1. Bölüm | Tablodaki Detay

Yeni bir korku-gizem kurgumuza daha başlamış bulunuyoruz. Lütfen görüşlerinizi yorum kısmında bana bildirin, oylarınızı esirgemeyin. Gelen yorumlara göre kitaba devam etme sıramı öne çekeceğim. Yine güzel detaylar ile kitabı en güzel, en süslü hali sunmayı amaçlıyorum. 

Yorumlarınızı bekliyorum.

Bu Gece Herkes Ölecek

Giriş 16.03.21

Reha

Birkaç kıkırtı, fısıldaşmalar, rüzgârın kirli sözleri taşıyan esintisi ve başımın ardına çarpan kâğıt parçası; berbat geçen günümün genel anlamdaki özetini tanımlamaya yetecek kadar sinir bozucu bir şekilde tekrar edip dursa da, bugünün benim için olan mühimini bozmasına izin veremezdim.

Eğildim, upuzun saçlarım bugün birkaç kez eziyete maruz kaldığından dolayı örgü halini almıştı ancak yine de başım yere yaklaşınca tozlu zemini süpürmeden geçemedi. Kafama fırlatılmış kâğıt parçasını aldım ve açma zahmetine bile girmeden başımı çevirip bana gülen gruba baktım.

Gökçe ve onun gereksiz tayfası...

Kâğıdı ellerim arasında iyice küçülttüm ve durağın yanındaki çöp kutusuna doğru fırlatıverdim. İkindin güneşinin ışınları metalik kutudan gözlerime doğru nişan aldığı için seçemesem de isabetli bir atış yaptığımı biliyordum.

Onlara bakmaya devam ettim, kendi aralarında kıkırdayıp durdular. Onlara boyun eğmemem hoşlarına gitmiyor olmalıydı ama kimseyi memnun etmeye çalışmıyordum zaten. Durağa yaklaşan otobüsün toprak yoldaki sesleri duyulunca grup benden tarafa yaklaştı. Kendi aralarındaki espri son bulabildiğinde açılan otobüsün kapılarından içeriye girmeyi başarmışlardı. En sona kalan Gökçe kısacık eteğini rüzgârda savrulmaması için tutup bana doğru bağırdı. Tizleşen sesinden duyduğum söyler gözlerimi devirmeme neden oldu.

"Bu gece dolunay var tatlım. Babana söyle kendini zincirlemenin bir yolunu bulsun."

Ah, doğru. Ben benim kurt adamlardan oluşan tuhaf ailem... Onlardan korkan bir yığın çılgın kasabalı...

"Kendini kilitlemesi gereken kişi sensin Gökçe çünkü ilk ısıracağımız kişi sen olacaksın."

Otobüse binmeden önce bana alaylı bir gülüş bahşedip alışık olmadığım bir aksanda küfür mırıldandı, arkadaşlarının yanına giderken söylediği küfrün ona iade olmasını delim çünkü onun o kıvrak dilinden dökülen kelimelere benim konuşmaktan yoksun dilim ulaşamıyordu. Dolunaylardan nefret etmeme neden olacak sözleri için onları suçlayamazdım zira okulda dışlanmama dahi neden olabilecek bu söylentilerin asıl nedeni yine ailemden türemiş efsaneler yüzündendi.

Babam ve yokluğunu her an hissettiğim sevgili annemin deli olduğuna inanan küçük bir kasabada yaşıyordum ve söylentilerin yıllar boyu dolanıp sülalemi kurt adamlardan oluşan birer ucubeye dönüştürmesi kaçınılmaz olmuştu.

Ergenliğe girdiğim dönem çoğalan kıllarım yüzünden neredeyse bu söylentilere inanacak olsam da, ne ben ne de ailem deli değildik. Sonuçta her deli, deli olmadığını kuvvetle sayıklardı.

Telefonumu çıkardım ve külüstür cihazın hala daha çalışıyor olduğunu umdum. Ne yazık ki telefonun şarjı bitmiş ve kırık ekranda kendi yansımamı görebileceğim kadar sinir bozucu bir gösterge canlanmıştı.

Okul çıkışı beni alacağını söyleyen babama, küçük lisemin önünden geçen otobüsün son seferini düzenlediğini söyleyemeyecek olmak sinir bozucuydu. Şimdiye beni almaya gelmiş olması gerekiyordu ve sözünün eri babamın bu kadar geç kalması biraz tedirgin ediciydi.

Bugün bizim özel günümüzdü ve şimdi ayaklarım toprak yolu sürüne sürüne arşınlarken gitmem gereken son yere gidiyordum. Eve...

Yılın bu zamanları evde değil, kasabanın çıkışına çok yakın olan ve manzarası harikulade olan otelde vakit geçirirdik ancak babam bugün iş yüzünden gecikeceğini, yine de eve geçmeden durakta onu beklemem gerektiğini tembihlemişti. Ancak şarjı bitmiş telefonum yüzünden pekte bir şansım olmadan evime giden o upuzun yolu yürümek zorunda kalmıştım.

Güneş her dakika biraz daha havayı soluklaştırmak üzere alçalırken salına salına toprak yolu ve seyrek sıraları ile oldukça çıplak görünen orman yolunu yürümüştüm.

Evim, kasabanın bir diğer ucu diyebileceğim kadar uzak bir köşede, ormanın dağlara uzanan sık ağaçlarının başladığı bölgede bulunuyordu. Evimin konumunu seviyordum çünkü hem ormanı hem de eşsiz dağ manzarasını yakından ve olabildiğince dingin bir sema ile seyredebiliyordum. Üstüne, bahçemiz o kadar geniş ve görkemliydi ki, boyları göğüs hizama uzanan devasa otlarla çevrili tarlada dolaşmak tepelerin soğuk rüzgârından sıkılanlar için sıcacık ve yalnız bir ortam oluşturuyordu.

Olurda babam gelirse diye ağır ağır geçtiğim yollarda babama rastlayamadığım için bir yerden sonra adımlarımı hızlandırdım ve sessiz yolları arşınlayıp evimi çevreleyen tarlaya ulaştım. Otların boyu bazen o kadar yükseliyordu ki, iki katlı ahşap evimizin verandasını göremiyordum. Çoğunlukla koyu kahve tahtalar, beyaz bir veranda korkuluğu ve siyah çerçevelerden oluşan evimizin çatısı da geçtiğimi yıllarda babam tarafından siyaha boyanmıştı. Bu yüzden bir gece eve geldiğimde, tuhaf bir yaratığın evimizi alıp götürdüğünü sanmama neden olan boşluk yüzünden ahşap yapıyı karanlıkta seçememiştim.

Karanlıkta görüşüm pekiyi değildi.

Tarlanın arasından tek bir yarık gibi çizilmiş toprak yolu seke seke ilerledim ve verandaya çıktım. Rüzgâr akşama doğru daha da şiddetlenecekti ancak şimdiden kirpiklerim birbirine çarpmaya başlamıştı. Üzerinde mavi bir kuş pelüşünün olduğu anahtarımla eve girdim ve bir tekme darbesi ile yıkılıverecekmiş gibi duran kapımızı omuz darbeleri ile zoraki açtım. Babam, iki yıl önce evin kapısının iç kısmına ikinci bir bölme ekleyerek kapımızı sağlamlaştırmıştı. Bunun için minnettardım çünkü dış kapımız direkt salona açılıyordu ve daha önce kapının çerçevelerinden sızan soğuk ile yaşamak pek mümkün olmuyordu.

Evde olmayacağımız için söndürülmüş şöminenin yanık kokusu yine de burnuma doluşurken perdeler çekildiği için loş görünen salonumuza adımladım. Eşyalarımı bir köşeye fırlatıp şarj cihazına koşmam birkaç saniyede gerçekleşti.

Evimizin ara sıra senfoni oluşturan iki parçalı ahşap merdivenlerini deprem etkisi oluşturacak hızda çıkıp karşıma çıkan loş koridorda sağa döndüm. Koyu yeşil renklere sahip damask desenli duvar kâğıtlarımızda parmaklarımı gezdirdim. Ara sıra elime çarpan çerçevelerimizde hangi resimlerin asılı olduğunu ezbere bildiğimden dönüp bakmamıştım bile.

Odamın beyaz, üzerinde annemin bir zamanlar benim için çizdiği kasımpatı çiçeklerinin olduğu kapımı aralayıp yatağıma atladım. Telefonumu şarja koyup, sırtüstü uzanarak babamdan gelecek çağrıyı bekledim.

Bugün, evde olmak isteyeceğim son gündü çünkü annem beni kasabanın sınırındaki çiçek tarlasında bekliyor olmalıydı. Ruhunun her bir polenin özünde saklı olduğunu, her bir yeni hayatın onun parçası ile doğduğuna inanmak, efsanelerle büyümüş biri olarak kurgulayabileceğim en güzel detaydı ancak şimdi duyumsamam gerek çiçek kokuları yerine aldığım tek koku ahşap kokusuydu. Bakışlarım kapımdaki kasımpatı çiçeklerine kaydı. Ne de güzel çizmişti refahın sembolünü... Annemin fırçayı tutuş şeklini ve fırçanın saçaklarının kapı üzerinde bıraktığı sarı izleri yeniden görür gibi oldum. Annemin anılarını gerçekmişçesine görmem benim için olağanüstü bir olay olmadı çünkü annem gittiğinden beri yokluğunu hissetmemek için sürekli onu düşlerdim. Sonunda... Onun hayaleti ile yaşan biri haline gelmiştim.

Gözlerim ne ara kapandı da uykunun kollarına atıldım bilmiyorum ancak her ne kadar zaman geçtiyse kulaklarıma çalınan ayak sesleri ile gözlerimi aralamaya ve kendime gelmeye çalıştım.

Ne yazık ki gözlerim üzerinden kalkmayan göz kapaklarım beni anlık bir telaşın içine sürükledi. Gözlerimi kırpıştırdım ve simsiyah bir perde çekilmiş olan görüş alanımı etrafımda savurduğum ellerim ile dağıtmaya çalıştım.

Hayır, gözlerim açıktı; göz kapaklarım titreşip duruyordu lakin hala daha gözlerim kapalıymış gibi hissetmeme neden olacak donuk bir karanlık hâkimdi odamda.

Başımı çevirdim ve gece lambamı yokladım. Fişinin takılı olmadığını, yerine telefonumun şarjını koyduğumu hatırlayınca elim bu defa serçe parmağımı kırma tehlikeme rağmen yanımdaki komodine gitti. Kırık camı hissetmem saniyelerimi aldı lakin tuşlarına ne kadar basarsam basayım ekran aydınlanmadı.

Telefonum şarj olmamıştı. Bakışlarım, karanlığa alışmaya çalışan zihnimin baskısı ile birlikte etrafta dolandı. Bir kol uzunluğundaki mesafeyi görebilir hale geldiğimde ilk yaptığım şey ayaklanıp perdeleri aralamak oldu. Bakışlarım önce, her daim ışığı yanan, verandamızdaki ampulün yokluğuna doğru çevrildi. Verandamız uzun zamandır ilk defa bu kadar karanlıkta kalmıştı. Toprak yolu takip edip boyu devrilmiş otlarımızı, sık ve kalın gövdeleri yüzünden bir ip yumağından farksız yüksek boylu ormanın girişini ve karanlık gökyüzünü taradım.

Dolunay...

Ayın son evresi tüm ihtişamı ile gökyüzünde yükseliyor ancak ışığından anca penceremin kirli camları nasibini alabiliyordu. Penceremin parmak izi dolu camında kendi yansımamı gördüm. Koyu kahve gözlerim, yeni uyandığımdan dolayı hafiften şişmiş dudaklarım ve örgüsü çalı süpürgesine benzemiş saçlarım benim için farklı bir sahne değildi ancak başımın ardından koca bir siyah nokta gibi görünen odamın sessizliği, sanki kulaklarım ilk defa sağırlığı tatmışçasına dingindi.

Olması gerekenden çok daha sessizdi.

Arkamı döndüm ve bulunduğum saniyelerde neyin eksik olduğunu bulmaya çalıştım. Kapının yanına kadar temkinli adımlarla ilerledim ve duvarlarda sürtünen ellerim ile lambanın düğmesini bulmayı başardım. 'Tık' sesi geldi ancak beklediğim sarı ışık odaya doluşmadı.

Elektrikler gitmişti; ne lambalar yanıyordu ne de kapalı telefonumun şarj olacağı kadar enerji toplanabiliyordu. Yanı başımda duran kapıya doğru baktım, odamı ezbere bilmesem üzerindeki çiçek resimlerini birer örümceğe benzeteceğim detaylarla kapı kulpunu kavradım ancak aynı saniyelerde evde neyin eksik olduğunu hatırlayıverdim.

Ayak sesleri...

Biraz önce uyanmama neden olacak ayak sesleri şimdi yoktu. Babam sonunda eve gelmiş olmalıydı ancak muhtemelen, ışıklar olmadığından dolayı şimdi evde gezinmek konusunda başarısızlığa uğramıştı.

Kapıyı açmak için yeltendiğim sırada bir şey benden önce davrandı. Kapımın metal, L şeklini andıran tokmağı hafifçe oynadı. İstemsizce yutkundum ve gözlerimi usulca aşağı çevirdim. Kapının altından görünebilecek bir hareketlilik bekledim ama bunun için penceresiz koridorlarımız fazla çaresizdi.

Tokmak avuçlarım içinde yeniden kıpırdandı, aşağı doğru eğilip sonra aniden yeniden yukarıya çıktı. Kapının ardındaki kimse, ya kapıyı açmak konusunda tereddütteydi ya da ilk adımlarını atan meraklı bir bebekten farksız bir şekilde titrek parmakları ile tokmağı kavramayı beceremiyordu.

Muhtemelen babam bu özel günümüzde geç kaldığı için uyuyup kaldığımı düşünerek odaya girmekte tereddüt ediyordu.

Gülümsememi karanlığa rağmen gizleyerek kollarımı göğsümde birleştirdim ve hala siyah bir perdeden farksız görüşüm ile titreyen tokmağın çevrilmesini bekledim. Onu birazcık utandırmamın sakıncası olmaz, diye düşünerek sabırla kapıyı açmasını bekledim ve kendi kendine titreyip duran kapı kolunun hareketlerini izledim.

Tıkır, tıkır, tıkır, tıkır...

Kulp, aşağı yukarı titrek hareketler sergiledi ancak tam anlamıyla açılacak kadar hiç bükülmedi. Eğildim ve kapı deliğinden koridora bakmaya çalıştım. Ne yazık ki koridor gerçek anlamda simsiyahtı ve babamın da pek fazla karanlıktan korkmadığını söyleyemezdim.

Karanlıktan korkan bir kurt adam ne kadar tuhaf olurdu...

"Baba..." diye mırıldandım, üzgünce. Sesimin ardından kapı kulpunun hareketleri de anında son buldu. Sessizlik hâkimiyet kurdu. Haylazlık peşinde olan yanım, saniyeler ardı ardına seyrettiği halde hareket etmeyen tokmağın ardındaki eli merakla bekledi. Ses yoktu, başımı kapıya yaslayıp ardını dinlemeye çalışsam da en ufak bir tıkırtı dahi duyamadım. Kaşlarım çatıldı ve yeniden "Baba?" diye seslendim. Artık ses tonum daha meraklı, daha yüksek ve daha tedirgindi.

Yanıt gelmedi, kulağımı iyiden iyiye soğumuş ahşaba yasladım ve dinledim. Koridordaki varlığın vereceği tepkiyi bekledim. Titrek bir nefes sesi işittim, ardından da bir hırlama duydum. Kaşlarım çatıldı, beynim saniyeler içinde tüm olasılıkları çizdi. Kapının kulpu bu defa daha şiddetle asılmaya çalışılınca telaşla geriledim.

Kapının ardındaki babam değildi; bunu biliyordum çünkü biraz önce pencereden aşağıya baktığımda babamın o külüstür, soluk turuncu renkli karavanını görememiştim.

Babam evde değildi, eve hiç gelmemişti ve son birkaç dakikadır seslendiğim kişi gecenin bir yarısı, kasabanın en uzağındaki evde bir başıma olmamı fırsat bilen herhangi biriydi.

Bir yabancı kapımı zorluyordu ve ben ona az önce ne kadar çaresiz olduğumu açık etmiştim.

Bir adım geriledim, soluklarım aniden hızlandı, kapının tokmağı titremeye ve kapı sarsılmaya devam ederken her bir darbede kalbimde çırpınmaya başladı. Kapı niye sarsılıyor, diye düşündüm. Oradaki kişi neden sadece kulpu çevirmiyor.

"Doğru ya," dedim kendi kendime. Evimde bir yabancı vardı ve odama girmek üzereydi.

Bir an için ne yapacağımı, ne düşüneceğimi bilemedim. Gözlerim önünde koca bir siyahlık varken ve neden bir türlü dağılmadığını bilmezken odanın hemen dışında, aramızda yalnızca birkaç adım olan yabancıyla karşılaşmak üzereydim.

Titreyen ellerim gittikçe aşağı eğilen ve sanki yerinden kırıp atılmak isteniyormuş gibi duran tokmağa tutundu. Onu yukarı doğru kaldırdım, kapının sarsıntısını engellemeye çalıştım ve diğer elimle anahtar deliğini kapadım.

Anahtarları kapı üzerinde bırakmama alışkanlığımdan ilk defa nefret ettim. Kapının ardındaki ona karşı kuvvet uyguladığımı fark edince aniden büyük bir gürültü koptu ve sanki kapıya tekme atılmış gibi menteşeler tekledi.

Gözlerim hayretle büyürken düşünmeyi başarabildiğim tek şey; onun içeriye girmesine izin vermemem gerektiğiydi. Elimi sağımda kalan çekmeceliğe doğru uzattım ve üzerine bıraktığım anahtarı bulmaya çalıştım. Soğuk metalin elime değeceği ana dek masadaki tüm tozu avuçladım ancak son anda başparmağımın değdiği kıvrımlı nesneyi iteleyip karanlıkta hiç bulamayacağım bir köşeye düşürmem bir oldu.

Kalp atışlarım hızlandı, kapıdan gelen gürültüye karşı eş zamanlı kulaklarımda nabız seslerimi işittim.

Anahtarlar hiçbir işe yaramayacak, dedim. Kapının ardındaki kişi onu kırıp atabilir.

Elimi kulpun üstünden çekmeye korksam da, onun her hareketi ile korkum daha da büyüyordu. Başımı arkaya çevirdim ve hızlıca odamı taradım. Aklıma ilk gelen şey babamı arayıp yardım çığlığı dilemekti ancak telefonum şu an için en son seçenek bile olamazdı. Gözlerim, kapkaranlık odadaki tek ışık kaynağı olan pencereye yöneldi. Evimizin bu kadar ıssız bir köşede olması şimdiye dek fark etmediğim en korkunç ayrıntıydı.

Kapı açılmadan önce karar vermem gerekiyordu ama düşüncelerim bir kedinin tükürdüğü koca ip yumağından bile daha karmaşık bir halde dört bir yana saçılmıştı.

Kapının açılmasını engelleyebilecek akıllıca bir düşünce aradım ve biraz önce tüm tozunu silip süpürdüğüm çekmeceliğe doğru uzandım. Onu kapının arkasına çekebilirsem dışarıdaki kişinin içeriye girmesini engelleyebilirdim.

Kapıdaki tıkırtılar arttı, güçlü tekmeyi yeniden duydum. Burnuma dolan toz kokusunun kapının ayrılmak üzere olan menteşelerinden gelmediğini umdum. Kapının kulpunu bir hızla bıraktım ve sağıma doğru yöneldim. Ellerim ile ancak varlığından emin olabildiğim, boyu bel hizamdan bir karış yukarıda olan dolabı hızlıca itelemeye başladım. Neredeyse tüm gücümü titreyen kollarıma odaklasam da, dolap yerinden yalnızca birkaç santim oynadı, sonra çıkıntılı bir parkenin kenarına takılıp 'Tak' diye ses çıkardı.

Kapıdan yükselen olağanca gürültünün arasından dolabın çıkardığı o küçücük ses kapının ardındakinin dikkatini çekti.

"Ben buradayım," demek için başka ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum.

Kapıdaki ses çok kısa bir süre durdu, ardından da kapının ardındaki şeyin incecik bir demiri tahtaya sürttüğünü duydum. Karanlıkta adeta gözlerim haline gelen kulaklarımı takip ettim. Dışarıdaki kişi demiri öylesine sürtmüyordu, hışırtı sesleri düzensiz değildi; demiri hiç kaldırmadan ve sanki bir orkestrayı yönetirmiş gibi özenle sürtüyordu parçayı. Seslere dikkat kesilince, demir parçanın sürttüğü yerleri gözlerimle görür hale geldim. Parça tam 28 kes durup durup tekrar sürttü, başta zikzaklı uzun bir yol oluşturdu, sonra tepeye doğru üçgen bir yükseklik verip aynı zikzaklı yolu ikinci defa çizerek yine bir üçgen ile birleştirdi. Yatay, hafif yay çeklini andırabilecek, zikzaklı bir yol...

Bu, tıpkı çarpık bir gülüşü andırıyordu. Ve tuttuğu şey kesinlikle sıradan bir demir parçası değildi. Keskinliğinin kapımın ardında iz bıraktığını hissedebiliyordum.

Zorlukla yutkunup bir adım gerilememle kapının bir kuvvetle sarsılmaya devam etmesi bir oldu. Geriye doğru korkak adımlar attım, kapı açıldığında ardına sığınabileceğim bir köşe aradım. Yatağımın etrafını dolanırken korkudan sırtım bükülmüş, kamburum çıkmış, ses çıkarmak istemeyen yanım ayaklarımı sürür hale gelmişti. Yatağıma doğru ilerlerken aniden, yataktan kalkarken yere düşürmüş olduğum yastığa takılıp düşmem ve avuç içlerimi acıtacak o pürüzlü zemini burnumun hemen önünde hissetmem bir oldu.

Acı dolu inlemem istemsizce dudaklarımdan firar etti, titreyen ellerimin altında hissettiğim pürüzlü zemin iniltilerimi alıp dışarıdakine doğru sürükledi. Yattığım yerde ters döndüm ve kasımpatı çiçekleri ile dolu kapımın tokmağının aşağıya doğru fazla eğim kazandığını fark ettim.

Biraz sonra eğim son buldu, tokmak inebileceği son yere kadar indi ve kapının dilinden bir gıcırtı yükseldi.

Kapı açılmıştı, beceriksiz çocuk sonunda sinsice kapıyı açmayı başarmıştı ve içeriye süzülmeye hazırlanıyordu. Kalbim ağzımda atarken bir hışımla etrafıma sarıldım, elime gelen ilk şeyi tutup çektim ve yatağımın ayaklarından destek aldığımı fark ettim. Yatağın altına mı sığınmalıydım? Oraya sığabilir miydim bilmiyordum ancak ya dışarıdaki benim aksime karanlıkta daha iyi görüyorsa, odada kaçacak bir yerim olmadığını bildiğinden beni rahatça bulabilirdi.

Hayır, ne kadar saklanırsam saklanayım benden daha iyi gördüğüne neredeyse emin olduğum bir kişiden kaçamazdım. Başımı çevirdim ve yeniden pencereye doğru baktım. Dolunay işte oradaydı ama geceye ışık olma görevi benim dışımdaki herkese kolaylık sağlıyordu. Ayağa kalktığımda ilk adımımı atmak sandığımdan daha zor oldu, karanlık gittikçe büyüyen bir kara delik misali bir adım ötemi bulanıklaştırıyordu.

Penceredeki artı şeklinde duran tahtalara tutundum, buğulu camımdan aşağı baktım ve kapıdaki kişinin babam olmadığından bir kez daha emin oldum; babamın bu gece sandığımdan çok daha geç geleceğine de...

Nefes seslerim artık kontrol edemeyeceğim kadar hızlanmış ve görmeye gerek kalmadan beni ifşa eder olmuştu. Titreyen parmaklarım yukarıya doğru sürüklenebilen penceremin kilidini buldu. Yuvarlak pimi tutup çektim, pencerenin kıstırmalarını kaldırdım lakin ben pencereyi aralayamadan gerçek yüzüme şiddetli bir tokat misali çarpıldı.

Odam ikinci kattaydı ve ben kafa üstü çakılmak uğruna kendimi aşağıya bıraksam bile karınca yuvası gibi görünen tarladan uzağa gidebilecek zamanım yoktu.

Kapı aralandı... Menteşelerin gıcırtısı sura üflenmiş gibi tüm ruhumu titretti. Bakışlarım penceredeki yansımama yardım dilenir gibi tutunduğunda sol gözümden bir damla yaş düşüp dudaklarımı tuza buladı.

Başımı çevirdim ve hızlıca kapıya bakındım. Ardına kadar aralanıp arkasındaki dolaba çarpan kapının önünde kimi görmeyi planladığımı bilmiyordum ama ben... Hiçbir şey göremiyordum. Tamamen hiçlik, simsiyah bir dört duvar...

Ya orada kimse yoktu; çoktan koridorlarda gizeme karışmıştı ya da bana ihanet eden gözlerim apaçık bana bakan siluetleri göremiyor ve çaresizce titrememe neden oluyordu. İkinci seçenek beni korkuttu, şu anda kapıda dikilen kişi ile göz göze olabileceğim gerçeği aniden boğazımın tıkanmasına ve gözyaşlarımın şiddetlenmesine neden oldu.

Lütfen orada kimse olmasın, diye fısıldadım benliğime. Lütfen burada yalnızlığımla kavrulayım ama orada kimse olmasın.

Yanıldım, ikinci seçenek 'dileklerin boşuna' der gibi kendini belli etti. Kapıda gördüğüm o koca karanlık bir şeyin hareket etmesi ile birlikte dağıldı ve cılız, beyaz bir ışık koridorun derinliklerinden kendini belli etti. Sanki ileride, koridorun sağ tarafında kalan banyonun ışığı açık kalmışta, koridoru bu koca karanlıktan korumaya çalışıyormuş gibi görünen o cılız ışık beni mutlu edebilirdi ama o ışığı açığa çıkaran koca gölgenin hareketi tüm umutlarımı buruşturup çöpe attı.

Gölge hareket etti, adım sesleri kulaklarıma tanıdık bir ninni mırıldandı. Düzensiz, sürtünüyormuş gibi bir şey bana doğru yaklaştı ancak gözlerime küfürler mırıldanıyorum ki, ya gece görüşüm düşündüğümden daha da kör edici bir raddeye gelmişti ya da bana yaklaşan şeyin bir bedeni yoktu.

Görünmez şey bana doğru ağırca adımlarken yeniden o hırıltıyı duydum, adım sesleri ardı ardına geldi. Onun görünmüyor olduğuna dair düşüncelerim gittikçe kuvvetlendi çünkü kör olmadığımı biliyordum; görünmeyen şey bana yaklaşmaya devam ediyor ve ben ardımdaki duvarın içinden geçmek istiyormuşçasına kendimi geriye çekiyordum.

Görünmeyen şeyin ağırlığı ile odanın tahta parkeleri gıcırdadı, odamdaki tek tük çıkıntılı parkelerden yalnızca birinin gıcırdadığını biliyordum; o da odanın tam merkezindeki yıkılmış kolondan dolayı var olan ve üzerinde gerçek bir ağırlık olmadan ses çıkarmayan bir tahta parçasıydı.

Bedeni görünmüyordu ama karşımda dikilen şeyin gerçek bir bedene sahip olduğundan emindim; ışığı gölgeleyebiliyor, gözlerim önünde yanılsıyor ve ağırlığıyla tahtaları gıcırdatıyordu. Görmüyordum ama gerçekliğe tutunacak kadar var olmuştu. Ses yüzünden durdu, onu göremememin verdiği telaşla bacaklarımı kendime doğru çekip kendimi un ufak etmek istedim.

Biraz sonra korkudan altıma yapacağıma emindim.

Kahkaha denemeyecek kadar duygusuz ancak kıkırtı denemeyecek kadar güçlü bir ses ilişti kulağıma. Bu, tıpkı acı çeken bir kurdun vahşice hırlaması gibi düzensiz ancak hırs dolu bir sesti.

Hırlıyor, diye düşündüm. Hayır, belki de bu onun gerçek gülüşü...

Ses tekrar etti ve karşımdaki şeyin bana güldüğünü anladım. Bana gülüyordu, benimle alay ediyordu.

Dudaklarımı dişledim ve gözyaşlarımdan dolayı ıslanan yanaklarımı hızlıca kuruladım. Eğer şimdi bir yolunu bulmazsam göremediğim bir varlık tarafından parça pinçik edilmem an meselesiydi.

Karşımdaki kimdi, diye soramıyordum ama karşımdaki neydi, diye yankılanıyordu zihnimde. Orada ne var? Nasıl bu kadar var olabilirken nasıl bu kadar yok olabiliyor? Neden benimle alay ediyor? Neden burada, benden ne istiyor? Ve bana ne yapacak?

Amaçlarının kötücül olduğunu anlamam, biraz önce kapıya çarpık bir gülüş resmeden metal nesnenin ay ışığı altında parıldadığını görmemle netlik kazandı; keskin, upuzun ve ürkütücü nesnenin işaret ettiği yerde korku içinde titreyen ben vardım. Hedefindeydim.

Kötücül bir amaçla beni kıstırmış bu varlıktan kurtulmak istiyorsam onun benim üzerimdeki en önemli avantajından kurtulmam gerek, diye düşündüm.

Onun bir silahı vardı ancak benim avuçlarımda odamı temizlemeyi ısrarla reddettiğim bir yığın tozdan başka hiçbir şey yoktu. Onun görünmeyen bedenine karşı kullanabileceğim herhangi bir nesne bulmalıydım... Odamdaki silah olma potansiyelindeki nesneleri düşünecek vaktim yoktu zira varlık tekrar hareket etti ama gözlerim onu yakalayamadı.

Nerede olduğunu umursamadan ileriye doğru, onun daha önce durduğunu düşündüğüm yönün aksine doğru harekete geçtim, sağa doğru atıldım ve bir hışımla hareket edip odanın içinde kendi kendime kovalamaca oynamaya başladım. Varlığı göremiyordum ama sanki hemen arkamda, sallanıp duran saçlarımın arasında var oluyormuş gibi hissetmeme neden olacak sıcaklığını peşimde sürüklüyordum.

Ayağım neden sonra bir başka nesneye daha çarptı ve onunla birlikte ikinci kez yere kapaklandım. Oldukça soğuk bir çarpmanın etkisi ile yere yapışırken üstüm başım da aynı hızla sırılsıklam oldu.

Babamın odamı saran toz tabakasını temizlemem için bıraktığı, iki gündür aynı yerinde duran temizlik kovasını devirmiştim. İçindeki su benimle birlikte tüm zemine yayılıp, eskimiş gibi duran yumuşatıcı kokusunu etrafa yayarken kova da kendi kendine sekip takırtılar çıkardı. Adrenalinin bedenime söz geçirmeye çalıştığı sırada kıkırtıya benzer hırlamaları yeniden duydum, öfkem katlandı, benim çaresizliğimden beslenen varlığı alt etme isteğim kuvvetlendi ve ellerimi yere yasladığım gibi dizlerim üzerine yükseldim. Bu sırada bacağımın altında hissettiğim ince, uzun nesne irkilmeme neden olsa da, onu ellerim ile yoklayarak kavradım. Bu kovayla birlikte düşen vileda sapıydı ancak şimdilik, görüp görebileceğim en kuvvetli silahtı.

Göğsüme bastırdığım sopanın ardından büyümüş gözbebeklerim ile çevreme bakınıyordum. Karanlık o kadar yoğundu ki, sanki siyah bir pamuk yumağının içinde duruyormuşum gibi varlığını hissedebiliyordum. Dört bir yanımı saran katı bir cisim varmış gibiydi ve bu körmüş gibi hissettiğim dakikalarda benim en büyük dezavantajımdı. Kapıdaki o cılız ışık ile pencerede görünen ayın masum ışıkları arasında gözlerimi dolandırmaktan başka hiçbir şey yapamadım çünkü onu ışığın önünden geçmedikten sonra yakalamam mümkün değildi. O hala buradaydı, bunu biliyordum ama nerede olduğunu bulamıyordum. Daha önce karanlıkta seçebildiğim nesneleri şimdi seçemez olmuştum, sadece cılız ışıkları algılayabiliyordum. Yüzüme çarpan sıcak esintiyi biraz önce sırılsıklam olduğu için üşüyen vücudum sayesine fark edebildiğimde gözlerim, kameranın merceğini odaklamaya çalışışı gibi uzak mesafelerden çekilip biranda bir karış uzağımdaki karartıya odaklandı. Yalnızca bir nefes uzaklığımda duran varlığın kapkara görüntüsünü seçebildiğimde karnıma kuvvetli bir yumruk yemişim gibi hissettim. Korku güllesi bedenimden ağırca yukarıya tırmandı, gözlerimin hemen önündeki bir çift göz ile nefes seslerini dibimden duydum. Çarpık, çirkin bir gülüş yakalamayı başardığımda ise çığlığı bastım.

Gece resmen gür sesimle yarıldı, tahta ev sarsıldı, kalbim aç kurtlar tarafından yerinden sökülmüş gibi kaburgalarımı sızlattı ve ben kaskatı kesilmiş bedenimle öylece bağırmaya devam ettim.

Hareket etmeyi istemeyi bırak, düşünemiyordum bile. Hemen önümde duran devasa gölgeyi az önce nasıl fark edemediğimi sorguladığımda cevap aslında çok basitti; gözlerimle etrafı taradığımı sandığım onca zaman boyunca varlık dışında hiçbir yere bakmamıştım çünkü gözümün alabildiği o yüz seksen derecelik açının tamamını devasa gövdesi ile dolduruyordu. İki büklüm, kambur ve çirkin bir görüntüsü vardı. Bacaklarını bükmüş, bir karıncayı seyreden çocuk misali üzerime eğilmişti. Tenini hissetmeme az bir mesafe vardı ki, aslında hissettiğim o sıcak hava da onun çirkin kokulu nefesinin bir yansımasıydı. Tuttuğu keskin nesne ise kucağıma bastırdığım ve kavramaktan parmak boğumlarımın beyazladığı ellerimin hemen önündeydi.

Ses tellerim neredeyse çatlayıp kan kusmama neden olacak raddeye gelince elimde tuttuğum sopayı ileriye doğru bir hışımla savuruverdim. Ayağa kalkıp birkaç adım gerilerken kendimde bile değildim; kocaman açılmış gözlerim, hala daha çığlık atmaya çalışan çenem, kulaklarımdaki korkunç basınç nedeniyle dengesini kaybetmiş bacaklarım ve boşluğa doğru savurduğum sopamla onun için eğlence kaynağı gibi görünüyor olmalıydım.

Ayağa kalktım ve çevremde döne döne sopayı savurdum ancak bir kez olsun varlığa dokunduğumu hissetmedim. İnsan olmadığından emin olduğum ve bunun, odamdaki kişinin herhangi bir sapık olması ihtimalinden çok daha kötü olduğundan emin olmam; onun gerçekten bir bedeni olup olmadığı ya da kaybolma özelliğinin aklımı kaçıracağım kadar hızlıca gerçekleştiği konusunda tereddüt yaşamama neden oldu.

Sopam hiçbir yere çarpmayınca ve kendi kendime dönmeye devam edince onun kısa bir süreliğine ortalıktan kaybolduğunu anladım ve arkamı döndüğüm gibi koridora doğru koştum.

Çığlıklarım durmuştu lakin gözpınarlarım için aynısını söylemem imkânsızdı. Eve geldiğimde çıkardığım çoraplarım yüzümden çıplak ve ıslak ayaklarım ile koridora çıkınca ilk hedeflediğim yer gördüğüm o cılız ışığın kaynağı oldu.

Elektriklerin gittiği evde ışığın nereden geldiğini sorgulayamayacak kadar şaşkındım. Ayaklarım parkelere bastıkça tuhaf sesleri karanlığa yayıyordum. Işık o kadar yetersizdi ki, sırtımı duvara yaslamak zorunda kaldım, kabartmalı duvar kâğıdı ellerim altında ezildi.

Peşimden geliyor olmalıydı, beni takip edecekti.

Titrek nefeslerim arada nükseden hıçkırıklarımla seyrediyordu. Sonra merdivenlerin başına dek ulaştım, ışığın şimdi daha kuvvetli olduğunu fark edince bakışlarım duvara astığımız devasa tablolarda gezindi.

Sağ taraftaki koridor boyunca birkaç aile fotoğrafımız, geçen yılki doğum günümde babamla çekindiğim renksiz bir fotoğraf; sol tarafımda annemin resmettiği çiçeklerin resimleri, bir çiçek tarlasını andıran kabartmalar, halamın bir portresi ve tam karşımda ise tüm gerçekliğimi alt üst eden bir tablo asılıydı.

Karşımda kendi evimizin eski bir anını görüyordum. Yıllar öncesinden kalma, kendimi bildim bileli bu evde, bu duvarda asılı olan, yeri hiçbir zaman değiştirilmediği için duvara izini geçirmiş ve varlığını bir kez olsun sorgulamadığım tabloda evin ilk halinden kalma, çatısının bile henüz tamamlanmadığı, önünde uzanan tarlasının ise boyunun pencereleri bile gölgelediği kapkaranlık bir manzara resmiydi bu. Ev eski, bahçe bakımsız, pencerelerdeki perdeler sonuna dek örtülü olmasına rağmen ev oldukça ıssızdı. Evin doğusunda kalan ormanlık alan gökyüzüne uzanan çıplak dallarıyla belli belirsiz seçiliyordu. Resmin altında yamuk bir şekilde yazılmış tarihi okumama gerek yoktu, on sekiz yıldır bu tablonun önünden geçip gidiyordum ve şimdiye dek bu manzaradaki her detayı bildiğimi sanıyordum.

Ama yanılmıştım.

Olağanca karanlık, eski olan bu tabloda gözlerimi kırpıştırmama neden olacak kuvvetli bir ışık kaynağı vardı. Evin ardından yükselen, çatının kırık yerlerinin büyük bir kısmını açık eden ve tablodan dışarıya fışkıran ay, dolunay evresinden bana gülümsüyordu.

Tablodaki dolunayın ışıkları tablodan dışarıya fışkırıyor ve bana çarpıyordu. Bunun mümkün olmadığını biliyordum, bir resim canlıymış gibi davranamaz, diye düşünüyordum ama ezbere bildiğim o detayın yokluğu beni yanılttı.

Tabloda, tarlaların arasında, kolları iki yana açılmış ve başı önüne düşmüş bir şekilde duran, komik şapkalı korkuluğun şimdi orada olmadığını fark ettim. Yüzünü hiçbir zaman görmemiştim, bedeninin detaylarını hiç seçememiştim çünkü bu güne dek dolunay hiç bu kadar parlak olmamıştı.

O, daima simsiyah bir siluet olarak tabloda yaşamıştı. Ama şimdi orada yoktu ve nerede olduğuna dair ürpertici bir fikrim vardı.

Bir adım geriledim ve kulaklarıma doluşan o hırıltıyı dinledim. 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top