2.Sezen Dönemi
🎉🎊🎉
Evet sezon aramız bitti ve kurgu tekrar başlıyor. Buraya bi afiş bırakmak istedim Sezenin ruh halini ve yeni imajını yansıtan. Aradan belli bir miktar zaman geçti ve artık ne Sezen ne de Kerem aynı kişi. Şimdi sizi verdiğiniz kararla ya da vereceğiniz kararla baş başa bırakıyorum. Desteğinizi esirgemeyin lütfen. Ve yeni sezon başlasın...
🎊🎉
İncesaz-Güney
Pinhani-Beni Al(Mert'in sezeni taşıdığı sahnede dinleyin)
4 sene sonra
Sezen'in ağzından
Şimdi düşünüyorum da yaptığımız seçimler bizi bulunduğumuz noktaya getirmiyor muydu aslında? Tamam külli bir irade, yazılmış bir kader vardı elbette ki ama cüzi irademizle ve yaptığımız seçimlerle sonuç aynı da olacak olsa oraya gidiş yolunu biz belirlemiyor muyduk? Bir nevi kelebek etkisi sendromu yaşamıyor muyduk hepimiz.
Bir film izlemiştim. Adı "Bay Hiçkimse" idi. Yaptığı seçimler aslında onun kim olacağını belirliyordu. Her seçimde onlarca belki de yüzlerce hatta binlerce olasılık mevcuttu. Tabi film gibi kısa bir zaman diliminde sadece belli olasılıklar gösterilebiliyordu. Sonunda ise adam o kadar çok şey kaybetmişti ki bir şekilde o ilk ana dönüp kendisi bir seçenek yaratmayı, tövbe haşa üretmeyi, hiçkimse olmayı seçti.
Hayatta yaptığımız seçimler kim olacağımızı belirliyordu. Hiçkimse olmayı başından seçmediğimizde yani kendi seçeneğimizi kendimizi oluşturamadığımızda ne yazık ki o filmde olduğu gibi geriye dönüp bu seçeneği seçme hakkımız da yoktu. O yüzden sağlam ve doğru adımlar atmalıydık her zaman ya da hatalar yapıp o hatalara sonunda katlanmalıydık. Bir ortasını seçme şansımız da yoktu.
Benim hikayemde ise belki de dönüm noktası diyebileceğim bi nokta vardı. Kelebek etkimin başladığı evre... Ya ben o uçurumdan öyle çekip gitmeseydim, ya ben Kerem bana tut elimi dediğinde elinden tutsaydım ya da boynuna atlamış olsaydım o zaman ne olurdu? Bu Sefer Olmaz der miydim yine de ya da Bu Sefer Oldurabilir miydim?
Belki de o gün onun boynuna atlasaydım, kokusunu içime çekseydim şu an yine de ondan ayrılacak da olsam beraber olabilirdik. En azından bu zamana kadar yaşadıklarımız güzel anılarımız olabilirdi. Bu kadar zamanı ayrı kalarak geçirmediğimiz için de vaktimiz heba olmamış olurdu.
Belki de ,en önemlisi de bu bence, şu an hayatımda hiç pişman olmadığım kadar pişman olmazdım. Her gün ölüme bir adım daha atıyor olmaktan da korkmazdım bu kadar. Ya da savaşacak bir gücüm olurdu. Veyahutta bilemiyorum... Belki... belki de tıpkı gönül kapımı çalan kişilerden birine o kapıyı açmamın bir mucize olduğu gibi yine bir mucize yaşanırdı.
Biliyorum şu an yaptığım yüzsüzlük hatta nankörlük ama Allah çok cömert değil mi? Bir mucizeyi daha esirgemezdi belki benden. Ve o esirgemediğinde, benim dualarımı kabul ettiğinde de zaman geriye akardı. Bu illet hiç bana ait olmamış gibi olurdu. Ben de onun için ondan vazgeçmek zorunda kalmazdım. İşte o zaman Bu Sefer Olurdu.
Fakat şu an bunlar imkansız. Yaptığım seçimlerin beni getirdiği nokta da belli. Bir hastahane odasında yalnız başıma ölümü bekliyorum her gün ve her gün bir kere daha hatırlatıyorum kendime Bu Sefer Olmayacağını. Bin kere söylüyorum belki de kendime bu cümleyi. Her zerrem artık bağırıyor bana "Bu Sefer Olmaz" diye. Gerçi hiçbir zaman bilemiyorum, aslında onların ne için bu cümleyi haykırdığını. Belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim.
"Sezen, yine mi perdeyi kapatıp oturdun? Ne zaman vazgeçeceksin bu karamsarlığından? Ayrıca o defteri yakında imha edeceğim haberin olsun. Zaten ne yazdığını da hiçbir zaman göstermiyorsun bana."
Yine girdiğim moddan çıkmamı sağlayan Mert olmuştu. Aslında yazdıklarımda bir nokta hariç abartı yoktu. Belki karanlık bir odada oturup ölümü beklemiyordum ama ölümün gelmesini beklediğim kısım doğruydu. Çünkü ondan kaçışım yoktu. Gerçi doktoruma kalsa ondan kaçmayı 4 senedir ustalıkla başarmıştım. Bir 4 sene daha başarabilir miydim bunu bilmiyordum ama.
4 sene önce hastalığımı öğrendiğim gün sanki tüm hayatım bitmiş gibi gelmişti. Yapacağım şeyler veya vereceğim kararlar tamamen muallaktaydı. Ama insan kabullenince kafasında birçok şey de belirginleşmeye başlıyor zaten. Benim hayatımın nasıl şekilleneceği de o gün Kerem'i tren garında terketmemle şekillenmişti. O gün o trene binip bir daha geri dönmemişti. Ne bir haber duyulmuştu kendisinden ne de bir ses seda çıkmıştı. Daha yeni filizlenen sevgimizin tomurcukları açamadan kurumuştu. Yazmak için bütün gücümüzle çabaladığımız sevda masalımız gibi Kerem de kayıplara karışmıştı.
Onun gidişi ise beni bambaşka bir limana sürüklenmeye mecbur etmişti. Bir gün geri dönüp gerçekleri öğrenir korkusu beni bir kere daha sil baştan demeye itmişti. Tabi ailemin de bu seferde payı vardı.
Yaşayabilecek ne kadar yılım varsa olabildiğince o yılları güzel geçirmeye karar vermiştim. Bunu yapabilmem için de çok zor durumda kalmadıkça ailemin durumumu bilmemesi gerekiyordu. Babamın beyin cerrahı olması hastalığımı onlardan gizlememi zorlaştıracak en büyük faktördü.
Bu yüzden üniversiteyi şehir dışında ama İzmir'e yakın bir yerde okumayı kafama koymuştum. Bunun için de son sene yurtta kalırsam sınava daha iyi hazırlanabileceğimi söyleyip babamı beni özel bir yurda kaydettirmeye ikna edebilmiştim. İşte bu şekilde lisemin son senesini ailemden bir nevi kaçar pozisyonda da olsa atlatmıştım.
Beni son senemde en çok zorlayan tabi ki Enis, Işıl, Rüzgar ve Esattan hastalığımı saklamaya çalışmak olmuştu. Çünkü ataklarım gün geçtikçe daha çok artmaya başlamıştı. Ve bu günlerde ne kadar kırgın da kızgın da olsam Mertten başka çalacak kapım olmamıştı. Özellikle ilk zamanlar olabildiğince kendim idare etmeye çalışmıştım. Çünkü Merti bir türlü affedemiyordum. Bu yüzden de ne onun yüzünü görmek ne de onun sesini duymak istiyordum. O ise asla pes etmek nedir bilmiyordu. Ben sanki onu kovdukça daha çok hırslanıyor, hırslandıkça da benim için daha fazla çabalıyordu. Ne peşimi bırakıyordu ne de vazgeçiyordu.
Bu şekilde en fazla 4 ay dayanabilmiştim tabi Kerem'in gitmesinden sonraki 4 ayı da eklersek yaklaşık 8 ay yapıyor. Bu sürenin sonunda hastalığımın seyri hafiflemeye başlamıştı. Acaba bir şeyler yoluna mı giriyor dediğim sırada yaşayabileceğim en kötü felaketlerden biri başıma gelmişti.
Artık bir şeyleri tutmaya çalıştığımda ıskalıyor ve isabet ettiremiyordum. Bu durumu insanların fark etmeme olasılığı yoktu. İşin kötüsü de tıpkı doktorun dediği gibi ansızın ortaya çıkan belirtileri engelleyebilmemin bir olasılığı yoktu. Sadece örtbas etmeye çalışabilirdim. Bunun için de iki koldan fazlasına ihtiyacım vardı. İşte bu noktada Mert hayatımın kurtarıcı meleği olma görevine talip oldu.
O benim hayatımı kurtarmak adına her gün kendi hayatını hiçe sayarken benim daha fazla onu süründürmeye hakkım yoktu. Bu yüzden cezasına son verdim. Ne de olsa belirsiz bir ömrün yegane sahibi değil miydim? Hayatım birilerine kin gütmek için fazla belirsizdi. Mert'in kurtarıcı meleğim olması ile bir karar daha almam şart olmuştu. Ne kadar hayatımı hastahane köşelerinde heba etmek istemiyor olsam da doktordan daha fazla da kaçamayacağımı anlamıştım. Kendimi doktorum Semih Bey'in ellerine bırakmaktan başka seçeneğim yoktu.
Yaptığımız gizlilik sözleşmesi ile bana yapacağı tedavinin ve üzerimde gerçekleştirdiği her türlü deneysel aşamanın gizliliğinin korunacağının garantisini vermişti. Zaten aksi takdirde alacağım tazminatla ölsem dahi ultra zengin biri olarak ölmüş olacaktım.
Gizlilik sözleşmesinin ardından Semih Bey kontrollerini, tetkiklerini yenilemişti. Teorik olarak bir takım şeylerin araştırmasını da yapmaya başlamıştı. Dünya üzerinde kendisi dışında bu hastalık üzerine çalışan doktorlar ile iletişime geçmiş ve durumumdan bahsetmişti. Hastahaneden de araştırmaları için fon istemişti fakat hastahanenin böyle bir hastalığı incelemek için yeterince donanımı yoktu. Ayrıca üniversite için yakın olduğundan Muğlayı yazmayı düşünüyordum. Bu yüzden bu hastahane ile sürekli irtibatta kalmam zordu.
Semih Bey hastahanenin tutumundan rahatsız olmuş olacak ki istifa etti ve benimle beraber Muğlaya gelmeye karar verdi. Zaten Muğlada bir hastahaneden de fon almıştı benim hastalığımın araştırması için. Üniversite tercihlerimde Muğlayı yazdım ve hayallerimden biriyle daha vedalaştım.
Kendisi hasta olan ve ne kadar zamanı dahi kaldığını bilmeyen benim üniversite okumaya çalışmam bile kimilerine göre saçma olabilirdi. Ama ben ne olursa olsun savaşmak istiyordum. Yine de zamanım hayalimdeki gibi doktor olmaya yetmezdi. Bu yüzden hayatımın her anını daha heyecanlı yaşayabilmek adına daha basit bir bölüm seçmeye karar verip İktisat yazmıştım.
Şu anda İktisat 3.sınıf öğrencisiyim. Mertle beraber bir apartta yaşıyorum. Evet, Mert beni burada da yalnız bırakmadı. Stüdyosunu Muğlaya taşıdı ve komşum oldu. Bense her gün biraz daha tükeniyor olsam da halen yaşıyorum. Bir zamanlar günlük dahi tutamayan ben yine hayatın öncülüğünde her anımı kaleme alnaya başladım son 4 yıldır. Çünkü hafızamda ne zaman gel gitlerin olacağını kestiremiyorum. Bu yüzden de ne hissedersem ne yaşarsam kaleme alıyorum.
Misal şu an Mert onu sallamayıp yazmaya devam ettiğim için yerdeki terliği kafama fırlattı. Ayrıca canımın çok acıdığını da söylemeden geçemeyeceğim. Bu günlük yazacaklarım bu kadar. Yarın sabah görüşmek üzere.
-2.Sezen
"Şükür ki Sezen Hanıma kalemi bıraktırabildik. Hadi Sezen kalk bugün senle önemli bir işimiz var. Onu halletmemiz gerek."
"Mert ya ne işi allah aşkına? Bir işimiz olsaydı yazmış olurdum ama yazmamışım. Ben bugün için farklı planlar yapmıştım."
"Sezen ne iş yapacaksan bırak çünkü benim sorunum daha büyük ve sen bugün bana lazımsın ve kaçarın yok."
Yıllar geçse de değişmeyen şeylerden biri Mert'in inadıydı. Hastalığımı öğrendiğinden beri bana çok zorluk çıkarmıyor olsa da inadı tuttu mu tutuyordu. Ama yapacak bir şey yoktu işte. Hep mi o beni idare edecekti. Arada benim de onu idare etmem lazımdı. Bugün de galiba idare etmem gereken günlerden biriydi. Bu yüzden mecbur kabullendim ve "peki öyle olsun" demekle yetindim.
Bunun üzerine Mert bugünki işimizi anlatmaya başladı. Meğerse onun katılması gereken önemli bir kokteyl varmış ve eşli gelmek zorunluymuş. Benim de ona kavalyelik yapmam gerekiyormuş. Normalde bu tarz şeyleri hiç sevmem ama Mert için bu kokteyl önemli imiş. Bu kokteyl çok önemli bir firmanın yeni ceo'sunun ilanı için düzenlenmiş. Mert de bu firmanın fotoğrafçısı olmak adına anlaşma yapmak istiyormuş.
Mert şu zamana kadar işi adına benden pek bir şey istememişti. O yüzden bu isteğini geri çeviremezdim, bu nedenle teklifini kabul ettim.
"Tamam o zaman Mert beni saat 19.00'da alırsın. O zamana kadar bari kendi işlerimi halledeyim olmaz mı? Hem bugün okula da uğramam gerek. Ayrıca 6 saatte bir Semih Bey'e rapor vermem gerekiyor biliyorsun. En azından günlük raporumu da vermiş olurum olmaz mı?" diyerek Mert'i daireden bir nevi dışarı atmaya çalıştım ama nafileydi. Mert isteklerimi kabul edecek gibi durmuyordu.
"Hayır Sezen, olmaz. Bırakacağım intiba çok önemli bugün. Bu yüzden her şey mükemmel olmalı. Kalk alışverişe gideceğiz beraber. Kavalyem zaten güzel ama bugün güzel olmak ya da yakışıklı olmak yeterli değil. Her şey fevkalade olmalı. Bu yüzden senin gibi bir kül kedisinden bugün bir Sindirella yaratmalıyız. Hadi oyalanma hemen duşa gir ve yarım saate aşağıda ol. Süren an itibariyle başladı marş marş!"
Söylediklerinin ardından beni banyoya sürükleyip daireden dışarı çıkmıştı. Duşa girip suyu açtığımda tenime değen soğuk suyla irkildim. Bir anda kafamda sanki şimşekler çaktı ve bundan 4 yıl önceye döndüm yaklaşık olarak. Hastalığımı öğrendikten sonra ilk defa kolumu kaldıramadığım an geldi aklıma. Meğer en zor anım sandığım o an en kolay anlarımdan biriymiş.
Şimdilerde ise bunlara alıştım. Kimi zaman duşa girdiğimde dengemi sağlayamayıp yere çakılıyorum, kimi zamansa sabunu dahi kavrayamıyorum. Bir anda gözlerim kararıyor ya da. Bu yüzden banyoda bir adet görme engellilerin kullandığı sopadan bulunduruyorum. Gerçi alıştım artık normal geliyor bunlar.
Düşüncelerimden sıyrılıp beynim vücudumu işgal etmeden önce duşumu almaya başladım. Malum Mert Beyimiz bana hazırlanma artı duş için yarım saat vermişti. Gerçi o da bu yarım saatin aslında bir saate denk geldiğini biliyordu. Bu yüzden yaklaşık olarak bir saatim vardı.
Duşumu almayı bitirdikten sonra dolabımın iki kapısını birden açıp bakmaya başladım. Alışveriş yapacağımız için çokça elbise deneyecektim. Bu yüzden kolay giyip çıkartılabilecek bir şey giymeye karar verdim. Önden düğmeleri olan sarı çiçekli bir mini elbise giydim. Tek parça genelde kurtarıcı olurdu çünkü. Altına da beyaz sporlarımı giydim. Saçımı ise at kuyruğu yaptım. Sade bir makyajla da kombinimi tamamlamış olmuştum. Beyaz çapraz takılan çantamı da taktığımda hazırdım. Vay be gerçekten halen 10 dakikam vardı. Gerçi bu 50 dakkada hazırlandığım anlamına geliyordu ama olsun. 10 dakka az beklemiş olacak Yeşilim.
Hızlı adımlarla apartmanın önüne indiğimde arabasının içinde oflayarak ve saatine bakarak beni bekliyordu Mert. Beni görünce sonunda rahat bi nefes alıp içerden kapıyı açtı. Yani insan kalkıp kapıyı açar değil mi? Ama yok yani sinirlendi ya hani içerden açacak illa. Neyse şu an hiç bunun üstünde duramayacağım.
Arabaya bindiğimde suratımın asık olduğunu fark etmişti Mert. Gerçi onun da benden farkı olduğunu söyleyemezdim. Belli etmemeye çalışsa da duşta yine aynı şeylerin olmasından korkuyordu.
Mert 4 senedir sürekli bana Amerikaya gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Orada imkanların daha iyi olduğundan burda ise sınırlı olduğundan bahsediyordu. Bense hayatımın ne kadarının kaldığını bilmediğim zamanımı hastahane köşelerinde ve yabancı bir ülkede harcamak istemiyordum.
Eğer ki bu benim kaderimse insan kaderinden kaçamazdı. Bir şeyleri geciktirmemiz onu yok ettiğimiz anlamına gelmiyordu. Belki o haklıydı ben dertlerimi bir torbaya koyup hep tavan arasına kaldırıyordum. Sanki onlar orda olunca asla var olmayacaktı, kendimi böyle kandırıyordum. Sanki hastalığımı o tozlu tavan arasında küflenmeye terk edersem önce tozlanacak sonra da yok olup gidecekti. Ama bu mümkün değildi tabi ki. Ben masallara inanmayı bırakıp gerçekliği de reddediyordum. Kısacası bir çelişki içinde savrulup duruyordum.
Yol boyunca konuşmadan alışveriş merkezine gelmiştik. Normalde ben çarşı pazar dolaşıp öyle alışveriş yapmayı seven biriydim ama ne yazık ki bugün çok da vaktimiz yoktu. Bu yüzden mecburiyetten gelmiştik bu alışveriş merkezine.
Bana alışveriş merkezleri prototip hapishaneler gibi geliyordu. Bir yığın insanın içine doluştuğu sanki içeridekilere dışardan daha iyi bir şey sunduklarına inandırıldığı ama aslında özgürlüklerinin kısıtlandığı bir halüsinasyon silsilesi gibiydi. Birilerine 3-5 seçenek verip onları seçmeye mecbur bırakıyorlardı. Sonra insanların hayatlarından saatleri çalıyorlardı yaptıkları ilüzyonlarla. En basitinden ışıklandırmaları bile buna örnekti. Havaya bakınca insan daha saatin erken olduğunu sanıyordu halbuki öğlense akşam, akşamsa gece olmuştu. Böyle böyle kayboluyordu insanların saatleri. İnsanların ise bu durum zerre umrumda değildi. Herkes limitsizmişçesine harcıyordu zamanlarını. Bir gün ellerinden alınabileceğini düşünmeden...
Boşa harcamaya lüksümün olmadığı saatlerimi feda etmek uğruna girmiştik işte bu kapıdan. Burdan sonra kendimi Mert'e bırakmıştım. O birçok yeri benden daha iyi biliyordu çünkü. Beni önce 2-3 mağazaya soktu. Sonra beğenmeyip 3-4 tanesine daha. En son isyan etmemle "burası son" diyerek bir yerden daha içeri attı beni. Sonra elbiselerin içinden 4 elbise getirip 3'ünü çeşitli bahanelerle eledikten sonra birinde karar kıldı.
Bu denediğim elbise oldukça cüretkar bir elbiseydi. Üst kısımda kol kesimi çarpraz modeldi. Gerdan kısmı transparan bir tülle kapatılmıştı. Birçok yerde dekoltesi vardı. Zaten baldırdan aşağısıda transparan tülden oluşuyordu. Boyu biraz uzun olduğundan platform bi topuklu ayakkabıyla kombinlemem gerekecekti. Bu elbiseyi aldıktan sonra artık bu kasvetli yerden çıkmıştık. Hemen apartın yanındaki kuaförden biraz daha ciddi ama şık görünmek adına önü perma tarz bi saç modeli yaptırmıştım.
Dönüp saate baktığımda sadece yemek yiyip elbisemi giymeye zamanım kalmıştı. Hal böyle olunca alel acele apartıma geldik. Hemen sıcak su koyup 2 noodle yaptım. Noodle hem lezzetli hem de pratik bir yemekti çünkü. Aynı zamanda da hesaplıydı.
Hızlıca yemeklerimizi yiyip ikimizde hazırlanmak için ayrıldık. Mert her zamanki gibi erkenden hazırlandı. Ben de bu sefer erken hazırlanmıştım saçım ve makyajım hazır olduğu için. Sadece kulaklarıma zümrüt küpelerimi taktım ve elime siyah deri kutu çantalarımdan birini aldım. Çantamı hazırlamamla zilin çalması bir olmuştu. Eteğimi tutup yavaşça kapıyı açtığımda Mert donup kalmıştı. Eli halen havada duruyordu. "Mert kendine gel" deyip omzuna vurmamla ancak kendine gelebilmişti. Ağzından çıkan ilk cümle ise "Afet gibi olmuşsun" olmuştu. Bazen Mert'in tavırlarından halen bana bir şeyler hissettiği intibasına kapılıyordum. Ama artık bunu sorun etmiyordum. Sonuçta bir sevgilim yoktu. Ben de Mert'e " Sen de yakışıklı olmuşsun." dedim.
Sezen'in Kokteyl Kombini
Aşağı indiğimizde Mert'in kapının önüne arabasını getirdiğini gördüm. Kapımı açmasının ardından eteğimi toplayıp arabaya bindim. Çok geçmeden kokteylin olduğu otele gelmiştik. Arabalar bir sıra olmuştu vale arabayı çektikçe ilerleyebiliyorduk. Nedense içimde bir heyecan oluşmuştu. Fark etmeden bacaklarımı sallamaya başlamıştım. Tam parmağımı dudağıma götürür moda geçecektim ki Mert bir elini bacağıma koydu. Ardından dudağıma götürdüğüm elimi indirdi. Ben de ona döndüm, o sırada gözlerini gözlerime dikmişti.
Bazen bana öyle bir bakıyordu ki kahve ve siyahın birbirinde kayboluşuna tanık oluyordum. Dudaklarıyla değil de gözleriyle gülüyordu sanki bana baktığında. Gözlerinde bir çocuğun surat ifadesi oluşuyordu. O an hissediyordum beni sevdiğini. Biliyordum beni sevmesine rağmen beni içinde yaşatmayı tercih ettiğini. Benim nefes almam için kendi nefesini yarıma indirdiğini. O anlarda içime bir hançer saplanıyordu sanki. Yüreğimde bir de onun için delik açılıyordu. Onu sevemeyen yüreğim onun için ağlıyordu sanki.
Bana ait olmayan zamanım onunkini de çaldığı için her gün biraz daha pişman oluyordu. Yine de Mert'i hayatıma zımbalamaya devam ediyordum. Hayatın en azından bir kişi için bencil olmama izin vermesi gerekirdi çünkü. Gözlerine daldığım o birkaç saniyede o da hafif bir dalgaya alan ses tonuyla: "Biraz gergin misin sen yoksa?" diye sormuştu. Bense gözlerimi gözlerinden ayırıp elimle bir tane koluna yapıştırmıştım. Ardından da pencereden dışarıya bakıp sorularımı Mert'e sıralamaya başladım: "Yok canım ne alakası var? Gergin değilim sadece bu bekleyişten biraz sıkıldım. Daha kaç araba var ya, sıra bize ne zaman gelecek?"
Sorumu sormamın hemen ardına nasıl olduysa sıra bize gelmişti. Kapımın birden açılmasıyla ürkmüştüm. Vale elini bana uzatıp inmem için yardımcı oldu. Mertse yanıma gelip koluna girmem için kolunu uzattı ve: "Başka bir şey istesen olacakmış Kırmızı. Hazırsan parti başlasın" dedi.
Merdivenlerden çıkıp filmlerdeki gibi serilmiş olan kırmızı halıdan geçtik. Beyaz büyük bir kapının içinden geçtiğimizde girdiğimiz salondaki ışıklar gözlerimi kamaştırdı. Her tarafta sarı ışıklar ve şamdanlar kullanılmıştı.
Bu kadar sarı ışık kullanılması bence iyi değildi. Hem göz yoruyordu hem de dekor için iyi değildi. Yine de ışıklar haricinde organizasyon gayet güzel yapılmıştı. Her yerde şık kokteyl masaları ve kokteyl için hazırlanmış misafirler vardı. Kokteyl masalarının ilerisinde bir kürsü ve kürsünün arkasında ise "İnterminable Companys" yazan bir afiş asılmıştı. Anlaşılan Mert'in fotoğrafçılık işini almak istediği firma bu holdinge bağlıydı.
Mertle beraber bize ayrılan kokteyl masasına geçmemizin ardından birkaç kişi yanımıza geldi. Mertle sohbet etmeye başladılar. Benim de canım sıkılmaya şimdiden başlamıştı. Mertle konuşan beyefendi konuşmalarının arasında o can sıkıcı soruyu sordu: "Küçük hanım kız arkadaşınız mı acaba Mert Bey? Maşallah pek güzel bir hanımefendi."
Yani her kavalyenin sevgili olarak değerlendirilmesi olayı bana hiç mantıklı gelmiyordu. Sonuçta herkesin sevgilisi olmak zorunda değildi. Mert bu sorudan rahatsız olduğumu fark etmiş olacak ki direk soruyu cevapladı: "Hayır Asaf Bey Sezen benim çocukluk arkadaşımdır. Bugün beni kırmayıp bana eşlik etti. Henüz bir kız arkadaşım yok. İlginiz için teşekkür ederim."
Mert ondan beklediğim cevabı vermişti. Bu şekilde net olması hoşuma gitmişti. Sonuçta başkası olsa durumu kurtarmak adına yalan söyleyebilirdi ama o yapmamıştı. Benim güvenimin daha önemli olduğunu bir kere daha kanıtlamıştı bana. Bu tavrından sonra onu mahcup etmek istememiştim ve sohbete elimden geldiğince dahil olmaya çalıştım.
Günlük hayattan, sıradan konulardan konuşurken birisinin kürsüye yönelmesi ve mikrofona hafifçe 1-2 kere vurmasıyla ortama bir sessizlik çöktü. Kürsüye çıkan kişi herkesten öncelikle sessiz olmasını talep etti. Ardından da yerini gözlüklü kızıl saçlı bir kadına bıraktı. Kürsünün başına geçen kadın Fransa kaynaklı olan holdingin Türkiyedeki temsilcisi olduğunu ifade etti öncelikle. Ardından da konuşmasını yapmaya başladı:
"Sevgili misafirlerimiz, öncelikle hepinizi bu gece aramızda görmekten onur duyuyoruz. Ben Özlem Taşener, Interminable Companys'in Türkiyedeki temsilcisiyim. Holdingimizin Türkiyede bulunan şirketleri için Fransadan yeni bir CEO atandı. Bugün sizi buraya toplamamızın sebebi kendisini size takdim etmektir. İşte karşınızda Interminable'nin yeni Ceo'su..."
Alkışlar eşliğinde yeni Ceo'yu kürsüye davet etmişti ama ne gelen vardı ne giden. Kadın ne olduğuna anlam veremez şekilde anonsunu yineledi fakat değişen bir durum olmamıştı. Kendisi kürsüye çıkmadan önce kürsüye çıkan adamı yanına çağırarak kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Bunun üzerine biraz kısa boylu adam afişin arkasındaki kapıdan çıktı. Aradan birkaç dakika geçmişti ki kapıdan birisi içeri girdi. Sarışın, uzun boylu, yeşil gözlü olan adam kürsüye doğru yanaştı. Bunun üzerine Özlem Hanım son sözlerini söyleyip kürsüyü içeri giren beyefendiye bıraktı: "Sayın misafirler gecikme için hepinizden özür dilerim. Sayın Ceo'muzun uçağı ineli çok az bir zaman oldu. Ama şimdi aramızda olduğuna göre sözü ona bırakabilirim. Bu kadar zamandır gizemini koruduğundan ötürü açıkçası biz de sizinle beraber kendisini tanımış olacağız. Şimdi sözü kendisine bırakıyorum."
Yeşil gözlü yakışıklı kürsünün başına geçti ve ellerini kürsünün iki yanına koyarak konuşmasına başladı: "Öncelikle hepinizden özür dilerim gecikme ve yanlış anlama için. Benim adım Antonio Mercier. Eminim Türkçemin bu kadar iyi olmasına aranızda şaşıranlar vardır. Bunun sebebi annemin Türk babamın bir Fransız olması. Anlayacağınız ben de yarı Türküm ve burda Ceo'muzu temsilen bulunuyorum. Kendisinin baş danışmanı ve yardımcılığını yapmaktayım. Kendisi şu an için halka ismini açıklamak istememektedir. Bu yüzden yerine beni göndermiştir. Kendisinin uçağı birkaç saat önce İzmir havalimanına inmiştir. Biraz önce de Muğlaya ulaştığının haberini aldım fakat bugün aramızda olamayacaktır. Umarım anlayışlı olursunuz. Hepinize Bonsoir!"
Az önce ne yaşanmıştı öyle. Bir türlü anlam verememiştim. Salondaki misafirler fısıltılaşmalar eşliğinde yavaş yavaş dağılmaya başlamışlardı. Mert de duruma oldukça sinirlenmişti. Hem bizi boşuna buraya getirdikleri için hem de beni buraya yok yere getirdiğini düşündüğü için kendini kötü hissediyordu. Söylene söylene hızlıca salondan çıkmıştı. Bunun üzerine bende koşar adımlarla onu sakinleştirmek için peşinden çıkmıştım.
Otel'in önüne geldiğinde araba bekleyen kişiler kuyruk olmuş durumdaydı. Bu yüzden o sinirle bir de kuyruğa girmek istememişti ve hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Bense ne kadar koşar adımlarla ilerlesem de ayağımdaki topuklu ayakkabılar yüzünden çok da rahat hareket edemiyordum. Bir süre bu şekilde ilerledikten sonra ona bu şekilde yetişemeyeceğimi anlayıp topuklu ayakkabılarımı çıkarıp elime alıp koşmaya başladım.
Tam Mert'e yetişecektim ki yine aynı şey olmuştu. Diz kapağımdan bir çıtırdı ardından da "Mert" diye bağırmamla kendimi yerde bulmuştum. Kollarımdan güç alıp doğrulmaya çalışsam da belimden aşağısını yine kullanamaz durumdaydım. Bir kere daha "Mert" diye bağırmamdan sonra sonunda Mert sesimi duymuştu. Koşarak korkuyla "Sezen" diye bağırıp yanıma geldi. Sonrasında "İyi misin, ne oldu birden? Hepsi benim yüzümden çok özür dilerim. Beni af..." diye cümlelerini sıralamaya başladığında işaret parmağımı dudağına götürüp onu susturdum.
"Mert tamam, sakin ol lütfen! İyiyim ben. Ayrıca özür dilenmesini sevmiyorum bilmiyor musun? Hem senin hatan değildi ki? Neden kendini suçluyorsun? Benim hasta olduğumu unutuyorsun galiba bazen. Sen beni buraya getirmesen de yaşanırdı bu. Ne zaman hangi semptomla bu hastalığın geleceğini bilemiyoruz. Ben alıştım artık. 4 sene oldu Mert ama sen alışamadın. Neyse artık yine başına kaldım. Arabamızda olmadığına göre eve kadar beni sırtında taşımak zorunda kalacaksın."
Sözlerimi bitirdiğimde yüzüme bir gülümseme kondurmuştum. Bazen yüzüme kondurduğum bu gülümsemeyle Mert'i rahatlatmaya çalışırdım. Sahte olsa da Mert'in içini rahatlatırdı çünkü bunu bilirdim. Mert de gülümsememi görünce gülümseyip o şekilde davranırdı. Aslında içten içe dişlerini sıktığını hissederdim ama ben de bozuntuya vermezdim. İkimizde birbirimize tiyatro oynuyorduk işte böyle. Bugün de yine öyle yapmıştık. Mert beni yavaşça yerden kaldırıp sırtına aldı. Sıkı sıkı boynuna sarıldığımda o da sıkı sıkı bacaklarımı beline doladı. Bu şekilde ilerlemeye başladık. Kafamı boyun çukuruna gömdüğümde huzurlu hissettim kendimi. Bu 4 sene boyunca o kadar taşımıştı ki beni bu sırt, artık evim gibi hissetmeme sebep olmuştu.
Yine de insan bazen kendi evinde dahi olsa yabancılık çekebiliyordu. O yüzden ister istemez Mert'e durumundan şikayetçi olup olmadığını sormak istemiştim: "Mert sende az kahrımı çekmedin onca senedir. Şu zamana kadar da sana hiç sormadım ağır geliyor muyum sana diye. Düşüncesizlik ettim belki de. Bu arada vücut ağırlığımdan bahsetmiyorum. Yüreğine ağır geliyor muyum? Sonuçta hiçbir mecburiyetin yok bunları yapmaya."
Mert konuşmaya başlamak için biraz duraksamıştı. Sonra bir anda boğazını temizleyip burnunu çektiğini duymuştum ama bana söyleyeceklerini duyabilecek kadar zamanımın yeterli olacağını sanmıyordum. Bedenime çöken ağırlık artık bilincimi açık tutmama izin vermiyordu. Ansızın bastıran uykularımdan biri yine gelip bu zamanda da beni bulmuştu. Karanlık hayatımın 3/4'ünü esir almak için anlaşma yapmış gibiydi. Işığı görebildiğim anlarım yaşadığımı hissettiğim karanlığa esir düştüğüm zamanlarım ise ölüme hazırlandığım anlardı. Ve bir kez daha ölüm beni kendine hazırlıyordu...
Mert'in ağzından
"Yüreğine ağır geliyor muyum..." bu sorun kalbime daha ağır gelmişti be Kırmızı. Ben seni yüreğimin baş köşesine misafir etmişken neyin ağırlığından bahsediyordun oysa ki. Senin çektiğin acı benim ciğerlerimi yakıyordu sadece. Hayatın sana biçtiği görev ağır geliyordu bana. Gözlerim doluyor, boğazım kuruyor işte. Şimdi ben ne söylesem tırtırlı çıkacak sesim, nefesim yetmeyecek belki de. Yine de belli etmemeye çalışmalıydım. Boğazımı temizleyip burnumu çektim. Sonra cevap verdim Kırmızıma:
"Kırmızı aşk olsun neyin ağırlığından bahsediyorsun sen? Yüreğime ağır gelebilmen mümkün mü hem? Kendin daha ağırsın aksine, kilo mu aldın sen? Belimi incittin valla. Tamam, tamam hemen vurma ya geri alırım ben lafımı. Ağır falan değilsin sen. Kırmızı?"
Ses yoktu. Hayat bize verdiği kısıtlı zamanları bile bir şekilde geri talep ediyordu. Boynuma bir şaplak yemediğimden belliydi zaten uyanık olmadığı. Ansızın uykuya dalmaya başlamıştı zaten son zamanlarda. Beyni makine misali yorulduğunda error verip bilincini kapatıyordu.
Bazı zamanlar bana iyilik mi yapıyor kötülük mü yapıyor diye kestiremiyordum. Onun ansızın uyuduğu zamanlarda içimde ona söyleyemediğim şeyleri söyleyebiliyordum çünkü. Belki duymuyordu beni ama içim rahatlıyordu. Aynı zamanda bazen hıçkırıklarımı da içime atmak zorunda kalmıyordum böylece. Diğer yandansa onunla geçirebileceğim her saniyem çok değerli iken zamanımız irademiz dışında bizden alınıyordu. O yüzden iyilik mi kötülük mü bilemiyordum.
İsyan etmek geliyordu böyle anlarda içimden. Herkese, her şeye kızmak geliyordu. 4 sene önceki yakarışlarımı duymadı mı Allah diye düşünüyordum bazen. Ya yalvarışlarım yeterli değildi ya da kader ağlarını bu sefer gerçekten iyi örmüştü. Kendime geldiğimde isyan eden yerlerimi susturuyordum. Elimden bir şey gelmemesine kızıyordum bir kez daha. Kırmızı sen uyurken kaç gece ateşini ölçmek için değdirdim dudaklarımı alnına bilmiyorsun. Senin her nefes alışında bedenini bir ateş alır diye korktum gecelerce. Sesini geçirmez sandığın odanın duvarlarından yankılandı kaç gece hıçkırıkların. Her hıçkırığın nasıl benim boynuma dolandı bilmiyorsun.
Sen inledin benim ciğerlerim söndü. Sen nefessiz kaldın benim nefeslerim bana zehir oldu. Senin her atamadığın anda benim ayağımın altından kaydı bu dünya. Senin yaşayamadığın her anda yaşayabileceğim her anı unuttum bende. Şimdi sen bana yüreğine ağır geliyor muyum diye nasıl sorarsın? Ben sen varsın diye gelmişken bu dünyaya beni nasıl bir başıma bırakmayı göze alırsın. Senin olmadığın her yer bana cehennemken seninle yaşadığım her anımı cennet bahçesine çeviren de senken nasıl senle olmayı bana töhmet sayarsın?
Yine cevap veremiyorsun işte bana. Yine açılmıyor gözlerin, yine duymuyor kulakların. Karanlığının bir kısmını almamın keşke bir yolu olsaydı belki o zaman birkaç dakka daha görebilirdim gözlerini. Neyse Kırmızı senin için duran zaman yine benim için akmaya devam etti bugün. Sensiz ama senle bir an daha yaşadık beraber. Bak geldik yine evimize. Yine senden habersiz çıktım merdivenlerimizi. Kapıyı açtım zorlanarak da olsa. Şimdi seni yatırıp yatağına senden habersiz gideceğim yine odama. Ve sen yine bilmeyeceksin. Olsun be Kırmızı nefes al bana yeter. Benim nefesim senin olsun senin bana varlığın yeter. İyi geceler Kırmızım
Kapının tak sesi yine kulaklarıma çarptı. Bir kez daha girdim bu kapıdan ama yine o duymadı.
🍀🍀🍀
Saat öğlene gelirken bugün uyuyakaldığımı fark etmiştim. Dün gittiğimiz kokteyl gizemli Ceo'muz yüzünden saçma bir noktaya varmıştı. O firmanın fotoğrafçılık işini gerçekten çok istiyordum. Bu yüzden bugün şirkete gidip ne yapıp edip Ceo ile tanışmalı ve bu işi almalıydım. Yataktan fırladığım gibi üstümü değiştirdim. İyi bir intiba bırakmak adına en ideal kombini yaptım. Portfolyomu da alıp kapıyı kilitledim. Sezen'in nasıl olduğuna bakmadan gitmek hiç içimden gelmiyordu ama Ceo'yu kaçırmamak adına şimdi gitmeye mecburdum. Ayaklarım geri geri de gitse bu yüzden zorladım onları. Hayat her zaman bize istediğimiz şeyleri yaptırmıyordu maalesef.
Arabamı binanın önüne getirmişlerdi. Motorla gitmem kıyafetime uymayacağı ve bir ciddiyet oluşturmayacağı için istemesem de arabayı tercih etmiştim. Arabama atlayıp gaza bastım, çok geçmeden şirkete varmıştım.
Heyecanlı değildim. Böyle anlarda gerilmek tarzım değildi. Heyecan yerine göre iyi bir duygu yerine göre ise facia oluşturabilecek bir materyaldi. Böyle anlarda heyecan yerini paniğe bırakır ve insanı aptallaştırma yoluna gidebilirdi. Aptallık ise başarının önüne kurulmuş en büyük setti. Hiçbir fırtınalarda yıkılmayan barajlar bile aptallıkla bir paydada buluşunca başarısızlık tsunami misali insanın tüm emeklerini yerle bir edebilecek bir güce kavuşuyordu.
İşte bu yüzden ben Mert Karay bir işi %99'a düşürecek hiçbir şeye izin vermezdim. Çünkü %100'e ulaşamadığın her şey mükemmellikten uzak hiçliğe ise bir o kadar yakındı. İkinci olduysan sonuncu olmaktan bir farkın yoktu. Çünkü hayat sadece birincileri hatırlatırdı.
İşte bu yüzden oldukça özgüvenli ve soğukkanlılıkla şirkete girdim ve görüşmenin yapılacağı kata çıkmak için asansörü çağırdım. Asansöre tam bindiğim sırada birisi eliyle kapının kapanmasına engel oldu. Yere odaklanmış gözlerimi kapıya doğru çevirdiğimde bu kişinin Bay Mercier'den başkası olmadığını gördüm.
Beni görünce günaydın dahi demeden hızlı hızlı konuşmaya başladı. Bir meleze göre oldukça akıcı bir Türkçesi vardı: "Aaa Mert Bey erkencisiniz. Görüşmenize daha 10 dakika var. Sayın Ceo'muz bugün erken geldi şirkete birtakım kontroller için. Benden de bazı eksikleri halletmemi talep etmişti. Erken geldiniz madem sizin için de uygunsa benimle beraber direk yönetim katına gelin. Ceo'muzu bilgilendirdikten sonra sizi direk odasına alırım, tabi sizin için de uygunsa?"
"Tabi, benim açımdan bir sorun yok. Ceo'muza nasıl uyarsa ben uyum sağlarım." diyerek gerekli cevabı verdim. Yönetim katına ulaştığımızda Bay Mercier'i takip ettim ve koridorun sonundaki büyük ahşap ikili kapının önünde durduk. Benden iznimi istedikten sonra kendisi içeri girdi.
Burası oldukça prestijli bir holdingin ana şirketi konumundaydı. Binanın her detayı da ona göre düzenlenmişti. Ceo'nun odası da bu yüzden bu kadar ihtişamlı olacaktı. Gerçi daha içeri girmemiştim ama kapısından bunu anlayabiliyordum. Birkaç dakika beklememin ardından Bay Mercier kapıdan dışarı çıktı ve beni içeri buyur etti.
Kendimden emin adımlarla pencerenin önünde bulunan masaya doğru ilerledim. Masanın arkasında deri koltukta ters vaziyette oturan bir adam bulunuyordu. Koltuğun bir koluna kolunu koymuş diğerini ise çenesine götürmüştü. Burdan sadece beyaz gömleğini ve aslan şeklinde yapılmış kol düğmelerini görebiliyordum. Oldukça iddialı gözüken bir tarzı vardı.
Bana dönmesinden önce Bay Mercier beni ona takdim etti: "Mösyö, size genç ama yetenekli Türk fotoğrafçımız Mert Karayı takdim edeyim. Eğer ki şartlarda anlaşabilir ve uyum sağlayabilirsek artık holdingimizin fotoğrafçılık işlerinden kendisi sorumlu olacak"
Sayın Ceo'muz halen ses vermemişti. Adını bilmediğimden kendisine ismiyle hitap edemiyordum. Soyadına dair de elimde bir bilgi yoktu. Ben de bu yüzden hitap etmeksizin lafa girdim: "Efendim, sizinle tanışmak benim için bir onurdur. Başarılarınızı hepimiz duyduk. Sizinle çalışmaktan şeref duyarım. Çalışmalarımı görmeniz zaten benimle çalışmanız için yeterli olacaktır."
Portfolyoyu Bay Mercier'e verdikten sonra Bay Mercier masanın arkasına geçerek portfolyoyu gizemli Ceo'muza uzattı. Birkaç saniyeliğine ortalığa bir kasvet çöktü sanki. Ardından usulca koltuk bana doğru döndü. İşte zaman o an benim için bir kere daha durdu. Tıpkı her Sezen'in uykuya dalışında onun için durduğu gibi. Kader acımasızdı, kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Geçmiş asla geçmiyor ve peşimizi bir saniye dahi olsa bırakmıyordu ve ben bugün, burada, tam bu saniyede bunu bir kere daha anlamıştım.
Ve uzun bir aradan sonra bölümü tamamlayabildim. Aslında uzun yazmayacaktım ama bu ideal bölüm sayfamız oldu artık. Anca bu kadar oluyor. Umarım bölümü beğenmişsinizdir.
-Sizce koltuğun ardında olan gizemli Ceo'muz kim olabilir?
-Sizce zamanla Sezeni gerçekten yük gibi hissetmeye başlar mı Mert?
-Kerem'e ne oldu dersiniz?
-Sezen'in İzmir'den ayrılması kararını doğru buluyor musunuz?
-Sezen'in kelebek etkisi tespiti sizce mantıklı mı?
-Son olarak afişleri nasıl buldunuz?
Temsili Mert ve Sezen
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top