2.Evre
🍁🍂🍁Sonunda sınavlarım bitti ve size bölüm yazabildim. Artık sezon finaline son bir bölüm kaldı. Sizce daha az mutsuz sona bir bilet mi olacak o tren bileti? Yoksa hayat kendilerine rota olarak nereyi seçerse oraya mı sürüklenecekler? Bu Sefer Olmaz'ın asıl kurgusu an itibariyle başlıyor. Artık sizin tarafınızı seçmeniz gereken an geldi. Bakalım siz Bu Sefer Olmaz mı diyeceksiniz? Yoksa bir şeylerin gidişini mi değiştireceksiniz? Umarım beğendiğiniz bir bölüm olur. Desteğinizi esirgemeyin. Şarkıları sırasıyla dinlemeyi unutmayın.
🍁🍂🍁
Karsu-Bırak beni böyle
Seo ho-The Farewell(Işıl ve Enis sahnesi)
Timuçin Esen-İtirazım var(Mert sahnesinde)
Sezen'in ağzından
Hayatım hep sonbahardı benim. Kışa mahkum, bahara karşı umutsuz. Hayat her seferinde yapraklarını üzerime daha şiddetli döküyordu. Tüm ağaçlarım sararana tüm çiçeklerim solana kadar ruhuma sonbaharı dolduruyordu. Uğultucu bir rüzgar etrafımı sarmalıyor ve hiç kimsenin olmadığı o ıssız parkta tek başıma kalıyordum. Sesleniyordum sesim yankılanıp bana dönüyordu. Soğuktan ruhum üşüyordu.
Yaşım belki 18'di ama ruhum 58. Hayat mevsimleri bana haram kılıp beni sonbahardan sonraki kışa mahkum ederek hayatımdan bir 40 yıl daha çalmıştı. Halbuki daha büyüyememiştim. Beni çocuk öldürüp içime yaşlı bir kadını koymuştu. İçimde bana ait olan yıllarım ise sonbaharın sararmış yapraklarının altına gömülmüştü.
Hiç 20 olamamıştım ben. Üniversiteye gidip hiçbir şeyi umursamazca davranıp eğlenememiştim. Hiç 25 olamamıştım ben. Mezun olup o mezuniyet töreninde kepimi fırlatamamıştım. Hiç 28 olamamıştım ben. Aşık olduğum adamla bir yuva kuramamıştım.
Hiç 32 olamamıştım. Çocuğumun ilk adımlarını, ilk anne deyişini, ilk yapbozunu yapışını kaçırmıştım. Hiç 37 olamamıştım, kariyerimin zirvesini yaşayamamıştım. Çocuğumun ilk karne hediyesini alamamıştım. Hiç 47 olamamıştım. "Kırışıklıklarım yüzünden artık beni sevmeyeceksin" diye yakınamamıştım. Kızım "Ben aşık oldum anne, ne yapacağım?" dediğinde ona "korkma" diyememiştim. Direk 58 olmuştum ben. Hayatın benden çaldığı o 40 seneyi yaşayamamıştım. Buğulu bir havada görünmez bir hayat yaşamıştım sanki.
Şimdi hava buz gibiydi. Sararmış yaprakları uçuran rüzgarın yerini, ayaz almıştı. O kırık bankta oturan bense kar tanelerine teslim olup bedenimi de ruhumu esir alan kışa teslim etmiştim. Teslim olmuştum büsbütün. Çünkü artık benim için mevsim sonbahar değildi. Nice baharlar gelmeyecekti kıştan sonra. Kışta açan kardelen olan ben, asla baharı göremeyecektim.
Hayat ruhumdan aldığı o 40 yılın yerine belirsiz bir hayat biçmişti bana. Sonbahar ve Kış arasındaki arafta savrulan bir yaprak olmuştum ben de artık. Artık her şey için çok geçti... Bu günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hıçkırıklarım çöktüğüm kırık banktan tüm havaya yayılıyordu. Gülüşlerimi alan hayat, hıçkırıklarımı bana iade ediyordu.
4 gün önce
"Gidelim mi buralardan..." bu soruyu sormuştu bana tam tamına 2 dakika 42 saniye önce. Bense donup kalmış ve bir şey diyememiştim. Gidelim desem nereye gidebilirdik ki? Mümkün müydü kaçak binmemiz trene ya da kaçsak nereye kadar kaçabilirdik? O zaman annemler ne hale gelirlerdi, babamın yaptığı acımasızlıktı ama böyle yaparsam benim yaptığım da acımasızlık olmaz mıydı? Bir seferde çarçabuk verilebilecek bir karar değildi bu. Bu yüzden Kerem'e dönüp "Bana biraz düşünmem için zaman verir misin?" diyebildim. Her zamanki gibi anlayışla karşılamıştı.
Dansımızla bittiğinde beraberinde yağmur da durmuştu. Ellerimle beraber tüm vücudum zangır zangır titriyordu. Galiba şifayı kapacaktım. Keremse bunu fark etmiş olacak ki önce ellerimi avucunun içine alıp hohlayaraktan ısıtmaya çalıştı.
O kadar ıslanmış olmamıza rağmen elleri nasıl halen bu kadar sıcak olabiliyordu? Avucunun içinde ateş çukuru mu vardı bu adamın? Hem o da ıslanmıştı, o da titriyordu benim gibi. Ayakta kalmaya da gücü kalmamıştı. Arada sırada sendeleyip bacağını tutuyordu. Ellerimi yüzüne götürdüm yüzünü avucumun içine alıp "Hep sen beni düşünmek zorunda değilsin. Yüklerimizi paylaşalım. Bir yüreği paylaşmak bunu gerektirmez mi zaten?" diye sordum. O da usulca kafasını sallamakla yetindi.
Sonra tuttu elimden koşarak içeri girdik. Kapıyı Nurbanu abla açmıştı. Bizi el ele görünce istemsizce Kerem'e elimi bıraktırttım. Bu evde artık kimsenin önünde güvende değildik. Nurbanu Ablanın birine söyleyip söylemeyeceğini bilemezdim. En çok dikkatli olmamız gereken kişi de Didik Necmiyeydi. Çünkü bir kere didiklemeye başlarsa bırakmazdı bu işin ucunu. Bu da bizim yararımıza olmazdı.
Nurbanu abla bizi kısa anlığına da olsa o vaziyette görünce yüzüne çarpık bir tebessüm koyup ardındam da bize şşş işareti yapmıştı. Devamında ise işaret diliyle sırrınız bende güvende demişti.
Bu durum beni sevindirse de yine de ona güvenemiyordum. O yüzden Kerem'i orada bırakıp merdivenlerden koşar adımlarla odama çıktım. Yatağıma kendimi fırlattığım anda telefonumun bildirimiyle birkaç saniyeliğine kapadığım gözlerimi açtım. Telefonumu elime aldığımda 36 mesaj Mertten, 28 mesaj Işıldan gelmişti. Son gelen 5 mesaj ise Keremdendi. Öncelikle Kerem'in mesajlarını açtım. Mesajlarda şunlar yazılıydı: "Korkmana gerek yok, unutma ben hep yanındayım. Her şeyi beraber aşacağız. Kaçma meselesini de düşünmeyi unutma. Bu arada yarın Enisle görüşeceğim erken çıkabilirim. İyi geceler benim tatlı delim, seni seviyorum."
Mesajları okuduktan sonra istemsizce gülümsememi engelleyemedim. Yazdıklarına "iyi geceler" demekten başka bir şey yazamamıştım. Halen ne yüzüne ne de mesajla direk ona seni seviyorum diyemiyordum. Zamanla derdim ama değil mi? Mert'in yazdıklarını ise bakmadan silmiştim. Şu anki kızgınlığım diyeceklerini dinlememe ya da yazdıklarını okumama engeldi çünkü. Işıl'ın ise ardı ardına bu kadar çok ne yazmış olabileceğini merak etmiştim doğrusu. Hemen mesajları açıp okumaya başladım.
Mesajları okumayı bitirdiğimde işlerin biraz karışmış olduğunu anladım. Enisle yaşadıklarını bu kadar zamandır sırf kendi dertleriyle de uğraştırmamak için söylememişti. Kendimi bu konuda suçlu hissetmiştim. Işıl en yakınımdı ama kendi sıkıntılarından dolayı onun yüzündeki hüznü görememiştim. Bu yüzden hemen telefonu alıp Işıl'ı aradım.
-Alo Işıl! Nasılsın? Ancak okuyabildim mesajlarını. Neden anlatmadın bana bu kadar zamandır?
-Sezen, nasıl anlatabilirdim acaba sen Kerem'in canının derdindeyken? Bencil miyim ben? Hem halledilmeyecek bir şey değil ama çok kırdım bilmeden Enisi. Düşünemedim annesiyle alakalı böyle bir derdi olabileceğini. Ben sadece ona verdiğim değeri daha iyi hissetsin ve daha rahat olabilelim istemiştim. Böyle olacağını nereden bilebilirdim ki?
-Bak, ne kadar güzel söyledin. Bilemezdin! O yüzden Enis kırılmış olsa da seni affedecek ama önce onun gönlünü almalısın.
-İyi de nasıl? Kaç zamandır düşünüyorum ama aklıma bir şey gelmiyor. Böyle bir kalp kırıklığı nasıl affettirilir ki? Anne bir insanın bence en hassas noktası. En çok da yarasını tekrar kanattım diye üzüldüm Sezen. Gerçekten aklım almıyor! Bir anne nasıl bu kadar sevgisiz olabilir, nasıl vazgeçebilir çocuğundan?
-Işıl, detayını bilmiyoruz ki olayların. Hiçbir anne hangi koşulda olursa olsun evladından vazgeçmez bence. Ortada bir sır var ama ne olduğunu bilemiyorum. Bu aralar da sırlar aldı başını gidiyor. Bizde de işler karıştı bayağı. Bu arada Enis'e kendini nasıl affettireceğini buldum. Daha doğrusu sen buldun?
-Buldum mu nasıl? Bu arada size ne oldu? Sizde de mi sır çıktı?
-Dedin ya hani "sadece ona verdiğim değeri hissetsin istedim" diye... İşte çözüm bu! Ona verdiğin değeri hissettir. Senin için önemli olanın o olduğunu anlat. İstemediği hiçbir şeye mecbur olmadığını söyle bu ona yeter. Bizdeki mevzular da annem ve babam yüzünden karıştı. Bak dinle anlatıyorum...
Ona olanların hepsini anlattım. O da beni can kulağıyla dinledi. Ardından da:
-Vay be Sezen film gibi resmen. Hani Al yazmalımda Asya İlyas'a diyor ya "alıp götürsene beni burdan" diye, aynen öyle olmuş. Gidin bence bir not bırak annenlere de. Zaten reşit değil misin? Onlar olur da sizi anlamaya ve kurban etmemeye karar verirlerse sana ulaşmalarını söyle. Böylelikle onların da akılları başına gelmiş olur. Hem siz de romantik bir maceraya atılmış olursunuz güzel olmaz mı?
Aslında Işıl söylediklerinde haklıydı. Kerem de zaten biraz burdan uzaklaşmamız için böyle bir öneride bulunmuştu. Düşününce mantıksız da sayılmazdı. Hem sonuçta bir kere geliyorduk dünyaya, anı yaşamamız lazımdı.
-Aslında haklısın Işıl! Babamın artık kendi istediklerini dayatmaya son vermesi lazım. Hem Kerem hırlı değil hırsız değil. Ben onun güvenini götürecek bir şey de yapmadım. Bir suç da işlemedik biz. Ne bu böyle çocuk gibi cezalandırmak! Gidelim be buralardan anasını satim!
Işılla bu şekilde sorunlarımızdan, havadan sudan konuşup telefonu kapattık. Telefonu kapattığımızda yaklaşıl 2.5 saat konuştuğumuzu gördüm. Biz kızlar bir konuşmaya başlayınca çenemizi tutamıyorduk. Artık yatmamın zamanı gelmişti. Yarın güzel ve yeni bir gün olacaktı.
Enisin ağzından
O olaydan sonra Işılla detaylı olarak konuşmamıştık o konu hakkında. Aramızda limoni gibiydi. Aslında ona kızgın olduğumu söyleyemezdim. Sonuçta o da iyi niyetiyle bir şeyler yapmak istemişti yine de söyledikleri kalbimi kırmıştı bir nebze. Annesizliğim kimsenin suçu değildi "o kadın"dan başka. Bu yüzden Işıl'a belki biraz fazla tepki vermiş olabilirdim. Yine de içimde bir yer söylediklerini affedemiyordu. Birazdan Kerem gelecekti yanıma. Eminim o bana bir akıl verirdi.
Hava oldukça serindi. Ne üşütüyordu ne yakıyordu. Artık baharın sonuna da gelmiştik. Birlikte kaç mevsimi daha devirmiştik. Zaman gerçekten çok çabuk geçiyordu. Bazı şeylerse hiç değişmiyordu. Sahil yine aynı sahildi mesela. Yine balık tutan bir tayfa vardı. Kimileri martılara simit atıyordu. Martıları da senelerce simitle besleyip kendimize benzetmiştik. Simitin yanında çay içmeye de başlasa artık bir farkımız kalmazdı. Etçil hayvanı bile hamurcula çevirebilen bir millettik biz ama bir uzay üssümüz yoktu uzayda. Ya da halen kadın cinayetlerinin oranı düşürülememişti. Ekonomi bozuk, fakir ve işsiz sayısı çoktu. Martıları hamurcul yapana kadar keşke ülke sorunlarına odaklanmış olsaydık. Belki o zaman daha iyi bir yerde olurduk.
Arabaya yaslanmış vaziyette deniz ve toprak kokusunu içime çektim. Birkaç dakikalığına gözlerimi kapatıp sesleri dinledim. Kulağıma ilk önce biraz ilerimde paten kayan çocukların paten sesleri çalındı. Ardından parkta oynayan çocukların sevinç çığlıklarını duydum. Hemen köşe başımda da bir yaşlı teyze ve amca oturmuş aşk tazeliyorlardı. Anlaşılan İzmir birçok günün aksine bugün güzel bir güne uyanmıştı. Gözlerimi ise bana dokunan bir elle açmıştım. Bu Kerem'den başkası değildi. "Ne düşünüyordun öyle gözlerini kapatıp Enis Bey?" diye sordu. "Öylesine sesleri dinliyordum biraz" diye karşılık verdim. Arabayı bırakıp biraz sahilde yürümeye başladık. Gözlerini devirip yandan yandan bana bakıyordu. Boğazını da temizlediğinde artık bana bir konuda sitem edeceğini anlamıştım. Çünkü ne zaman bir şeye kızsa ya da sitemkar bir tavır sergileyecek olsa böyle yapardı. Konuşmasıyla da zaten bunları tescillemişti:
"Daha hastahaneden çıkalı 1 gün bile olmadı. İnsan hasta yatağından yeni çıkmış insanı ayağına çağırır mı? Yazıklar olsun sana! Hem beni taburcu etmeye neden gelmedin. Beni iki kadının arasında bıraktın. Bir de kendine benim dostum dersin yani..."
Kerem ateşi almış bastırıp gidiyordu. Gerçekten bazen karı kocadan farkımız kalmıyordu. Didişmelerimiz, atışmalarımız 40 yıllık evli çiftler gibiydi. Sadece duruma göre roller değişiyordu. Bu durumda da alttan alıp durumu düzeltme sırası bendeydi.
"Tamam be oğlum haklısın! Ben kalabalık etmeyim dedim. Buraya da çağırmak istemezdim ama ne yapayım, eve gelecek olsam Sezen orada olduğundan rahat konuşamazdık. Sonuçta Işıl onun can dostu."
Söylediklerimden sonra tatmin olmuş gözüküyordu. Elini enseme atıp kafamı kafasına dayandırdı. Ardından da şunları söyledi:
"Tamam be oğlum bir şey demedik. Ben seni bilmiyor muyum sanki? Telefonda özet geçmiştin zaten. Mevzular karışmış bayağı. Işıl da biraz ileri gitmiş gibi bence sen hiçbir şey yapma! O gelip özür dilesin senden."
"Abi olmaz öyle şey. Özür beklemiyorum ben ondan. Amacım onu yermek ya da suçlamak da değil. Sonuçta bilemezdi. Ben ona sadece "annem yok benim" dedim, detay vermedim ki. Sadece sözleri biraz yaramı kanatır cinstendi. Galiba biraz da korktum. Anne kavramı korkutuyor sanırsam halen beni.
Belki de onun annesinin melek gibi bir kadın çıkmasından, beni oğlu gibi bağrına basmasından korktum. Belki bir gün saçımı okşar beni sever diye korktum. Çünkü benim annem bir kere saçımı okşamadı öyle. İçten sözlet söyleyip oğlum diye bağrına basmadı. Şimdi 7 kat el bunu yaparsa dayanamazdım. Bunlara kalmadan zaten o evden içeri girince Işıl'ın anne sözü yakardı canımı.
Senelerce her anne sözcüğünde iltihaplanmış yaralarım kanadı. Her hecesinde o iltihap tüm damarlarıma yayıldı, zehirledi beni. Sonrasında da bambaşka bir adam çıktı içimden. Yine o adam içimden çıkarsa diye korkuyorum. Işıl'ın sevdiği adamken o sevgisiz adama tekrar dönüşürüm diye korkuyorum. Bu yüzdendi belki de tepkim.
"Enis, seni anlıyorum. Ben de annesiz büyüdüm çünkü. Yine de annem yaşasaydı da beni sevmeseydi ya da yanımda olmasaydı dediğim zamanlar oldu. Fakat sen ona ulaşabilme imkanın varken elinin tersiyle itiyorsun. Bu konudan bahsetmeyi de yasaklıyorsun herkese. Ama korkuyla da yaşanmaz be kardeşim.
Sen sevmiyor musun bu kızı? Seviyorsun. O zaman onun için cesur olman ve korkularının üzerine gitmen lazım. Bunu yapabilecek yürek sende var. Şu an kararımı değiştirdim. Koş, ona git! Git ve tut elini! Sonra anlat ona ne hissediyorsan ve de ki 'Sen yanımda olduğun sürece ben tüm korkularımı aşabilirim ama bir daha bu kadar uzun süre soğuk bakışlarla bakmayalım birbirimize.'. Sonra halen istiyorsa annesiyle tanışmanı, o zaman korkunun üzerine git. Ne derler bilirsin 'Korkunun ecele faydası yok'. Olacak olan zaten oluyor. Hadi bana eyvallah! Beni haberdar et"
Bu adam hep böyle yapıyordu. Söyleyeceğini söyleyip gidiyordu. Hiç demiyordu ki 2 çift kelam edelim diye. Hemen görevini yapıp mesaisini bitirip kaçan memurlar gibi kaçıveriyordu. Fakat her seferinde de doğru noktaya parmak basıyordu. Şu an en iyisi Işıl'a gitmekti. Telefonu arayıp ona mesaj atacağım sırada onun da mesaj yazdığını gördüm ekranda. Yazdığım mesajı gönderdiğimde onun da mesajının aynı anda geldiğini gördüm. Aynı yeri aynı saati yazmıştık ikimiz de buluşmak için. Kalp kalbe karşı diye boşuna demiyorlardı işte.
🍁🍂🍁
Sözleştiğimiz gibi onu çocukluğumun bittiği parkta beklemeye başlamıştım. İlk burda kalbimi açmıştım ona. İlk burda gözlerim gözlerime değmişti. İlk kez annemi burada sormuştu bana. Şimdi de yine ilk kez açamadığım yaramı açacaktım ona. Sevmek kimi zaman kendinden de fedakarlık edebilmekteydi çünkü. İlişkiler de sevgi de eşitler arasında yaşatırdı. Almadan veremiyordun bu hayatta. Zaten sürekli bir tarafın bir şeyleri verip diğer tarafın da alması adaletsizlik oluyordu. O yüzden ikimizde bir şeylere katlanmak durumundaydık.
Ellerimi tüm İzmiri görmemi sağlayan parkın kenarındaki tahtalara koydum. Temiz havayı içime çektim ve bir anlık arkamı döndüm. İşte o an Işıl'ın orada durduğunu gördüm. "Ne kadar süredir burada duruyorsun?" diye içimden geçirirken fark etmeden dışa vurmuşum düşüncelerimi. Sesli söylemem üzerine Işıl bana bir iki adım atıp bir adım gerimde durdu ve ardından gözlerimi gözlerime hapsedip dudağından birtakım kelimelerin dökülmesine izin verdi: "Gözlerini benden başka bir şeye diktiğinden beri burdayım. Gökyüzünü kıskanmaya başlayacaktım biraz daha beni görmesen."
Cümleleri ciddiyetimi bozup gülümsememe ve gözlerimi devirmeme sebep olmuştu. Her zamanki gibi refleks haline gelen hareketimi yaptım. Gülümsediğimde gözlerimi yere sabitleyip işaret parmağımı burnumun ucuna sürttüm. Ardından Işıl'ın elimi tutup birkaç adım gerideki banka oturttu.
Bu anda bense Işıl'ın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. İkimizde banka yan oturmuştuk. Benim bacaklarım banktan sallanırken Işıl da bağdaş kurmuştu. Üzerinde siyah dar parça pantolon ve kırmızı bir kazak vardı. Saçlarının yukardan toplamıştı. Fakat asi bir saç tutamı aralarından sıyrılıp alnının kenarına dökülmüştü. Gözleri gözlerimde, elleri ellerimdeydi. O an zaman dursa diye düşünmüştüm. Belki de zaman durmuştu ama bunu fark eden sadece bizdik. Bizim dışımızdaki her şey yok olmuş ve boşlukta ikimiz kalkmıştık.
Işıl bir yandan oflayıp pufluyor ve nereden başlayacağını bilemiyor gibiydi. Bu yüzden ona yardımcı olmak için önce ben konuşmaya başlamayı düşündüm. O anda ben "Işıl ben..." derken aynı anda Işıl da "Enis ben..." demişti. Sonrasında da tabi ki de "Önce sen söyle!" cümlesi birbirini takip etmişti. Resmen klişe bi an da yaşamıştık ilişkimizde. Bu ilişkimizin monotonlaştığı anlamına gelmiyordur umarım. Büyük ihtimalle gelmiyordur ya. Çünkü Işıl da böyle düşünmüş olacak ki "Ya da vazgeçtim önce başlayayım. Hatalı olan taraf benim çünkü." dedi.
Ne kadar öyle bir şey yok demeye çalışsam da anlamak istemedi ve başladı içini dökmeye. Bu süreçte de elimi daha sıkı tuttu:
"Enis nereden başlasam diye çok düşündüm bu konuşmaya. Çünkü nereden başlarsam başlayayım bir yeri atlayacakmışım gibi geliyordu. Bense benim virgülümü dahi yanlış anlamanı asla istemem. Çünkü sen hayatımdaki tüm cümlelere anlam kazandıran iki noktam gibisin. Duygularımı açıklığa kavuşturan, kişiliğimi anlamamı sağlayan, hayatımdaki anlamlı her şeyi ortaya çıkaran o iki noktasın sen.
Şu aramızın bozuk olduğu dönemde oturup adam akıllı düşünme fırsatım oldu. Şu zamana kadar hep senin beni daha çok sevdiğini ve benim de sevgimin sana yetişemeyeceğini düşünüyordum. Ya daha az seven taraf bensem diye suçluyordum kendimi. Çünkü senin gibi birine sahipsem dünyanın tüm sevgilerini kalbime toplayıp sevgi seli gibi sana akıtmam gerekir. Çünkü sen bir lütufsun Enis. Benim hayatıma gelen en büyük hediyesin.
Biliyor musun şu zamana kadar başıma gelen her şeyi düşündüm de bunları yaşamamın nedeni benim gerçek sevgiyi öğrenmem içindi. Evet, evet yani bütün bunlar benim gerçek sevgiyi tanımam için kudretli bir el tarafından düzenlenen bir yolculuktu. Bu yolculukta sen nasıl sevmeyi öğrendiysen ben de diri bedenlerde sevginin vücut bulmasına tanık oldum.
Sevgiye varmak bambaşka bir görüş ister. Gönül gözüyle bakmayan asla göremez onu. Kimi zaman da en iyi bu görüşü ölü ruhlardan öğrenirsin. Benim gerçek sevgiyi görmemi sağlayan Sudeydi mesela. Ondan sonra yeryüzündeki yaşanmış tüm efsaneleşmiş aşkları okudum. Her birinin acılarına, göz yaşlarına tanık oldum. Böylece o görüşü öğrendim bir kere daha.
Acıyla başladığım bu yolun sonunun sana çıkacağını asla bilemezdim. O yolun sonunda seni bulduğumda ise artık benim ben olmadığımı da fark ettim. Çünkü kalbim sen diye atarken ben ben olamazdım ki artık.
Yani sana demem o ki sana hiç söyleyememiş olsam da şimdi söyleyeceğim. Kalbimin herkese haykırdığını, Allahın bildiğini senden saklamaya gerek yok çünkü. Enis, ben seni çok seviyorum. Öyle lafta falan değil canımı yoluna feda edecek kadar çok. Senin için her şeye katlanacak, her şeyi feda edebilecek kadar.
Yaralarını sen bana açtın. Bense asla kanatmayacağıma söz verdim sana ama bilmeden kanattım onları. Ne olur affet! Şu an biliyorum yaralarından çıkan zehir damarlarına akıyor ve canını yakıyor. İzin ver zehrinin bir parçasını senden almama.
Benim amacım sadece sana verdiğim değeri göstermekti. Daha rahat olup herkese karşı doya doya sevgimi yaşayabilmekti. Senin benim ailem olduğunu anlatabilmekti. Ama düşündüm de bunu kimseye anlatmaya ihtiyacım yok. Bir tek sen bilsen yeter. Evet Enis Kıraç, benim ailem sensin. Kalbim sensin ve istemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin. Bu hayatta benim için en önemli şey sensin. Bunu unutma olur mu?"
Cümlesini bitirdiğinde kollarını boynuma dolayıp sımsıkı sarılmıştı. Sözleri yüreğime işlemiş ve göz pınarlarımın açılmasına sebep olmuştu. Göz yaşım ansızın Işıl'ın omzuna damlarken ben sulu gözlülüğümü fark etmemesi için kendimi toplamaya çalıştım. Birden geri çekilip ayağa kalktım ve gözlerimi sildim. Sonra "ıhı ıhı.." yaparak boğazımı temizledim ve geri döndüm banka. Işıl tedirgin olmuştu bu hareketimle. Bu yüzden bu sefer de ben onu rahatlatmak için ellerini tuttum ve ben de yüreğimi ona açtım:
"O kadar güzel konuştun ki Işıl, buraya gelmeden önce kafamda tasarladığım her cümle yetersiz şu an. Sözlerimi süsleyemem de artık seninkilerin üstüne. O yüzden dosdoğru anlatmak daha doğru belki de. Söylediklerinde çok haklısın öncelikle. Yani şunu demek istiyorum ben seni seviyorum Işıl bunun ötesi yok ki. Kırılsam da darılsam da yine de seviyorum seni. Zaten insan hep sevdiğine darılmaz mı benimki de o hesap.
Sana verdiğim tepkiye gelince de korktum ben Işıl. Annesizliğimle tekrar sınanırım diye korktum. Bu yüzden aramıza haset girerse diye korktum. Ben de olmayan için sana gücenirsem diye korktum. Annemin hiç bana demediği oğlumu ya senin annen derse diye korktum. Anne kavramı korkutuyor sanırsam halen beni.
Belki bir gün annen beni hiç öz annemin bağrına basmadığı gibi basardı. Saçımı koklayıp bir öpücük kondururdu. İşte o zaman daha çok kanarsa yaram ve onu kırarsam diye korktum. Benim korkularım senin acılarına dönüşürse diye korktum be Işıl.
Senin anne diyişin benim yaramı dağlarsa diye korktum. Senelerce her anne sözcüğünde iltihaplanmış yaralarım kanadı. Her hecesinde o iltihap tüm damarlarıma yayıldı, zehirledi beni. Sonrasında da bambaşka bir adam çıktı içimden. Yine o adam içimden çıkarsa diye korktum. Bir daha senin sevdiğin adam olamazsam diyeydi tüm korkum.
Ama artık korkmuyorum çünkü insan severse sevdiği için her şeye göğüs gerer. Ve sen elimi tutarsan ben dikenli tellerden bile geçerim. Etim de yırtılsa gıkım çıkmaz. Yeter ki sen elimi tut benim. Korktuğumda sen içime bak, canım yanarsa göz yaşlarımı sil. Ve ne olursa olsun bir daha bana buz gibi bakma. Işığını benden esirgeme bir daha. Çünkü o ışığını esirgersen ben kör olurum."
Gözlerimden istemsizce birkaç damla yaş dökülmüştü yine. Bu sefer sadece göz pınarlarını açan ben değildim. Işıl da musluklarını açmış hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Sonra da "gel buraya" deyip sımsıkı sarılmıştı bana. Kaç dakika böyle ağlaşmıştık bilmiyorum ama göz yaşlarımızı sildiğimizde elinden tutup arabaya çekiştirmiştim onu. Arabaya bindirdiğimde "nereye gidiyoruz" diye sorsa da cevap vermemiştim. Sonra arabayı Işıl'ın evine sürdüm. Eve geldiğimizi görünce şaşırdı kaldı. Sonra sordu:
"Enis, neden geldik ki şimdi buraya? Daha vaktimiz vardı. Hemen de kurtulmak istiyorsun bakıyorum benden."
Trip atarken çok tatlı oluyordu. Çocuk gibi dudağını büzüp kollarını çiçek moduna getiriyordu. Hatta kafasını bile çeviriyordu. Ben de kafasını her seferinde kendime çevirip kendimi açıklamaya çalışıyordum. Yine de öyle yapmıştım:
"Işıl, sana demiştim ya korkmuyorum diye o yüzden geldik buraya. Beraber korkumun üzerine geldik. Eğer sen de hazırsan ve annen de müsaitse şimdi tanışalım annenle. Çünkü bir daha cesaretimi toplayabilir miyim bilmiyorum."
"Enis emin misin? Bak bunu yapmak zorunda değilsin. İstemiyorsan istemediğin hiçbir şeyi yapmaya itmeyeceğim seni. Bir daha o hatayı asla yapmam."
"Eminim Işıl. Hadi gidelim de annenle tanışayım!"
Arabadan indikten sonra el ele evin kapısının önüne kadar geldik. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Bir gün yılların playboyu Enis sevgilisinin annesiyle tanışacak deseler onların kafalarına terlik atardım herhalde. Şimdi ise burdaydım işte. İçimden kötü bir şey olmaması için Allah'a dua ediyordum. Gözlerimi kapatmıştım bir iki dakikalığına tam o sırada kapı açıldı. Kapıyı açan Allahtan Işıl'ın annesi değildi, yardımcılarıydı. Işıl içeri girip beni içeri çekti. Sonra kulağıma fısıldadı "ben yanındayım" diye. İşte bu iki kelime içimdeki ateşe bir okyanus gibi gelmişti. İçim ferahlamış ve endişelerim bir nebze de azalmıştı.
Işılların evi daha çok bej tonlarındaydı. Evin girişinden salona bir iki mermer merdivenle iniliyordu. Şöminenin karşısında beyaz, kahverengi koltukların üzerinde oturan sırtı dönük bir kadın vardı. Saçları tıpkı Işıl'ın saçları gibiydi. Tek farkı küt kesilmiş olmasıydı. Tahminime göre bu kişi Işıl'ın annesi Meral hanımdı. Koltuğun arkasına geldiğimizde Işıl annesine seslendi: "Kraliçem bak kim var burda? Hani sana bahsetmiştim ya sevdiğim biri var diye. Senle tanıştırmak için getirdim onu."
Işıl'ın sözlerinden sonra annesi ayaklanıp yanımıza geldi. Ardından da: "Aaa öyle mi? Hoşgeldiniz çocuklar. Haber verseydiniz hazırlık yaptırırdım. Hoşgeldin oğlum. Enisti değil mi adın?" deyip bana sarıldı. İlk ürpermemi yaşamıştım. Elimi yumruk yapmış tırnaklarımı elime geçiriyordum. Bu sırada "Geçin oturun lütfen" diyen Meral Hanımın sesiyle irkildim. Işıl elimden tutup koltuğa Meral teyzenin çaprazına oturttu. Meral teyze sıcakkanlı, iyi bir kadına benziyordu. Anlaşılan Işıl iyi huylarını annesinden almıştı.
Oturunca Meral Teyzeye dönüp: "Kusura bakmayın efendim habersiz geldik. Ama benim kendimce özel bir durumum vardı. O yüzden şimdi gelebildim ancak. Nasılsınız, iyi misiniz?"diye sordum.
Meral Teyzeye gülümseyerekten aman boşver edasıyla bana cevabını verdi: "Enis, hiç öyle şey mi olur? Ne güzel sürpriz yaptınız bana. Hem monoton hayatıma renk kattınız. Hem sen rahat olsana biraz. Ben öyle diktatör annelerden değilim. Kızımın sözü benim için önemlidir. Kararlarına da saygı duyarım. Hem onun seni çok sevdiğini biliyorum. Sen de onu seviyorsun bunu gözlerinde görüyorum. Yani benden korkmana gerek yok."
Cevabını dinledikten sonra içime su serpilmişti. Bir süre sohbet ettik, çay içtik. Gerçekten güzel bir tanışma olmuştu. Umarım aramız hep iyi olur böyle diye düşündüm. Hava kararmaya başladığında ise müsaade isteyip kalktım. Şimdi bunları gidip Kerem'e anlatmak gerekiyordu ama o halen Sezen'in evindeydi. Bu yüzden yarına kadar sabretmeye karar verdim ve oradan ayrıldım.
Meral, Işıl'ın annesi
Mert'in ağzından
Sezen'in bana tokat atmasının üzerinden ne kadar süre geçmişti artık kestiremiyordum. Sanki o gidince hem takvimler hem saatler küsmüştü bana. Zaman anlamını yitirmiş, mekan kavramı kaybolmuştu. Stüdyoda yatıp kalktığım günler hep birbirinin aynısına dönüşmüştü. Her seferinde aynı güne uyanıyor gibiydim. Bugün sabah kalktığımda ise içimden bir ses bugünün farklı olacağını söylemişti bana. Anlam veremesem de kötü bir şey olmaması için dua ediyordum içimden.
Stüdyoda yattığım koltuktan telefonuma gelen aramayla kalktım. Aramanın Sezen'den gelmesini ummuştum ama bilmediğim bir numaraydı. Hastahenenin numarasına benziyordu. Hemen açtım telefonu. Sezen'in test sonuçları çıkmıştı ve hemen hastahaneye gelmemizi istiyorlardı. Gün boyunca Sezen'e ulaşmaya çalıştım. Kaç mesaj attığımı kaç kere aradığımı bilmiyorum. Gecenin geç saatlerine kadar masamın başında cevap gelmesini beklemiş olmama rağmen gelmemişti mesaj.
Sezen'in kızgınlığı her şeyin önüne geçiyordu ama benim ne pahasına olursa olsun ona ulaşmam gerekiyordu. Yarın evine gitmeye karar verdim ve bu yüzden artık yatmaya karar verdim. Kendimi uykuya teslim ettim ardından. Yaklaşık 6 saatlik bir uykunun ardından saat tam 9'da gözlerimi açmıştım. Stüdyo perdeleri kapalı olduğundan içeri gün ışığı girmiyordu. İçerisi halen geceymişçesine karanlıktı.
Kaç gündür üzerimdekileri çıkarmamıştım. Bu yüzden önce üstümü değiştirip sonra Sezen'e gitmeye karar verdim. Birkaç gündür babama da haber verememiştim. Beni merak etmiş olabileceğini düşünüp en azından iyi olduğuma dair mesaj oba attım. Biz erkekler için tek bir mesaj bile yeterli olabiliyordu çoğu zaman.
Soyunma odasında buz mavisi takımımı ve beyaz gömleğimi giydim. Altına da beyaz spor ayakkabılarımı geçirdim. Ardından da hızlı olması amacıyla arabama atlayıp Sezen'in evinin yolunu tuttum. Evin içine girip park ettiğimde avluda hiçbir arabanın olmadığını fark ettim. Acaba evde yoklar mı diye düşünsem de şansımı denemeye karar verdim.
Arabadan inip kapının tokmağına sarıldım. 3 kere tokmağı indirip kaldırdıktan sonra nihayet kapıyı Nurbanu abla açabilmişti. "Nurbanu Abla, Sezen'e ulaşamıyorum da müsaitse biraz çağırabilir misin?" diye sormamın üzerine Sezen'in evde olmadığını ve benimle görüşmek istemediğini söylemişti.
Bunun üzerine Nurbanu Ablaya: "Ablacım , güzel ablam bak biliyorum Sezen bana kızgın. Haklı da ama önemli bi mevzu. Ne olur sen ona de ki hayat ve mat meselesiymiş. Mert'i araman gerekiyormuş. Mutlaka beni arasın tamam mı abla?" dedim yalvarır gözlerle. Biraz ikna olmuş gözüküyordu. Arabaya atlayıp stüdyoya döndüm bunun üzerine.
Ardından yine bilinmez bi bekleyiş başladı. Akşam oldu, gece oldu ama Sezen aramadı. Ya Nurbanu abla dediklerimi iletmemişti ya da o inatçı keçi umursamamıştı söylediklerimi. Zaten onun inadı fenaydı ne yaparsam yapayım kuramıyordum inadını. Bu şekilde 2 gün daha geçti. Her gün aradım, mesaj attım hatta evine gittim ama ona ulaşamadım. Ama bugün kararlıydım. Gerekirse haydut gibi yolunu kesecektim ama onu hastahaneye götürecektim.
Bu yüzden arabaya atlayıp okula giden yolda bir ara sokağı arabayı soteledim ve beklemeye başladım. Bu ara sokak okula arabayla 10 dakika mesafedeydi ve burdan başka bir yol yoktu okula gidecek. Yani araba her türlü buradan geçecekti. Sokağın köşesinden arabanın geldiğini gördüğüm anda arabamı Sezen'in arabasının önüne kırdım. Arabanın ani frenle durmasıyla Sezen'in şoförü Hamza Abi arabadan indi ve yakama yapıştı: "Oğlum kafayı mı yedin sen? Ne yapıyorsun böyle? Eşkıya mı oldun başımıza"
"Hamza Abi sen bu mevzuya karışma! Sezenle benim aramda bu mevzu. Sezen'i alıp gitmem lazım. İşimiz bitince ben bırakırım eve." dediğimde Hamza Abi yine de tatmin olmamış gibiydi. Arabadan inen Sezen Hamza Abiye "Hamza Abi Mert'i bırak ben hallederim. Sen arabaya geç lütfen!" dedi. Bunun üzerine Hamza Abi itiraz etse de Sezen'in kötü bakışını görünce sinirle arabaya geçmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Sezen karşıma dikildi:
"Söyle Mert! Ne istiyorsun benden halen? Ben sana hayatımdan çık demedim mi? Neden bana mesaj atıyorsun, neden beni arıyorsun? Neden evime geliyorsun ya!"
"Sezen, biliyorum kızgınsın bana. Ben şu an kendim için burda değilim ama. Senin için geldim. Hastahaneye gitmemiz lazım Sezen. Test sonuçların çıkmış ve acil hastahaneye çağırıyorlar bizi."
"Mert ben kendim giderim hastahaneye. Sen git şimdi buradan. Hem be..bee..be..."
Sözünün devamını getirememişti. Sanki birden dili tutulmuştu. Gözleri yuvasından çıkacakmışçasına açıldı. Sonra elini çenesine götürdü ve tekrar konuşmaya çalıştı. Zar zor ağzından "ben" kelimesi çıkmıştı. Korkmaya başladığını anlayabiliyordum. Ardından kaçmak istedi bence. Adımını attığı sırada durmuştu. Birden dili çözüldü: "Be...ben adım a..ta..mıyorum Mert. Ne oluyor ba..na?"
Koşar adımla Sezen'in yanına geldim. Elini tuttum, "Sezen iyi misin, Sezen" desem de beni duymuyırdu sanki. Sorularımla alakasız olsada ağzından şu kelimeler döküldü: "Mert, sesin boğuk geliyor. Ben se..ni neden du..ya..mı..yorum. Mert, nerdesin? Mert..."
Son kez ismimi söyledikten sonra olduğu yere bayılmıştı. Bu da ne demek oluyordu şimdi? Az önce ne olmuştu? Önce konuşamadı, sonra yürüyemedi sonra da göremedi ve duyamadı. En son ise bilincini yitirdi. Kesin kötü bir şey vardı.
Sezen'in bayıldığını gören Hamza Abi koşup Sezen'i kucakladı ve arka koltuğa yerleştirdi. Ben de ona hemen beni takip etmesini söyledim. Yaklaşık yarım saate hastahaneye varmıştık. Bu süre içerisinde Sezen uyanmamıştı.
Müşahade odasına alıp gerekli tetkikleri yapmaya başlamışlardı. Doktorun ve asistanlarının yüz ifadeleri hiç hayra alamet durmuyordu. Müşahede odasından çıktıktan sonra doktorun peşinden ayrılmadım. Hamza Abiyi de kimseye haber vermemesi için tembihledim.
Doktorun odasına geldiğimizde yüreğim ağzıma gelmiş durumdaydı. Hemen koltuğa oturdum ve doktora sordum: "Doktor, neyi var Sezenin? Neden birden konuşamadı, yürüyemedi, duyamadı, göremedi ve bayıldı? Testlerde kötü bir şey mi çıktı söylesene!"
Doktor oflayıp pufladı. Hatta ayağa kalktı ve ellerini beline koyup iki adım volta attı öne geri. Sonrasında eliyle alnındaki teri sildi ve yerine oturdu. Ellerini birbirine birleştirdikten sonra gözlerime bakamadı ve beni geçiştirmek için ilk hamlesini yaptı: "Mert bey öncelikle sakin olun. Endişenizi anlıyorum, bunda haklısınız da ama 1.derece yakını olmadığınız için bu bilgileri size veremem. Çünkü durum ciddileşti artık!"
Bu söyledikleri üzerine gözlerimden ateşler çıkmaya başlamıştı. Ardından ayağa kalkıp kollarımı masaya koydum ve bir elimi yumruk yapıp vurdum masaya. Sonra gözlerimi doktora diktim: " Bak doktor, senin 1.derece yakını değilsin dediğin kız benim çocukluğum, masum kalan yanım, nefesim, hayatımın aşkı anlıyor musun? Onun saçının teli için dünyayı yakarım ben. Gözümü bile kırpmam. Onun için en büyük günahı işler cehennemde yüz bin sene yatmayı göze alırım. O yüzden bana 1.derece yakını değilsin tatavası yapma. Konuş şimdi!"
Doktor yine gözlerime bakamamıştı. Ardından da pes etmiş bir edayla o acı gerçekleri anlattı bana: "Öncelikle sizin adınıza üzüldüğümü söylemeliyim Mert Bey. Çünkü kendinizi nasıl bir ateşe attığınızı bilmiyorsunuz. Siz aslında Sezen hanımı değil de bir toz bulutunu seviyorsunuz. Ne zaman kaybolacağı belli olmayan bir toz bulutunu."
"Doktor ne diyorsun sen? Bana edebiyat yapma. Anlatsana adam gibi!"
"Mert Bey test sonuçları çıktı. Böyle bir şeyi nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Benim üzerine araştırma yaptığım bir konu olmasına rağmen bu sonuçları ben bile anlamlandıramıyorum tam olarak. Detayları tam olarak sizle konuşmam doğru olur mu onu da bilemiyorum. Ama extrem bi durum yaşıyoruz şu an. Bu vakadan dünyada sadece 1 tane görüldü. Tıbben halen açıklanabilmiş değil. Henüz bunu ispatlayabilen yok. Tedavisi yok. Hatta bu hastalığın varlığına bile inanan pek yok."
"Doktor ne diyorsun sen? Ne hastalığı? Lafı gevelemesene artık!"
"Mert bey, üzgünüm ama Sezen hanım MALS semptomlarını taşıyor. Yani Multiple Amyotrofik Lateral Skleroz. Yani ALS ve MS hastalığının semptomlarını bünyesinde taşıyıp buna ek bazı dezavantajlar da ortaya çıkaran bir rahatsızlık. Daha basit ifade edecek olursam Sezen Hanımın beyni iflas ediyor ve hastalık çok hızlı ilerlemiş. Ayrıca semptomları hayalet semptom şeklinde nüksetmiş. Yani kendini pek belli etmemiş ama artık hastalık hızlandığından semptomları ansızın birden çıkabilir ortaya. Sağ ve sol lobun kontrol ettiği alanlar sırayla devre dışı kalabilir."
Gözlerim dolmuş ve duyduklarıma inanamaz hale gelmiştim. Bu gerçek olamazdı değil mi? Benim Sezenimin başına gelmiş olamazdı bu. Doktora dönüp en acı soruyu sormak için ağzından kelimeleri kerpetenle söküp aldım: "Peki bu hastalığın hangi evresinde Sezen ve bu hastalık ölümcül mü? Ya bunun bi tedavisi yok mu? Başka doktorlara gitsek, yurt dışına götürsek olmaz mı? Ailesinin de benim de gücüm yeter buna."
"Mert bey başka yere götürseniz de bir fayda sağlamaz ne yazık ki. Bu hastalığı benim dışımda dünya üzerinde araştıran sadece 3 kişi var. Dediğim gibi bu hastalık Sezen Hanım haricinde sadece bir kişi de görüldü. Böyle bir şeyin olabilmesine bile imkan vermiyor doktorlar. Çünkü beynin sağ ve sol lobunun aynı anda iflas etmeye başlaması neredeyse kısmi beyin ölümüyle eş değer. Bu durumda da hastanın bilincini tamamen kaybetmesi gerekir ama hasta bunun dışında belirtiler gösteriyor.
Diğer sorularınıza gelince de üzgünüm bu hastalık ölümcül. Bu hastalığa yakalanan kişi 20 yaşında bir kızdı yine ve 25 yaşında öldü. Bu hastalığa en fazla 6 sene ömür biçebilirim. Ama Sezen Hanımın durumunda bu da çok zor. Çünkü Sezen Hanım 18 yaşında bu hastalığın 2.evresinde dolayısıyla hastalığın seyir hızı ve semptomların hayalet semptom olarak ortaya çıktığına bakarsak bu bir ilk. Dolayısıyla zamanını kestiremiyorum 10 sene de yaşayabilir, 10 ay da."
Doktorun söylediklerinden sonra daha fazla dinleyememiştim. Hemen burdan uzaklaşmak istiyordum. Ayaklanmaya çalıştığımda dizlerimin bağı çözüldü. Bir an için tökezledim. Doktor "iyi misiniz" dese de kulak ardı ettim.
Duvarlara tutunarak koridorda ilerlemeye başladım. İşte bu anda zaman durmuştu sanki. Ben de zamanın bu noktasında sıkışıp kalmıştım. Sürekli kafamda doktorun söyledikleri dönüyordu. Hayatın adaleti bu olmamalıydı. Daha ben yeni kavuşmuştum ona. Daha yeni kaybetmiştim onu. Onu kazanmam için tekrar vaktim olmalıydı. Bize reva görülen hayat bu olamazdı. Bu kadar acı, bu kadar keder bir kişinin hayatına toplanamazdı. Neyin öfkesiydi bu Sezen'e? Ne günahı vardı ki onun? Neden hayat bu kadar onla uğraşıyordu?
Nefesim kesiliyordu. Nefes almak bana harammış gibi geliyordu. Sezen orada bi yatakta oksijen cihazına bağlıyken benim kendi başıma nefes almam yanlış geliyordu. Aldığım nefesleri tutup ona vermek istiyordum. Kapısına geldiğimde zorlukla tuttum kulpunu. Kendimi yatağının yanındaki sandalyeye nasıl attım bilmiyorum.
Burda o melek gibi yatıyordu. O benim hayatıma gönderilmiş bir melekti. Melekler ölemezdi ki. Artık göz yaşlarımı zapt edemiyordum. Bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Hıçkırıklara boğulduğum sırada elini tuttum ve alnımı eline koydum. Belki şu an burda olmam bile gurursuzluktu kimine göre. Kimine göre de onursuzdum ben. Ama ne önemi vardı ki?
Sevmenin onurlusu ya da onursuzu olur muydu? Kötü sevgi olur muydu bir kalpte? Sevgi, sevdiğin için sevdiğinden vazgeçmek falan değildi. Bu söz palavradan başka bir şey değildi. Gerçek sevgi gerekirse onun için onla bile savaşmaktı. Sevgi belki de her şey bir yana Allah'a "benim ömrümden al, ona ver" diye yalvarmaktı. Onun tenine tek bir toprak parçası değmesin diye yerin yedi kat altına girmeyi göze almaktı. Bundan ötesi ise büyük bir palavra...
Sonunda Bu Sefer Olmaz'ın asıl kurgusuna geldik. Sezen'in Bu Sefer Olmazına geldik. Sezen'in hastalığı tamamen hayal ürünüdür, böyle bir hastalık bulunmamaktadır. Okurken aklınızda olsun lütfen.
-Sezen'in böyle bir hastalığı çıkmasını bekliyor muydunuz?
-Mert'in sözlerine katılıyor musunuz?
-Işıl ve Enisin yüreklerini birbirine açtığı kısımları nasıl buldunuz?
-Sizce Sezen hastalığını öğrendikten sonra Keremle arasında ne olur?
-Ve fix sorumuz bu bölüme en iyi giden şarkı ne olurdu sizce?
Sezen'in hastalığını öğrendikten sonra Mert
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top