21-Kalbim için

Evet artık çok fazla bekletmemeye çalışıyorum sizleri. O yüzden çok okunma olmamasına rağmen bölümü attım.Bundan sonra en geç 2 yada 3 haftada 1 gelecek bölüm. Ama siz okumaları ve desteğinizi arttırsanız daha erken de gelebilir bu size bağlı. O yüzden çevrenize tavsiye etmeyi unutmayın. Bir de oy ve yorumlarınızı esirgemeyin lütfen.

Balmorhea-Remembrance

Sezen'in ağzından

Gördüğüm şey karşısında dehşete düşmüştüm. Adımımı attığım yer beni boşluğa sürüklemişti. Saniyeler içinde burdan aşağı düşerken tüm hayatım bir film şeridi halinde gözümün önünden geçti. Ben kimdim, şu zamana kadar yaşadıklarım da neyin nesiydi? Hayatımda yaptığım her şeyden memnun muydum gerçekten, pişmanlıklarım mı daha fazlaydı iyi kilerim mi? Kalbini kırıp da gönlünü alamadığım küsüp de dargın ayrıldığım kimsem var mıydı acaba geride?

Şu an bu boşluktan süzülüp bir çuval gibi yere çarpıp binbir parçaya ayrılırsam ahirette sevaplarım günahlarıma denk mi çıkardı yoksa fazla mı? Ya da bir ihtimal ölmez de sağ kalırsam keşkelerimi iyi ki yapabilir miydim? Yanlışlarım doğrularımı götürmeden önce bir hayat silgisi bulup silebilir miydim yanlış işaretlediklerimi ya da hiç olmazsa izi kalıcak dahi olsa bir karakalem bulup karalayabilir miydim üzerlerini?

Netlerim hayat sınavını geçmeye yarayabilir miydi bu sefer? Yaptığım bu vicdan muhasebesinden mutlu daha doğrusu daha az mutsuz ayrılabilir miydim?  Hayat boyu her şeyi bu kadar kafama takmış her şeyi bu kadar çetrefilli hale getirmişken ölümün kıyısında hayatı daha basite alabilir miydim? Şu an burda ölürsem bu dünyadan bir Sezen Aykut geçti diyip hayata kızmadan teslim edebilir miydim ruhumu? Belki hayatı basite alırsam korkmazsam ölümden, Azraille bir masaya oturabilirdim. Ya da bir anlaşma yapmaya teşebbüs dahi etmeden gönül rızasıyla göçebilirdim dünya kervanından. Gerçi şu dünyada kim Azraili yenebilmişti ki , kim onla anlaşıp da geri dönebilmişti ki yarı yoldan?

Düşünceler deryasında savrulurken boşlukta sürüklenip aniden bir yere çakıldığımı hissettim. Bedenimde felaket bir acı oluşmuştu. Tahminimce çok uzun süre düşmeden bu uçurumdaki küçücük bir toprak parçasına saplanmıştım mızrak misali. Bacaklarımda hissettiğim acı tüm benliğimi kaplarken çaresizlikten çok, hissettiğim kurtulma sevinci ve ikinci bir hayat şansıydı galiba. Ya da üç?

Uçsuz bucaksız bir uçurumdan aşağı düşerken bu kadar küçük bir toprak parçasına denk gelmiş olmam yaradanın bir lütfu muydu bana? Vücudumun her parçasının bir tarafa dağılması yerine sadece bacağımdaki tüm kemikler mi parçalanmıştı. Ya da daha az hasarla mı kurtulmuştum bilmiyorum ama gün gelip de bacağımın kırılmasına sevineceğimi söyleseler bir küfür çeşidiyle def ederdim herhalde bunu söyleyenleri. Düşüncelerim birbirini kovaladığı sırada yavaş yavaş göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim. Galiba usulca karanlığa teslim oluyordum.

🌒🌒🌒

Ne kadar süre baygın kaldım bilmiyorum ama hava iyice kararmış.Ormandan kurt sesleri yükselmeye başlamıştı. Hayatımda hiç kurtla rastlaşmamıştım ama burda iken de pek rastlaşacak gibi durmuyordum. Uçurumdan düşmemin sevinilecek bir diğer yanı da bu olabilirdi galiba. En azından kurda kuşa yem olmayacaktım. Yine de bu durum korkmama engel olmuyordu.

Zaman geçtikçe vücudumda hissettiğim acı tüm kılcallarımı ele geçirmiş bir süre sonra da narkoz etkisi oluşturmuş gibi acı yerini hissizliğe bırakmıştı. Bu duruma ilk başlarda sevinmiş olsam da buradan kurtulabilme umudum aklıma geldikçe bu durum da beni bir hayli tedirgin etmeye başlamıştı. Kendimi teselli etmeliydim. "Korkma kalbim" dedim o sırada. Bu seslenişim hamile bir kadının evladına seslenişini anımsattı o an bana. Aslında düşündüğümüz zaman her insanın yüreği de kendi çocuğu gibi değil miydi bir nevi? Hasta olduğunda iyileştirmeye çalışıp, gün be gün onu büyütmek için çabalayan, en iyisi olsun diye elimizden geleni yapan bizler bir nevi yüreğimizin bekçisi,koruyucu melekleri aslen de anneleri gibi değil miydik?

Kendimi telkin etmek için her yolu deniyordum. Bu hayatta bir çok şeyden korkmayan ben karanlıktan çok korkardım. Özellikle de zifiri karanlıkta. Şu anda korkma sebeplerimden biri de bu ıssızlık ve üstüme çöken karanlık silsilesiydi. Vücudumu çok fazla hareket ettiremediğimden olsa gerek sadece düştüğüm noktayı ve onun da üstünde olan gecenin zifirisini görüyordum.

Bu gece dolunay vardı. Belki de o yüzden kurtlar ortaya çıkmış ve ulumalarını bir serenata çevirmiştir diye düşündüm. Sanki başlarında bir koro şefi varmış da her birinin sesleriyle yeni bir müzik bulma arayışındaymış gibi. Locaya da önemli bir konuk gelmiş edasıyla en iyi performansı sergilerlermiş gibi ayı konuk edip selamlıyorlardı belki de ulumalarıyla. O an müzik dünyasından ayrılıp kendimi sinema için de bulmuştum. Belki de o kurtlar kurt adamdır ve beni kurtarmak için buradalardır diye avuttum kendimi. Herhalde benim bir türlü izlemediğim ama Işıl'ın ağzından düşmeyen Alacakaranlık serisi etkilemişti beni. Tabi bütün şartların da filmi anımsatması buna ön ayak olmuştu. Belki de en büyük suçlusu dolunaydı. Hani derler ya kurtlar dolunayda dönüşüyorlarmış o yüzden böyle anımsadım herhalde. Dolunayı bunun için suçlamış olsam bile teşekkür etmeden de geçmemem lazımdı ona.

Korkularımın zirvesine taht kurmuş olan karanlık denilen yüreklerimi donduran o kavrama teslim etmemişti beni. Korkularımı dindirmiş ışığıyla kucak atmıştı bana. Sanki bir kere de o seslenmişti kalbime "Korkma! Ben burdayım." der gibi. Işığıyla korkularımın gün yüzüne çıktığı koridorların kapılarına bir kilit vurmuş iyiyle kötünün savaşında olduğu gibi karanlığa karşı çıkarmıştı kılıcını kabzasından. Belki denizin ortasına hapsedilmiş olan prensesini kurtaramamıştı ama yolu yarılamıştı en azından. Denemişti en azından. Kendi içimde gülücükler açtırdığım esnada uzun zamandır susuyor olmasına şaşırdığım iç sesim :
" Ne prenses ama" diye eklemiş ve iğneleyici sözleriyle geri döndüğünü kanıtlamıştı bana. Ya iç ses durumumuz için de kendimi rahatlatmaya çalışıyorum burda. Sen şimdi o kadar sorunumuz varken susup ben kendime prenses dedim diye mi bulunduğun yerden hortladın? Sen de bunun cevabını ver bana bakayım!

Sezen sen de her şeyi benden bekliyorsun. Ayrıca biraz mantıklı düşünürsen neden ortaya çıkmadığımı da anlarsın aslında. Aa pardon sen mantıklı düşünemiyordun değil mi? Unutmuşum ben de onu! İç ses sorumu geçiştirip 3-5 saniye içerisinde kaş göz arasında yine beni nasıl gömdün ya gerçekten tebrik ediyorum seni. Ayrıca ben mantıklı düşünebiliyor olsam sana ne gerek var acaba?

Valla Sezen şu an dilim tutuldu diyebilirim. Belki de hayatında ilk defa mantıklı bir şey söyledin bugünü tarihe geçmeliyiz diycem ama bugünü pek tarihe geçmek isteyeceğini sanmıyorum. Soruna gelince de şu an ben ortaya çıksam bile hiçbir şey değişemeyeceği ve çözüm üretemeyeceğim için keyfimi bozmak istemedim. Taa ki sen kendine prenses diyene kadar. Allah aşkına senden prenses olur mu? Olsa olsa senden mahalleye muhtar adayı olur. Hahaha...
Evet sayın seyirciler görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok! Türünün tek örneği olan Sezen Aykut, gün geçtikçe iç ses fonksiyonlarına yenisini ekliyor. Şu zamana kadar sizinle tartışmaya girmiş bir iç sesiniz dahi belki olabilir ama hiç sizi tiye alıp size kahkaha atan bir iç sesiniz olmamıştır! Burda bile farkını ortaya koyan Sezen Aykutla ilgili gelişmeleri haber aldıkça sizle paylaşacağız. Ruhi ajans saygıyla sunar...

Komik mi yani şimdi bu Sezen? Ayrıca yaptığın bu haberle sadece kendini rezil ettin sayın seyircilerine. Bu arada sayın seyircilerin de otlar, börtü böcek, görmediğin ama ulumasını duyduğun kurtlar ve son olarak da dolunay olsa gerek ha ne dersin?

Ne yaparsam yapayım her koşulda neden yenilen taraf ben oluyordum hiç bilmiyorum. İç sesim hep haklıydı hep haklı. Bu sefer söyleyeceğim sözüm de kalmamıştı bu yüzden iç sesimi kovalamakla yetindim. Artık kendimi telkin edebileceğim kelimelerim bitmiş, kavga edebileceğim iç sesim ise ruhumun derinlerinde inzivaya çekilmişti.
Gözümü kamaştıran mum alevi kadar sıcak kar kadar beyaz güneş kadar aydınlık bir ışıkla gözlerim kamaşmıştı. Bu benim için bir kurtuluş işareti miydi yoksa sonun başlangıcı mı anlamamıştım. Artık düşüncelerimin dahi takati kalmazken ikinci defa beyaz ışığı görmemle kendimi ona teslim etmiştim.

Keremin ağzından

"Sezen kayıp!" Işıl bunu söylediğinden beri kafamda sadece bu söz dönüyordu. Kulağımda çınlayan bu sözler beynimin kılcallarını kemirip nöron ve sinapsislerim arasındaki kontağı keserken üzerine veri tabakasına bilgi işler gibi yeni bir sözün daha eklenemesiyle dünyayla tüm iletişim kopmuş ve kulağıma tuttuğum metal kutu kaldırım taşı üzerindeki yerini almıştı.

"Ormanda kaybolduğundan şüpheleniyoruz!" Veri tabanımın hayatla bağlantıda olduğum son anda sistemime kaydettiği tek söz bu olmuştu. Dünyayla tüm iletişimini kaybetmiş ve oracıkta bir buz kütlesi profilinde donuk bir robot gibi kalakalmıştım. Sezen bende kaybolalı zaten çok uzun zaman olmuştu.
O kadar çok kaybolmuştu ki içimde kendimi ararken kaybettiğim ben zaten o olmuştu. Kerem diye tanımlanan tüm dosyaların yerini Sezen alırken aslında ben o olduğum için kaybolan da o olmuştu. İçimde kaybolan Sezen yüreğimde var olmuştu. İhanetin ateşiyle yok olmak isteyen Keremse fark etmeden zaten terk etmişti varlığını. O bende bu kadar kaybolmuşken artık dünyada kaybolmasına ne gerek vardı ki? Zaten kayıp olan biri nasıl bulunmadan tekrar kaybolabilirdi? Ne işi vardı onun ormanda? Orman denilen şey aslında neydi ki?

Sadece birkaç çeşit ağaç, börtü böcek, çeşitli hayvanlar, otlar ve kayalıklardan ibaret olan bir ekosistem çeşidi miydi? Yoksa orman bu kadar basitleştirip bilimselleştirilemeyecek kadar mistik bir özne midir esasında? Her seferinde gittiğinde büyüleyici güzelliğiyle seni büyüleyip gerçekle ilüzyon arasındaki farkı anlayamamana neden olan, asıl doğal ile yapayı en acı şekilde oturduğun yerdeki kamganın batmasıyla sana anımsatan gerçeğin ta kendisi miydi? Onu gördükten sonra gözünde her şeyin yapaylaştığı bir ufuk penceresi midir ya da? Düşüncelerini alıp hapseden acılarını bağırdığında inanılmaz bir yankıyla yüzüne vuran fiziğin bir başka boyutu mudur ya da? Orman dediğin nedir aslında? Sezen'i içine hapseden orman onu kaybeden orman hangisi esasında?
"Kerem! Kerem kendine gel! Kerem ne oluyor, iyi misin? Anlat bana!" diyen Enisin sesiyle dünya döndüm ve kendi içimdeki felsefi düşüncelerimden ayrıldım. Kendimi sudan çıkmış bir kedi gibi silkeleyip Enis'e döndüm:

"E.. Enis Sezen kayıpmış. Ormanda kaybolmasından şüpheleniyorlarmış. Bir türlü ulaşamamışlar ona. Be.. ben şu an gerçekten ne yapacağımı bilmiyorum Enis. Ben 17 gündür tek bie tuşa bile basamazken nasıl onu bulabilmek adına oraya giderim. Gitmezsem de nasıl kendime insan diyebilirim nasıl ondan hoşlandığımı ya da onu sevdiğimi iddia edebilirim. İhanetim haksız bir ihanete dönmez mi o zaman?"

Kekeleyerek söylemiştim bunları. Demek ki halen tam olarak kendime gelememiştim. Beni tam bir soğukkanlılıkla dinleyen Enis elini önce omzuma koymuş sonrada sırtımı sıvazlayarak: "Öncelikle Kerem kendi içinde ve bana karşı saçmalamayı bir bırak. İhanet diye tutturmuşsun bir ihanettir gidiyor. Ama bu başka zamanın konusu. Zamanı gelince bunu da konuşucağız. Şimdi sakin ol ve beni iyi dinle! Sezen'in bize ihtiyacı var insanlıktan çok dostlukla alakalı bu. Sen her şeyden önce onun kankasıydın dostuydun hatta Kerem. Ne demek gitmezsem ya da gidersem diye düşünmek. Bu konu tartışmaya açık bile değil! Tabi ki gidip Sezen'i bulacağız. Şu an beklediğimiz hata, hadi atla gidiyoruz." dedi.

Kendisi benim cevap vermeme dahi izin vermeden arabaya binmişti bile. Kapıyı içerden açtığı sırada tereddüt etsem de bindim sonunda. Haklıydı Enis! Benim duygularım benim sorunumdu ve bunun sorumlusu Sezen olamazdı. Benim ne onu suçlamaya ne de onu zor zamanında terk etmeye hakkım vardı. Şu an ben kankamın yanında olmalıydım. Şu an Sezen'in Donuğuna ihtiyacı vardı çünkü.

Arabaya bindiğim anda Enis arabayı çalıştırdı. Tedirgindim ve korkuyordum. Korkunun ve endişenin yüzümde serfiraz ettiğini fark eden Enis: "Korkma ona bir şey olmayacak. Sağ salim bulacağız onu. Burnu bile kanamadan." dedi. Eğer Enisin dediği gibi Sezen'in burnu bile kanamamış olsaydı benim tanıdığım Sezen ne yapar eder kurtulurdu bulunduğu yerden. Beni endişelendiren de zaten buydu halen ses seda yoksa başına kesin bir şey gelmişti. Bir gün içine bu kadar aksiyonu sığdırabilen bizler bunla yetinmeyip yeni aksiyonlarla dolu maceralara atılırken ve bunu hiç istemeden yaparken birtakım insanlar hayatlarının monotonluğundan şikayet ediyorlardı. Kimi zaman bunların arasında ben de oluyordum.

Belki şu an benim sıkıntım aksiyonla değildi. Hepsinin aynı güne serpiştirilip diğer günlerin tüm olağanlığıyla geçmesiydi? Ama diğer yandan da her gün bir aksiyon olması durumunda da nankör olan biz insanoğlu bu sefer de her gün aksiyon olmasından şikayet ederdik. Hiçbir şeyle yetinmiyorduk. Hep daha fazlasını, daha güzelini ya da daha değişiğini istiyorduk. Nankörlüklerimiz her geçen gün sınırlarını aşıyordu.

Dua etmeyi ihmal ediyorduk çoğu zaman. Dert ediyorduk her şeyi ama dua etmiyorduk. Sözlerimiz allaha iletilmek üzere kalbimizden dilimize dilimizden semaya ulaşamıyordu. Avuçlarımıza bir tutam dua doldurup Ahinur Şurasına kaldırmıyorduk ellerimizi. Hep istemeyi biliyor ama vermeyi bilmiyorduk.
Ve ben de bu insanlardan olmuş ve yine sadece zor zamanımda kaldırmıştım ellerimi semaya. Dua etmiştim yüreğimden kana kana Sezen'in bedeninden tek bir damla kan akmasın diye. Duamı bitirdiğim sırada Sezenlerin evinin önüne gelmiştik. Kapıda Işıl ve karanlıktan yüzünü tam seçemediğim bir adam duruyordu. Arabadan indiğim sırada Enis arabanın farlarını kapatmıştı. Etrafın karanlık olduğunu anlamış olacak ki tekrardan farları açtı.

Farların açıldığını gören Işıl karanlıkta ışık görmüş şeytan gibi zıplayıp : "Enis napıyorsun sen, kapatsana şu farları! Didik Necmiye gelecek şimdi didik didik edecek vallahi bizi."diyerek arabanın farlarını kapattı. Farları açtığı sırada yüzü gözükmeyen kişinin Rüzgar olduğunu anlamıştım. Rüzgarı görünce sevinip- tabi o durumda ne kadar sevinilebilirse- bir o kadar da şaşırmış bi halde Rüzgara sarıldım:

"Rüzgar, kardeşim sen de mi burdaydın? Ne işin var burda Işıl mı haber verdi, nerden biliyorsun sen Sezen'in evini?" dedim. Gerçekten şu an kendime inanamıyordum. Şu an burda bu vaziyette bunu düşünmüş olamazdım.
Ne yazık ki düşündün Kerem Atalay! İhanetinin boyutu her an artıyor. Sezen'in kaybolmasının bile önüne geçebiliyor kıskançlığın. Ki bu kişi Rüzgar, senin kardeşim dediğin adam. Sen ne kadar iğrenç bir adam oldun be Kerem, utanmalısın kendinden.
Sezenden bulaşan yıllardır var olmayan belki de var olsa da hiç varlığını hissettirmeyen iç sesim pek aktifleşmişti bu aralar. Şu an insanların arasında olduğumdan cevap verememiş bir nevi iç sesimin çoğunda haklı olduğu hakaretleri kabul etmiştim.

Rüzgar:
-Haa abi sabah bizi yani benle Esatı Sezen çağırmıştı da şey için... Ahh Işıl napıyorsun ya canımı yaktın ne diye cimcikliyorsun beni. Evet yani Işıl çağırdı az önce beni Didik Necmiye.. Ahh Işıl yeter ama etimi söktün burda.

Işıl'ın Rüzgarı cimciklemelerinden anladığım kadarıyla Rüzgar tıpkı lisede olduğu gibi pot kırmaya devam ediyordu. Anlaşılan başlarında Sezen olmak üzere Işıl, Rüzgar ve Esat üçlüsü "Çarlinin Meleklerini" oluşturmuş-gerçi burda Sezen'in meleklerini ya da şeytanlarını mı demeliydim bilemiyorum- bir işler karıştırıyorlardı. Yalnız sorun şuydu Didik Necmiye de kimdi?

Işıl:
-Rüzgar kolun çamur olmuş onu çıkarıyordum ben. Neyse Kerem Rüzgarı ben çağırdım gelsin beraber arayalım Sezen'i diye onu demek istiyordu o. Sezen'e çok endişelendi o yüzden beyni aktı saçmalıyor herhalde. Değil mi Rüzgar?

Işıl ve Rüzgar'ın anlatımındaki tutarsızlıklar beni daha çok işkillendirmişti. Kesin bir şeyler çevirmişlerdi ve benden bir şeyler saklıyorlardı ama benim bunu bilmemi istemiyorlardı.

Rüzgar:
-Aynen aynen öyle abi. Bu arada senin yanında bu adamın ne işi var?

Rüzgarın Işıl'ı tasdiklemesinin ardından öfkeli bakışlarla Enis'i sorması dikkatimden kaçmamıştı. Bu resimde puzzle'ın yanlış parçaları vardı. Misal Rüzgar nasıl Enis'i tanımazdı ya da Enis neden Rüzgar'ı görünce bu kadar tepkisiz kalmıştı. Rüzgara döndüm ve: "Oğlum ne demek bu kim? Dalga mı geçiyorsun benle, Enis bu lisede bir ekiptik hani beraber takılırdık nasıl unutursunuz birbirinizi?" dedim. Enisle Rüzgar önce birbirlerine baktılar sonra da bana döndüler. Sanki ben şizofrenmişim de hepsini kafamdan uyduruyormuşum gibi baktılar bana. Hafızamı zorlayarak zamanı geriye sardım. Kafamdaki film karelerini birleştirmeye çalıştım yavaş yavaş. Kafamdaki film kareleri ve görüntüler arasında gıcırtılar, sahneler arasında boşluklar ve tutarsızlıklar vardı. Ne dönüyordu burda?

Enis:
-Ne Rüzgar mı? Bizim Rüzgar mı? Yakışıklı popüler olan hani o musun sen? Oğlum gözlük olunca bi de biraz tarz değişikliği o hengamede tanıyamadım herhalde kusuruma bakma.

Gidip Rüzgara sarılmıştı. Kulağına bir şey fısıldamıştı o sırada. Sadece sonunu duyabildiğim sözler şunlardı: "Sakın renk verme, şaşırmış ve hata yapıp fark edememişsin gibi yap ve özür dile. Yoksa sonucuna karışmam. Hiç olmazsa sevdiğin kadın için yap bari."
Enis söyledikleri ile ne demek istemişti? Neyden bahsediyorlardı? Bu ortamda benim dışımda gelişen ve beni tüm olayları fransız bırakan çok fazla sır vardı. Sanki bir tren istasyonundaydım da bir tarafımdan bir tren geçiyordu ve ben sadece hızını ve rüzgarla savrulan bedenimin bulunduğu durumu hissediyordum. Diğer tarafımdan geçen trenin hızının oluşturduğu rüzgarla yere atılmış karton bardaklardan biri ayağıma değiyor sabah okunup bankın üzerine bırakılmış gazete yüzüme çarpıyordu. Bense sadece bakınmakla yetiniyordum. Şu an bu sırların içinde yabancılaşan tek kişi olan benim durumumu bundan iyi ifade eden bir olay olamazdı herhalde.

Rüzgar:
-Ya Enis kusuruma bakma ya. Işıl bizim kıymetlimizdir. Benim en yakın arkadaşım Esatın kardeşi. İşte seni de o an tanıyamayınca olaylar böyle gelişti. Bi de siz biraz samimi hareket edince ister istemez yanlış hareket ettim biraz kusuruma valla kardeşim ama ne yapayım sen de çok değişmişsin. Lisede izbandut gibiydin kiloların yakışıklılığını gölgeliyordu ne yazık ki.

Evet Rüzgarın haklılık payı vardı. Enis lisenin son iki senesinde bayağı kilo almıştı. Lisenin başlarında okulun en popülerlerinden sayılabilecekken son 2 sene anlayamadığım şekilde fazla kilo almıştı. Ama önemli olan onun yüreğinin güzelliğiydi dış görünüşü değil. Onu kardeşim yapan da o büsbüyük yüreğiydi ya zaten.

Işıl:
-Enis gerçekten izbandut gibi miydin? Hiç inanasım gelmiyor şu an. Eğer öyleysen gerçekten büyük evrim geçirmişsin sana bir kere daha hayran oldum şu anda. Arkadaşlar biz ne yapıyoruz şu anda? Oturduk çene çalıyoruz hem de Sezen kayıpken. Buna bir ara verip Sezen'i mi arasak artık? Sezen'i bulunca uzun uzun konuşuruz bunları zaten. Ama önce Sezen...

Işıl gerçekten çok doğru söylemişti. Biz burda oturmuş çene çalarken allah bilir Sezen ne haldeydi. Aslında biz ne kadar da körleşmiştik böyle. Gün içinde milyarlarca çocuk kayboluyordu, belki de ölüyordu. Bizse konuşmalarımıza dalıp insanlığımızın kulağına pamuklarımızı takıp gözümüze vurdumduymazlık bandını takıp sanki hiçbir şey olmamışçasına çene çalmaya kimi zaman da onu bunu çekiştirmeye devam ediyorduk. Düşünmüyorduk kimseyi bilmiyorduk bir gün kendi egolarımızı kova yapıp bencillik nehrine taşıdığımız suların taşabileceğini. Kendimizi ve sadece sevdiklerimizi korumak adına kurduğumuz barajlarımızın yıkılabileceğini. Ama iş kendimize ya da kendimize geldiğinde aslan kesilip yardım ve anlayış bekliyorduk. Bazen de fazla güvendiğinimiz "ona bir şey olmaz" diye düşündüğümüz insanların başına bir şey geldiğinde suçluluk çukurunda debelenmekten kurtaramıyorduk benliğimizi. Şu an bu birkaç dakika içinde de Sezen'e yaşatmıştık aynı şeyi.

Işıl'ın söylediklerine hak verip takkeyi önümüze koyup düşünmeye başladık. Rüzgar hepimizin kulak ardı ettiği bir soruya parmak bastığında sınıfta hocanın sorduğu soruyu bilemeyip birbirine bakakalan öğrencilerden bir farkımız kalmamıştı. "İlyas Amcayla Şermin Teyzeye haber verecek miydik?" yoksa kendimiz arayıp gerçekten Sezen'i bulamazsak mı haber vermeliydik.

Kendi aramızda küçük bir oylama yaptığımızda oylar çekimser kalmıştı. Işıl ve Enis haber vermemiz gerektiğini düşünüyorken benle Rüzgar ortalığı ayağa kaldırmadan Sezen'i bulabileceğimizi bulamadığımız durumda haber vermemiz gerektiğine inanıyorduk. O sırada Işıl devreye girip: "Kerem, Sezen sana geliyordu o yüzden senin dediğini yapalım. Sezen burda olsa sana güvenmemizi isterdi bence. O yüzden hadi başlayalım aramaya. Fener falan getirdiniz mi?" dedi. Enis bagaja gidip bir küçük bir büyük el feneri çıkardı. Ardından da: " 2 adet el fenerimiz ve telefonlarımız var. Bunlar yeterli olur bence. Ha ne dersiniz?" diyerek göz kırpıp gayet cool bir bakış bakış fırlatmıştı Işıl'a. Işılla Enis arasında dönen enerjiden bir şehrin elektrik ihtiyacı karşılanabilirdi. Işılın da ona gülümsemesi en azından onu önemsediğinin göstergesiydi ama içini bilemeyiz tabi.

Ormana girmiştik usulca. Karanlığın gökten yere indiği huzur veren ağaçların korku saldığı bir yere dönüşmüştü gece olunca burası. El fenerlerimizin yaydığı ışıklar karanlıkta bir parça ışından başka bir şey değildi aslında. Yıldızlarınsa aya küsmüşçesine bu gece gökyüzünü terk etmeleri gökyüzünün bile bugün bir anlaşmazlık içinde kaldığının belirtisiydi. Yavaş ama temkinli adımlarla yol alıyorduk. Etrafımızda kurt ulumları yavaş yavaş yerini ayaza bırakan bir tutam rüzgardan başka bir şey yoktu bize eşlik edebilecek. Yüreğimizde sevgi aklımızda endişeyle çıkmıştık biz bu yola. Kaybolmak önemli değildi bizim için kimseyi kaybetmediğimiz sürece. 
O yüzden birbirimizi balık istifi gibi istiflenmiş dağılmadan sesimizin son tınısına kadar bağırarak Sezen'i arıyorduk. Biz bağırdıkça Sezen uzaklaşıyordu sanki bizden ya da orman akıl edebileceğimizden çok daha büyüktü. Ormanın büyüklüğünden olsa gerek seslerimiz bir başka yankılanıyordu ama Sezen'den ne bir ses ne de bir iz vardı.

Zaman zamanı kovalıyor, saniyeler dakikalara dakikalarsa yerini saatlere bırakıyordu. Telefonlarımızın şarjı yavaş yavaş bitmeye, bedenimiz taakatini kaybetmeye başlamıştı. Ses tellerimin titreşmesi boğazımda tokluk hissettirmeye başladığında pes etmenin ucu gözükmüştü bana. Tam o sırada aklıma Sena ve onu kurtaramayışım geldi. Şimdi Sezen'i kurtarabilme imkanım varken onu ölüme terk edemezdim. Onu terk etmek kalbimi terk etmekti çünkü.

Sadece pes etme noktasına gelen ben değildim. Hepimiz istiridyedeki inci taneleri misali dökülüyorduk. Rüzgar "Artık daha fazla dayanamıyorum. Biraz burda duralım." diyerek bir ağaç kovuğunun önüne çöktü.
Ardından Işıl ve Enis de onu izledi. Onlara hak vermiyor değildim ama Sezen'e ne olduğunu bulmadan burada duramazdım. Onsuz nefes almak bile haram gibi gelirken burda soluklanamazdım. Eğer ben burda soluklanırsam vicdanımın soluğu kesilir oksijensiz kalır ve ventriküller fibrilasyona girebilirdi. Oksijen yerini karbonmonoksite bırakır hava zehirlenmesi yaşayabilirdim.

O yüzden: "Siz burda oturun o zaman. Ne zaman kendinize gelirseniz aramaya başlarsınız. Bu şekilde olmayacak o yüzden benim Sezen gibi düşünmem lazım. Ben aramaya devam ediyorum." diyip arkama bile bakmadan onları orda bırakıp ilerlemeye devam ettim. O sırada Sezen'den geçen iç sesim ortaya çıkmıştı. Evet Kerem şimdi Sezen gibi düşünmelisin. Sezen ormanda kaybolmuşsa önce ne yapardı sence?

Öncelikle iç sesiyle konuşurdu tabi ki. Peki sonrasında ne yapardı? Kesin telefonu çekiyor mu diye önce onu denemiştir. Çekmediğini görünce de paslanmış olan yeteneklerinden medet ummuştur kesin. İzcilikten mi bahsediyorsun? Allah aşkına Kerem mantıklı ol biraz. Sezen o izcilik yeteneğiyle istanbulun en bilindik sokağında dahi kaybolur. Evet iç ses çok doğru söylüyorsun ama Sezen bu. İlk bunu denemiştir sonrasında olmadığını görünce de klasik yöntemlere başvurmuştur. Yosunlar, kaya dipleri, karınca yuvaları falan... Gerçi burası o bildiğimiz ormanlardaki gibi değildi etrafta ne yosun tutan ağaç kavukları vardı ne de itinayla kazılıp oluşturulmuş karınca yuvaları. O kadar hayvana ev sahipliği yapan bu ormanda karınca yuvasına rastlamamamız da bir ayrı ironiydi. Ya orman karıncaları pek sevmiyordu ya da karıncalar kendilerini çok iyi gizlemişlerdi.

Sezendeki kadar aktif olmayan iç sesim anlaşılan bu yolculukta beni yalnız bırakmıştı. O yüzden düşünmeliydim. Hadi Kerem Atalay çalıştır şu saksıyı! Az zamanda çok şey paylaştınız siz Sezenle. Onu en iyi tanıyanlardan olamasan dahi iyi tanıyanlar arasına girersin bence. Evet ne yapmıştır Sezen bu durumda? O an kafamda çizgi filmlerde olduğu gibi bir ampul yanmış ve beni bir an için geçmişe götürmüştü. Bir ara Sezen laf arasında biyolojisinin çok iyi olduğundan dem vurmuştu. Ama benim biyolojim onunki kadar iyi sayılmazdı fizik ve kimyamın aksine. Bu durumda Sezen bunu uygulamış olsa dahi ben ne uyguladığını bir türlü bulamayacaktım.
Ümitlerim birer birer kendini ye'se teslim ediyordu. Sonbaharda dökülen yapraklar misali birer birer dökülüyordu ümitlerim. Çiçekler soluyordu yüreğimde, korkunun ayazı içimde nam salıyor ümitlerim yerini Ye's denen kışa bırakıyordu. Ye's tüm benliğimi elimi geçirmeden hücrelerimin ilk kardan sonra düşen karla buz kesmeden önce bir şey yapmam gerekiyordu.

En zoru da buydu belki de. Bir şey yapman gerektiği bilincinde olup hiçbir şey yapamıyor olmak. Belki de artık zamanı gelmişti. Biz tek başımıza bu işi halledemeyecektik. Artık İlyas Amcayla Şermin Teyzeye haber vermemiz gerekiyordu. Verdiğim karar doğrultusunda geri dönüp adımlarımı geriye doğru attığım sırada. Vazgeçmemem adına bir işaret yollamıştı Sezen bana o çok sevdiği rüzgarın eliyle.

Koluma takılan bez parçasıyla yakında olduğumu anladım. Bu Sezen'e annesinin zorla beğendirmeye çalıştığı fulardı. Beyaz tabanının üzerine kırmızı gelincikler serpiştirilmiş olan bu işaret buz tutmaya yüz tutmuş kışa dönmekte olan yüreğimde gelincikler açtırmış çiçek polenlerini savurmuştu tekrar yeryüzüne.
Fuları elime almamla tüm gücümle Sezen diye bağırdım. Can havliyle biraz inilti gibi gelen bir ses çalındı kulağıma. Bu yolun sonundan geliyordu. Ayakkabılarımın patlayıcı derecede bir hızla koşmuştum o tarafa doğru. Bir an için hızımı alamayıp düşecektim bn de ordan aşağı.

Soluklanmak için ellerimi dizlerime bastırmamın ardından el fenerini uçurum olduğunu tahmin ettiğim yerden küçük bir umutla boşluğa doğru sarkıttım. Ve sonunda dualarım cevap bulmuştu. Küçük bir toprak parçasından gözlerini kısarak bana doğru bakıyordu. Heyecanla ona seslendim ama bayıldığını tahmin ettiğim için beni duymamıştı. "Geldim kalbim, korkma yanındayım!"

Onu burdan çıkarmam gerekiyordu bir an önce. Enis'in arabasında ip olabileceğini tahmin ettiğimden yüreğim patlarcasına koştum arabanın yanına. Sezen'in aksine benim yön duygum çok iyiydi. Yarasa gibiydim bi nevi. Karanlıkta da bilinmezlikte de bulurdum ben yolumu. Bir gördüğümü bir daha unutmazdım çünkü. Tahminlerim beni hiç yanıltmazdı. Enis arada sırada turmanış yaptığı için arabasında her zaman ip olurdu. Soluklanmama izin vermedim ve Sezen'e koştum. Yollar ona koşarken ayağımdan kayıp gidiyordu sanki. Tüm döndüğüm dönemeçler bir kapı misali açılıp yol veriyordu bana. Evren sanki sadece ona sarılmam için uğraşıyordu. Korkutucu dediğim o ağaçlar bile hışırtılarıyla bir fon oluşturuyordu bizlere. Ayaz bile içimi ısıtıyordu şu an. Yüreğim alev alev yanıyordu.

Beni bu hale getiren günlerdir içime hapsettiğim özlem melaikeleri miydi yoksa onu kaybettiğim korkusundan doğan korku filizleri miydi? İpi önce belime sonra da bir ağaca bağlayıp kendimi kalbime doğru bırakmıştım. O toprak parçasına indiğimde Sezen'in buz kesmiş bedenini yüreğime sakladım. Kalbimin yanına koydum Kalbimi. Ritimleri birbirine karışsın bir atabilsin diye.

Dağılmış saçlarını göğüs kafesime bastırdım ve onu sımsıkı sarıp kendime bağlayıp onu bu cehennemden çıkardım yavaş yavaş tırmanarak. Yukarı çıktığımızda sımsıkı sarıldım ona. Dağılmış saçlarına minik bir buse kondurduğumda usulca gözlerini kırpıştırarak gözlerini araladı. Ardından "Donuk" diyebildi sadece. Burda şu an donuk olan tek bir kişi varsa onun da kendisi olduğunun farkında değildi. O an benden de beklenmedik şekilde şu kelimeler dökülmüştü birer birer ağzımdan: "Burdayım güzelim, yanındayım. Merak etme sen, güvendesin, benimlesin." Beni pek duymuşa benzemiyordu. Dudaklarını son bir kere daha araladığında ağzından tek bir soru çıkmıştı: "Neden geldin?" sonrasında ise gözlerini geri karanlıkla bütünleştirmişti.
Şu an gerçekten tek merak ettiği bu muydu bilmiyorum ama benim tek bir cevabım vardı esasında... Kendime söylediğim yalanları bir kenara bırakırsam söyleyebileceğim tek bir söz: "Kalbim için..."

-Nasıl bir bölümdü sizce? Beğendiniz mi? Bölüm içerisinde artık biraz sosyal noktalara da değinmeye çalışıyorum bu hususta ne düşünüyorsunuz?

-Ve her zaman olduğu gibi fix sorumuz bölüm için en uygun şarkı?

-Sizce Enis ve Rüzgar'ın Kerem'den sakladığı nasıl bir sır olabilir?

-Bölüm uzunluğu nasıldı kısaltılmalı mı ideal mi?

-Keremin hafızasında neden boşluklar ve tutarsızlıklar var dersiniz?

-Bundan sonra Kerem nasıl bir tutum izler dersiniz?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top