6» cheese in the trap


.,


4 Aralık, Busan. Öylesine bir park.


Kalbimin yerinde bazen çok sinir bozucu bir duygunun olduğunu düşünürdüm. Kalp sadece bir organdı ve sadece kan pompalamalıydı. Ama benim kalbim sadece kalp pompalamayı bırakın, sadece ve sadece onun resmini çizen bir ressam gibiydi. Çiziyordu da çizmesine, yeteneksiz tekiydi.

"Eğer kahveni biraz daha soğutursan kibarlık edip yenisini almak zorunda kalacağım ki, yanımda beş kuruş yok."

Avuçlarım arasında tuttuğum ılık kahveye bakışlarımı çevirdim. Gittikçe soğuyordu. Bana geleceğimi hatırlatıyordu. O da gözümde gittikçe soğuyordu.

Jungkook'la ismini bilmediğim herhangi bir partaki bankların birinde oturmuş, yağan yağmurun bizi ıslatmasına tepkisiz kalıyorduk. Ne o kaçıyordu yağmurdan, ne de ki ben.

Fakat bir süre sonra Jungkook aramıza bıraktığım şemsiyeni alıp açtı ve üzerimize tuttu. Sanarım kahvemi içmemi bekliyordu. Yenisini alacak parası olmadığından ve ben de sinir bozucu bir tip olmadığımdan kahveni yavaşça dudaklarıma götürüp yudumlamaya başladım. Göz ucuyla ona baktığımda kendi kahvesini içtiğini görmüştüm.

"Seulgi ile çıkıyor musunuz?"

Aniden sorduğum soruyla Jungkook şaşırmış olacak ki, böyle bir sorunu beklemediğini iliklerine kadar belli edip, ağızındaki kahveni yüzüme püskürttü. Basbayağı, yüzüme!

"Hey, çok özür dilerim."

Kahvenin yüzüme çarpmasıyla sıkıca kapattığım gözlerimi hızla açtım ve sinirle soludum. "Sen öldün Jungkook."

Jungkook parmak uçlarıyla dokunduğu kahveli yüzümden aniden ellerini çekip kaşlarını kaldırdı. "Hayır, hâlâ yaşıyorum."

Ona ölümcül bakışlarımdan atmaya başladığımda daha yeni yeni olayı algılayabilmiş gibi ellerini ben teslimim dercesine havaya kaldırdı ve oturduğu baktan ayağa fırladı.

"Gel buraya Jungkook. Bunun hesabını sana çok pis soracağım!" Onun gibi ayağa fırladığında elimdeki kahve parmaklarım arasından sıyrılıp yere çakılmıştı. Aynı şey şemsiyeninde kaderinde varmış gibi o da yuvarlanarak kaldırıma düşüverdi.

"Ben çok özür dilerim!" Jungkook bağırarak koşmaya başladığında onun peşinden koşarak içi boş tehditlerimi sıralamaya çoktan başlamıştım. Adam yüzüme tükürmüştü resmen!

Aniden Jungkook'un ayağı takılmasıyla yere yığıldı. Karşımdaki bu manzara o kadar komik gelmişti ki o an, kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Böyle nazik, ince, kibar kızlar gibide değil, dolu dolu hunharca güldüm. Ablam benim yerimde olsaydı eliyle ağzını kapatıp sadece tebessüm ederdi. Ama ben çocuğu yerin dibine sokacak bir şekilde hayvan gibi kahkaha atmıştım.

Uzun bir süre sonra gülmekten ağrıyan karnımı tuttuğumda, gözümden akan yaşları sildim. Jungkook takıldığı yerden doğrulup oturmuş, kollarını göğüsünde birleştirerek bana 'kes şunu' der gibi bakıyordu.

Yağmur dinmişti. Gri bulutların arkasından çıkan güneş onun yüzünü aydınlatıyordu. İşte bu görüntü, bu gece ki, saatlerce düşünme konum olacaktı. Kahretsin, uyumak bu gecede haramdı bana.

"Demek ki, bazı sevdiğin şeyleri görmek için sana zarar vermesi gerekiyormuş." Jungkook gülümseyerek konuştuğunda söylediği şeylere anlam verememiştim. Ne demek istemişti?

Tek kaşımı kaldırdım. "Sevdiğin şey ne?"

"Gülümsemen," diyerek kocaman gülümsedi.

Söylediklerini algılar algılamaz ciddileşerek, ifadesizce ona bakmaya başladım. Jungkook ayağa kalkıp, kapüşonunu kafasına geçirdi ve yanıma doğru ilerledi. Tam karşımda durduğunda aramızdaki mesafeni kapatmıştı. Kendimi geriye çekmedim. Bu çok çocukça bir haraketti bana göre.

Kapüşonlusunun kolunu çekiştirerek parmak uçlarına kadar uzattı. Onun ne yaptığını anlamak istermiş gibi sessizce izliyordum. Daha sonra çekiştirdiği kazağının koluyla yüzümdeki ıslaklığı silmeye başladı.

Yüzümdeki kahveni sildiğinde kazağının çekiştirdiği kolunu bıraktı. Uzun kemikli parmaklarıyla çenemi kavrayarak yüzümü biraz yukarı kaldırdı ve ona bakmam için zorladı.

"Gülümsemediğin her an bir cadıya benzerken neden sürekli somurtuyorsun Tae Hee?"

Yüzümü onun elinden kurtarıp, şimdiye kadar takındığım en ifadesiz ifademi yüzüme geçirdim.

"Gülümserken güzel falan olmuyorum ben. Bana karşı bu kadar kibar olmana gerek yok. İhtiyacım yok."

Sertçe konuşup bakışlarımı gözlerinden çektim. Çantamı bıraktığım bankın yanına gitmek için harakete geçtiğimde bir kaç adım atmıştım ki, tekrardan konuşması kulaklarıma doldu.

"Sana karşı kibarlık falan etmiyorum. Tamam belki oradan bakınca muhteşem kibar bir lorda benzeyebilirim ama bu yalan söylediğim anlamına gelmez."

Onu umursamayarak bankın oraya gittim ve sırt çantamı alarak omuzuma geçirdim. Jungkook hâlâ yanımdaydı. Neden hiç gitmiyordu? Neden yanımda kalarak umutlanmam için düşünceler sokuyordu aklıma?

Oysa ben hayal etmek istemiyordum. Sonra yıkılışları fazla gürültülü oluyordu.

"Neden böylesin Tae Hee?"

Bıkkınca nefesimi soluyarak ona döndüm. "Nasıl?"

Omuz silkti ve ellerini ceplerine soktu. Üşümüştü. Bunu kızarmış burnundan anlayabiliyordum.

"Yani sana iltifat eden insanlardan sürekli kaçıyorsun. Geçen gün üniversitenin orada sana çok güzelsin diyen çocuğa sertçe çıkışıp gittin. Yada ben sana iyi bir şey söylediğimde benden kaçıyorsun, evindeyken yaptığın gibi. Sana güzel koktuğunu söyledim ama sen benden kaçarak banyoya girdin ve saatlerce duş aldın. Seni beklerken uyuyakaldığım için ne zaman çıktığını bilemedim."

Derin bir nefes alıp bakışlarımı onun yüzüne çıkardım. Daha ilk anda göz göze geldik. Çantamın kulpunu sıkıca tutarak Jungkook'un üzerine doğru yürüdüm. O da eşzamanlı olarak gerisin geri adımlar atmıştı. Sırtı ağaca çarptığında durdum ve kollarımı havaya kaldırıp bedeninin iki yanından ağaca yasladım.

Kendimi kötü çocuk gibi hissetmiştim gerçekten.

"Nedenini merak ediyor musun?" diyerek tüm ciddiyetimle sordum. Kafasıyla beni sessizce onaylamıştı.

"Çünkü çirkinim Jungkook. Birisi bana güzelsin dediğinde bunu bana acıdığı için söylediğini biliyorum. Ben nasıl güzel olabilir ki? Gözlerim çift kapaklı değil, dudaklarım neredeyse yok derecesinde ve yanağımda sivilcenin geride bıraktığı çökükler var. Beyaz tenli değilim, saçlarım ipek gibi değil, boyun uzun değil. Hatta sıralamanın oldukça altında."

Kollarımı yasladığım ağaçtan çekerek ondan uzaklaştım. "Güzel kokmuyorum Jungkook. Yani en azından şimdiye kadar öyle sanıyordum."

"Nasıl yani?" Sesim kaldığımı fark ettiğinde devam etmem için sordu Jungkook.

"Mezun olduğum gün sıra arkadaşım çok kötü koktuğumu, bu yüzden sınıfın camını hep açık bıraktığı söylemişti. Bunu herkesin içinde yüzüme söylemişti. Haftalarca dedikodu başlığı olarak ben vardım. Bu yüzden gerçekten kötü koktuğumu sanmıştım.  Her sabah kalktığımda ve akşam yatmadan önce duş almaya başladım. Öyle ki gerçekten kötü koktuğumdan utanarak öğle aralarında bile duş aldım. O kadar çok yıkandım ki Jungkook, o kadar çok parfüm sıktım ki tenime, bir kaç gün önce deri hastalığına yakalandığımı öğrendim."

"Tae Hee,"  Jungkook bir adım bana doğru attığında onu durduran şey tekrardan konuşmam olmuştu.

"İşte bu yüzden Jungkook bana sen çok güzelsin gibi boş laflar etme." Çünkü gerçek beni asla göremiyorsun.

Ve onun bir şey söylemesine izin vermeden arkamı dönüp gittim.

Beni hâlâ tanımadın Jungkook. Karşındaki bu kızın kim olduğunu bilmiyorsun.

Hâlâ göremiyorsun.

Ben senin aynı üniversitede okuyan arkadaşın değilim. Ben bandananı verdiğin o küçük kızım.

O bandana hâlâ bende. Ama sahibinin onu hatırladığını bile sanmıyorum.


Y.,

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top