ii. yalanlar ağı.
ACT ONE, chapter ii :
YALANLAR AĞI
📍 LONDRA, İNGİLTERE.
2025, NİSAN 23
Buzdolabının beyaz ışığı, mutfak fayanslarının üstüne düşmekteydi. Açık pencereyi örten ince tül, gecenin esintisiyle birlikte hafif hafif dalgalanıyordu. Şortlu pijamasının üstüne giydiği sabahlığıyla genç kadın eğilmiş, buzdolabının içerisine göz atmaktaydı. Boşta kalan eliyle önüne düşen dağınık sarılarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Doğrudan yüzüne vuran ışık, saatlerdir uyumadığından hassaslaşan mavilerine biber gazına maruz kalmış gibi gelmişti. Acıyan ve sulanan gözleriyle elini hızlı tutmaya baktı.
Yeniden alışverişe çıkılması gerekildiğini bas bas bağıran raflardan, küçük kutular halindeki meyveli yoğurtların yanındaki gazlı içeceklere yöneldi. Zarif parmaklarıyla herhangi bir şişeyi kavradığı gibi buzdolabının kör edici ışığından kurtuldu. Buzdolabı kapağının kapanmasıyla; çelik yüzeye yapıştırılan birçok fotoğraf, seyahat edilen yerlerden alınan çeşitli magnetler ve bir şişe açacağı karşılamıştı.
Salondaki açık televizyondan yayılan loş ışığın altında aydınlanan fotoğraflar, dairenin sahipleri; Reina ve Marc'a aitti. Amerika'ya taşınmış olsalar bile, Reina için Londra ve Londra'daki dairelerinin yeri özeldi. Belki bir eve bir anlam yüklemek çok saçmaydı ancak genç kadın için öyle değildi. Üniversite yıllarını burada geçirmiş, hayatı hakkındaki sağlıklı kararları burada almıştı. Ellerinin altında yedekleri bulunan eşyalar, hala daha olduğu yerde duruyordu. Olur da bir gün karar değiştirip geri dönerlerse diye, onları bekleyen sıcak bir yuvaları vardı.
Fotoğraflarda ilk dikkat çeken, ikilinin birlikte çekildi bir öz çekimdi. Önünde duran sarışın kadının omuzlarına kollarını sarmış, saçlarının arasına bir öpücük kondurmaktaydı adam. Hemen yanı başındaki fotoğraf karesi, Florida'da yaşayan Reina'nın ailesinin sahil evindendi. Günbatımının pembemsi kızıl ışıkları sahili boyarken, denize girmeden hemen önce, Marc'ın Reina'yı şakalaşmak amaçlı kucağında taşıdığı anda çekilmişti. Adamın ayaklarının dibinde de, kamera varsa kadrajdan çıkmama ilkesiyle denizden yeni çıkmış, kumlarda heyecanla debelenen Eska her zamanki şaklabanlıklarıyla yer almaktaydı.
Bir başka fotoğraf, Afrika savanasında çekilmiş; güneşin rahatsız edici ışınları yüzünden komik bir yüz buruşturmasıyla Reina'nın idi. Ancak fotoğrafı diğer fotoğraflardan daha ilgi çekici kılan; mavi keçeli kalemle Marc tarafından çizilmiş, He-Man'i tasvir edecek küt kaküllü kısa saç stiliydi. Aynı işlem Reina tarafından, Marc'ın Florida sokaklarında gezerken ilk defa gördüğü dev timsah karşısında kadraja sunduğu şok ve gerginliğinin fotoğrafıydı. Genç kadın tarafından fotoğrafın üstüne, Lucky Luke'u tasvir eden kovboy şapkası ve buğday sapı çizilmişti. Arkadaki devasa timsaha ise at eyeri eklemeyi unutmamıştı.
Köpeklerinin birkaç pozu ve aile üyeleriyle olan fotoğraflarla birlikte, adeta küçük bir albüme dönüştürülmüştü buzdolabının yüzeyi. Bu şey genç kadının, kimine göre bir hastalık olan kimine göre tamamen hobi olan, anı biriktirme tutkusuydu. Hatırlamak isteyeceği bir gün geçirdiyse kesinlikle o güne ait bir parçayı saklardı. Çoğunlukla fotoğraflar onun için harika bir çözüm olurdu.
Fotoğraflardan daha çok buzdolabına monteli şişe açacağıyla ilgili olan sarışın kadın esnemesini, dudaklarını birbirine yapıştırarak bastırmaya çalıştı. Bir an önce yemeğini yiyip, son kez planın üzerinden geçtikten sonra üst kata çıkıp yatıp uyumak istiyordu.
Cam ve demirin birbirine çakışma sesi ile gazlı içecekte sıkışan havanın fıslaması, mutfaktaki nefes alış veriş seslerinin arasına kaynamıştı. İçecekten soğuk bir yudum alıp ferahlarken, bedenin tekrardan canlılaştırmaya çalıştı.
Çıplak ayaklarıyla yorgunlukla attığı her adım, ahşap parkeleri gıcırdatmaktaydı. Aralarında hiçbir duvarın olmadığı salona ilerledi usulca. Evin diğer odalarında olduğu gibi, ana ışık bu oda da açık değildi. Televizyonun ve kanepe üzerine bıraktığı dizüstü bilgisayarın loş ışığı yeterli aydınlatmayı sağlıyordu.
Elindeki gazlı içeceği, üzeri bir hayli dağınık olan orta sehpanın boşta kalan köşesine koydu. En az sehpanın üstü kadar dağınık olan salonun, çeşitli yerlerinde kadının kıyafetleri bulunmaktaydı. İşten geldiği gibi çıkardığı stilettoları, kanepenin yanı başında yere devrilmiş bir haldeydi. Bugün işte takım elbise giymeyi tercih ettiğinden, bebe mavisi ceketi tekli koltuğa fırlatılmış durumdaydı. Plan için kullandığı fotoğraf makinesinin çantası ve mini yazıcı, televizyon ünitesinin hemen önünde özensizce konumlandırılmıştı. L koltuğun çıkık kısmı kırlent ve battaniyenin toplandığı kısımken iki yerin kesiştiği noktada bilgisayar yer almaktaydı. Boşta kalan kısımda ise, fotoğraflar ve çıktısı alınan belgelerle doluydu.
Normal şartlarda bu kadar dağınık bir insan değildi, Reina. Hayattın fazla mesaisinden evle ilgilenmeyi geç, kendisiyle bile ilgilenemez olmuştu. Midesine en son sabah bir tost indirmiş, günün geri kalan saatlerini onla yetinmişti. Kafasının içindeki Tanrıça, gün boyu kadının yemek yemesi gerektiğini hatırlatsa da bir şeyler atıştırmaya hiçbir türlü fırsatı olmamıştı.
Kanepeye yerleşmeden önce kadın, oturacağı yerdeki tüm fotoğrafları topladı. Saatler önce, bizzat kendisi tarafından çekilmiş fotoğraflarda, Avusturya'daki görkemli kalenin detaylı görselleri yer almaktaydı. Hepsini sehpanın üstüne bıraktı.
Sonunda kanepeye kendini fırlatma sırası geldiğinde, rahatlama ile ağrıları daha net yakalamanın verdiği iki karışık duyguyla ufak bir inilti bırakmıştı sessiz ortama. Bedenini baştan aşağı gerip, olabilecek her kemiğin çıtlamasına izin verdi. Bu sefer gerçekten rahatlamıştı.
Vakit kaybetmeden, biraz önce kuryenin getirmiş olduğu sehpanın üstündeki silindir şeklindeki ahşap kutunun kapağını açtı. Kapak açılır açılmaz genç kadının yüzüne nefis kokuyla harmanlanmış buhar çarpmıştı. Siparişte bulunduğu paketin içerisinde, yedi adet Çin mantısı bulunmaktaydı. Buharla pişmiş hamur kokusu Reina'nın midesini guruldatırken orta sehpayı kendine doğru çekip bacaklarını topladı. Daha rahat oturabilmek adına, sabahlığının eteklerinin iki ucunu çekiştirip kucağında toplamıştı.
Yemeğe başlamadan önce son dokunuş, bilgisayar klavyesinin üstüne bıraktığı kemik çerçeveli dinlendirici gözlüklerini ve uzun siyah kıskaç tokayı aldı. Alışık olduğu tek bir hareketle omuzlarının aşağısına bukleler halinde düşen sarı saçlarını, basit topuzla toplarken yorgun gözlerine insaflı davranarak gözlüklerini takmıştı.
Siparişin yanında gelen yemek çubuklarını birbirinden ayırıp hala daha buharı tüten kutunun içine daldırdı. Dışı oldukça yumuşak gözüken bohça şeklindeki hamur topunu çubukları arasında güzelce sıkıştırmıştı. Asya mutfağını birçok kez tattığından, çubuk kullanımı konusunda epey deneyimliydi kadın.
Koca mantıdan bir ısırık alıp iç harcının ağzında dağılmasının tadını çıkardı. Gazlı içeceğiyle de yemeğine eşlik ederken ara verdiği işinin başına geri dönmüştü. Yalnızca birkaç dakika süren huzurlu sessizlik, cep telefonundan gelen melodi ile kesintiye uğradı.
Reina, ağzındaki lokmayı yuttu. Onu bu saatlerde arayabilecek olası kişiyi düşündü. Araması için makul bir sebebi vardı. Ancak arayacağını düşünmediğinden diğer olası kişileri gözden geçirdi. Saat fark etmeksizin onu son zamanlarda sıklıkla arayan iki isim vardı. Biri, ne tür bir kafada yaşadığını kestiremediği patronuydu. Diğeri ise, hayatından çıkarmak istediği kişinin yakınıydı. Her ikisi ile uğraşmak istemese de muhatap olmak zorundaydı.
Elindekileri bırakıp oturduğu kanepeden kalktı. Sessiz adımlarla televizyon ünitesine, şarja takılı telefonuna yaklaşmıştı. Hala daha açık televizyonda, uzay hakkında bir belgesel dönmekteydi. Nefes kesici renk şöleni altında, telefonunu şarjdan çıkardı genç kadın. Sol alt köşesi tamamen çatlak olan telefonun ekranına baktı. Mavileri arayan kişinin adını gördüğünde bir an titremişti.
Bakışları doğruca telefon ekranından uzaklaşıp, koridorda asılı olan duvar saatini kontrol etti. Kafasında hızlı bir saat hesaplaması yaptı ve aramayı olabildiğince sıradanlıkla yanıtladı. "Selam, anne."
"Seni uyandırmadım, değil mi?" Telefonun öbür ucundan gelen Jala'nın sesi, tedirgin ama yumuşaktı. Böyle bir ses tonuyla konuşan birine nasıl kaba davranabilirdi ki?
"Hayır, kağıt işleriyle uğraşıyordum." Göremeyeceğini bilse de refleks olarak sehpanın ve koltuğun üstündeki çeşitli kağıtları işaret etti. Her şeyin yolunda olduğunu belirtmek amaçlı kıkırdamıştı. Ancak, sesindeki yorgunluğu bastırmaya yetmemişti. Ya da yetmişti ama bir annenin gözünden hiçbir şey kaçamazdı.
"Sesin yorgun geliyor. Peru'da her şey yolunda mı? Haberlerden duyduğumuza göre mevsimsel bir fırtına yaklaşıyormuş."
"Evet," diye mırıldandı Reina, yalan söylemenin huzursuzluğuyla elini ensesine atarken. Ailesine yalan söylemekten memnun değildi ama şartlar bunu gerektiriyordu. Peru olayı başlangıçta doğruydu. Yeni bir işe atılmıştı, uçak biletlerine varana kadar her şey hazırdı. Ancak son dakikada eline ulaşan bazı bilgiler, planında değişikliklere yol açmıştı. Bulduğu ilk biletle, Londra'ya uçmuştu geçen hafta. Aradan geçen süre boyunca ailesine daha az yalan söyleyebilmek için olabildiğince az iletişime geçmiş ve patronundan gelen tehditleri geri püskürtmüştü. "Korkulacak bir şey yok. Sadece, güvenlik amaçlı çekimler ertelendiğinden bir süre daha Peru'dayım."
"Sana o işi almaman gerektiğini söylemiştim. Çocuklarım beni niye dinlemiyor Jala?" Hoparlöre alınan telefondan bir anda Joel'un, biraz sitemkar biraz kırgın sesi araya kaynamıştı.
Reina, babasının her zamanki dışarı yansıttığı büyük adam imajını bırakıp isyankar genç havalarında takılmasına sesli bir gülümseme bıraktı. Reina, babası için; sahip olabileceği 'en iyi arkadaş' terimini kullanabilirdi. Emekli olmadan öncesi, işini işte bırakırdı. Kıdemli bir komutandı ama çocuklarıyla oyun oynamak onun favori aktivitelerinden yalnızca biriydi. Evde olduğu her gün en az bir kere kızı ve kızının peluş oyuncakları ile çay saati sırasında komşularının dedikodularını yapardı.
Kendi telefonunu da hoparlöre alıp, onu bekleyen kanepesine geri döndü sarışın kadın. Telefonu, kanepenin sırt kısmının üstüne bıraktıktan sonra sabahlığın eteklerini bacaklarının arasında toparlayarak koltuğa kurulmuştu. Yarım kalan yemek işine tekrardan odaklanıp, Çin mantılarının servis edildiği kutuyu kucağına aldı.
"Çocukların, kendi ayaklarının üstünde durmak istediği için olabilir mi?" Eşinin bunu bildiğini biliyordu ama yine de hatırlatması gerekiyordu Jala'nın. Artık çocukları büyümüş, iki yetişkin birey olmuşlardı. Hayatı kendileri deneyimlemeli ve sorunlara karşı kendi çözümlerini bulmalılardı. Tabii ki onlara destek olacaklardı ama doğru zamanda.
"Kendi ayaklarının üstünde pek güzel(!) duruyorlar. İkisi de evlenip barklandı, kucaklarımıza torun vereceklerine çocukça davranışlar sergiliyorlar!"
"Ben ne yaptım şimdi?" Genç kadın, ağzındaki lokmayı bitiremeden şaşkınlıkla araya girdi. Bu, babasından gelen özel sitem sesiydi. Nerede olsa tanırdı, onaylanmayan bir şey yapıldığında bu ton kullanılırdı her zaman. Geçmişte çok işitmişti.
"Sen bir şey yapmadın tatlım." Peru yalanının ortaya çıkmış olma olasılığının tedirginliği dalga dalga zihnine işlerken, Jala araya girip açıklık getirerek kızını farkında olmadan rahatlatmıştı. Esmer kadının, konuşmanın arka planında eşine kızdığı anlaşılmaktaydı. "... Erkek kardeşin yine yüreklerimizi ağzımıza getirdi. Baban ona tavırlı."
"Oh..." Reina, şaşkın bir kabulleniş sergilediğinde başını da sağa sola belli belirsiz salladı. Ne olduğunu sorgulamayacaktı. Ebeveynlerinin durum hakkında yüzeysel bilgiye sahip olduğunu biliyordu. Oldukça önemli bir şey olsaydı Arne ve Layla onunla muhakkak iletişime geçerdi. En azından genç kadından da bir şeyler saklamıyorlarsa. "Tanrı, Layla'nın yardımcısı olsun. Erkek kardeşimi tanımak riskli bir iş; üstüne o, onunla evli."
"Reina!"
Annesinden aldığı küçük sesli uyarıyla sadece gülümsedi. Ancak gülümsemesi acı bir tebessüme dönüşmüştü. İstemsiz olarak sol baş parmağı, yüzük parmağındaki alyansla oynaşmıştı. Kardeşine ve kardeşinin evliliğine laf edemezdi, karısıyla iyi bir hayatları vardı... imrenilesi. Tanrının sarışın kadına yardımcı olması gerekiyordu asıl, hem de büyük bir yardım.
"Benim küçük zeki tilkim." Telefondan gelen anlamsız ses kargaşasından Reina, telefonun hoparlörden alınıp babasının eline geçtiğini kolaylıkla anlamıştı. Yılanı deliğinden çıkarabilmek için ses tonunu olabildiğince tatlı tutmuştu ve bu, sarışının göz devirmesine yetmişti. "Farkındayım, farklı işler denemek istiyorsun. Bu konuda; anneni, erkek kardeşini veya eşini bilemem ama ben seni her zaman destekleyeceğim... Ama babanı dinle, yol yakınken vazgeç o işten. Eminim, onay vermesine rağmen Marc'ın da içine sinmiyordur. Sonuçta, çocuk onaylamazsa 'siz erkekler' diye başlayan bin tane söz söyleyeceksiniz."
"Kızı rahat bırak, Joel!" Arka planda tekrardan anlamsız gürültüler gelirken Jala'nın azarını yiyen bu sefer Joel olmuştu. Telefon bir kez daha el değiştirerek esmer kadına geçmişti. Reina emindi ki şu an annesi, babasına ölümcül bakışlar atarak odadan uzaklaştırıyordu. "Hadi sen de çok geçe kalma bir tanem, yatıp uyu dinlen. Biraz daha konuşmaya devam edersek ikimize de afakanlar basacak babandan."
"Tamam, söz birazdan yatacağım. İyi geceler."
Hala arka plandan Joel'un sesleri duyulurken aynı şekilde kızına iyi geceler dileklerinde bulunarak aramayı sonlandır Jala. Evdeki tek ses kaynağı bir anda kesilmiş, yerini yalnız kalışın sessizliğine bırakmıştı. Tekrardan bulunduğu durumun gerçekliği genç kadına çarparken, mavilerini uzunca telefon ekranında tuttu. Açık ekran yavaş yavaş karardı, genç kadın derin bir nefesle silkindi. Yarılamış olduğu yemeğine geri dönerken bilgisayar ekranındaki makalenin bir sonraki sayfasına geçti.
Isırık aldığı parçayı sertçe çiğnerken ekrandaki yazılar yavaş yavaş buğulaşmış ve anlamlarını yitirmeye başlamıştı genç kadın için. Küçük bir burun çekmesinde bulundu. Kendisini hiç bozmadan elinin tersiyle gözlerini sildi. Yazılan metni, tüm boş vermişliğiyle okumaya çabaladı ancak derinden gelen, bastırmaya çalıştığı duygular her şeyi yerle bir edecek güçteydi.
Kaçan keyfiyle elindeki her şeyi sehpanın üzerine yığdı. Ağzındaki son lokmayı güçlükle yutmuştu. Geriye doğru yaslanıp başını kanepenin sırt kısmına attı. Boş bakan gözleri, televizyondan gelen renk oyunlarının düştüğü tavana dikilmişti. En derinden gelen iç çekiş, göğüs kafesini yakarken sessiz sedasız gözpınarlarından akmaktaydı yaşlar.
Ne düşünmesi gerektiğini bilemiyordu. Kafasının içi, fark ettiğinden daha karman çormandı. Zihninin bir köşesinden Era'nın teselli sözcüklerini işitebiliyordu ve bu, gerçekliğe karşı Reina'yı daha kötü yapmaktaydı. Birkaç ay öncesinde her şey güzelken nasıl olur da bu kadar çabuk bu dereceye gelinebilirdi?
Snap sonrası toz olan ailesiyle tekrardan bir araya gelmişti, her şey yolundaydı. Sonunda başarmıştı, birkaç şey dışında normal bir yaşam önlerindeydi. Ama şimdi geride bırakmaya çalıştığı yolun tekrardan başındaydı. Eksik olan tek şey, onu zehirleyecek olan haplardı. Bir başına, dairesindeydi... uzun bir süre hayat arkadaşıyla paylaştığı, her bir noktası anılarla dolu dairesinde. Ailesine, her şeyin yolunda olduğunu göstermek, içlerini rahat ettirip kızlarının mutluluğuyla mutlu olmaları için bir yalan uydurmuş ve o yalanı devam ettirmişti.
Tüm bunların hepsi, Marc yüzündendi. Onu bulduğu zaman, kesinlikle yüzüne sağlam bir yumruk indirmeliydi. Hissettiği mental acıyı en azından fiziksel hissetmesini sağlayabilirdi. Ya da belki de Era'nın, onu öldürmesine izin vermeliydi. Ölü biri ona daha fazla problem çıkaramazdı... daha fazla onu böyle incitemezdi.
📍 STEVEN GRANT'IN DAİRESİ.
BİR HAFTA ÖNCE.
Gri bulut kümeleriyle örtülü yıldızlı gökyüzü, Londra'nın bir başka karamsar gecesine merhaba demekteydi. Gündüzleri işlek olan sokaklar, karanlık çöktüğünden gerici ama aynı zamanda huzurlu sessizliğe gömülmüştü. Arabaların bile az geçtiği sokaklarda bir elin parmağını geçmeyecek sayıda insan yürümekteydi. Kimileri gece mesaisinden yorgun argın evlerine geri dönerken kimileri fazla kaçırdıkları eğlencenin sarhoşluğuyla savrulmaktaydı.
Marc, ulaşım için diğer insanlara tezat sokakları tercih etmemişti. Pek çok kişiye ilham olmuş şehrin, gecenin çökmesiyle cazibesi artan kasvetli yapıların çatılarında dikkatlice yol almaktaydı. Ay ışığı usulca üstünde yükselirken, kendini bir sonraki gölgeye attı. Çatılarda gezen biri oldukça dikkat çekeceğinden, gölgeler adamın en yakın dostuydu böyle zamanlarda.
Çiseleyen yağmur şiddetini arttırırken ıslanmaktan olabildiğince kendini korumaya çalıştı. Ancak, yeryüzüne ince ince düşen istikrarlı damlalardan nasibini çoktan almıştı esmer adam. Giymiş olduğu açık yeşil ceketin omuzları, omuzlarından sırtına ve göğsüne doğru inen kumaş yolu koyu yeşile boyanmıştı. Bukleler halindeki koyu saçlarından önüne düşmüş olan tutamları ise alnına yapışıktı.
Derin bir nefes alıp yorgun bedenini son çatıya fırlattı. Çatıların üstünde birikmiş olan toz tabakalarının kirletmiş olduğu parmaklarıyla çıkıntılı yüzeyden destek alarak aşağıya, en uca ilerledi. Ayakkabılarının altından, nemlenen kiremitlerin ezilme seslerini duyabilmekteydi. Dairesinin çatı katında olmasının avantajıyla, çıkarken ardında aralık bıraktığı pencereye ilerledi. Ufak dahi olsa bir insanın vücudu rahatlıkla içerisinden geçebilecek ebattaydı.
Ardından iz bırakmamaya özellikle gayret eden adam, çerçeveye dokunmadan hemen öncesinde durakladı. Ellerini, üstündeki tişörtüne ve pantolonunun kumaşına sürttü. Böylelikle parmaklarındaki pisi üstün körü temizlemişti. Herhangi bir şekilde penceresinde belirgin parmak izleri bulunmayacaktı.
Usulca pencereyi araladı. İçeriye temiz havanın daha kolay akın etmesine izin verip ilk adımını attı. Ardından gelen sonraki adımla, sonunda sağlam ve kuru zemine basıyor olmanın rahatlığını yaşayarak bir nefes bırakacakken esnemesi onu bölmüştü. Yorgun bedeninin uyku istediğini biliyordu. Henüz uyuyamazdı. Ayakkabısının bıraktığı çamurlu ayak izlerini temizlemesi gerekliydi. Belki sonrasında bir duş alarak üstündeki tozu toprağı atabilirdi. Kalan birkaç saatte, bedenin dinlenmesine izin verebilirdi.
Daha fazla etrafı kirletmemek adına ayakkabısını çıkardı. Zemine, yatak çevresine özenle serpilmiş kum yığınının yanından dikkat ederek geçmişti. Ellerini, otomatik olarak saçlarına atarken, fazlalık olan damlalardan kurtulmak adına saçlarını gelişigüzel karıştırdı. Dalgınlığını atlatabildiğinde, dairesinde yalnız olmadığını çok geçmeden anlamıştı.
Dairesinin derinliklerine ilerlemeden başını kaldırdı. Görüşünün odanın karanlığına alışmasını bekledi. Çok uzun sürmemişti. Kitaplığa dönüştürülmüş kirişin ardında, üstü yığınla kitap kaplı masanın önünde durmaktaydı kadın. Bulutların dağılması sonucu çatı penceresinden içeriye sızan ay ışığının belirginleştirdiği vücut hatları ile tüm gerçekliğiyle 'ben buradayım' demekteydi Marc'a.
"Demek Fransızca ve Mısır hiyeroglifi." Fısıltısı, yağmur sesine eşlik eden piyano melodisi gibiydi; huzurlu ve içten.
Parmakları, elindeki kalın kitabın pürüzlü yüzeyinde gezinmekteydi. En sevdiği Fransız yazarına ait, çok sevdiği bir romandı. Oldukça eski baskılardandı ki kitabı basan yayınevi yıllar önce kapanmıştı. Sayfaların yıpranmışlığı ve olduğundan daha da sararmış olması, çok fazla gezdiğini gösterirdi. Kütüphaneden haylice farksız olan dağınık daire, ona çalışma odasını anımsattırmıştı. Bu da, sarışın kadını şaşırtmaya yeterdi. Marc genellikle o odayı oldukça boğucu buluyordu.
"Reina." Yaşadığı şoktan, sadece kadının adı dökülmüştü kuruyan dudaklarının arasından fısıltıyla. Karısını karşısında bulmayı beklemiyordu. Özellikle böyle bir zamanda, son görüşmelerinin üzerinden bu kadar çok geçmişken. Kalbi delicesine atmaya başlarken nefes alışlarını kontrolünde tutmaya çalıştı. Başarmıştı da.
Uzun zamandır duymadığı sesin adını söylemesi, kalbini teklettirmeye yetmişti Reina'nın. Derin bir nefes aldı ve elindeki kitabı bulduğu gibi geri yerine bıraktı. Gölgelerde saklanan yüzünü kaldırdı. Loş ışık altında yüzünün aydınlanmasına izin verirken esmer adama alaylı, 'hatırlıyor olman güzel' gülümsemesi sunmuştu. O kadar uzun zaman olmuştu ki, varlığını unutmuş bile olabilirdi.
Ay ışığı altında açıklaşan sarı bukleleri, krem rengi kot ceketinin omuzlarından aşağı düşmekteydi. Üzerinde beyaz renkli, kısa kollu, saten bir tişört bulunuyordu. Her zamanki alışkanlığını sürdürerek, giymiş olduğu tişörtün bel kısmı kıvırmıştı. Saten uyumunu bozmayan genç kadın yine krem rengi, dizinin altında biten saten bir etek giymekteydi.
Kıyafetlerinde herhangi bir ıslaklığının olmaması, yağmur başlamadan önce içeriye girmiş olduğunun işaretiydi. Ya da başka bir sihir numarasının eseriydi. Sahip olduğu Era'nın gücü, sürprizlerle doluydu.
Spor ayakkabıları, ahşap parkeyi gıcırdatırken daha önce de dikkatini çeken akvaryumun önüne ilerledi. İçerisindeki habitatla daha iyi görebilmek adına çömelmişti. Orta boyutlarda olan akvaryumun içerisi oldukça güzel dizayna sahipti. Ortasında kuma saplanmış bir gemi vardı, çevresine de akvaryum bitkileri yerleştirilmişti. Altın tonlarını üzerinde barındıran bir adet akvaryum balığı bulunuyordu. Tek yüzgeçli ve koca akvaryumda yalnız olmasına rağmen en az diğer balıklar kadar neşeliydi. Sahibinin, ona ve evine oldukça iyi baktığı aşikardı.
Bir süre sessizliği bozmak istemedi Marc. Dakikalar sonra bulundukları noktada kıyametin kopacağını biliyordu. İsteseler de istemeseler de işler tatsızlaşacaktı. Ama bu birkaç saniyeyi değerlendirmek istiyordu.
Yatak odasını arkasında bırakarak kadın olduğu kolonun karşı kolonuna geçti. Uzun zamandır kendini mahrum bıraktığı kadının yüzünü izledi sadece. Gökyüzünü sığdırdığını düşündüğü mavi gözleri, akvaryuma odaklıydı. Küçük balığın hareketlerini ilgiyle izliyordu. İletişim kurup kurmadıklarını bilmiyordu ama dudaklarında hayat bulan o hayran olduğu tebessümü eksik değildi. En az kendisi kadar yorgun görünüyordu. Ama hala çok güzeldi.
Aynı ortamda bulunmaları, özleminin ne seviyede olduğunu bir kez daha acı bir şekilde hatırlattırmıştı Marc'a.
"Beni nasıl buldun?"
"Tüm çabalarımın yanında tuhaf kalıyor ama arkadaşım sayesinde." Esmer adama göz devirmesi sunarken, adının Gus olduğunu söyleyen küçük arkadaşına bir gülümseme bahşetmişti Reina. Parmağını, akvaryumun camına yasladı ve balığın sadakatle başını cama yaslamasına karşılık verdi. "... Seni bu civarlarda görmüş. Benim de buralarda olabileceğimi düşündüğünden, buluşmak için mesaj attı."
Marc, karısının açıklamasına karşı anladığını belirtecek küçük bir baş sallamasında bulundu. Onu tanıyan biri elbette bir gün çıkacaktı. Reina'nın geniş bir arkadaş çevresi vardı. Zamanında çoğu insana iyiliği dokunmuştu. Kendisi çok sosyal biri olmasa da birlikte geçirdikleri süre zarfında o kişilerin bir kısmıyla tanışma fırsatı elde etmişti.
Sadece, aylarca hiçbir dönüş sergilemeyerek Reina'nın ondan vazgeçmiş olmasını ümit ediyordu. Kulağına gelen bilgileri elinin tersiyle geri iteceğini.
"Nerelerdeydin?"
Ölümcül bir hastalık gibi yayılan dairenin içerisindeki sessizliği bozmuştu. Gus üzerinde olan ilgisini karşısındaki, gelen soruyla afallamış adama tamamen toplamıştı. Çömeldiği yerden doğruldu, hemen yandaki kirişe sırtını yasladı. Düşük bukleleri yüzünün her iki yanını örterken elleri, eşini dinlemeye hazır bir şekilde bir araya gelmişti.
"Özür dilerim."
"Tanrım..." Kadın, eşinin cevabına karşı hoşnutsuzluğunu belli edercesine başını geriye, ahşap kolona yasladı. Dudaklarını dişlerken yüzünü buruşturmuştu. Nerelerde olduğunu soruyordu ve o sadece özür mü diliyordu?
Evet, adamdan özrü hak ediyordu. Ama o kadar çok özrü hak ediyordu ki bu seferkini hangisi için saymalıydı? Ona açıklama yapamayacağı için mi yoksa açıklama dahi yapamayacağı bir şeyler yaptığı için mi? Ona, aylarca ulaşmasına engel olduğu için mi, boşanma belgeleriyle onu öylece ortada bıraktığı için mi? Daha ne olduğunu bilmediği için ailesine ve çevresine evlilikleri hakkında yalanlar söylettiği için mi ya da verilen hiçbir sözü tutmadığı için mi?
Aylarca ortalıkta yoktu ama özür dilemesi gereken çok şey vardı.
Topuklarının üstünde dönüp, yaşadığı hayal kırıklığıyla yüzleşmek adına Marc'tan uzaklaşarak mutfak kısmına ilerledi. Elleriyle, tezgahın köşelerini sıkıca kavrayarak toparlanmaya çalıştı. Şimdi, duygularına karşı yenilmenin sırası değildi.
Eşini sapasağlam bulduğu için mutluydu ama aynı zamanda şimdi, bir köşede saklanmakta olan burukluk hissiyatı her saniye daha da büyüyerek genç kadını yutmaktaydı. İyiydi, sapasağlamdı, hiçbir hafıza problemi de yok gibi görünüyordu. Kadına ulaşmasını engel olacak hiçbir şeyi yoktu.
Çenesini omzuna dayayıp, omzunun üzerinden adama baktı. Gözyaşlarıyla savaşırken mırıldanmıştı. "Göt herifin tekisin Marc."
"Reina, bak. Eve geri dönmelisin." Sonunda uzun zamandır durduğu yerdeki konumunu bozma cesareti gösteren Marc, karanlıkta Reina'ya yaklaştı. Elleriyle nazikçe kadının kollarını kavramak istese de bundan yarı yolda vazgeçti. "Amerika'ya dönüp devam..."
"Hayır, hayır, hayır!" Olduğu yerde hışımla dönüp, eski askerin sözünü tamamlamasına izin vermedi. Yaşadığı tüm yoğun duyguları tek bir sözcükle, zehirli bir öfkeye dönüştürmüştü. Olabildiğince yakın olan esmer adamın göğsüne işaret parmağıyla vurup, dişlerinin arasından tısladı. "Bana, gerçek bir açıklama borçlusun!"
Ona, olabildiğince en yakın şekilde duran kadının öfkeden gece mavisine dönmüş gözlerinin içerisine baktı. Orada geceyi ve yıldızları görebildiği gibi kendi yansımasını da görmekteydi. Derin bir nefes aldı ve bakışlarını kaçırdı. Birkaç adım geriledi. Parmakları, düşünceli bir şekilde dudaklarının üstünde sürtünüyordu. Ardından ellerini iki yana açarak karanlığa hapsolmuş dairenin dört bir yanını gösterdi. Kafasında ne oluşturduğunu bilmiyordu ama onu geri göndermeye ikna etmesini umuyordu.
"Ha," diye bir nida çıkıvermişti sarışın kadının ağzından. Havada kalan elini indirdi ve ceketinin altından, belinin iki yanına koyarak omuz silkti. Onunla oynamak istiyorsa, en alasını verirdi. Bir şeyler çevirdiğini hissedebiliyordu ama ne olduğunu bilmiyordu ve Marc, anlatmaktan kaçınıyordu.
"Eve döndüğümde, boşanma belgeleriyle karşılaşıyorum. Senin tarafından hazırlatılmış ama imzalanmamış olan. Kendimi sorguluyorum. Neden?" Derin bir nefes alıp sorgularcasına bakışlarını adamın gözlerinin içine sabitledi. "Geçen hafta birbirimize normal bir yaşam sözü vermişken, neden? Soruma mantıklı bir cevap bulamıyorum. Sonra bu soruyu kafamda oluşturanı arıyorum, yani seni. Ama tahmin et ne oluyor?"
"Bana ulaşamıyorsun." Cevaplaması adına küçük bir jeste bulunan Reina'yı geri çevirmemişti. Bir elini beline atarken diğer eli ensesine gitmişti, mırıldandığında. Suçluluk duygusuyla bakışlarını kaçırmıştı.
Doğru cevabı verdiğinden, bingo dercesine öfkeli bir şekilde parmağını şıklatmaştı kadın. "Sana ulaşamıyorum! Ne telefonlarımı açıyorsun ne de mesajlarıma cevap veriyorsun. İzini sürmeme bile bir şekilde engel oluyorsun. Beni öylece bırakıyorsun Marc, neyin içerisine soktuğunu bile bilmeden."
Derin bir nefes almak için konuşmasına ara vermek zorunda kalmıştı. Sözlerine devam ettiğinde ise, sesindeki öfke gitmiş yerini hüzün ve çaresizlik almıştı. Gözyaşlarına karşı verdiği savaş hala daha devam etmekteydi.
"Aylarca ortalıkta görünmüyorsun, sana dair hiçbir türlü haber alamıyorum. Ve şimdi seni burada, Londra'da buluyorum. Birlikte yaşadığımız evden birkaç sokak ötede..." Parmaklarıyla penceredeki, geceye teslim olmuş Londra'nın sokak manzarasını işaret etti. Bakışlarıyla beraber işaret parmağı, pencerenin önündeki masanın üstüne düşmüştü. Küçük bir kart bulunuyordu ve üzerinde Marc'ın fotoğrafı yer alıyordu ancak ad kısmında 'Steven Grant' yazmaktaydı. "... Yeni bir kimlik ile."
Neydi bu, görevi için oluşturduğu yeni bir kimlik mi? Ya da eski hayatından kurtulmak için oluşturduğu? Birinden mi kaçıyordu?
Zihninde uçuşan soruların kafasını karıştırmasından kaçınmak için başını iki yana sallamıştı. Garip olan sadece kimlik değildi. Dairenin tamamı garipti. Kitaplar yüzünden kütüphaneden farksızdı ambiyansı ancak huzurlu bir ortamdan daha çok karmaşa hakimdi. Daire kapsında ekstra kilitler vardı ve köşeleri koca bantlarla bantlıydı. Birinin içeriye girip girmediğini anlamaya mı çalışıyordu? Ama o zaman 'göz önünde ama gözden uzak' yöntemini uygulaması gerekirdi. Bir askerdi, bunlar onun için çocuk oyuncağıydı.
Yatak odasındaki mevzuya değinmeyecekti bile. Bir şeyin etrafına tuz serpiştirirsen seni kötü varlıklardan koruyacaktır inancını biliyordu. Kötü varlıklardan koruyamasa bile sümüklüböcek gibi canlılardan koruyabildiğine emindi. Bir başka inanışta tuğla tozu aynı işlevi görürdü ama akvaryum kumunun böyle bir işlevi olduğunu bilmiyordu. Yatağın ayak kısmındaki kolona sabitlenmiş ayak kelepçesi için ne yorumda bulunacağını da bilmiyordu.
Garipliklerin kafasını karıştırmasına izin vermeyerek geri döndü. Tüm bu gariplikleri sorguladığını bildiğinden adam da dairesine göz atmış ve hiçbir şey söylemeyerek karısına geri dönmüştü.
"Benden habersiz Ammit'in peşinden gidiyorsun, her şeyi hiç ederek. Gerçekten, gerçek bir açıklama istiyorum! En azından bunu... bunu hak ettiğimi düşünüyorum. Hayatında biraz olsun değerim varsa..."
"Bunu nereden biliyorsun?" Doğru anlayıp anlamadığını tartarcasına kaşlarını çatarken karısının sorgusunu bölerek kendi sorgusunu katmıştı. Mırıltısı ciddi ve sorgulayıcıydı. Ancak kadın, adamı cevaba kavuşturmak yerine sırt çevirip odanın başka köşesine ilerledi.
"Reina, Ammit'in peşinde olduğumu nereden biliyorsun?" Sorusunun bir başka versiyonunu sunarken duyduğu rahatsızlığı bastırarak adımlarını takip etmişti. Ses tonu, bir önceki konuşmasına göre daha net ve bir ton yüksekti. Ona bakması adına kolunu tutmuştu ama Reina, dönerek kolunu adamın tutuşundan hızla kurtarmıştı.
"Bana cevap vermediğin sürece, sana cevap vermeyeceğim."
Uzun bir süre, ikilinin arasına hastalıklı bir sessizlik çökmüştü. İkisi de birbirine meydan okurcasına, inatla bakıyorlardı. Her şey karşılıklıydı. Sorusuna cevap vermesini istiyorsa, sorusuna cevap vermeliydi. Susacaksa, susacaktı; onun yaptığı gibi, eşeleyerek cevabı bulacaktı. Bir nevi Reina'nın tilki kurnazlığı da denebilirdi. Eğer hala Marc için bir değere sahipse, bu bilgiyi elde etmek için elinden geleni yapardı adam.
Sinirle gülümseyen esmer adam, başını çevirerek nefesini boşluğa üfledi. Köşeye sıkışmaktan nefret ediyordu, özellikle Reina tarafından. Bu bilgiye nasıl sahip olduğunu bilmek istiyordu. Onu bulalı ve Londra'ya geleli saatler olmuştu, gün bile değil. Dairesine girerek Ammit işini öğrenemezdi. Çevresinde değilken neler çevirmişti?
"Seni korumaya çalışıyorum." Mırıltısı o kadar düşük tondaydı ki kendisi bile cümleyi kurup kurmadığından emin olamamıştı.
"Neyden?" Sonunda eşinden bir cevap alabilmeyi başarmıştı ancak kafası daha çok karışmıştı kadının. Onu anlamadığını gösteren mimikleriyle adama biraz daha yaklaştı. İnadını bir kenara bırakıp ona kapılarını sonuna kadar açabileceğini ümit ediyordu. Ancak Marc, bir kez daha sessiz kalmıştı ve bu da genç kadını sinirlendirmişti.
"Kötü adamlardan mı? Era ile Ammit'in kavgasından mı?"
Aklına ilk gelenleri ardı ardına sıralamıştı Reina, Marc'ın herhangi birine tepki vermesi bekleyerek. Anlayamıyordu, korunmaya ihtiyacı yoktu. Evet, pislik heriflere karşı bazı aksilikler yaşanmıştı. Belki ölümden bile dönmüş olabilirdi ama böylesine bir korunmaya ihtiyacı yoktu. Adam hayatında yokken de bu tarz işlere bulaşmıştı ve hayatından çıktığında da bulaşmaya devam etmişti.
Era ve Ammit ise karmaşıktı ama yine de korunmak için mantıklı bir sebep değildi. İki Tanrıçanın arasında bitmek bilmeyen bir savaş vardı. Era'nın nefreti kestirilemezdi. Yüzyıllardır söndürülememiş bu nefret ateşinden başına bir şey gelebilirdi Reina'nın ama yine de Marc'ın yarattığı kaosa değmezdi. Era'nın avatarı değildi. Birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayan tek şey, takmış olduğu tilki başlı kolyeydi; Mısır Tanrıçasıyla konuşmasını sağlayan, kısmi güçler veren. Reina, kolyeyi takmayı bırakırsa her şey son bulurdu, hayatındaki Era faktörü ortadan kalkardı.
Son sözleşmeleri de bu yöndeydi. Marc, Khonshu'nun anlaşmasındaki son görevi yapacak ve sonra avatarlıktan feshedilecekti. Reina ise bu görev boyunca Era'nın desteğini alarak eşlik edecekti; Era'ya, Khonshu konusunda söz verdiği gibi. İşin sonunda, Tanrıçanın sorumluluğunu uygun bulduğu birine devredecekti. Kendisi avatar seçemediğinden birinin onu seçmesi gerekiyordu. Sonra normal bir yaşam onları bekliyor olacaktı. Sıradan, evli bir çift. Belki şehir hayatında kalıp kalabalığa ayak uyduracaklardı, belki de kırsal bir yere yerleşip kafa dinleyeceklerdi. Belki de çoluğa çocuğa karışarak ailelerini genişletirlerdi.
Birkaç adım gerileyerek ay ışığını arkasına aldı Reina. Yüzünü ovuşturmuş, saçlarını geriye doğru tarayarak olumsuzca başını iki yana sallamıştı. Cevaptan hoşnutsuzdu, sessiz kalışından hoşnutsuzdu! Karşısında, kandırılması kolay bir çocuk mu duruyordu?
"Cidden saçmalıyorsun Marc. Arkamdan ne çeviriyorsan, karşıma geçip söylemeye cesaret edemiyorsun, bir kez daha!"
'Hadi, yapma ama,' dercesine kadına baktı. Elleri iki yanında sarkarken omuzları düşmüştü. Tam olarak olmasa da doğruyu söylemişti. Gerçeklerin tamamını anlatırsa nasıl tepki vereceğini tahmin edebiliyordu ama aynı zamanda tepkisini kestiremiyordu. Tek bir mantıklı seçeneği vardı. "Bir kez olsun beni dinle. Eve dön, önüne bak."
"Ölseydin, benim..." Elleriyle kendini, kalbini işaretledi Reina. Gözyaşlarına karşı verdiği savaşı sonunda kaybetmişti. Her bir damla yanaklarında çenesine doğru görünmez bir yol çizmişti. Her zamanki gibi sessizce ağlıyordu. İnanamıyordu, nasıl bu kadar rahat konuşabilirdi? "... benim bundan haberim bile olmayacaktı. Aylarca daha seni aramaya devam edecektim, sana ne olduğunu bilmeden."
Farz edilsin ki bugün hiç yaşanmamıştı, günlük yaşamlarına devam etmişlerdi. Tek başına devam edecekti öylece. Khonshu'nun, avatarını yani Marc'ı sonuna kadar koruyacağını biliyordu ancak koruma alanında çıkarsa neler olacağının da bilincindeydi. Bu sadece Ammit olayı için geçerli değildi. Reina bu düşünceyle, ayrı kaldıkları aylar boyunca savaşmıştı. Haberlere bakmak korkutucuydu. Ya bir haberde karşısına çıkarsa ve onu tanıyamazsa ya da tamamen sır olup giderse?
"Özür dilerim." Dakikalar öncesindeki cümlesini tekrarlamıştı, daha içten bir şekilde. Asla böyle üzmek istememişti. Yaptığı şeyin getireceği sonuçların farkındaydı. Reina'nın ne kadar üzüleceğinin üzerinde durmamıştı... Durmamıştı çünkü dursaydı vazgeçerdi. Herkesin en az bir kere, hayatın belli bir noktasında büyük bir fedakarlık yapması gerekiyor. Kimi maddi açıdan iyi bir geleceğe sahip olmak adına ailesinden, sevdiği aktivitelerinden vazgeçiyor; kimi de ailesi için kariyerinden. Marc'ın fedakarlığı da buydu.
"Bu kadar mı? Söyleyecek... başka bir şeyin yok mu?" Reina'nın sesi o kadar yorgun çıkmıştı ki dışarıdaki yağmur bile sesini bastırmıştı. Gerçekten yorulmuştu. Onu, Era veya getirdiği güçleri yormuyordu. Dışarıda, savaş verdiği adamlar veya gece ve gündüz olarak ikiye ayrılmış yoğun hayatı da değil. Onu yoran, Marc ve duygularıydı. Kendisini zor bir kişi olarak görürdü kadın, dışarıdan göründüğüyle içerideki kişiliği tamamen değişkendi. Güven ve duygu problemleri vardı. Ama Marc, tamamen bambaşka boyuttu. Her zamana ulaşmaya çalışmıştı ama adam kadına, kapıyı ne tam açık bırakmıştı ne de kapamıştı. Hep aralıktı, çok bir şey görünmeyecek şekilde.
'Beni durdurmayacak mısın? Senden vazgeçmeme izin mi vereceksin,' dercesine ondan birkaç metre uzaktaki adama baktı. Konuşmamıştı, hiçbir şey söylemedi. Sadece, soru soran yaşlı gözlerin içerisine bakaraktan başını sağ ve sola, olumsuzca sallamıştı. Ardından başını önüne düşürüp tüm odağını karısının üzerinden kaçırdı.
Reina, duyguları tarafından boğulduğunu hissetti. Yine de sakinliğini korumakta yeminliydi. Burnunu içine çekip, ellerinin tersiyle yanaklarını kuruladı. En az kendisi kadar ısrarcı yaşları, sessizce tekrardan yanaklarını ıslatıyordu.
Dudakları 'anladım,' diyerek kıpırdanmıştı ancak sesi çıkmamıştı. Bakışlarını düşürüp, sol parmağındaki alyansa baktı. Bir sağ, bir sola çevirerek oynamıştı. Çıkarma gibi girişimde bulunsa da vazgeçti. Şimdi değildi, henüz hazır hissetmiyordu. Anlamı olan bir yüzüğü çıkarmak o kadar basit değildi. Kendisiyle de sakin kafayla yüzleştikten sonra yüzüğü Marc'a teslim ederdi.
Birkaç adım atıp, akvaryumun önünde durdu. Küçük arkadaşı Gus ile vedalaşmak adına elini camın üzerine koymuştu. Aklına gelenle başını hafifçe yana çevirdi. Söylediklerini her zaman yapardı. "Benim yardımımı istedi. Tarihi bilgimi. Karşılığı da onun topluluğuna katılmaktı. Era ile iş birliği yaptığımı bilmiyordu."
Marc'ın sorusuna da yanıt verdiğine göre başka konuşulacak bir şey kalmamıştı. Konuşmak, duruma açıklık getirmek için gelmişti ancak tek taraflı bir konuşma gerçekleşmişti. Dairede kalması için bir neden yoktu Reina'nın. Sadece daha fazla sessizliğe ve sessizlik daha fazla kalp kırıklığına yol açardı. Buna gerek yoktu.
Ahşap zeminin ayaklarının altında gıcırdamasını dinlerken yatak odasına ilerledi. Girdiği yerden geri çıkacaktı, adamın da kullandığı pencereden. Çerçevelerinden destek alarak pencereye tırmandı. Onu izlediği biliyordu, bakışlarının üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. Yağmurun ferahlığı bedenine çarparken gitmeden önce omzunun üstünden Marc'a son kez bakmıştı.
"Eğer bana söylediğin yalanlar bittiyse, kendine de yalan söylemeyi bırak Marc."
Parmakları kolyesinin üzerine gitti ve görüntüsü, ay ışığı altında yavaşça saydamlaştı genç kadının. Pencerenin ahşap çerçevesi gıcırda. Gök gürültüsünün sesi yankılandığında Marc'ı, karanlık dairesinde düşünceli bir şekilde bir başına bırakmıştı.
📍 ULUSAL SANAT GALERİSİ.
2025, NİSAN 24
Güneşin yükseldiği yeni günde, gökyüzü tüm berraklığıyla Londra halkını selamlamaktaydı. Geceki sağanak yağıştan geriye ne kasvetli, melankolik atmosferi kalmıştı ne de kemikleri titrettiren soğukluğu. Varlığının tek kanıtı asfaltın üzerindeki yer yer koyu lekelerin olması ve su birikintileriydi. İnsanlar birikintilerin çevresinden dolanmaktaydı.
Esmer adam, yolunun üzerindeki su birikintisini umursamadan adımlarının temposunu biraz daha hızlandırdı. Meydanı geride bırakarak doğruca görkemli yapıya ilerledi. Müzenin önü her zamanki gibi şehrin canlılığından bir parça taşımaktaydı. Yan yana belirli aralıklarla dizili devada sütunların arasına, Antik Mısır'ı simgeleyen görsellerin yer aldığı afişler asılıydı. Ayın öne çıkarılan temasıydı.
Girişteki insan yığınını ve güvenliği atlatmayı başaran Steven'ın, içi kahve dolu bardağıyla ana salona girmişti. İşinin başına dönmesi gerekirken gözlerine takılanla, iş sorumluluğunu kısa süreliğine aklının bir köşesine süpürdü. Birkaç metre ötesinde, lacivert okul forması olan küçük bir kız duruyordu. Onca insan arasında onun, müze çalışanının dikkatini çekmesi, yaptığı küçük haylazlıktan kaynaklıydı.
Odanın her bir köşesinin ortasına gelecek şekilde yerleştirilerek sergilenen eserlerden biri minyatür Mısır Piramitleriydi. En dış kısımda kalan piramit ise, küçük kızın gazabından kaçamamıştı. Parmakları arasında ezilip büzülen küçük şekerleme ambalajıyla, piramidin giriş kısmını tıkamıştı.
"Şuna bakar mısın," diye söze başladı Steven, kızın yanına geldiğinde. Daha rahat iletişim kurabilmek için ellerini dizlerine koyarak eğilmişti. Küçük bir bakışma yaşadıklarından kız, esmer adamın onu azarlamasını beklemişti. Beklediğinin tam tersi, sert bir tavırla karşılaşmak yerine daha nazikti. Ne olduğunu görmüştü ama yapanı görmemiş gibi tavır almıştı. "Galiba birileri Keops Piramid'ini çöple karıştırmış. Ne dersin?"
Steven doğrudan kızı suçlamak yerine, çocuğu vicdanıyla yüzleştirmeyi seçmişti. Azarlamak bir şeyi değiştirmeyecekti. Hiç kimse azarlanmaktan hoşlanmazdı. Suçu üstlenmezse yaptığının doğru olup olmadığını anlayamazdı, kendinin doğrusu olurdu yalnızca.
"İyi de içinde bir şey yok ki." Üniformalı kız omuzlarını silkti. Küt kesimli kahveleri, omzuyla birlikte kıvrılmıştı. Büyük gözlüklerinin ardından baktığı adamdan gözlerini çekerek önündeki minyatür piramide geri döndü.
Yapılanı üstlenmişti, yanlışlığını sorgulasa da. Bu iyi bir adımdı.
Burun buruşturdu önüne döndüğünde esmer adam. Alnının üstüne düşen saç tutamıyla birlikte, kızın yaptığı gibi omuzlarını silkmişti "Evet, olmayabilir," derken.
Müzedeki insan topluluğundan yayılan uğultuya rağmen ikisi arasında kısa süreliğine derin sessizlik çöktü. Düşünceli bakışları boşluğa dalıp gitmek üzereyken aklına ilk gelenle, kızın çaprazında kalan tarihi eseri parmağıyla işaretledi. Minyatür içi boş piramitlerden çok daha ilgisini çekebilecek güzel bir hikaye vardı elinde. Zeki bir kıza benziyordu, bunu sevebilirdi.
"Ama şunun içinde." Birlikte aynı yöne baktılar. Kızı cesaretlendirircesine omzunu dürttü. Sesi sözlerini destekleyici tondaydı. Gizli bir sırrı paylaşıyor gibi. Çocukların ilgisini nelerin çekebileceğini az çok biliyor denebilirdi. Ayrıca çocuklara tarihi anlatmak, yetişkinlere anlatmaktan çok daha keyifliydi. "Çok acayip bir şey var."
Ağzındaki şekeri çiğnerken adamın göstermek istediği cam fanusun içindeki tabutu yokladı küçük kız. Ders kitaplarında ve filmlerde gördüğünden az çok fikre sahipti. İçlerinde mumyalanmış insanlar yatmaktaydı. Çoğunlukla soylu insanlardı. Elinde tuttuğu çantasıyla ne tür sır saklandığını bilmek ve tabutu daha yakından gözlemlemek adına ilk adımını attı.
Öğrencinin peşinden gitmeden önce Steven kendisine göz kırpan, piramidin içine sokuşturulmuş ambalajı sessiz sedasız çıkardı. Omzuna astığı çantasını destekleyip kahvesini sıkıca tutarken adımlarını hızlandırdı. Böylece anlatıcı olarak kızın önüne geçebilmişti. Küçük kız, diğer tur rehberleri gibi adamın kimlik kartı takmıyor oluşuna kuşkuyla yaklaşsa da grubumdan sorumlu tur rehberinden çok daha iyi ve eğlenceli, diye geçirmişti içinden.
"Gel bak," diye başladı anlatımına. "Metal bir kancayı alırlardı. Burun deliklerinden içeri sokarlardı ve..." Önlerinden geçtikleri odanın girişinden Tutankamon'un devasa heykeli ve Mısır Tanrılarının çizili olduğu sütunlar küçük kıza göz kırparken, içerisindeki toplulukla birlikte geride bırakmışlardı. Steven cam fanusun önünde durduğunda kız öğrenci de adımlarına eşlik ederek tam karşısında durdu.
Kanca yaptığı boştaki işaret parmağını, insan yüzünün bulunduğu tabutun burun kısmından sokarcasına, anlattığı olayı çocuksu bir heyecanla canlandırdı. Ardından kanca şeklinde kıvrılmış parmağını aşağı doğru indirip, bir makinenin içini boşaltması ses efektini vererek geri yukarı çıkartmıştı. "... bütün organlar akardı. Kalp hariç."
"Niye?" Hikayeyi ilgi ve merakla dinleyen küçük, adamın özellikle parmak bastığı 'kalp' kısmını sorgulama gereği duymuştu. Neden kalbi almıyorlardı ya da neden sadece kalbi bırakıyorlardı?
Kıza cevap vermek adına dudaklarını aralasa da kulaklarına çalınan, adeta baharın müjdesi olan sesle, dilinin ucuna dökülen kelimeleri geri yuttu Steven. Bakışlarını küçük kızın üzerinden kaldırdığında camın ardındaki kadının yüzünü yakalamıştı.
"Çünkü Ölüler Diyarı'nda yargılanabilmek için kalbe ihtiyaç olduğunu ve yalnızca hak edenlerin Sazlık Tarlası'ndan geçebileceklerini düşünüyorlardı."
Küçük kız başını sesin geldiği yöne çevirdi. Gözleri, oldukça alımlı bir kadınla karşılaştığında kırpışmıştı. Esmer adamla önlerinden geçtikleri odada görmüştü onu. Aynı zamanda binaya ilk giriş yaptıklarında, güvenlikteki bir adamla sohbet ettiğini hatırlıyordu. O zamanda bakışları kesiştiğinde küçük bir tebessüm sunmuştu kadın ona.
Şimdi daha yakından inceleme fırsatı bulmuştu kadını. Yumuşak bakışlara sahipti. Dudaklarındaki sıcak tebessümle de bakışlarını desteklemekteydi. Arkadaş canlısı bir izlenim veriyordu ve bunu sevmişti kız. Sarı saçları omuzlarının üzerinden özenle bukleler halinde dökülüyordu. Ön tutamları sola yatırılmıştı. Uçuk pembe tonlarında blazer bir ceket ve aynı tonda ofis tarzı şortuyla tatlı görünüme sahipti. Beyaz askılı bir kimlik kartı takıyordu, tıpkı diğer tur rehberleri gibi. Tur rehberinin bu kadın olmasını isterdi. Gezisini çok daha eğlenceli kılacağından emindi. En az esmer adamın anlatımı kadar keyifli anlatımı var olmalıydı.
Her bir adımında topukluları fayans zemine çarparken kızın arkasında durmuştu. Elleriyle omuzların kavradığında bir başka sorusunun olup olmadığını yoklarcasına mavilerini mavilerle kesiştirdi. Aklını kurcalayan başka şeyler varmış gibi görünüyordu. Söylemesi adına cesaretlendirircesine omuzlarını sıktı.
"Senin için nasıldı? Sazlık Tarlası'ndan reddedilmek yani."
Çocuğun sorusu ilgiyi tekrardan üzerine çekmişti. Soruyu bizzat yönelttiği karşısındaki esmer adama baktı. Gözlerinde, merak ve muziplik aynı anda alevlenmişti.
Steven, Reina'yla küçük bir göz teması kurdu. İkisinin de kafasının karışıklığı daralan gözlerden anlaşılmaktaydı. Belki de kız olayı çok yanlış anlamıştı. "Bu dediğin çok mantıksız çünkü ben ölmedim, değil mi?"
Konuşulan konudan huzursuzluk duyumsayan Reina, ortamdaki garip havayı dağıtmak adına sahte bir öksürükte bulundu. Omuzlarını sıvazlayarak çocuğun çevresinde döndü. Bu eylemiyle kızın, kendi mavilerini andıran mavilerini üzerine çekmişti tekrardan. Daha kolay iletişim kurabilmek adına önünde çömeldi.
"Bayan Taylor çevrede seni arıyordu."
Bayan Taylor adını duyunca yüzü düşmüştü küçük kızın. Geziden sorumlu, okulundaki öğretmenlerden yalnızca biriydi. Gördüğü her an suratı beş karışık asık olurdu kadının. Belki çocuklarla uğraşmaktan memnun olmadığı içindi. Dediğim dedik insanlardandı ayrıca, kurallarını hiçbir zaman esnetmezdi. Sıkıcıydı bu yüzden. Esprilere, şakalara, komik olaylara gülmek yerine gözlerini devirir ve ilgilenmezdi.
Tüm bunların üstüne gruplarından sorumlu tur rehberinin monoton anlatımı, geziyi olduğundan daha sıkıcı ve tekdüze yapmıştı. İki yetişkinin gözetiminden bulduğu ilk fırsatta kaçmış, kendi başına müze içerisindeki eğlenceli keşfine çıkmıştı. Esmer adamla karşılaşana kadar da macerası devam etmekteydi.
Küçük kızın memnunsuz ifadesini rahatlıkla okuyabilmekteydi Reina. Grubun dışında hareket ettiği için öğretmeninden azar yiyecekti. Belki müze hakkında ekstra ödev bile alabilirdi. Aynı yaşlardayken bu yollardan çokça geçmişti. Boşuna ona tilki lakabını takmamışlardı küçükken.
Küçük bir çocuğun kurnazlığı dudaklarında can bulduğunda kıza doğru hafifçe eğildi. Tepelerinde onları izleyen esmer adama küçük bir bakış atmıştı. Ardından adamdan saklarcasına boştaki eliyle yüzünün yarısını örttü. "Aramızda kalsın, biraz öfkeli görünüyordu. Ben de senin hediyelik eşya dükkanına uğramış olabileceğini söyledim."
Elinde tutmakta olduğu müzenin hediyelik eşya kısmında satılan peluş oyuncağı alması için uzattı. Mısır Tanrısı Thoth'u temsil eden peluş, kanatlarını kullanarak parşömen tutan ibis kuşuydu. Gözleri yay şeklinde kapalı, gagasında gülümseme olan tatlı bir yüz ifadesi vardı. Bir oyuncak gibi görünse de başında bulunan halkayla aslında bir anahtarlık olarak satılıyordu. Çocukların ve çocuk ruhlu insanların sevebileceği bir eşyaydı.
Anahtarlığı satın aldığı sırada, kafasının içerisinde tek taraflı bir tartışma dönmüştü. Era kendisinin her şeyi korumakla görevli olduğunu, anahtarlık olarak Thoth'tan çok daha anlamlı mesaj içereceğini savunmuştu. Ayrıca çöl tilkilerinin kuşlardan sevimli olduğunu, özellikle ibis kuşlarından, kendisinin tasviri çocukların hoşlarına gidip korkutmayacağını öne sürmüştü. Tüm bu söylemlerine kalabalığın içerisinde sadece göz devirebilmişti. Tanrıçanın egosunu tatmin etmemek adına onunla ilgili bir almaktan kaçınmıştı pek tabi.
Sarışın kadın, kıza göz kırpmadan hemen öncesinde fermuar çekercesine parmaklarını, pembeye boyalı dudaklarının üstünde sürttü. Ufak anlaşmalarından memnun kalan kız ise inci dişlerini sergileyen geniş bir gülümsemeyle hediyeyi kabul etmişti. Sıkıca tuttuğu çantası ve yeni anahtarlığı ile, kadın ve adamı gerisinde bırakarak grubunu aramaya gitti. Ortalıkta olmamasına karşı söyleyecek makul bir mazereti vardı artık.
Küçük kızın kalabalığa karışıp görüş alanından tamamen çıkmasıyla derincene bir nefes verdi Reina. Öğretmeni Bayan Taylor ile olan karşılaşmalarında, bir müze çalışanı olarak yardımını istemişti. Sorumluluğu altındaki kız öğrencisinin kaybı için endişeliydi ve tabii öfkeli. Öfkesinin kendisine olduğunu yakaladığı küçük ipuçlarıyla çözümlemişti ancak tüm öfkesini çocuğu azarlayarak çıkaracağını da tahmin etmek zor değildi.
Fiziksel tarifine uyan küçük bir kız öğrencisini hediyelik eşya dükkanının önünde gördüğünü, büyük ihtimal bir şey satın almak isterken grubun gerisinde kalarak kaybolmuş olabileceği hikayesini öne sürmüştü. Müzelerde sıkça rastlanan bir durumdu. Söylediği beyaz yalan, kızın kendi başına buyruk gezme isteminden veya habersiz tuvalet ihtiyacını karşılama bahanesinden çok daha hafifleticiydi.
Yalan söylemenin doğru olmadığının bilincindeydi. Yalanlarla ilgili hoş olmayan anılara sahipti. Pek tabii ki dersini almıştı. İstisnalar haricinde de yalan söylemekten olabildiğince kaçınırdı. Bu sefer durum farklıydı. Oluşturduğu dürüstlük kimliğini bozmak zorundaydı yoksa kız çocuğunun günü rezalet geçecekti. Bu yaştaki bir insanın bilinçaltı daha duyarlı olduğundan olumsuz etki bırakabilirdi. Bu tarz şeylerin acısı er ya da geç dışarı yansırdı.
Öğretmenin yanından ayrıldıktan sonra kızı kendi uğraşlarıyla aramaya koyulmuştu. Aramaları sırasında bulunduğu odanın önünden Steven'la geçtiğini görünce içi bir nebze olsun rahatlamıştı. Trajik bir şey yoktu ve burada güvenebileceği tek insanın yanındaydı. Şans bir kez daha kadının tarafındaydı.
Elleri, şortunun açıkta kalan dizlerinin üstüne çarptı. Hemen yanı başında dikilen Steven, biraz önce ne yaşandığını sorgularcasına gözlerini kısmıştı. Dudaklarını büküp omuz silkti. İkisi için yeterli bir cevaptı. Çömeldiği yerden rahatça kalmasına yardımcı olmak adına boştaki elini uzatmıştı.
Gelen teklifi geri çevirmeyen Reina, parmaklarıyla adamın elini nazikçe kavradı. İnce topukluların fayans zemin üzerindeki hassaslığının farkındalığıyla doğrulmuştu. Kadının üzerinden yayılan böğürtlen kokusu, damaklarında tatlı ekşi bir tat bırakmıştı. Birbirlerine gülümsediler ve yakınlıklarından dolayı geri birkaç adım attılar.
"Merhaba," diye fısıldadı kadın. Ellerini nereye koyacağını bilmeksizin sarı saçlarında gezdirmişti. Yüzünün önüne düşen tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken yorgun kahvelere baktı. Berbat görünüyordu. Doğru düzgün uyuyamamaktan gözlerinin altı çökmüştü. Uykusuzluğuna çare bulamazdı ama belki onunla makyaj malzemelerinin sırrını paylaşabilirdi, kendi göz altı halkalarını nasıl kapadığını.
Yataktan çıktığı gibi işe gelmiş görünen saçları, bozuk bukleler halinde darmadağınıktı. Uzanıp önüne düşmüş tutamlara çekidüzen vermek istese de bu isteğini bastırmıştı. Eşinin tarzından çok farklı olmasa da farklı olan bir giyim tarzına sahipti. Gömlekleri daha çok sevdiği açıktı. Yeşilin tonlarını barındıran desenli bir gömlek giymeyi tercih etmişti bugün. Ayrıca buz mavisine kayan gri bir cekete ve koyu lacivert bir pantolona sahipti.
"Merhaba," diye fısıldadı adam. Yüzünde oluşmaya başlayan kızarıklığın belli olmamasını ümit ediyordu. Kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı ve mavilerin içerisine daldı. Bir insan gülümsemesini gözlerine de yansıtabilir miydi? Reina bunu oldukça iyi başarıyordu. Hayat dolu bakışlara sahipti.
İlk tanıştıklarında, tur rehberi olarak işe başladığı zaman, gözlerinin ne kadar güzel olduğunu söylemişti kendi kendine. Sonra gülüşünün, saçlarının, sesinin, yüzünün, karakterinin, tavır ve düşüncelerinin güzelliği sıralanmıştı. Kitaplarda tasvir edilen meleklerin vücut bulmuş hali gibiydi. Çok değil, kısa süre sonra kadına karşı arkadaşlıktan öte duygular beslediğini fark etmişti Steven. Tur esnasındaki kadının sesini uzaklardan bile duysa çabucak dikkati dağılır, gözleri sarışın kadını arardı. Üstüne çekidüzen verir ve beğenisini kazanmaya çalışırdı. Bazen heyecandan sakarlıklar yapsa da bundan utanmazdı, çünkü güzel gülümsemesini görebiliyordu. Soluk renklerle bezeli hayatına girdiğinden beri hayatındaki her şeyin rengi canlanmıştı.
"Stevie." Ağzında sakızı, ellerinde kutularla ikilinin başlamamış olan sohbetini, bıkkın bir ses tonu bozmuştu. Saçları sarıya boyalı, hafif kilolu kadın kucakladığı kutuların ardından ikiliye bakmaktaydı. Donna, personellerden sorumluydu. "Umarım bu sen değilsindir."
"Üzgünüm Donna. Pardon." Gerçekliğe istemese de geri dönmek zorunda kalan Steven, koşar adım patronunun yanına gitti. Kendisinin taşıması gereken kutuları kadın taşımaktaydı. İşinin başında olmadığının bilinciyle kutuları kucaklayıp, tuttuğunu belirterek teslim aldı. Donna'ya her şeyin yolunda olduğunu belirten sıkı bir gülümseme sunarken kadın tarafından görmezden gelinmişti.
Biner parçadan oluşan beş farklı yapboz kutusu üst üste diziliydi. En üstte ise Antik Mısırı sembolize eden heykelciklerin paketleri yer alıyordu. Dışarıdan göründüğünün aksine çok daha ağırdılar. Steven, boştaki eliyle dizili kutulara yandan destek sağlıyor olsa da tüm ağırlık dağıtılmıştı. Yarısını kutuları göğsüne yaslayarak almıştı. Diğer yarısı ise mecburiyetten, termos bardağını tuttuğu elinin tersine düşmüştü. Zorlandığı, birbirine sıkıca bastırılmış ve içi havayla şişirilmiş dudaklardan anlaşılıyordu.
Reina, Donna'nın ardından gözlerini devirdi. Ona göre kadının bu davranışı hiç etik değildi. Kollarını sıvayıp adamın ikinci adımını atmasını fırsat vermeden, kucaklamış olduğu kutuların ilk üç sırasını kendi kollarının arasına aldı. Steven karşı çıkmak için atağa geçse de Reina, adamı geride bırakarak önden giden Donna'nın peşine takılmıştı.
Günışığından daha çok özel ışıklandırmalarla aydınlatılan müzenin, satış kısmına geçtiler. Çalışanlardan sorumlu olan kumral kadın, ağzındaki sakızı yaya yaya çiğnerken ardından gelenleri izledi. Havaya hafifçe kalkan kaşlar ve boş bakan gözlerle, durumdan memnun olmayışı barizdi. Çalışanlarını azarlamayı kimse sevmezdi ama her şeyin yolunda gidebilmesi için kurallara uyulması gereklidir. Genel kurallardan en temeli; işe geç gelme ve diğer çalışanların işlerine burnunu sokma.
"Daha kaç kere söyleyeceğimi bilmiyorum." Raflarla dolu duvarın önündeki kasa bankosunun arkasına geçen iki çalışanına bezginlik atıfta bulundu. Donna'nın peşinden ilk gelen Reina, köşeye çekilerek ardından gelen Steven'a öncelik tanımıştı. Esmer adam elini çabuk tutarak kucakladığı kutuları masanın üstüne bıraktı. Ardından dönüp, bir şey yapmasına izin vermeden kadının kucaklamış olduğu kutuları geri teslim almıştı. Teşekkür edercesine kadına gülümseyip diğer kutuların üzerine yerleştirdi.
"Burada tur rehberi değilsin Stevie," diye konuşmasının devamını getirmişti Donna. Gözü tur rehberliğinde olsa da en başından beri adamın, satış görevlisi olarak işe alınmıştı. Yapacağı tek şey; vaktinde gelmek, depodan yeni eşyaları çıkarmak, reyonlara dizmek ve insanlara satmak. İnsanları gezdirip, sanat eserleri hakkında bilgiler vermek ve hikayeler anlatmak işinin bir parçası değildi.
"Aslında Steven," diye mırıldandı esmer adam, azarını yediği patronuna bakarken. Evden çıkarken ceketinin üst cebine attığı isim kartını parmakları arasına aldı. Metalik küçük parçanın arkasındaki mıknatıslı klipsi ayırıp, insanların rahatça görüp okuyabileceği ceketinin üst cebine takıştırmıştı. Adını sürekli yanlış telaffuz eden Donna için yaka kartını parmağıyla işaretledi. "Adım Steven."
"Hayır. Yapman gereken işi yapmadığın sürece sen bir işe yaramazsın." Sakızını çiğnemeye devam ederken kutulardan birini açtı. İçinden siyah çakal formundaki Anibus heykelciği çıkmıştı. Çöpe dönüşen kutuyu masanın üzerinden bir köşeye fırlatırcasına bırakıp, hemen yanı başında duran metal sepeti, esmer adamın gözüne sokarcasına önüne sürükledi. İsminin ne olduğu umurunda değildi. Eğer iyi bir çalışansan akıllarda yer edinirsin. Onun dışında var ama yok olarak kalırsın. Donna'nın iş hayatı felsefesi buydu. "İşin, bunları çocuklara satmak."
"Anladım." Hayalleri yıkılmış bir çocuğun mırıltısıyla harfler dökülürken dudaklarından, başını öne eğip kabullenmek dışında bir şeyi kalmamıştı Steven'ın. Uslanmaz bir çocuk olduğundan şansını başka zamanlarda tekrar deneyecekti. Reina'nın yanında biraz daha azarlanmak hoş değildi.
"Ve Reina." Elindeki Anibus heykelinden başını kaldırdı. Azarlanma sırası Steven'dan Reina'ya geçmişti. Esmer adam için söylediği şey aynı şekilde sarışın kadın için de geçerliydi. Kendi yapılacakları haricinde 'yardım' adı altında çalışanların iş yükünü üstlenmekteydi.
Sarışın kadın, aldığı uyarıcı bakışlarla esmer adamın yanından gerisine geri giderek bankonun etrafından döndü. Donna'nın sesindeki tehditkarlığı yakalamıştı. "Sen de hediyelik eşya satıcısı değilsin. İş ve konumlarınızı karıştırmayın."
Yanından geçip giden kadının ardından bakakalmıştı Reina. Donna'nın, nedense ona karşı farklı bir nefretinin olduğunu düşünüyordu. Steven'a katıydı ama kendisine soğuktu. Ortada hiçbir şey yokken bile sarışın kadına şüpheyle bakıyordu. Bazı zamanlar Era'nın varlığının farkındaymış kuşkusuna düşüyordu. Bunu bilmesinin imkanı olmasa bile. Baş başa kaldıkları bir an bu durumu sorgulamıştı ancak geçiştirerek yanından kadını kovmuştu. Aldığı tepkiden sonra bir daha sorma gereği duymamıştı.
Ayrıca 'Stevie' konusunda en az Steven kadar rahatsızlık duyuyordu. Özel isimler konusunda hassas biriydi Reina. İnsanlara lakaplar takmayı severdi. Çoğunlukla çocukluğunun büyük bir kısmını kapsayan çizgi filmlerdeki karakterler olurdu. Bu da ciddi olmadığının göstergesiydi, küçük bir eğlence. Biri rahatsızlık duyuyorsa kesinlikle yaptığı şeyi sonlandırırdı. Birinin adını yanlış telaffuz etmekte asla ısrarcı olmazdı.
"Bunun Mısır'la ne alakası var anlayamıyorum." Kafası karışmış olan Steven, Donna'yı çoktan kafasından atmıştı. İlgisini çeken şey önüne sunulan metal sepetin içerisindeki şeker paketleriydi. Antik Mısır temasını işliyorlardı ve her şey Mısır ile ilgiliydi. Tüm bunların arasında absürt kalıyordu. "İncir ve hurma severlerdi."
"Evet. İncir, bedeni dengeleme özelliğine sahip. Ayrıca kaybettikleri enerji ihtiyaçlarını, incirle sağlarlardı." Düşüncelerinin arasından sıyrılan ve başka bir düşünceye sürüklenmiş olan Reina, bankonun öbür ucunda duran esmer adamın elinde tuttuğu şeker paketini aldı. Parmaklarının arasında hışırdayan paketin ön kısmı ilgisini çekmediğinden doğruca arka kısmını çevirmişti. Alt alta yazılı onca katkı maddesine göz atarken dudak büzüp omuzlarını silkti. "Hurma da susuzlukta çöl ortamında yegane silahtır. Bunlardan çok daha sağlıklı olduğu her halükarda belli."
Çevrenin uğultusu artıp aralarında oluşan sessizlikle duraksadı genç kadın. Sessizliğe gömülen Steven'ın karşısında yanlış bir şey söyleyip söylemediğini sorgulamıştı. Ambalajın üzerinden mavilerini kaldırdığında ise birbirine yakın olan kirpiklerinin arasından kahvelerini yakalamıştı. Etkilenmiş şekilde yüzünü incelemekteydi. Uzun zamandır ona böylesine dikkatli bakılmadığından beyaz teninde, makyajı haricinde hafif pembelikler oluşmaya başladığından emindi.
Uzaktan bir sesin adını sesleniyor olması kadının kurtarıcısı olmuştu. Başını hızlıca sesin geldiği yöne çevirdi. Tur şefi, el hareketleriyle yanına çağırmaktaydı. Birkaç adım gerisinde yeni bir grup bulunuyordu. Başıyla şefini uzaktan onaylayıp Steven'a geri döndü. Bir başka eğlence onu bekliyordu maalesef ki. "Affedersin, gitmeliyim. Turum başlayacak."
"Bak ben." Steven hızla söze atıldı. Heyecandan elleri terlediğinden belli etmeden avuç içlerini pantolonun kumaşıyla sildi. Topuklularının sesi fayans zemin üzerinde yankılanarak uzaklaşan kadına tezgahın ardından yaklaşmaya çalışmıştı. Ceketinin kollarını kontrol edip, şortunun etek ve bel kısmına el atan Reina, ne olduğunu merak ederek geriye döndü. Maviler tekrardan onu bulduğunda heyecanını sert bir yutkunuşla yutkundu. Kendini cesaretlendirmek adına 'şimdi ya da asla' şeklinde fısıldamıştı.
"Yarın akşam 7.00'de, buluşmaya ne dersin? Şehrin en iyi yerinde."
Bir çırpıda söyleyiverdi. İçine çektiği tüm havayı, cesaretini saldığı gibi dudaklarının arasından dışarıya üflemişti. Ancak şimdi bekleyiş ile nefesini tutmuştu. Reina'nın ne cevap vereceğini tam olarak kestiremiyordu. Teklifi geri çevirebilirdi. Geri çevirmesi için makul sebebi vardı. Bile bile lades dediğinin pek tabii ki farkındaydı Steven, şansını denemek istemişti sadece.
"Yarın akşam, 7.00'de," dedi genç kadın onaylarcasına. Beklenilenden çok daha kısa sürede karar vermişti. Geri ama ileri giden adımlarıyla ceketinin cebinden telefonunu çıkardı. Parmakları arasındaki kırık ekranlı telefonu bir sağa bir sola sallamıştı. Buluşacakları yer hakkında mesaj bekleyeceğini ifade ediyordu. Ardında adamı etkileyen gülümsemesini sundu ve önüne döndü. Adımları, beklemekte olan insan topluluğuna doğru yol almıştı.
Vermiş olduğu nefesi içine geri çekti Steven. Genç kadının ardından havada asılı kalan böğürtlen kokusu ciğerlerini doldurmuştu. Genişleyen gülümsemesini, üst dudağını dişleyerek gizlemeye çalıştı. Sevincini içinde yaşamalıydı. Reddedilmeyi bekliyordu, kendini buna hazırlamıştı ama başarmıştı. Sonunda bir kadına, özellikle Reina'ya çıkma teklifinde bulunmuştu. Basit bir akşam yemeği olsa bile Steven için büyük bir adımdı. Geri çevrilmemişti ya da daha kötüsü hor görülmemişti.
Artık onun Reina ile akşam yemeği randevusu vardı!
"Stevie, seni hınzır seni. Şansını denediğini bilmiyordum." Fön çekilmiş boyalı sarıları lacivert ceketinin omuzlarına çarparken, topuklarının sesi insan kalabalığının içerisinde yine de güçlüydü. Yaya yaya çiğnediği sakızıyla yeniden ortaya çıkmıştı.
İşittikleri azardan sonra işlerinin başına döneceklerdir diye bıraktığı ikilinin, terk ettiği mekana geri döndüğünde, birer aşk kuşuna dönüşmelerine şahit olmuştu Donna. Esmer adamın, Reina'ya olan bakışlarından pek tabii ki de durumu çözmüştü. Diğer çalışanları gibi genç kadını beğenmekteydi. Ancak diğerleri gibi adamın da hiçbir zaman ileriye yönelik bir adım atacağını düşünmüyordu. Çünkü, " O, evli."
"Boşanıyor," diye düzeltti kadını, Steven. Muzipçe sarf edilen sözcükler karşısında utansa da her zamanki gibi son anda keyif kaçırmıştı. Evli olduğunu biliyordu. Yüzük parmağında takılı alyansı görebilmekteydi. İlk çekincesinin nedeni de buydu kadına karşı. Ama boşanıyordu. Kocası boşanma belgelerini hazırlattırmış olduğu dedikodusu çabucak yayılmıştı işçiler arasında.
"Neden böyle bir kadını boşasın ki biri?"
Uzun zamandır kafasını kurcalayan soru sonunda istemeden de olsa sesli bir şekilde dile getirmişti Donna. Onlardan metrelerce uzaktaki, tüm içtenlik ve güler yüzlülüğüyle grubunu karşılan genç kadını inceledi. Kusursuz, başarılı bir kadın görüyordu.
Oxford Üniversitesinin tarih ve arkeoloji bölümlerinden en iyi puanlarla mezundu. Konuşulan altı dili ve kullanılmayan üç dili akıcı konuşabiliyordu. Yarı Fransız yarı Amerikalı olmasına rağmen İngiliz İngilizcesi ana dili gibiydi, sırıtmıyordu. Irak'taki Sümer Tapınaklarından biri olmak üzere birkaç tarihi parçanın keşfinde de yer almıştı. Ayrıca işleriyle alakasız olsa da artistik jimnastik geçmişine sahipti. Genç yaşta oldukça zengin özgeçmişi vardı.
Dış görünüşe bakılırsa da; doğuştan sarışındı. Etkileyici mavi gözlere, güzel bir fiziği ve güzel bir yüze sahipti. Bilgisini veya dış görünüşünü kullanarak insanların aklını rahatlıkla çelebilecek bir kadındı ama karakteri tüm başarılarına rağmen egoyla zehirlenmemişti. Sınıflandırmaksızın herkesle iletişim halindeydi. Duyduğu kadarıyla iyi bir ailesi vardı. Emindi ki Donna, Reina diğer şeylerde de yeteneklidir. Bir adam, böylesine zengin bir kadını neden boşamak istesin ki? Bu soruda kadının aklına başka soruları getiriyordu;
Göründüğünden daha mı fazla işine aşık bir kadını da eşini aksattı? Belki de bu yoğun iş tempoları arasında eşini bir başkasıyla aldattı? Tüm bu mükemmel görünüş ve başarının altında karanlık bir sır yatıyor da olabilirdi. Adam gerçekleri gördü ve kadından uzaklaşmak istedi bir an önce. Bu kadar fazla başarıyı genç yaşta nasıl sağlamış olabilirdi başka türlü?
"Kocası ahmağın teki." Anlamsız bulduğu soruya karşı omuzlarını silkip, maraton bir tonla cevapladı. Donna'nın kafasında uçuşun tüm sorulara karşı, Steven için cevap oldukça basitti. Reina ile evli olmak, hayatındaki bütün şansı kullanmak demekti. Eğer sarışın kadın ile bir şansı varsa, ne olursa olsun bunu kaçırmayacaktır.
"Hayır Stevie, aptal sensin. Neden kabul ettiğini anladım. Sen havada kapılırsın." Sakızını çiğnemeyi kesti. Üst dudağı hafif yukarı doğru aralık olan Donna, tiksinti bulunan boş bakışlarıyla tezgah arkasındaki saf zihinli çalışanına bakmıştı. Erkeklerin düz mantık düşüncelerine hiçbir zaman gelemiyordu. Bu kadar saf erkekler, böyle kadınlar için harika yemlerdi.
"Steven." Yanından uzaklaşan patronunun duymayacağını bilse de adını tekrardan bastırarak söylemişti, dişlerinin arasından. Toparlanıp, yarını ve Reina olayını düşünerek kutuları raflara yerleştirme işine koyulmuştu.
Yazım yanlışlarım varsa affola.
Küçük yıldıza dokunmayı,
konuşma balonuna tıklayıp
düşüncelerinizi paylaşmayı
unutmayın.
Ne kadar etkileşim,
o kadar mutlu pofuduk...
📌 YAZARIN NOTLARI
Öncelikle dev(!) timsahlar diyarı Florida'dan tüm dünyaya selamlar !! Bu girişten asla vazgeçemeyeceğim gibi görünüyor sjsjkdjs
Merak edeniniz varsa eğer; kelime sayısı 8k civarı. Benden çok daha uzunlarını gördünüz. Görmeyen varsa da görmesin, afakanlar basar. Ama bundan sonra gelecek bölümleri daha kısa tutmaya çalışacağım. Bu ilk iki bölüm tüm karakterleri görüp tanımanızı sağlamaya çalıştığım bölümlerdi.
Evet, yeni bölümün çilesini çektiğinize göre ponçiğimin yapmış olduğu harika videoyu sunuyorum, çabucak izleyip keyifleniyorsunuz:
https://youtu.be/TpkfFmKswHA
Şimdi gelelim bölüm hakkındaki yorumuma:
Yazması oldukça yorucu bir bölümdü. Uzunluğundan kaynaklı değil. Bölüm sürecinde kişisel hayatımda büyük tsunamiler gerçekleşti. O da beni çok yıprattı. Mental açıdan dengesizleştiğim için de bölümde dalgalanmalar oluştu. Kimi yerler iyi yazılmışken kimi yerler pas geçilmiş gibi yazılmış olabilir. Özellikle son kısım (tarihlere bakarak kısımlara bölersek). Düşüncelerinizi belirtirseniz çok mutlu olurum. En azından tekrardan böyle bir şey yaşarsam, aklıma sizin düşünceleriniz gelir ve ben de ona göre hareket ederim. Sarı kalbim için de bir iyilik yapmış olursunuz. Hem bölüm tantanamı çekiyor hem kişisel sorunlarımı.
Kendi hikayemi incelememi seviyor musunuz, bilmiyorum... acaba hikayelerimin bölümlerini incelediğim bir kitap mı yazsam, bunu yapan var mı. Youtubetaki dizi/film inceleme videoları o yeah
Önceki bölümde bırakmış olduğumuz bıcırık Reina ve Arne'nin yıllar sonra büyüyüp evlenip barklanmış olduklarını gördük. Biricik Agro'nuz nerede bilmiyoruz, ileriki bölümlerde göreceğiz inşallah. Reina'nın evlendiğini duyunca karalara bağlamış, değil mi? Ama ben sizin karşınıza evli ve üç çocuklu bir Agro çıkarmaz mıyım şimdi jahsdka Çocuklarından birinin adını ama Reina yaparım.
Önceki bölümde bölüm içerisinde ufacık olsa değinmiştim ama burada da değineyim. Eğer bilmeyenleriniz ya da yaşı küçük olanlar varsa; He-Man, DC çizgi romanı Kainatın Hakimleri serisindeki ana karakter. Ayrıca 1983-1985 yılları arasında çekilmiş bir çizgi filmdir, Netflix şimdilerde yeniden uyarlasa da. Benim dönemime denk gelmiyor, ablam ve abimden biliyorum ki aslında onlardan birazcık ilham alıyorum Reina ve Arne arasındaki ilişkiyi. Ablam çocukken bebeklerle oynamak yerine silahtı, kılıçlardı, arabalardı vesaire oynarmış. Zekasını kurnazlığa yorduğunda da abim seferinde oyunlarda yenilir, daha çok hırs yapıp tekrar yenilirmiş.
Vikinin özetini araklarsam; He-Man, Prens Adam'ın süper kahraman olan ikinci kişiliğidir ve daha çok alçak gönüllülüğüyle tanınır. Grayskull Castle'ın (Gölgeler Şatosu) gizli güçleri, Adam'ın kılıcı ile ilişkilidir. Kılıcını havaya kaldırıp "By the power of Grayskull, I have the power" der ve çok güçlü bir süper kahramana dönüşür. Bu söz serinin Türkçe eserlerinde "Gölgelerin gücü adına, güç bende artık" olarak çevrilmiştir. Yanından ayrılmayan yol arkadaşı korkak kaplan "Cringer" (Titrek) bu sihirli söz ve kılıç sayesinde "Battlecat" (Atılgan) olur. He-Man'in daha sonradan ortaya çıkan She-Ra adında ikiz kız kardeşi bulunmaktadır.
Lucky Luke, bizim ülkemizde Red Kit olarak bilinen, Fransızca bir çizgi romandan uyarlanan eski bir çizgi film karakteri. Özetlemek gerekirse; Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy Red Kit, sadık zeki beyaz atı Düldül (Jolly Jumper) ve sevimli aptal köpeği Rin Tin Tin (Rantanplan) ile beraber suçluların ve adaletsizliğin amansız düşmanıdır.
pofuduk göndermeler yapmaya çalışıyor, alkış kızıma 👏👏
She-Ra dururken neden He-Man diye soracak olanlara, işin esprisi o çünkü.
Devam! Agro'nun ve sarı kalbimin ahı tuttuğundan Reina gülümün evlilik hayatı sarsılmış durumda, dizinin senaryo gidişatıyla asla alakası yok sjdaksaka sizi vicdansızlar, ne istediniz kızın mutluluğundan!
Reina'nın Marc'a kızıp ama aynı zamanda kızamamasının çok nedeni var. Ayrıca evlilik öyle kolayca bitirilecek bir durum değildir. Arka tarafta bir takım dolaplar döndüğünün farkında. Reina'yı boşanma belgelerinden daha çok üzen şey, onunla paylaşmıyor olması onu.
Reina, Era'nın avatarı değil miymiş?
Değilmiş.
Era, tilki başlı kolyenin içerisinde tutsak/cezalı. Sadece kolye olarak görünmek gibi bir kısıtlamaya sahip değil. Büyülü bir obje olduğundan küpe, bilezik, saat, yüzük gibi gündelik takılara evrimleşebilir. Tutsak olmasının birden fazla nedeni var, hikaye boyunca yavaş yavaş değinilir. Avatar olarak sunulan güç ve özellik, kolye ile sunulan güç ve özellik arasında farklar var.
Ah Era, benim çıtır ekmeğim
Daha fazla uzatıp sıkmadan, yine bölüm sonu sorularına başlayalım;
1)Bölümü nasıl buldunuz, ne düşünüyorsunuz? Dökülün bakalım.
Rezalet.
2)Reina hakkında edindiğiniz yeni bilgilerle, hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben kıskandım.
3)Reina ve Marc'ın evliliği? 2. kısımdaki tartışmalara?
Evet, Agro diyenler görebiliyorum.
Açıkçası ilişkilerini, çok sevdiğim bir oyunun çok sevdiğim çiftinden ilham alıyorum.
4)Reina ve Steven'ın ilişkisi?
Sadakatsizdeki Volkan oldu kız, 'ikisini aynı anda seviyorum'. Ama tabii durum farklı, sanki eşi hafızasını kaybetmişte yeni bir hayata başlamış gibi. Bana kim olduğumu söyle diye bir belgesel vardı, ikiz kardeşleri konu alan. Biri kaza geçirip hafızasını kaybediyordu, diğer kardeş hayata geri kazandırmaya çalışıyordu. Kardeşine hep mutlu bir aile tablosu çiziyordu ama acı gerçekler eninde sonunda gün yüzüne çıkıyordu. Dünyadaki tüm küfürleri anneleri olacak insana gönderiyorum. İzlemek isteyen olursa diye spoiler vermiyorum.
5)Reina ve Jake... Ucundan bile görünmemiş olsalar bile tahminlerinizi alabilir miyim? Sizce ilişkileri nasıl olur, neler yaşarlar?
6)Era'nın Marc nefretine çok ufacık bir dokunuş oldu bölümde, sizce nedeni ne ola ki?
7)Önünüzdeki bölümlerde neler bekliyorsunuz? Nasıl sahneler görebiliriz ya da nasıl sahneler görmek istersiniz? görüşleri alam bakayım.
Evet, oradan biriniz yine Agro diyor.
8)Donna hakkında- gfgdjdjgfvn
Buraya kadar bölümü ve beni çektiğiniz için teşekkürler. Ne zaman geleceğini bilmediğim bir sonraki bölüme kadar hoşça kalın, sağlıcakla kalın.
mavipofudukbulut | 2̶0̶2̶5̶ 2022
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top