Merak etme beni senden, seni benden kimse alamaz. Biz mühürlendik o gün birbirimize. Kördüğüm olduk. Kimse çözemez artık bizi. Sana zarar veren kimsenin ne kalbimde ne de hayatımda yeri olamaz!"

"Tamam o zaman, benim son bi görüşmem olacak. Bir finans bürosuyla anlaşmayı düşünüyoruz. Finans bölümünde yapılandırma yapmayı amaçlıyorum. Bu büro da çok büyük olmamasına rağmen kısa zamanda adını duyurmayı başarmış bu piyasada. Bakalım beni tatmin edebilirlerse anlaşacağız. Finans işleri seni sıkar. Antonio sana bi kahve getirsin de odamda takıl biraz ne dersin?"

Doğru söylüyordu. Mert denilen adamla olan görüşmede kalmak ilgimi çekmişti. Sonuçta fotoğrafçılık da bi sanattı. Ama finans, para işleri oldum olası sevmediğim işlerdi. Bu yüzden bu sefer uslu bir kız olup dediğini yapmaya karar verdim. Ceketimi attığım koltuktan alıp tek parmağımla tutar vaziyette omuzuma attım. Sonrasında da Atalayımın kafasının tepesinden öpüp: "Madem öyle diyorsun ben odadayım. Antonio dışında kimse gelmesin. Sen de sıkıcı para meselelerinle ilgilen. Sonra da güzel bi balık yemeye götür beni olmaz mı?" dedim.

Kafasını sallayıp kabul etti teklifimi. Odadan çıktıktan sonra peşimden Antonio da gelmeye başladı. Atalayımın Antonioyuyu başıma taktığını anlamıştım ama ses etmedim. Sinsi gülümsememi takınıp asansörüm önüne kadar geldim. Asansörün gelmesi biraz uzun sürmüştü. Biraz sonra asansör geldiğinde içinden 2 kadın çıktı. Onlar çıkınca ben de asansöre binmiştim ama bir terslik vardı. Antonio peşimden asansöre binmemişti. Asansörü durdurup kafamı asansörden dışarı çıkardım ve Antonio'ya bağırdım: "Hé Antonio, viens! Pourquoi es-tu là comme ça?(Hey Antonio, hadi! Neden böyle duruyorsun?)"

Antonio donmuş şekilde orada duruyordu. Neler olduğunu anlamak için Antonio'nun durduğu danışmanın önüne geldim. Omuzuna dokunduğumda irkildi ardından bu defa Türkçe olarak sordum: "Neler oluyor Antonio, neden bu haldesin? Tanıyor musun o kadınları."

Antonio gözlerini kadınların gittiği yerden ilk başta ayırmadı ardından cümlenin sonuna doğru kekeleyerek cevap verdi bana dönüp: "Ta..Tanıyorum diyemem ama tanımıyo...yorum da diyemem. Ama o..o...oydu."

Söylediklerinden bir şey anlamamıştım. Anlamak için bu yüzden insanlar tepki gösterecek olsa da onu kendine getirecek hamleyi yapıp bir tokat attım. Ve sordum: "Kim o Antonio?"

Kendine gelmiş ve dili çözülmüştü. Cevabını verdi:"Kardelen"

Gerçekten o muydu? Her şeyi başlatan kilit nokta... Yıllarca tanışmayı beklediğim kişi... Ve patlacağım bombanın pimi... Üzgünüm Atalayım odada seni bekleyemeyeceğim, artık sıkıcı şeyler beni daha çok eğlendirecek gibi duruyor.

"Yürü Antonio gidiyoruz"

"Ama efendim..." sözünü kesip beni takip etmesini sağladım ve yanıma geldiğinde Antonio: "O zaman ne diyoruz Antonio, oyun başlasın!"

Sezen'in Ağzından

Bugün ilk iş günümdü. Oldukça heyecanlı olsam da soğukkanlılığımı sonuna kadar korumak için çabalayacaktım. Bürodan içeri girdiğimde tam yukarı çıkacakken danışmadaki kız bana seslendi: "Sezen Hanım bir saniye bekleyebilir misiniz? Nalan Hanım önce onun yanına uğramanızı söyledi. Bir de bu sizin çalışan kartınız asansörün yanında bulunan yere kartınızdaki numarayı girip parmak izinizi tanımlamayı unutmayın. Giriş çıkış yaparken parmak izinizi okutmanız gerek. Tekrar hayırlı olsun. Bu arada ben Burcu, bir şeye ihtiyacınız olursa dahili numaraları sistemden görebilirsiniz. Dahili numaradan bana ulaşabilirsiniz."

Verdiği kartı aldıktan sonra Burcuya memnun olduğumu söyleyip teşekkür ettim ve parmak izimi tanımlamak için asansörün yanındaki cihazın yanına geldim. Teknoloji gerçekten git gide gelişiyordu. Fakat bu parmak izi okutma işi beni zorlayacak gibi duruyordu. Unutma olasılığım yüksekti bunu hatırlatmak adına kendime bir yöntem bulmalıydım. Eve gidince Mertle konuşsam bana kesinlikle mantıklı bir çözüm üretir. En iyisi öyle yapmak diye düşündüm ve asansöre binip Nalan hanımın odasının olduğu kata çıktım. Geçen sefer mülakata geldiğim kattaydı odası.

Asansör kata geldiğinde asansörden indim ve odaya ilerlemeye başladım. Daha şimdiden ayaklarım acımaya başlamıştı topuklular yüzünden. Gerçekten artık bu topuklulara tahammül edemiyordum. Zaten durumum belliydi bazen kaslarım aniden kasılabiliyordu. Saatlerce topuklularla duran kadınlara saygım şimdiden artmaya başlamıştı. Biz kadınlar kesinlikle her konuda en çok cefayı çekiyorduk ama kıymetimiz asla bilinmiyordu. Gerçekten asla değerimiz anlaşılmıyordu.

Kendi içimden söylenmelerim bittiğinde Nalan hanımın odasının kapısına gelmiştim. Kapısını tıklattıktan sonra "gel" sesini duyunca içerdim. Beni gören Nalan hanım ayaklandı ve ağzımı dahi açtırmadan söze girdi: "Hah Sezen hoşgeldin. Hiç oturma bugün önemli bir görüşmemiz var. Çok önemli bir holdingin Türkiyedeki şirketlerinin Ceo'su ile görüşmeye gideceğiz. Finans departmanlarında yeni bir yapılanmaya gitmeyi düşünüyorlar. Eğer bu işi alırsak büromuz için çok iyi olacak. Senin de benle bu görüşmeye gelmeni istiyorum. Kendini ispatlaman için güzel bir fırsat. Bu yüzden öncesinde bizim bir toplantı yapmamız lazım. Hadi beni takip et!"

Benle konuşurken topladığı evraklarını, çantasını ve montunu alıp benim yanımdan geçip kapıdan çıktı. Yaptığımız toplantıdan sonra direk bu görüşmeye geçecektik belliydi. İlk gün için bu görüşme fazla mıydı emin olamamıştım. Sonuçta ben daha yeni başlamış bir stajyerdim burda. Yine de Nalan Hanım haklıydı. Bu benim için değerlendirebilirsem çok iyi bir fırsattı. Aklımı çok iyi kullanmam ve kendimi göstermem gerekiyordu. Bunu yapabilecek donanıma da yaratıcılığa da sahiptim. Başaracaktım bunun başka yolu yoktu.

Nalan Hanımı takip ettikten sonra beraber geçen sefer mülakata girdiğim odaya girdik. Odanın biçimi biraz değilmiş ortaya tek bir masa getirilmiş ve etrafına sandalyeler dizilmişti. Bir sinevizyon sistemi geçen sefer geldiğimizde de zaten vardı. İçerde bizden başka 4 erkek ve 2 kadın vardı. Bir görüşme için bu kadar kapsamlı bir toplantının yapılmasının gerekli olup olmadığı konusunda tereddütte kalmıştım. Ama bize fakültede ilk öğretilen kurallardan biri hiçbir işi küçümsememekti.

Nalan Hanım masanın başına oturduktan sonra ben de en sona, kadınlardan birinin yanına oturdum. Herkes oldukça hazırlıklı gelmişti bu toplantıya. Sırayla herkes sunumlarını yapmaya, raporlarını takdim etmeye başlamışlardı. Elimde hiçbir şey olmadığımdan açıkçası biraz utanmıştım. Bilsem hazırlıklı gelirdim diye geçirmiştim içimden. Hem de bu kadar hazırlıksızken onlardan biri yerine benim gitmem doğru muydu Nalan Hanımla? Bir yardımım dokunabilir miydi gerçekten ona?

Düşüncelere daldığım sırada Nalan Hanım beni kendime getirmişti: "Sezen hazırlıksız olduğunu biliyorum ama zehir gibi bir kafan var. Ve gerçekçisin. Bunu o gün mülakatta hepimize kanıtladın. Sen sadece yapılan sunumları ve raporları iyi dinle. Bugün görüşmede bizi çeşitli sorularla sıkıştırıp denemek isteyeceklerdir. Bu noktada senin devreye girmeni istiyorum anlaştık mı?"

Kafamı sallayıp dediklerini yapmaya koyulmuştum. Kulaklarımı, gözlerimi dört açıp anlatılanları çok iyi dinlemiş ve gözlemlemiştim. Toplantı bittiğinde vakit epey ilerlemiş saat neredeyse görüşme saatine gelmişti. Havanın kararmasına da az kalmıştı. Nalan Hanım vakit kaybetmeden gitmemiz gerektiğini belirtip alelacele odadan çıkmıştı. Peşinden koşar adımlarla ona anca yetişebilmiştim.

Asansörle aşağı inmemizin ardından parmak izimi okutamadan Nalan Hanım bürodan çıkmıştı. Ne kadar ama "Parmak izi..." desem de oralı olmamıştı. Sonuç olarak patrondu bir seferlik bu durumu göz ardı ederdi herhalde. Sonuçta onun yüzünden okutamamıştım. Bürodan çıktıktan sonra Nalan Hanımın arabasına bindim. Ben binince şoför arabayı hareket ettirmişti. Ters oturuyor olmak midemi bulandırdığı için kafamı arabadan inene kadar arkama yaslamıştım.

Görüşmenin yapılacağı şirketin önüne geldiğimizde otomatik kapı açılmıştı. Sarsılmış bedenimi kendime getirmek için sarstım ve arabadan indim. Nalan Hanım iyi olup olmadığımı sorduğunda iyi olduğumu söyleyip onunla beraber içeri girdim. Bu şirket oldukça büyüktü. Şu zamana kadar birçok şirket görmüş olmama karşın bu kadar estetiğini ve büyüğünü görmemiştim. Görüşmenin yapılacağı kat daha önceden telefonla Nalan Hanımın sekreterine bildirilmişti. Bu yüzden direk görüşmenin yapılacağı kata çıkmak için asansöre bindik.

Kapalı ve dar alanlar bana oldum olası iyi gelmiyordu. Bodrum kadar kötü etkilemiyor olsalar da huzursuz ettikleri gerçeği değişmiyordu. Bugünlerde de çok fazla asansöre binmek durumunda kalıyordum. İçten içe bu beni rahatsız etse de diğer birçok şey gibi buna da katlanmam gerektiğini iyi biliyordum. Asansör katta durduğunda tam karşımızda bir kadın bekliyordu.

Bu kadın kahve,siyah ve sarı tonlarının itinayla harmanlandığı kumral saçlara, kıvrımlı kaşlara ve  kahve çekirdeklerinin can bulmayı tercih ettiği büyük gözlere sahipti. Uzun bir burnu vardı ama karadenizlilerin burunları gibi kemerli değildi. Elma şekerine benzeyen kırmızı dolgun yanakları ve belirgin elmacık kemikleri vardı. Ciddi bir görüntüsü olmasına rağmen esasında sevimli bir yüze sahipti. Ciddi duruşu yanağında oluşan çukuru gizleyememişti. Havalı bir tarzı vardı. Bakışları ise biraz küçümseyici biraz da karanlık gibiydi. Belki de bir daha görmeyeceğim bu kadın beni neden bu kadar huzursuz etmişti bilmiyordum.

Nalan Hanım asansörden inimce ben de peşin sıra inmiştim. Kadında bizim arkamızdan asansöre binmişti. Koridorun sonundaki camlı odaya doğru Nalan Hanım ilerledi ve kafasını yukarı kaldırıp odanın numarasını kontrol etti. Burasıydı. Kapıyı çalıp içeri girdi. Ben de ondan sonra içeri girmiştim. Duyduğum ses bir şok daha yaşamama sebep olmuştu.

Kader bize nasıl bir oyun oynuyordu? Bu kadarı lazım mıydı? Kaderimizi ne kadar yönetmeye çalışsak da değiştirmeye çalışsak da bizim için biçilmiş kadere hep boyun eğmek zorunda kalıyorduk. Kaderden kaçmak yağmurdan kaçıp doluya tutulmaya benziyordu aslında. İnkar ettikçe, yok saydıkça kendi kaderini kabullenmeye zorluyordu hayat seni.

Esasında hepimiz büyük bir kaderin oyuncaklarıydık. O nasıl isterse sonunda hareketlerimiz onun istediği gibi oluyordu, o nereye isterse sonunda ayaklarımız bizi oraya götürüyordu. Yaptığımız seçimler bile bizim değildi esasında çünkü hep aynı sonuca varıyorduk. Hangi yolu seçersek seçelim her sokak hep aynı caddeye çıkıyordu. Kendi planlarımızı yapıyorduk ama kaderin de planları olduğunu unutmuştuk belki de. En büyük hatamız da buydu galiba, kim bilir...

Çok sevdiğim bir söz var her şeyi özetliyor aslında. Derler ki "Kul kurar, kader gülermiş". Ne kadar doğru aslında. Boşa çabaladığımız o kadar manidardı ki kaderin kahkahalara boğulmaması elde değildi. Kartları kader karıştırıyordu, biz oynuyorduk. Kasa hep kazanırdı, belki de bu yüzden kader hep kazanıyordu. Bizse yenilmeye doymayan kumarbazlar gibi oynamaya devam ediyorduk. Ne kadar acı aslında.

Hiç şaşmayan saat gibi işleyip duruyordu kader esasında. Bizse bir sapmaya hayatımızı adıyorduk. İmkansızı istemek daha cazip geliyordu belki de bize. Halbuki kaderimizi yaralamadan zamanı öldüremediğimiz gibi onu asla duraklatamaz ve ondan asla kaçamazdık. Bu kadar net bi gerçeği neden inkar ediyordu insanoğlu?

Hayata kafa tutan ben kaderimden kaçamıyordum işte şimdi. Ben Sezen Aykut. Olmayan bir hayatı yaşamaya çalışan bir hayalperestim belki. Belki de sadece her şeyi kabullenmiş bir realistim ya da kendini buna inandıran bir korkak. Veyahutta hayata kafa tutacak kadar savaşçı. Kendini sevdiği adam için hayata kurban eden bir adağım aslında.

Sevdiğim adam bensiz de mutlu olabilsin diye onun hüzünleriyle yaşayabileceğim daha az mutsuzluklarımı takas ettim. Üstüne de kendi zamanından verdim. Kan akıtmış, göz yaşı dökmüş diyetimi ödemiştim her gün. Hayatı hesaba katan ben, kaderi göz ardı etmiştim. Azrailden kaçabileceğini sanan ölmek üzere olan bir beden gibiydim. En çok kaçmaya çalıştığımın en çok tutunduğum şey olduğunu göremedim. Bana en yakın şey olduğunu bilemedim. Kalbin atışı, kaderin sesiydi.

Ben şu an bu anda bu yabancının gözlerindeki karanlıkta kendi kalp atışlarımı buluyordum. Kaderin sesi her saniye daha çok yankılanıyordu kulaklarımda. Ve ben kaderimden kaçamıyordum.

Ben Sezen Aykut. Geleceği olmayan, bugüne kendini zincirlemiş biriyim. Bu hikayeyi kendi elleriyle yakan katliamın müsebbibiyim. Bu hikayeyi bitirdiğimi sanarken damlattığım mürekkep damlalarıyla hikayeyi baştan yazacağımı bilemedim.

Ben Sezen Aykut, bu hikaye baştan yazılırken artık iki düşmana karşı tek savaşan kişiyim. Bir yanım hayat bir yanım kader. İkisine de boyun eğmeye niyetim yok. Sevdiğim adamı ne kaderin ne hayatın insafına bırakacağım. Kavuşamasak da onun adını mutluluk sayfasına yazacağım.

Bana seslenen Nalan Hanımın sesi ile kendime geldim."Efendim Nalan Hanım" diyerek düşüncelerimden tamamen ayrıldım. Nalan hanım oturduğu yerin yanındaki sandalyeyi çekip beni çağırdı: "Sezen iyi misin? Gel otur, neden dikiliyorsun orada? Toplantıya başlamamız gerek. Altemur Beyin vaktini daha fazla almayalım ha ne dersin!"

Haklıydı. İşle özel hayatı karıştıramazdım. Kusura bakmayın deyip yerime geçtim. Nalan Hanım hemen hazırladığımız raporlara ve izleyeceğimiz yöntemleri anlatmaya başlamıştı. Tam o sırada kapı tıklanmadan birisi içeri girdi. İçeri giren asansörden inerken karşılaştığımız kadının ta kendisiydi. Burada ne işe vardı? Nalan Hanım ve yabancı da benle beraber kapıya doğru dönmüştü. Yabancı, içeri giren kadına sordu:

"Adelya Hanım sizin burda ne işiniz var? Siz odaya gitmiyor muydunuz? Finans işleri pek sizin alanınız değil hayırdır?"

Kadın içeri girip kapıyı kapanması için ittirdiği sırada içeri peşinden bir adam girdi ve kadının aksine yavaşça kapıyı kapattı. Kadın tam karşıma geçip oturdu ve yabancıya döndü. Ardından yabancının sorularının cevabını verdi:

"Haklısınız Altemur Bey fakat fikrimi değiştirdi. Yeni yapılanma eğer olursa ilgimi çekecek gibi hissettim. Belki de artık finans işleri ilgimi çekiyordur olamaz mı?"

Yabancı tatmin olmuş gözükmese de üzerinde durmadı ve Nalan Hanımın anlattıklarını dinlemeye devam etti. Bense bana bir şey sorulmadıkça konuşmamaya çalışıyordum. Adının Adelya öğrendiğim kadın ise genel olarak sessizliğini koruyor ve gözleriyle beni süzüyordu sürekli. Sanki beni tanıyor gibiydi. Halbuki onu daha önceden tanımadığıma yemin edebilirdim. O bana baktıkça ben aksine gözlerimi kaçırma ihtiyacı hissediyordum. Tam o sırada yabancı Adelya isimli kadına "Sen ne düşünüyorsun bu konuda Adelya" diye sordu.

Adelya rahat vaziyette arkasına yaslanmış, hatta koltuğa gömülmüş, olduğu koltuktan doğruldu ve soruya kaçamak bir cevap vermeyi seçti: "Açıkçası benim ne düşündüğümden çok senin ne düşündüğün daha önemli benim için. Nasıl olsa son karar senin. "

"Olur mu öyle şey Adelya Hanım, siz istemediğiniz bir şeyi veto etme hakkına sonuna kadar sahipsiniz. Sonuç olarak holdingin en büyük hissedarı sizsiniz. Bense sadece Türkiyedeki şirketlerin Ceo'su olarak bulunmaktayım."

"Sizin hiçbir kararınızı sorgulamam biliyorsunuz. Diğer yandan da şu anlık sadece Ceo'sunuz."

"Tamam o zaman siz de böyle diyorsanız benim kararım olumlu. Seray Finans bürosu içinde uygunsa sizle beraber çalışabiliriz. Uygun mudur Nalan Hanım?"

Nalan Hanım aldığı cevaba oldukça sevinmiş gözüküyordu. Bu yüzden hemen cevabını verdi kısa ve öz bir şekilde: "Uygundur Altemur Bey."

Bense işi almamıza Nalan Hanım kadar sevindiğimi söyleyemezdim. Bu işin bizim için iyi olmayacağına dair bir his vardı içimde. Diğer yandan sürekli yabancıyla karşılaşacağım düşüncesi de ayrı canımı yakıyordu. Bunların hepsi yetmezmiş gibi Adelyanın söylediği söz tuz biber olmuştur. Söylediği sözle bir şey ima ediyor gibiydi. Aklımda korkulacak bazı sorular meydana gelmişti. Nalan Hanım korkularıma açıklık getirmek adına korktuğum soruyu yabancıya yöneltti:

"Artık beraber çalışacağımıza göre sizin için de sakıncası yoksa biraz özel bir soru sorabilir miyim Altemur Bey?"

Yabancı arkasına yaslandı ve eliyle buyrun yaptı. Ardından da: "Tabi sorabilirsiniz Nalan Hanım ama cevap vereceğimin garantisini veremem." diye yanıt verdi.

Nalan Hanım onay almış şekilde sorusunu yabancıya yöneltti: "Az önce Adelya Hanım şimdilik sadece Ceo olduğunuzu söyledi. Holdingin Türkiyedeki şirketlerini satın alma gibi bir planınız mı var yoksa Adelya Hanımla aranızda başka bir ilişki mi var?"

Benim aklımdan geçirmekte bile tereddüt ettiğim cümleleri tek seferde sarf etmişti. Yabancı yutkundu, bir saniyeliğine bile olsa gözleri sanki bana kaydı. Tam cevap vermek için ağzını açtığı sırada Adelya lafa girdi: "Kadın gözlemi bir başka oluyor gerçekten. Sizin gözünüzden de hiçbir şey kaçmıyor Nalan Hanım. Siz artık yabancı sayılmazsınız. Sizden saklamamıza gerek yok. Evet biz nişanlıyız. Yakında benim olan her şey Altemurun olacak!"

Son kurduğu cümleleri söylerken yabancının elini dahi tutmuştu. Kalbim sıkışıyordu. Kulaklarım kayıyordu. Nefes almakta zorlanıyordum. Duyduklarım gerçek olabilir miydi? Değişmişti, biliyordum ama bu kadar da değişmiş olabilir miydi? Gerçekten beni unutmuş ve başkasıyla birlikte olabilir miydi? Her şeyden öte Senaya bile ihanet ettiği düşüncesiyle bana olan sevgisini gizleyen adam, bana olan sevgisine ihanet etmiş olabilir miydi? İnanmak istemiyordum.

Bir şey söylemesini ve yalanlamasını bekledim. Geldiğimden beri göz teması kurmadığım kara gözlerimi onun kahvelerine kilitledim. Gözlerimiz kesişmişti. Ama gözlerinde ne kadar çabalasam da bir zamanlar boşvermişliğim yüzünden fark edemediğim yansımamı görememiştim.

Adelyanın tuttuğu elinin üstüne kendi elini koydu ardından gülümsedi ve Nalan Hanıma döndü: "Açıkçası pek kimse bilmiyor daha yeni sayılır. Adel sizi samimi görmüş olacak ki hemen söyleyiverdi. Sizden ricam aramızda kalsın. Pek kimsenin bilmesini istemiyoruz. Asistanınızı da tembihlerseniz bu hususta sevinirim."

Doğruydu. Hiç tereddüt etmeden, gözünü dahi kırpmadan söylemişti. Yalan söylediğinde onun kulakları kızarırdı, ağzı hafif yukarı kayardı. Bu defa ne kulakları kızarmıştı ne de ağzı yukarı kaymıştı. Beni asistan diye nitelendirebilmişti. Gerçekten iki yabancıydık artık biz.

Duyduklarımdan sonra artık daha fazla burda kalamazdım. Soğukkanlılığımı korumaya çalıştım ama ellerim titriyordu. Kekelemeden ve titremeden bir yalan uydurup odadan hızlıca çıkmaya çalıştım: "Nalan Hanım kusura bakmayın çok önemli bi..bir mesaj... geldi de... Benim gitmem gerek. Zaten toplantı da bitmişti."

Nalan Hanımın tamam demesini dahi bitirmeden çantamı kaptığım gibi koşar adım odayı terk ettim. Kapının çarpma sesi kulaklarımda yankılandı. Soluk alıp verişlerimi kontrol edemiyordum. Sol elim özellikle zangır zangır titriyordu. Elektrik çarpmış gibiydi,titremesini engelleyemiyordum. Soğuk soğuk terlemeye de başlamıştım. Titreme yavaş yavaş tüm vücuduma yayılıyordu. Yüz kaslarım gerilmeye başlamıştı şimdiden. Herkes bana bakıyordu.

Titreme ve kasılma bacaklarıma inmeden kendimi binadan dışarı atmak istiyordum. Adımlarımı yapabildiğim kadar hızlandırmaya çalıştım. Biraz ilerlediğimde birine çarpmıştım. Bu olmamalıydı. Bacaklarımdan birinden "çatırt" diye bir ses gelmişti. Sol bacağım diz kapağımdan büküldüğünde istemsizce yere çömeldim.

Titreme artık sol bacağımdaydı ve kasılma da sol bacağıma inmişti. Bacağımı düzleştiremiyordum. Bir şeylerin ters gittiğini kimse anlamamalıydı. Allahım ne yapacaktım ben şimdi? Elimi yumruk yapıp yavaşça kalkmak için tüm gücümle kendimi zorladım. Bu arada çarpmış olduğum kişi sanırsam elimden tutup kalkmama yardım etmişti. Tamamen kalktığımda bu kişinin Mert olduğunu gördüm. Kurtarıcı meleğim yine beni kurtarmak için tam zamanında doğru yerdeydi. Burda ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim olmasa da şaşkınlığımı askıya alıp ona tutunarak ilerlemeye başladım. Bakanlara ise Mert ayağımı burktuğumu söylemeye başlamıştı. Asansöre geldiğimizde Mertin üstüne yığıldım. Kulağına: "Mert, se...senin ne işin var bur...da?" diye sordum.

Mert nabzımı kontrol etmek adına bileğimden tuttu. Sonra "Sezen...Sezen iyi misin? Sezen..." diye bağırsa da artık onu duyamıyordum. Asansörden beni çıkardığında bir "çatırt" daha olduğunu hissettim. Şu an duyamadığım için tamamen iç güdüsel olarak hissetmiştim. Sağ bacağım da büküldüğünde tamamen emin olmuştum. Kolumu Mert omzuna koyduğu için bu defa çömelmemiştim. Mert bütün ağırlığımı üstüne alıp beni şirketten çıkardı ve arabaya bindirdi. Sonrası ise karanlık.

📽📽📽

Gözlerimi açtığımda hava daha aydınlanmamıştı. Başımda Işıl ve Mert vardı. Işıl kolunun üzerinde yanıma uzanıp uyuyakalmıştı. Mertse gözlerini kırpmaksızın beni izliyordu. Saatlerdir uyumadan başımda beklediği belliydi. Kendime geldiğimi fark edince: "Sezen iyi misin, çok korktum senin için" diyip elimi tuttu. Bunun üzerine biraz alaycı konuşarak onu rahatlatmaya çalıştım:"İyiyim. Artık alışmış olman gerekmez mi Mert? Bu benim hatta senin hayatının bile rutini haline geldi. Korkmamayı öğrenmelisin artık!"

Söylediklerimden sonra derin bi nefes aldı. Ardından tuttuğu elimi avuçlarının içine aldı, dudaklarına götürüp minik bi buse kondurdu. Ansızın yaptığı bu davranış irkilmeme sebep olmuştu. Buseyi kondurmasının ardından avuç içine hapsettiği elimi alnına götürdü kendi ellerini yumruk vaziyette birleştirdi. Ardından alnına vurdu birkaç defa.

Bir of çekti, hani derler ya bir of çekersem karşıki dağlar yıkılır diye. O cinsten bir oflamaydı. Ciğerlerinin içe çekilişini hissetmiştim bu oflamayla. Üzülüyordu biliyordum. Taşıdığı yük çok ağırdı, benden başka dostu yoktu. Derdini paylaşabileceği kimsesi yoktu. Arkasını yaslayabileceği bi ailesinin olduğu da tam olarak söylenemezdi. Ben onun kimsesiydim. Benide kaybederse kimsesiz kalacaktı. Bunu biliyordum, belki de bu yakıyordu canımı en çok.

Sonunu bildiğin bir filmi hani tekrar tekrar izlersin ya, bilirsin sonunun ne olacağını yine de izlersin. Bizimki de o hesaptı. Mutsuz bitecek,hüzünlü bir sonun uzatmalarını oynayan iki yoldaştık biz. Mert hayattaki tek bencilliğimdi. Kendim için seçtiğim tek seçenekti. Başka seçenekler için hayat imkan tanımamıştı bana. Bencilliğimle onu da dibe sürüklediğimi biliyordum. Acı çekişini gözlerinde görebiliyordum. Ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ben en azından ona hayatta kalan zamanımı onun kimsesi olmayı göze alarak borçlanmıştım ona.

Yalan söylemek onu rahatlatmayacaktı, doğruyu söylemekse sadece canını acıtacaktı. Susmak en iyisiydi belki de bu yüzden ama o yine izin vermedi susmama ve canını acıtacağını bile bile sordu o soruyu bana: "Senin ne işin vardı Sezen orada o halde, nasıl bu hale geldin?"

Gözlerimi kapatıp sıktım, dişlerimi kenetledim. Gıcırdama sesi duyulmasın diye nefesimi tuttum adeta. Belli etmemeye çalıştım. Bu kadar bencil olamazdım. İçine gömdüğünü biliyordum beni. Benim için kazdığı mezarın üzerinde tepinmeye hakkım yoktu. Bu yüzden üste çıkmaya çalıştım. İşe yaramayacağı belliydi ama yine de şansımı denedim: "Stajyer olarak çalışmaya başladığım iş için gittim oraya. Tesadüfen karşılaştık onunla. Peki asıl senin ne işin vardı Mert orda? Yoksa bağlamaya çalıştığın iş onun işi miydi? Bilerek mi yaptın?"

"Sezen üste çıkmaya çalıştığını biliyorum ama işe yaramaz. Bal gibi de biliyorsun bilmediğimi, senin canının sıkılmaması için sustum. Diğer yandan ben profesyonel hayatımla özel hayatımı karıştırmam bilirsin. Evet, söylemedim onla karşılaştığımı sana çünkü bambaşka biri gibiydi. Adı bile aynı değildi emin olamadım. O muymuş gerçekten? "

Cevap sırası bana geçmişti. Saklamamın da mantığı yoktu. Kendimi dizginleyemeyeceğim belliydi ama gayret edecektim: "Evet oymuş, daha önceden de karşılaştık onunla."

"Sezen ne demek daha önce de karşılaştık, neler oldu. Bana neden anlatmadın?"

Ah be yüreği güzel adam nasıl anlatabilirdim ki sana. Anlamaz mıydın halimden, sesimin tınısından hissederdin sen. Gözlerimdeki buğudan sezerdin. Susmam tüm anlatmam gerekenlere tercüman olurdun. Kırmızısını en iyi Yeşili bilirdi. Bilirdin. Anlatamadım işte bu yüzden sana. Şimdi de anlatmamak için zor tutuyorum kendimi.

Korkuyorum belki de geri içinde kovuşturduğun karanlık yanına teslim olursun diye. Kaybedebilme ihtimalimi düşününce seni, gözüm hiçbir şey görmez oluyor artık. Gerçi artık kredini sonsuza getirdin neredeyse sen ne yapsan da ben senden vazgeçemem ki! Yine de seni senin için senden korumam gerek. Karanlığa teslim olursan insanlığından vazgeçersin. Ve ben canavarca yaşamana izin veremem.

"Mert, ne önemi var ki artık? O gitti. Başka biri olmuş sen de söyledin. İçinde bana karşı sadece nefret kalmış belli ki. Hatta o bile kalmamış. Sanki hayatında hiç var olmamışım gibi devam edebilmiş hayatına. Belki de bizim de yapmamız gereken budur."

Yalan söyledim sana Yeşil. Üzgünüm. Doğrular canını yakmasın diye yalanlarla kendi canımı acıtmayım seçtim ben bugün.

"Gerçekten böyle hissediyorsan sen bilirsin. Ama seni üzerse o zaman karşısında beni bulur biliyorsun değil mi?"

Biliyorum anlamında kafamı salladım elimi yatağın üstüne yavaşça bıraktı. Alnıma bir öpücük kondurdu ardından "Sen biraz dinlen, ben eve geçiyorum" deyip evden dışarı çıktı. Kapının kapanmasının sesiyle yataktan zorlukla doğruldum. Yüzümü yıkamaya gidip aynaya baktım. Kendimi seyredaldım bi süre. Gözümden akan yaşları silişimi izledim. Kimseye anlatmaktan korktuklarımı, kendime anlattım işte o an.

Canın acıyor değil mi Sezen? Şu güne kadar onun için tek bir şeyden korktun. İçinde tek bir şey korku tohumlarını yeşertebildi. Senin korkun onun yokluğuna alışmaktı. Bir gün gelir de onun yokluğu senin için sıradan hale gelir diye korktun. Eskisi kadar canını yakmaz diye korktun. Bir gün gelir de vazgeçişini kabullenirsin diye korktun. Şimdi korktuğun şeyin senin tek kurtuluşun olduğu düşüncesi yüzüne çarptı işte. Şimdi senin durumun Oğuz Atayın bir alıntısında gizli aslında.

"Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım. Tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim.
Oğuz Atay"

Sevmekten o kadar korktun ki bir daha canın yanarsa diye açamadın kimseye kapılarını. Sonra teslim ettin sevginin iklimine kendini. Korkularına gözlerini kapadın. Şimdi ise sevilmediğin düşüncesi seni o zavallı köylüye dönüştürdü. Sudan çıkmış balık gibisin biliyorum. Korktuğun "alışmak" aslında tek kurtuluşun Sezen. Kabullenmek en büyük çaren. Şimdi kendine sor, kabullenip cesaret mi edeceksin? Korkuna teslim olup mahvolmaya devam mı edeceksin?

İç sesim miydi bana bunları sorduran, kendisi ortaya çıkmayıp alt benliğimle mi sesleniyordu bana bilmiyordum. Ama haklıydı, haklıydım en derinde. Belki de kabullenmeliydim artık. Gittiğini, başkasıyla olduğunu, başkasını sevdiğini...

Peki mümkün müydü gerçekten alışmak? Aynanın karşısından ayrılıp yine kalemime sarıldım işte o an. Hislerimden kaçmanın bana bir faydası yoktu. İtiraf etmedikçe yok olmuyorlardı. Haykırmadıkça tükenmiyorlardı. Belki de dile getirmek, tüketmenin en güzel yoluydu. Bu yüzden bugün olanları tek tek kaleme aldım. Sonra seslendim ona kendimce.

"Sevgili, şimdi sensizliğin akşamını demlemekteyim hayatın isli çaydanlığında. Yokluğunda sığındığım mutsuzluğun sobasıyla ısıtmaya çalışıyorum içimi. Kim bilir ben bu satırları yazarken sen dört duvar arasında sana biçilmiş mutluluk rollerinde oynamaktasın. Sahne de sen, başrollerde sen, bense senin hikayende bir figüran olmaya başladığımı yeni fark ediyorum. Oysa ben senin yarım bıraktığın bu aşkın, ayrılığa kalansız bölünen acılarında bana verilen repliklerini oynuyorum.

Perdelerin ardında sözlerini unutmuş figuran gibi her gece sensizliğin içinde senli hatıralarımı oynuyorum. Ve kalabalık sokaklarda karşılaştığım her adamın gözüne yenilmişliğimin ilanını karalıyorum on iki puntoluk harflerle. Şimdi yüreğimin seni seven kepenklerini indirip baktığım her adamın gözlerinde, sana gecikmişliğimi görmek için üzerime suskunluğumu giyiniyorum.

Gördüğüm her gözde anlıyorum ki biz iki yakası hiçbir zaman birbirine kavuşmayacak iki uçurumuz.Biz seninle aynı cümlede iki yabancıyız artık.

Kırık dökük olsa da sensiz aynalar, hayat kaldığı yerden devam ediyor. Senden önce yetim idim, senden sonra da öksüz kaldım. Senden önce yarım bir cümleydim, senden sonra yalnızlığın avcunda kırık dökük bir kelime...Sen yoksun, her şey noksan her şey yarım... Kısacası " sensiz "hayatın tadı tuzu yok be Sevgili. Ha bıçağı göğsüne saplamışsın ha şakağına soğuk kelimeleri dayamışsın. Sen bana söylediğin her kelimede o namlunun ucuna getirdin beni. Tetiği çekmesen ne fark eder? Değişen ne ki sevgili? Artık hiçbir şeyin önemi yok.

Bundan sonra artık her şey " eksik " her şey sensiz noksan kalmaya mahkum. Her yanım yüzüme çarptığın demir kapı gibi... Her şey hayat kadar dağınık , ölüm kadar soğuk, bir sen kadar eksik..."

Evet arkadaşlar sınavlarımdan dolayı anca yayınlayabildim. Bundan sonra her bölümü mottoya göre birine ithaf etmek istiyorum. Bir sonraki bölümün mottosu "Dostunu yakın düşmanını daha yakın tut" olacaktır. Kendinize göre yorumlayabilirsiniz. İthaf için buraya yazmanız yeterli. Ve hayalet okuyucularım size sesleniyorum. Varlığınızı bana gösterin lütfen. Şimdi bölüm sonu sorularımıza geçelim:

-Fix bölüm sonu sorumuz sizce bu bölüme en çok hangi şarkı uyardı?

-Sizce Adel doğruyu mu söylüyor?

-Adelin planı ne olabilir dersiniz?

-Sezen'in hisleri hakkından ne düşünüyorsunuz?

-Ve sizce alışmak mümkün mü?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top