i. kum mağaraları.
ACT ONE, chapter i :
KUM MAĞARALARI
📍 ZAGROS DAĞLARI, IRAK.
2012, AĞUSTOS 27.
Güneşin batmasının ve gökyüzünün, aya teslim edilmesinin üzerinden yalnızca saatler geçmişti. Zagros Dağlarına karanlık, kendisine eşlik eden serinlikle birlikte, ıssız ve kurak topraklara usulca çöktü. Sessizliğin nüksettiği açıklıkta uğuldarken rüzgar, kumlu araziye kurulmuş çadırların kumlu kumaşını okşayıp geçmekteydi.
Ateşin harlanması için konulan yeni bir odun parçasının çatırtısı, gecenin ıssızlığına karıştı. Kamp ateşi etrafına dizili rahatsız sandalyelerden birinde oturmaktaydı genç kız. Belirledikleri alanın çevresine kurulu çadırlardan yarının planlarının fısıltılarının vızıltılarına katılmak yerine; kendine doğru çekmiş olduğu bacaklarını altına almış bir vaziyette otururken keyfini çıkararak kucağındaki kitabı okumayı tercih etmişti. Kitap; Jalan'nın, genç kızı için kazıya küçük bir teşvik hediyesiydi. Yıpranmış kitap sayfalarında, Sümer uygarlığından ve mitolojisinden bilgiler yer alıyordu.
Reina için; zamanında, bulundukları topraklarda yaşamış insanlar hakkında bilgi edinmek ilgi çekici geliyordu. Ancak, elindeki kitabı daha ilgi çekici kılan; tarihçiler arasında elden ele dolaşmasından kaynaklı, sayfaların üzerine dökülmüş bireysel düşüncelerdi. Kimisi sayfadaki boşluklara not düşmüş, kimisi de küçük not kağıtları sıkıştırmıştı. Bazı konular için farklı teoriler yazılıydı. Bazılarına göre kitapta bazı bilgiler yanlıştı veya abartılı kaleme alınmıştı. Tam tersini savunan, hatta eksik bilgilerin olduğunu not edenler de vardı. Yıllardır kitap üzerinde süren, saygı çerçevesinin dışına çıkılmamış canlı bir münazaranın içerisinde gibi hissediyordu. Herkesin bir fikri vardı ama kimse kimsenin fikrinin üzerini karalamamıştı.
Kamp ateşinden gelen turuncu ışık eşliğinde kitabın bir sonraki sayfasına doğru yol alırken Reina, ince narin parmakları sayfanın üzerindeki görselin üzerinde gezindi. Sümer mitolojisinin iblisi Pazuzu ile alakalı bir çizimdi. İnsansı bir görünüme sahipti. İki çift kanadı, aslan ve köpek karışımı bir başa sahipti. Uzun el pençeleri vardı ve ayakları da kartal pençeleriydi. Ayrıca akrep kuyruğuna sahipti ve penisi yılan şeklindeydi.
Tasvir karşısında yüzü buruşmuştu. Yaşadıkları bölgenin çevre faktörlerindeki korkulan her şeyi, korkulması gereken tek bir varlıkta bütünleştirmişlerdi adeta. Saldırgan dağ aslanları ve köpekler, gökyüzünün yırtıcı avcısı kartallar ve zehirleriyle en ölümcül hayvanlar kategorisinde yer alan; akrepler ve yılanlar. Bazen Reina, Pazuzu gibi varlıkların insan inançlarıyla yaratıldığını düşünüyordu. Zamanında bir topluluk onun varlığına inandı ve bu inançla evrendeki boş enerji şekillendi. Çok değil, birkaç yıl önceki haline geri dönmüş olsaydı Reina, bu tarz düşüncelerini oldukça saçma bulabilirdi. Tek bir kişi, tüm bu görüşünü değiştirmeye yetmişti.
Üzerine düşen kamp ateşininin ışığının kısmen kırılmasıyla dalıp gittiği kitaptan başını kaldırdı. Önüne düşen sarı saç tutamlarını el alışkanlığı olarak kulağının arkasına sıkıştırırken, gördüğü ilk şey ona doğru uzatılmış olan krem renkli askeri ceketti. Beklenmedik anda gelen jestin şaşkınlığıyla genç askere baktı. Esmer teni, koyu kahverengi saçlarıyla aynı tonda olan gözleriyle Agro, tüm nazikliğiyle karşısındaydı. Her askerin sahip olduğu temiz tıraş stiline sahipti ve dudağının ucundaki, yukarıya doğru kıvrılan kıvrım gizlenmemişti.
Kahverengi gözleri, genç kızın canlı mavilerinin içine yavru köpek gibi candan ve masumane bakarken adeta 'giymeyecek misin,' diye soruyordu.
Reina, gelen göz devirme isteğini bastırma zahmetinde dahi bulunmadan sandalyesinde hareketlendi. Tek eliyle kitabı tutup kucağından düşmeyeceğini garantilerken boşta kalanla eliyle askerin, giymesi için sunduğu cekete uzanmıştı.
Genç kız, başını olumsuzca iki yana salladı. "Bunu yapmaman konusunda anlaşmıştık."
"Neyi?" Sonunda uzatmış olduğu ceketini almayı kabul etmesi üzerine, keyifli bir ifade takınmıştı yüzüne Agro. Ellerini askeri pantolonun ceplerine atıp arkasını döndü. Gücü azalan kamp ateşini harlamakla ilgilenmeye başlamıştı.
Agro için Reina, diğer askerlere nazaran daha az gürültücü diyebilirdi. Gerçek anlamda, herkesin içerisinde suskun bir yapıya sahipti. Sesli bir ortamda adamı duymak neredeyse imkansızdı. Ancak şimdi, ikisinin olduğu ıssız alanda, sadece gece kuşlarının uğultusu ve böceklerin sürtüşme sesleri içerisinde askerin mırıltısı oldukça normal bir tonda çıkmıştı dışarı. Bazen, adamın, bu sessizliğiyle nasıl askerlik yaptığını merak ediyordu Reina. Babası sayesinde tanıştığı çoğu asker, sesi çıkan sert adamlardı. Birkaçı dışında onunla düzgün iletişim kuran olmamıştı; komutanlarının kızıyla konuşmak oldukça korkutucu ve riskli olmalı(!).
"Yaptığın o şey," dedi Reina, ceketi üzerine geçirirken. Hava, çöl ortamına göre beklenin aksine daha az soğuk olsa da kansızlığı ve kullandığı ilaçlar yüzünden, diğer insanlara nazaran çevreye olan duyarlılığı yüksekti. Kalın kumaş parçasının altında kalan sarılarını kurtarırken devam ettirdi cümlesini. "... iyilikler ve yavru köpek bakışları. Onları benden uzak tutacaktın."
"Sadece ceketi isteyip istemediğini sordum. Yakında hava daha da soğuyacak." Yüzünde belirgin bir gülümseme, mırıltısıyla birlikte bahsedilmeye çalışılan durumdan haberi yokmuşçasına davranmaya devam etti genç asker.
Uyarıcı mavileri, birkaç adım geri giden Agro'yu izlerken adamın ufak tökezlemesini yakaladı. Bu da sarışın kızın oluşturduğu tüm ciddiyetini kaybetmesine neden olmuştu. Gülümsemesini saklamak istercesine başını başka bir yöne çevirip kucağındaki kitaba tekrardan geri dönmeye çalıştı.
Tanıştıklarından beri Agro'nun ona karşı duygularının olduğunu anlamıştı. Sadece Reina değil, kazı ekibindeki herkes durumun farkındaydı. Askeri tanıyanlar, onu tanımlamak için; sessiz ve centilmen kelimelerini kullanırdı. Ancak söz konusu Reina olduğunda, daha konuşkandı. Daha pozitif ve çok daha ince düşünceliydi.
Genç askerin bu ilgisi, ekip üyelerini diken üstünde tutsa da çok geçmeden rahatlığa kavuşturulmuşlardı. Reina, yaşadıklarından dolayı henüz yeni bir ilişkiye açık değildi ve askerlerle de ilgilenmiyordu. Hayatında zaten iki asker yer alıyordu, yıllık stres seviyesi için fazlaydılar bile. Agro onun için iyi bir arkadaştı; sohbeti iyi olan ve kıçını koruyacak bir dost.
Reina'nın düşüncelerinin ardından, genç kızın arkadaşlığını kaybetmemek adına hissettiği duygularını dile getirmeme kararı almıştı. Ketumluğu, bu konuda kolaylık sağlamaktaydı. Ancak, duygularını dile getirmemesi, arkadaş olarak kalmaları Reina'ya herkese davrandığı gibi davranacağı anlamına gelmiyordu. Hala onun için özel bir yere sahipti.
Sessizlik bir kez daha çöktü. Çadırlardan gelen fısıltılar azalmıştı. Kuru esinti, kamp ateşiyle oynamaya devam ediyordu. Ateşin her dalgalanmasıyla, küçük çatırtılar gece hayvanlarının çıkardığı seslere karışıyordu. Genç kız, ceketin içine biraz daha sinerek bir başka sayfaya geçti.
"Gökyüzü," diye söze başladı asker. Biraz önceki tökezlemesinden sonra, kamp ateşini çevreleyen sandalyelerden birine oturmuştu. Kamp ateşiyle oynadığı elindeki uzun dal parçasını sandalyenin kol kısmına yasladı. Bugünkü kazı sırasında yaşanan kazadan olan, parmaklarındaki yaralarla oynarken sırtını olabildiğince geriye yaslayarak tüm bu uçsuz bucaksız toprakları çevreleyen gökyüzüne baktı. "Bugün çok daha güzel."
Hatırlatılması üzerine, sayısız kez baktığı gökyüzüne bir kez daha gözlerini dikti Reina. Gökyüzünün gece mavisi, canlı mavilerle kesiştiğinde onlarca yıldız kızın gözlerinde bir kez daha hayat bulmuşlardı. Dolunay her zamanki büyüsüyle yıldızlı gökyüzü tablosunu tamamlamaktaydı. Burada her şey çok daha canlı ve belirgindi.
"Evet... Canımı sıkacak kadar güzel." Bakışlarını gökyüzünden kaçıran kız, yüzünün iki yanını örten sarılarını tek bir omzunda topladı. Tekrardan dikkatini başka şeylere çekmek için kitabını okumaya geri dönecekken, karşı sandalyeden gelen gıcırtılarla gelecek soruyu bekledi.
"Canını sıkan ne?"
Agro'nun mırıltısına karşı bakışları, düşüncelere daldığının kanıtı olarak tek bir noktaya sabitlendi. Huzursuzca, parmaklarını kolyesine götürdü. Kolye ucundaki tilki başını kavrarken içinde, onu huzursuz eden şeyin ne olduğunu bir kez daha sorguladı. Ancak hiçbir sorunun cevabını bulamadı ve bu daha çok keyfini kaçırmıştı.
"Bilmiyorum." Küçük bir omuz silkmesiyle genç adama döndü. Bir anda çöküntüye uğrayan ruh halini gizlemek için dudaklarına bir tebessüm takınsa da onu dikkatle izleyen Agro'nun gözünden kaçamamıştı.
"Belki de bugün yaşananlar..." Çadırlardan metrelerce uzakta, birkaç askerin durduğu kazı alanına baktı. Herkese bir kaza olduğunu söyleseler de suikast olabileceğini düşünüyorlardı kendi aralarında. "Biliyorsun, oldukça soğukkanlıydın. Yaşayamadığın gerginliği şu an yaşıyor olabilirsin. "
"Umarım," diye mırıldandı genç kız, en çok kendini inandırmak istercesine. Omzunun üstünden, askerin baktığı yöne baktı. Sabahki yaşananların bir kaza olmadığını biliyordu ve o da, kaza olmadığını biliyordu. Olay yaşandığında herkes korku ve panik içerisindeydi. Biri soğukkanlılığını koruyup sakinliği sağlamalıydı. İster istemez duygu ve düşüncelerini bastırıp rolü üstlenmişti Reina.
"Evet." Küçük bir öksürük ve ufak bir el çırpışı, havada asılı kalan tüm düşünceleri bir anlığına dağıtıverdi. "Büyükannemden bir söz."
"Ah, yine mi başlıyoruz?" Reina, gelecek olan şeye karşı sesli bir kıkırtıda bulundu. Atmosferdeki gerginlik bir anda dağılmıştı. Söz konusu Agro ve büyükannesi olunca durum biraz trajikomikti. Büyükannesi, torunun saygın bir din adamı olmasını istemiş, Agro ise Tanrıyı daha çok sorgulamasına vesile olan askerliği seçmiş. İki zıt kutup olarak araları ne kadar bozuk olsa da birbirlerini hala düşünüyor olmaları Reina için hoştu.
"Dinlemek istemiyorsan, susabilirim." Elini dudaklarının üzerine götürüp, dudaklarının fermuarını çekiyormuş gibi bir jeste bulundu. Gün boyunca doğru dürüst kelime kurmayıp, tüm konuşma hakkını bu ana saklamıştı adeta.
"Lütfen, devam et."
"Büyükannem bir keresinde bana; 'Akıl sağlığını yitirmek üzere olduğunu hissediyorsan çevrene değil, her zaman yukarıya bak,' derdi." Arkasına yaslanmış onu pür dikkat dinleyen Reina bakıp, sandalyenin kollarına koyduğu ellerinden biriyle yukarıyı, gökyüzünü işaret etti. "... 'İnsanlar senin hayal gücünü öldürecektir, onlar bencillerdir ama gökyüzü cömerttir, sana sonsuzluğun kapılarını açar. Her şeyin çözümü oradadır'."
Reina, büyükannenin sözündeki anlamı çıkarmak için otomatik olarak başını gökyüzüne kaldırmıştı. Aklına gelenle yüzünü buruşturup güldü ve onaylamazcasına karşısında oturan adama baktı. "Ah, Agro! İkimizde biliyoruz ki büyükannenin 'yukarı bak'tan kastı gökyüzü değil, Tanrı."
"Ne diyebilirim, büyükannem koyu bir Katolik'ti." Durumdan eğlendiğini belli ederek alaylı bir omuz silkmesiyle ellerini iki yana açtı. Bu da, genç kızın yerdeki ufak dal parçasını alıp ona fırlatmasına sebep olmuştu. "Ne, gökyüzü olarak algılamayı tercih ediyorum. Dilersen uzay olarak da algılayabilirsin."
Her ikisi de gelinen noktaya gülerken, kamp ateşinin çıtırtılarının olduğu alanın huzuru bir anda alana yaklaşan araçla bozulmuştu. Agro bir anda ciddileşip oturduğu sandalyeden kalktı. Reina ise, gelen aracı iyice görebilmek için sandalyesinden destek alarak sağına kıvrılmıştı. Ortama ayak uyduracak krem renkteki jipin camları, kumla kirliydi. Yansıyan ışıkla içerisindeki kişi veya kişilerin yüzünün seçmek ikili için oldukça zordu. Ancak araç plakasından ve kamp için alışveriş yapacağını söyleyerek yanlarından ayrılan birinin olmasından, gelen kişinin ekipten olduğunu rahatlıkla biliyorlardı.
'Sonunda gelebildi,' diye geçirdi içinde Reina. Aracın farları göz alıcı noktaya geldiğinde ikili elleriyle, gözlerine siper aldılar. Sonunda araç, diğer araçların yanına park edilip motoru kapandığında kapıları açılmıştı. İlk inen sürücü koltuğundaki, paralı asker ekibinden kumral adamdı. Kendisine bakan arkadaşı Agro ile kazı ekibindeki tarihçi kadının kızı Reina'yı küçük bir jestle selamladı. Agro da aynı askeri işaretle karşı selamını verip, aracın açılan öbür kapısına odaklandı. Askerin tek gittiğini biliyorlardı ve biriyle geleceğine dair herhangi bilgi paylaşımında bulunulmamıştı onlara.
Sürücü tarafının yanındaki yolcu kapısı açılıp esmer biri araçtan indiğinde genç kız, şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Gördüğünün gerçek mi yoksa göz yanılsaması mı olduğundan emin olmak için oturduğu yerden kalkarak biraz daha yaklaştı. Emin olduğunda ise, sevinç çığlığını bastıramamıştı. Koşup, hızlıca kollarını ve bacaklarını esmer gencin bedenine doladı.
Ani ve şiddetli gelen kucaklamaya karşı denk problemi yaşayan Arne, düşmemeleri için oldukça çaba sarf etti. Aracının kaputuna kalçasını yaslayıp, kendinden 1 yaş büyük olsa dahi küçük kız kardeşiymiş havalarına giren Reina'ya kollarını sardı. "İkimizi de sakatlayacaksın, He-Man."
"Seni o kadar özledim ki buna laf dahi etmeyeceğim, Cringer."
İkili kendi aralarındaki küçük şakayla gülüşmüşlerdi. Çocukluklarındaki en sevdikleri çizgi film, Kainatın Hakimleriydi ve Reina'nın peluş oyuncakları dışındaki tek oyuncağı bebekler yerine bir kılıçtı. Kılıcını her zaman göğe yükseltir, 'gölgelerin gücü adına, güç bende artık' diyerek etrafta dolanırdı. Her zaman rol için tartışıp, her seferinde galip gelen Reina olurdu. Küçük erkek kardeşini de, onca karakter arasından güç kazanınca korkusuz ama özünde tırsak bir kaplan Cringer olmak düşerdi. O zamandan beri oğlan, kız kardeşinin tam bir hileci olduğunu savunurdu. Reina ise; küçük erkek kardeşinin kolay kandırılabilinir olmasının onun suçu olmadığını söylerdi.
Her şeyin ani bir heyecanla gerçekleşmesinden kaynaklı durumu yeni idrak ederek, oğlanın beline doladığı bacaklarını indirip toprak zemine iki ayağı da bastığında, Arne'nin nefes almasına olanak sağladı. Bedenini geriye çekti ve boynuna doladığı ellerinden biriyle esmer yüzü avuçlayarak gülen gözlerin içine baktı. "Şu an ağlayabilirim."
"Ağlamalısın, yıllarca evden gitmem için provoke ettin."
Erkek kardeşinin sözleri üzerine gözlerini devirdi. Yaptığı şeyden pişman duyuyordu ama haklı sebepleri vardı. Yüzünü avuçladığı elini çekip, orta parmağının ucunu başparmağın başına iliştirip birdenbire ileriye fırlatarak alnının ortasına bir vuruşta bulundu. "İspiyonculara evde yer yok."
Gelen vuruşun acıttığını belli eden küçük bir inleme bırakarak buruşturduğu yüzüyle elini alnına götürdü. Acının dağılması için vurulan alanı ovuşturmaya başlamıştı. "Ailenin iyi çocuğuyum sadece."
Saatlerdir sessiz çöl ortamına araç sesi üstüne genç kız çığlığı eklenince, dışarıda oluşan gürültü karşısında çadırlara çekilen kampçılar, merak ve hafif telaşla başlarını çadırların dışına çıkarmışlardı. Ne olduğunu kavramaya çalışan insanlar çevreyi olabildiğince dikkatli izlerken aralarından biri özellikle dikkatliydi.
Kazı hakkında ekibiyle önemli kararlar almakta olan Jala, çadırların içinden çıkanlardan biriydi. Atılan çığlığın kızına ait olduğundan oldukça emin, telaşlı gözlerle Reina'yı aramıştı. Onu, yüzünü henüz seçemediği bir erkeğe sarılırken gördüğünde, durumu daha iyi anlamak için elindeki belgeleri arkadaşına teslim ederek çocuklara ilerdi.
Botları kumları ezerken, yaklaştıkça gördüğü yüz tanıdık bir simaya dönüşmeye başlamıştı. Koyu bir ten, alına çarpan kahverengi birkaç kâkül tutmadı. Çocuksu yüz ve yeni gelişmeye başlamış çelimsiz bir vücut. Jala, karşısında oğlunu görmeyi beklemiyordu. Yaşadığı şok dalgası gözyaşları yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Adımları bir anda koşar adıma dönüşmüş, öne doğru uzattığı kollarıyla oğluna sıkıca sarılmıştı.
Arne, kız kardeşinden sonra annesinden gelen bir başka sıcak karşılamaya karşı kollarını, kendisinden biraz daha kısa kalan Jala'ya sarıp başına, saçlarının arasına bir öpücük kondurdu. Tişörtün hissettiği ıslaklıkla, kaşlarını çatmıştı. Kadını kendinden uzaklaştırıp onun için dökülen gözyaşlarına baktı.
"Sanırsam büyük bir savaştan geliyorum." Kendi kendine mırıldanmıştı ancak hem Reina hem de Jala, ne söylediğini duyduğundan gülmüşlerdi. Sadece askeri okula gidiyordu ve birkaç ay görüşmemişlerdi ama iki kadın da ona hiç böyle yaklaşmıyordu. Gülümseyerek annesin gözyaşlarını sildi ve onu kendine bir kez daha çekerek sıkıca sarıldı. Ne yalan söyleyebilirdi ki, onlara söyleniyordu ama oturup kendisi bir bebek gibi ağlayabilirdi.
Özlem giderme seansı kısa tutup izleyenleri daha fazla bekletmeyerek, her birinin Arne ile tanışmasına izin verdiler. Tanışma ve selamlaşmalar bittiğinde, bir araya gelen Kolchek Ailesi konuşmak için büyük çadırlardan birine girmişlerdi. Genellikle askeri ekiple kazı ekibinin bir araya gelip; sohbet ettiği, bazı kritik kararların ortaya paylaşıldığı ve yemek yenilen ortak alan çadırıydı.
Masa sandalye gibi pek çok kullanışlı eşyanın olmasına rağmen ferah olan içerisini, tek bir ampul ve köşeye konulan birkaç gaz lambası aydınlatmaktaydı. Her biri kendileri için ortaya sandalye çekerken Arne, Reina'ya su alıp alamayacağını sormuştu küçük bir el hareketiyle. Yol boyunca bir gram su içememişti, vücudundaki tüm suyun çekilmiş olduğunu hissedebiliyordu artık.
Arne, Reina'nın çadırdaki 'mutfak' denilen oyuncak mutfak kısmına geçtiğinde başını yanı başında oturan annesine çevirdi. Birkaç ay görmemenin verdiği tuhaf hissiyatla annesinin dış görünüşü inceleme gereği duymuştu. Her zamanki gibi toprak tonlarında rahat bir giyime sahipti. Kabarık saçları, sıkı bir at kuyruğuyla toplanmış ve koyu yeşil bir bandanayla sabitlenmişti. Kaç yaşına gelirse gelsin annesi, onun için hala pek çok kadından daha güzeldi. Kız kardeşinin gücenmemesini umuyordu, onu da ikinci sıraya yerleştirmişti.
Annesinde herhangi bir değişiklik olmadığı kanaatine varacakken, daha önce fark etmediği sol elindeki sargıyı görünce, oturduğu yerden doğruca annesine doğru kaydı. Panik ve korku ile kadının sargılı elini avuçlarının arasına alırken, canını yakmamaya özen göstererek incelemeye koyulmuştu. "Ne oldu?"
"Sabah ufak bir kaza oldu." Oğlunu fark etmesi üzerine aklına gelen yarasına gülümseyerek baktı kadın. Önemsiz bir sakatlık olduğunu göstermek için bileğini sağa ve sola olmak üzere iki kere döndürmüştü. "Önemsiz bir burkulma, canım acımıyor bile."
"Doğru mu bu?" Avuçlarından kayıp giden ellerle, öne doğru eğildiği yerden doğrulup arkasında kalan sarışın kıza sorgulayıcı bir bakış attı. Ne kadar annesi ve kız kardeşi olsa da bu iki kadına güvenmiyordu. Harika kadın dayanışması yaptıkları oluyordu ama sorgulamaktan da alıkoyamıyordu kendini.
Kendine bile artık faydası olamayan mini dondurucudan çıkardı şişe ve paketinden çıkardığı plastik bardaklarla geri dönen Reina, erkek kardeşiyle annesi arasında kısa bir bakışta alışverişinde bulundu. Gerçeklerin ne olduğunu görebilse de göz yumup, annesinin dediklerini desteklercesine gözlerini yumdu, melodik mırıltısı eşliğinde.
Tatminsiz kahverengiler, sorgularcasına iki kadın arasında rota çizmeye başladığında Jala, bir anda yükseldi. Parmağını oğlana karşı doğrulturken her annenin kullandığı korkutucu bakışlarını salmıştı. "Babana bundan bahsetmeyeceksin!"
Gelen uyarı sonrası, açıp kapanan ağzını sımsıkı geri kapayan Arne, dudaklarının fermuarını çekti. "İyi ki önemsiz bir şeymiş ki sır gibi saklıyorsunuz. Pekala, kurcalamıyorum."
"Sahi, neden buradasın?" Uzun zamandır sessiz olan Reina, erkek kardeşi için doldurduğu bardağı uzatırken bu sessizliğini bozma gereği duymuştu.
"Biraz önce; 'seni özledim, ağlayacağım,' diyen kıçımdı sanırım." Gelen soruya karşı çokça gücenmiş gibi yaparak kız kardeşiyle eğlenmeye çalışmıştı ancak, dalgasının cevabı gecikmedi. Reina, Arne'nin oturduğu sandalyenin ona yakın olan ayağına vurmasıyla oğlanın dengesini bozmuştu. Refleksleri sayesinde son anda sandalyesiyle birlikte düşmekten kurtulan genç, üstüne annesinden bir başka azar daha gelmişti. "Kız kardeşinle düzgün konuş, Arne Aali."
Birbirleriyle acımasızca şakalaşan iki çocuğuna onaylamazcasına baktı Jala. Tanrıya dua ediyordu ki, biraz daha büyüdüklerinde birbirlerine karşı daha olgun olsunlar. Üvey olmalarına rağmen harika kardeşlikleri vardı ama birbirlerine olan patavatsızlıkları da aynı orandaydı.
"Tamam kızlar! Doğum günümü babam ve onlarca erkekle geçirmek yerine iki güzel hanımefendiyle geçirmeyi seçtim. Ufak yardımıyla Rafael devreye girdi ve şimdi, buradayım." Dudak büzüp açıklamasının iki kadın için yeterli olacağını düşündü. Bardağındaki suyu yudumlarken kendisi hakkında çok konuşulduğunu düşünerek kız kardeşine yönelmişti. Askeri okula gitmeden önce evde ufak çaplı bir kriz yaşanmaktaydı, hem mecazi hem gerçek anlamda. Evden ayrıldıktan sonra, neler olduğunu bilmek istiyordu. "Nasılsın?"
Kendi bardağına da şişedeki kalan suyu boşaltan Reina, Arne'nin tam olarak neye değinmeye çalıştığını irdelemese de anlamıştı. Dalıp gittiği bardağının içinden mavilerine ayırarak karşısındaki oğlana çevirdi. Derin iç çekişini gülümsemesinin altında gizlemeye çalışmıştı, başarmıştı da. "İyiyim. 3 hafta oldu."
"Bu çok güzel." Arne'nin mutluluğu gözlerine yansımıştı. Kız kardeşin yaşadıkları kolay değildi. Her zaman yanında olmak istemiş anca o izin verdiği sürece yanında olabilmişti. Yıllarca çöküşünü izlerken şimdi adım adım tekrardan yükselişini görmek gurur vericiydi. Tanrı biliyordu ki Arne her gün, kız kardeşinin biyolojik annesine ve sorumsuz sorumlulara lanet okuyordu.
"Ama zorlandığın aşikar, tatlım. Tüm buradaki işlerimiz bittiğinde, şehre geri döndüğümüzde, tekrardan o şeylere başlamayacağının hiçbir garantisi yok. Tekrardan stres altında ezileceksin." Jala, uzanıp kızının boştaki elini tuttu ve bir anne şefkatiyle okşadı. "... Tatlım, doktor desteğiyle daha sağlıklı yol kat edersin."
Reina, annesinin söyledikleriyle acılı bir gülümseme bıraktı. Konuşmak istemediği, sürekli kaçındığı konu bir kez daha açılmıştı. Bu onun kaçınılmazıydı, her zaman onunla olacaktı. Elindeki yarısı su dolu bardağını, şerefe dercesine havaya kaldırdı ve ardından tek bir dikişte içti. "Doktorların canı cehenneme."
Elini, Jala'nın ellerinin arasından alıp oturduğu sandalyeden kalktı. Eğer kalmaya devam ederse, işler istemediği yönden gelişecekti ve ortam yok yere konu üzerine kızışacaktı. Reina, tekrardan birilerinin kalbini kırmak istemiyordu. Zamanında bunu yapmıştı ve durum karşısında anlayışla karşılanmıştı ancak pişmanlığını hala yaşıyordu.
"Haklı," diye söze başladı. Kız kardeşinin onları terk edişini, omuzları çökük halde izlemişti oğlan. Sıkıntıyla nefesini verip, bakışları elindeki plastik bardağa düşürdü. Yaşananlar bir kez daha zihnine doluşurken öfke, bir zehir gibi damarlarına yayılmaya başlamıştı. Herkese, en çok da kendine olan öfkesini plastik bardağı ezerek atmaya çalıştı. "Doktorlardan biri onu gerçekten muayene etseydi, şu an bunların hiçbirini yaşamayacaktı. Ya da daha azı olacaktı."
Keyfinin kaçması üzerine, kız kardeşinin yaptığı gibi oturduğu sandalyesinden kalktı. Ezilen plastiği, çadırı orta yerinden tutan direğin yanındaki çöp kutusuna atıverdi. Çadırdan çıkmak için hazırlanırken esmer kadının onun önüne geçmesiyle, durdurulmuştu.
"Arne." Sakinleşmesi adına sargısız eliyle oğlunun çenesine hafifçe dokunup, kendisine bakmasını sağladı. Annesinin şefkatle parıldayan gözlerine bakarken, merhametle dolmuştu bir anda bakışları. "Kız kardeşini ikna etmelisin."
"O iyi anne, görüyorsun halini. Konusu açılmadığı sürece oldukça mutlu." Eliyle, biraz önce Reina'nın çıkış yaptığı çadırın kapısını, dışarıyı işaret etti. "Onu en son ne zaman böyle canlı ve bir şey yapmaya istekli gördük? Bırak doktora gitmesin, kendi başına atlatabiliyor. Hayır, mutluluğunu bozan ben olmayacağım."
Bir kez daha çadırdan ayrılma girişiminde bulunduğunda yeniden Jala tarafından engellenmişti atağı. Bu sefer baktığında kadının yüzünde ciddi bir ifade vardı. Ama ciddiyetin yanında acı da yer alıyordu. Ağlamamak için kendisiyle güçlü bir savaş verdiği açıktı.
"Reina benim biyolojik kızım olmayabilir kağıt üstünde. Ancak o, benim kızım, kim ne söylerse söylesin! Kızımın mutluluğunu, bir anne olarak herkesten daha fazla önemserim." Arne, ağzını açıp savunmaya geçeceği vakit, keskin bir şekilde durduruldu.
"Tek bir kelime etme, bu sefer ben konuşacağım Arne Aali! Reina'nın ağrıları gün geçtikçe artıyor. Sana 3 hafta demiş olabilir ama o 3 hafta içerisinde, tedavisi için verilen ilaçlarını da kullanmadı. Psikoloğa gitmiyor, fizik tedavinin kapısının önünden bile bir kere olsun geçmedi. Evet, kızımın, onu bağımlı yapan şeylerden kurtulduğu için mutluyum! Ama senin 'bozmayacağım' dediğin o mutluluğun hepsi sahte. Sana, bana, oradaki herkese gülümsüyor, neşesini paylaşıyor..." Oğlunun yaptığı gibi elleriyle dışarısını gösterdi. "Ama çadırına, odasına çekildiğinde neler yaşadığını sen ve oradakiler, hiçbiriniz bilmiyorsunuz. Ben şahit oldum ama! Şimdi gidip, mutluluğunu bozmayacağım dediğin kız kardeşini tedavileri için ikna ederek, gerçek mutluluğa adım atmasını sağlayacaksın."
Üstüne çöken kara bulutlarla yüzünü sertçe ovuşturdu. Sorun, Reina ile konuşmak değil... tamam, o da sorundu ama bir din adamını, Tanrının var olmadığına ikna etmek Reina'yı istemediği bir şeyi yapmaya ikna etmekten çok daha kolaydı. "Biliyorsun, onun keçiden de öte bir inadı var."
"Hepimize değer veriyor ama onun için, senin yerin ayrı. Seni dinleyecektir." Umutla, oğlunu desteklemek adına omzuna hafifçe vurdu. Çenesi ve kardeşlik ilişkisiyle bir şekilde kızını mağlup edeceğine inanıyordu. İnanmaktan başka çaresi yoktu. Zorla hiçbir şey yapamazdı.
"Umarım," diye mırıldandı Arne, annesinin başına bir öpücük kondurmadan hemen önce. Bu sefer durdurulmayacağından emin olarak, Jala'yı geride bırakıp çadırdan çıktı. Gecenin karanlığı onu karşılarken, ay ışığı bir bıçak gibi kesmekteydi. İnsanlar kendi hallerinde, çeşitli gruplar halinde çevreye dağılmıştı. Arayışta olan gözleri, Reina'yı bulduğunda ilk ikna denemesini gerçekleştirmek için ilerledi oğlan. Her bir adımında Tanrıya, ona yardımcısı olmasını dilerken; Reina'nın yanına vardığında kızın, daha önce yanında gördüğü esmer askerle konuşmasını 'merhaba' diyerek bölmüştü.
Sessizlik ortaya bir anda bir bomba gibi düşmüştü. Üçü birbirleri arasında bakış düellosuna girdiğinde, Reina, gereksiz yere oluşan sessizliği küçük sahte öksürükle noktaladı. Çıkarmış olduğu ceketi Agro'nun eline tutuştururken herhangi bir şey söylemesine izin vermemişti. Boşalan eliyle askerle, kardeşi arasında rota çizdi.
"Agro, erkek kardeşim Arne. Ve Agro, Rafael'in tuttuğu paralı asker ekibinden."
"Tanıştığıma memnun oldum. Meslektaş sayılırız, ben de hava kuvvetlerini hedefliyorum. Olmazsa size katılırım, güzel kadınlarla tanışıyorsunuz..." Agro'yla tokalaşırken kız kardeşine göz kırpmıştı. Sarışın kızın yanıtı çok gecikmemiş, 'ah, Arne' diyen göz devirmesini sunmuştu. Erkek kardeşinin bu iğnelemeyi yaptığına inanamıyordu. "... Şimdi müsaadenle, kız kardeşimle konuşmak istiyorum. Yalnız."
"Tabii, iyi akşamlar." Agro, ondan yaşça küçük oğlanın onunla uğraşmasını tiye almadı. Küçük bir baş hareketiyle iki kardeşi selamlayıp yanlarından sessizce uzaklaştı.
Sonunda baş başa kaldıklarında Reina, yanında dikilen oğlana 'ne oldu' dercesine başını çevirmişti. Ancak Arne, bambaşka bir konuyla ilgiliydi. Agro'nun yanlarından tamamen ayrıldığından emin olduğunda kız kardeşine dönüp, ikisini işaret etti. "Askerlerle ilgilenmediğini sanıyordum. Bu yüzden arkadaşlarımı geri püskürttüm."
"Püskürtmeye devam et, çünkü hala ilgilenmiyorum." Reina erkek kardeşini, arkadaşlarını geri püskürtmesi gibi geri püskürtmüştü. Babaları Joel'un komutan olduğu bilgisini edinmeyen ya da edindikleri halde vazgeçmeyen ufak bir asker topluluğu vardı, Arne'nin arkadaş çevresinde. Çoğu da erkek kardeşinden daha çocuktu ve kendilerini bir şey sanıyorlardı.
Oğlanı geride bırakıp hemen önlerinde durdukları çadıra girdi. Annesiyle paylaştığı çadırdı. Boyutu her iki kadın içinde idealdi. İki köşeye birer tane olmak üzere iki yatak yerleşikti. Merkez noktada, demir bir çubuk çatı kısmını desteklemekteydi. Yataklarının yanlarına ve ayak uçlarına kişisel eşyaların olduğu çantalar yer alıyordu.
Demir çubuğa asılı fener açıldığında, içerisi sarı ışıkla kısmen de olsa aydınlatılmıştı. Kamp ateşinde bıraktığı kitabını yatağının üstüne bırakıp, yatakta da yanı başına oturdu. Yerdeki güneşten rengi soluklamış mavi çantasını iki bacağının arasına sıkıştırdığında, Sümerler hakkındaki kitabını özenle diğer kitaplarının arasına yerleştirmişti.
Çadıra kızın arkasından giren Arne, kapanması gereken konuyu sürdürmeye devam etmekteydi. Ve bu Reina'nın bir kez daha göz devirmesine sebebiyetti. "Biz askerler özümüzde iyi insanlarız. Karizmatik, havalı ve çoğumuz yakışıklı."
"İyi o zaman, bu kadar beğeniyorsan bul kendine bir tane. " Sinirle çektiği fermuarın sesi, çadırın dört bir yanında yankılanmıştı.
Kız kardeşinin artık biraz önceki keyfinde olmadığı sinyali oğlanı germişti. Şakalarıyla ortamı yumuşatmaya çalışıyordu, biraz sonra çetin bir keçiyle toslaşacağını iyi biliyordu.
Daha rahat oturabilmek için kargo pantolonunun dizlerinden hafif yukarı çekip, Reina'nın karşısın karşısındaki yatağa geçti. Sürekli gülümseyen yüzü bir anda ciddileşmişti Arne'nin. "Konuşmamız gerek."
"Biliyor musun, tüm bunu annemle babam mı planladı?" Yatağının ayak ucuna koyduğu Star Wars baskılı siyah sweatshirtünü ince tişörtünün üstüne birkaç hamlede giydi. Ceketi Agro'ya teslim ettikten sonra, çölün soğukluğu yakalamıştı onu. "Babam, askeri okuldan izin almanı sağladı ve annem Rafael'e seni alması için bir asker göndertti."
Reina'nın sesli dile getirdiği teoriye güldü ve teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı. "Kabul ediyorum, her şey onların planıydı. Sırf bugünün geleceğini bildiklerinden kimliğime de yarının tarihini yazdırdılar."
"Komik değilsin." Erkek kardeşine tiksinircesine bakış atıp yatağındaki yastığı yüzüne fırlatmıştı. Yüzüne çarpmasına izin verdiği yastık kucağına düştüğünde kız kardeşine uzatarak geri iadede bulundu. "Komik olmaya çalışmıyorum tilkicik. Askeriyede sert kurallar var. Babam kıçımı yere koymama bile izin verdirtmiyor, torpilli denmesin diye."
"Askerliğin sana göre olmadığını fark ettin mi?" Yastığını geri alırken mırıldan. Gelecek konudan uzaklaşmaya çalışıyordu bir nevi, aynı zamanda erkek kardeşini yokluyordu. Çocukluğundan beri büyük bir uçak hayranıydı, Joel'u örnek almasıyla hava kuvvetleri fikri doğmuştu. Babaları bundan çokça gurur duysa da Kolchek Ailesinin kadın bireyleri memnun kalmamışlardı. Uçmak istiyorsa yolcu uçaklarının da pilota ihtiyacı vardı. Evde sürekli birinin geri dönüp dönemeyeceği bilinmezliğinin gerginliği varken sayısı ikiye çıkmıştı.
"İlk günden, sırtımı yatağa koyar koymaz." Yaşadığı ilk gün tozlu raflar arasından çıkarken gerilip yatağa doğru sırt üstü uzandı. O gün yattığı yatak mermerde yüzeyden farksız sertlikteydi. Hayatında hiç hissetmediği kadar kemiklerinin ağrıdığını hissetmişti. "Pekala, annemin peşinden gitmenin sana göre olmadığını fark ettin mi?"
Şaşkınlık ve eğlenmenin karıştığı kahkahasında erkek kardeşinin yaptığı gibi sırtını yatağa verip boylu boyunca uzandı. "Burada olmaktan mutluyum."
"Cidden mi?"
"Evet! Bu araştırma, tarih, ortam. Tüm bunlar bu şeyi atlatmama... yardımcı oluyor."
"Bittiğinde ne olacak? Ne kadar ilerlediğinizi bilmiyorum ama bir gün bitecek." Başını koluyla destekleyip uzandığı yerden Reina'ya doğru döndü. Bakışları çadırın tavanına sabitliydi. Omuzları, küçük bir silkmeyle belli belirsiz oynadığında elinin tersiyle, yüzünün görülmeyen tarafını hızlıca sildi. "Bilmiyorum."
Kızın sesindeki çaresizliğin ardından iki tarafta sessizliklerine gömülmüştü. Jala'nın sözleri bir kez daha kulaklarında yankılanmıştı oğlanın; 'hiçbiriniz bilmiyorsunuz'. Doğruydu, neler yaşandığını ve ne yaşıyor olabileceğini tahmin bile edemezdi. Arne, o zaman anlamayacak yaştaydı; Reina ise şimdi, anlatmayacak yaşta.
Sessizlik kulaklara bir ninni gibiyken çadırın dışından gelen anlamsız ses silsilesi ikiliyi yattıkları yataklardan doğrultturdu. Birbirlerine, neler olduğunu sorgularcasına mırıltılar sunarken birkaç el ateş sesi ayağa sıçratmıştı. Hızlıca çadırın dışına çıktılar lakin onları, eli silahlı biri karşıladı. Yüzü siyah eşarpla gizlenmiş, kıyafetleri donanımlı olan adam orta yaşlarındaydı. Reina ve Arne'yi bir anda karşısında görmesiyle silahına daha sıkı sarılmış, Arapça ellerini yukarıya kaldırmalarını emretmişti.
İki kardeş, Mısır Arapçasını daha hakim olsa da karşısındaki adamın ne demek istediğini anlamıştı. Ani hareketlerden kaçınarak ellerini havaya kaldırdılar. Adamın arkasına göz attıklarında, yerde iki asker hareketsiz halde yatıyordu. Onların ardından ise, anneleri Jala'nın da içerisinde olduğu kamp ekibi gelen arabanın yanına zorla götürülmekteydi. Esmer kadın, korkuyla geride bıraktığı çocuklarına baktı. İkisi de kadın için başını iki yana usulca sallamıştı, yanlış bir şey yapmasını istemiyorlardı. Çölün korsanları karşısında kendi başlarının çaresine bakabilirlerdi.
"Çökün," diye bağırdı yüzü eşarpla gizli adam. Silahını bilinçli olarak Reina'nın üstüne doğrultmuştu ama Arne, kız kardeşinin önüne geçerek adamla göz teması kurdu ve dilini olabildiğince anlaşılır şekilde hecelere böldü. "Silahı bana doğrult, göt herif."
Metalin, kemiği ezme sesi saniyelik tüm kurak topraklara yayılmıştı. Arne, yediği darbeden kumlu toprağın üstüne düşerken başlarındaki adam öfkeli birkaç kelime havaya savurdu. Her şey gözlerinin önünde milim milim oynayan Reina, korkunun bedenini ele geçirmemesi için çabalıyordu. Ne yapmalıydı? Eğer adamın boşluğundan yararlanıp saldırırsa, onlara gelen adamı nasıl alaşağı edecekti? Araçların oradaki sürüyle adamı işin içine katmıyordu bile. Kendi canı değil, pek çok kişinin canı söz konusuydu.
Adam tükürükler saçarak bir kez daha çökmelerini emretti. Sarışın kız, emre baş eğip usulca dizlerinin üstüne çöktü. Erkek kardeşi de kumlu zeminden destek alarak kardeşinin yanındaki yeri almıştı. Sağ yanağının elmacı kemiği üzerinde teni, darbeden dolayı patlamıştı ve oluk oluk kan akmaktaydı. Arne'ye ne kadar yardım etmek istese de içinde gitgide artmakta olan gerginliğe kapılmıştı.
Beti benzi kireç kesilmiş Reina'nın yüzünü gördüğünde Arne, yalnızca ikisinin anlayıp duyabileceği bir şekilde Fransızca "korkma," diye mırıldanmıştı. Reina, kardeşinin sözlerini işitse de içindeki o dürtüyü kontrol edemiyordu. Kollarındaki sarı tüyleri diken diken olurken, bir şeylerin olacağı bilinci kalbini deli gibi hızlandırmıştı. Çok geçmeden de zihnindeki o kararlı sesi duydu.
'Koru kendini!'
Her şey saliseler içerisinde gerçekleşti; topraktan gelen sert vuruş, canlı veya cansız yeryüzündeki her şeyi yerinden hoplattırmıştı. Hemen ardından, güçlü bir sallantı olanlara noktayı koydu. Korku ve durumu kavrama aşaması insanları panikletirken afallatmıştı da. Belki de deprem, onlar için tek fırsattı.
Rehineler, canları pahasına karşı atağa geçtiğinde kumların korsanlarını beklenmedik anda yakalamışlardı. Arka plandaki kargaşadan yararlanan Arne, ona vuran adamın silahını, derslerden öğrendiği gibi hızlıca kaptı. Yere devirdiği adamın, arkasındaki elemanın ateş etmesine müsaide etmemişti.
Reina, Arne ve diğerlerine katılmak için ayaklandığında ise ayaklarının altındaki zeminin çökmesi bir olmuştu. Sarsıntıdan dolayı yüzeyde oluşan sayısız obruk her birini yutarken, geriye insanların çığlıkları kalmıştı.
📍82 FT*
KUM MAĞARALARI & TAPINAK
Ay ışığı, kum tanelerinin üstüne düşerken, bir parçacık kristal gibi parlamaktaydı. Depremin uğultusu uçsuz bucaksız görünen kum mağaralarında son bulduğunda, yeryüzünden deliğe akan kumların sesi kalan tek sesti. Açık obruğun daha fazla genişlememesini önleyen toprak altında gizli kalmış devasa sütunlardı.
'Reina, uyanmalısın...'
Akan kumlar yerde sırt üstü, kıpırdamadan yatan sarışın kızın üstüne serpilirken buğulu zihninin derinliklerinden gelen ses, genç kızı uyandırmaya çalışmaktaydı. Adının defalarca söyleyen derin sesle gözlerini araladı. Görüntüler yavaş yavaş netlik kazanırken henüz anlam kazanamamış karşısındaki insansı forma istemsiz odaklanmıştı. Buğulu aklında tek bir kişinin yüzü can buldu. "Arne."
Genç kızın sessizlikte bile zor duyulan mırıltısına, o göremeyecek olsa bile gözlerini devirmişti Era.'O kadar baygın kalmadın.'
Tanrıçanın, kafasının içinde yayılan sözlerinin üzerinde durmadı Reina. Derin bir nefes almaya çalıştı ancak çektiği havayla birlikte birkaç kum tanesini de ardından gelmişti. Burnun da ve göğüs kafesinde hissettiği yanıcı acıyla, bilinci doğrudan uyarıldı. Saniyesin, tüm algıları açılmıştı sarışın kızın.
Kumlu topraktan kollarıyla güç alıp öksürükleri arasında doğruca doğruldu. Netleşen görüşü, biraz önceki, erkek kardeşi olduğunu sandığı formun ne olduğuna açıklık getirmişti. Çürümüş giysileriyle, üstü Sümerce dilinde yazılar barındıran sütuna yaslı bir iskeletti.
"Tanrım." Kaşları çatıldı. O iskelet için çok fazla teorisi vardı ama hepsinin sonu aynıydı; zamanında, bir şekilde burada can vermişti.
Mavileri, iskeletten kopabildiğinde etrafı inceledi. Üstlerinde koca bir delik vardı, ara ara kumlar aşağı dökülüyordu. Milyonlarca yıldızla kaplı gökyüzündeki koca ay, onu selamlarcasına tam tepede durmaktaydı. Gökyüzünün karanlığı, saatler öncesine göre oldukça aydınlıktı. Çok fazla baygın kalıp gün doğumuna yetişmediyse eğer, bu doğa olayının sebebi depremdi. Akşam boyunca hissettiği gerginliğinin sebebini açıklıyordu, Era'nın hayvansal içgüdüleri Reina'yı uyarmaktaydı.
Bakışları, tavandan zemine kaydığında toprağın altına gömülmüş, yıllardır kayıp olan Sümerlilerin tapınaklarından birinde olduğunu geçmeden anlamıştı. İnandıkları Tanrılara halk, bu tarz tapınaklarda kurbanları sunarlardı. Üstü Sümer çivi yazılarıyla kaplı olan sütunlar hasarlı olsa da görevlerini oldukça iyi yapmaktaydılar. Tapınağın girişini, gölgelerde saklı olsa da seçebiliyordu.
"Arne," diye fısıldadı kız birdenbire, yerde hareketsiz halde yatan bedenleri gördüğünde. Şanslı olanlardandı ki yumuşak kumlu zemine düşmüştü. Ancak düşenlerden biri, sert kayanın üstünde kanlarla kaplı bir şekilde yatıyordu. Arne'nin son anda ateş ettiği çöl korsanıydı.
Birkaç metre ötesinde yatan iki bedeni kontrol etmek için kumlu zeminde ayağa kalkmaya çalıştı. İlk birkaç adımı atsa da yaşananların hala travmasını atamamış olan bacakları, kızı tökezlettirmişti. Düşe kalka ilerlemesinin sonucunda Arne'nin yanına ulaşabilmişti.
Dizlerinin üstüne düştü. Kumlu elleriyle, yüzüstü yatan oğlanı kıpırdatıp kıpırdatmamak konusunda kararsızdı. Yaz tatilinin başında, birkaç hafta süren ilk yardım kursuna gitmişti. Yapacağı en ufak yanlış hamlenin, dönülemez bir hataya sebebiyet olabileceğini biliyordu. Ancak müdahalede bulunabilmek için onu döndürmesi gerekiyordu ve bu riski göze alacaktı.
Oğlanın omuzlarını sıkıca kavradı ve olabildiğince dikkatli, yumuşak hareketlerle; kendine çekip daha sonra sırtını geriye doğru yasladı. Başını, dizlerinin üstüne koyaraktan bedenine doğru orantıda yükseklik kazandırdı. Ellerinin arasındaki esmer teninin tamamı kanla boyalıydı ve kızıl sıvı da kumlarla kaplanmıştı.
Reina hızlı davranıp, sweatshirtünün altındaki yırtılması daha kolay olan tişörtünü var gücüyle iki yana çekiştirdi. Üstündekinin kollarıyla kardeşinin yüzünü temizleyebildiği kadar temizleyip, yırtık kumaş parçalarıyla, yanağındaki ve düştükten sonra başında oluşan yaraya tamponda bulundu.
"Arne." Kardeşinin adını bir kez daha mırıldanmıştı Reina, bu sefer onun kanla kirlenmiş yüzüne bakarak. Ardı ardına gelen korsan saldırısı, deprem, cehenneme düşme silsilesinin şokunu atlatmışken, şimdi, kardeşini kaybetme olasılığının gerçekliği onu şiddetle sarsmıştı. Artık tutmaya güzü yetmediği gözyaşları, kirli yanaklarında usulca akıp gitti.
'O iyi, Reina. Yaşıyor ve yaşayacak.'
Era'nın sesi, kafasının içinde tekrardan yankılandığından onu bir kez daha görmezden geldi. Ona kızgındı ama şu an daha önemli dertleri vardı. Burnunu içine çekip, zarif parmaklarını oğlanın yüzünün iki yanına yerleştirdi. Baş parmaklarıyla hafifçe tenini okşarken, herhangi bir tepki göstermesini bekliyordu. Nefes alması yetmezdi onun için. Şu an korkuyordu ve Era'nın ne söylediği umurunda bile değildi. "Arne, lütfen gözlerini aç."
'Reina.'
Göğsüne oturan keskin acıyla, nefes alamadığını hissetti bir anda Reina. Sarı saçları geriye doğru düşerken başını göğe uzatmıştı. Ayın ışığı nemli kirpiklerine dokunurken havayı olabildiğince derinine çekti. En son bu kadar çaresiz hissettiğinde onlu yaşlardaydı. Yine yalnızdı, yine sesini duyurabileceği kimsesi yoktu.
"Hey, Battle Cat." Umutsuzluk okyanusuna dönüşmüş mavileri tekrardan, ellerinin arasındaki Arne'nin baygın yüzüne düştü. Dişlediği dudaklarına zoraki bir gülümseme yerleştirmişti. "Şimdi uyanırsan, sana söz, istediğin o uçağı alacağım."
Dudaklarının arasında bir hıçkırık kaçtığında artık daha fazla dayanamamış, alnını oğlanın göğsüne yaslamıştı. Gözyaşları usulca kumaş parçasını ıslatıyorken sesi titremekteydi. "Söz, bir daha hile yapmayacağım."
'Beni duymak istemediğinin farkındayım ancak Arne'den çok daha önemli sorunlar seziyorum.'
"Sus artık." Dişlerinin arasından öfke kustu Reina ancak sözlerini henüz yeni bitirmiş ve Era'ya, cevap hakkı doğmuşken kuma saplanan bir kurşun sesi duyuldu. Çok geçmeden peşini bir kurşun daha izlemişti. Bu sefer kum yerine, sarışın kızın omzunu sıyırarak kayaya saplanmıştı.
Reina, omzunda uyuşukluk hissiyle elini bastırdığında o an vurulmuş olduğunu anladı. Zihni, Era'nın sesleriyle dolup taşarken sadece parmaklarına yayılan kana baktı. Şimdi ne olacaktı, herkesi böyle bir ölüm mü bekliyordu? Yıllarca aranan Sümer tapınaklarından birinin içine düş, kollarında kardeşinin baygın bedeni yatıyorken bir korsan gelip seni vursun.
'İzin ver.' Zihnindeki her şey bir anda sustuğunda, nazikçe kıza fısıldadı. 'Seni kurtarayım.'
"Ne yaparsan yap," diye mırıldandı, her şeyi kabullenip. Yeterince çok şey kaybetmişti, daha fazla ne kaybedebilirdi bundan sonra?
Era, Reina'ya bir kez daha sormadı. Yaşlı mavi gözlerde, beyaz küçük bir nokta oluştu ve saniyede gitgide büyüdü. En sonunda da yok olmuştu. Artık, sarışın kızın bedenini ve zihnini kontrol eden Era'ydı.
Kollarındaki Arne'ye baktı. Hala baygındı ama durumunun iyi olduğunu hissedebiliyordu. Reina, boşuna strese kapılıp kendini saniyeler içerisinde yıpratmıştı ama onu anlayabiliyordu. Karşı çıkmaya çalışsa da genç kız, onu en iyi anlayan o'ydu.
Arne'yi nazikçe yere bıraktığında. Mermi dolumu sonrası sıradaki ateşleme sesi kum mağaralarının derinliklerini doldurmadan, akrobatik bir hamleyle geriye takla attı. Reina'nın esnek vücut yapısı, Era'nın işini oldukça kolaylaştırıyordu. Uzun zamandır bir bedene sahip olmamanın adaptasyon problemi yaşatacağını düşünürken, mükemmel uyumu yakalamıştı.
Parmakları, Reina'nın taktığı, ikisini birbirine bağlayan kolyenin tilki başına gittiğinde bir anda, adam için ortadan kaybolmuştu. Görüşünden kaybolması ardından yaşadığı kafa karışıklığıyla elinde tuttuğu silaha sıkıca sarınmıştı adam. Bakışlarıyla birlikte kendi etrafında döndü ve kıza dair herhangi bir iz aradı. Parmağı tetikte, gergin bir halde gelebilecek her şeye hazırlıklı duruyordu ancak mağaranın içinde yankılanan kaplan kükremesi, tüm dikkatini dağıtmıştı.
Sol tarafına, tarifini veremeyeceği bir şiddetle darbe yemişti. Geri doğru afallarken son anda attığı birkaç sağlam adımlarla dengesini koruyabildi. Darbenin geldiği tarafa döndüğünde, sarışın kızın ona doğru yaklaştığını gördü. Yüzündeki, belki de kanamakta olan yarayı görmezden gelerek silahına kız doğrultarak hiç düşünmeden tetiği çekti.
Genç beden, silahın önünden olabildiğince en iyi atikliğiyle kaçınmıştı. Yerden olabildiğince güç alıp kendini zıplatırken, havada dönüp bacağıyla adamın silah tutan koluna çarptı. Zemine bir ayağı indiğinde, bir başka hayvan sesi mağarada yankılanırken havada kalan diğer ayağını adamın gövdesine savurdu. Almış olduğu darbe bedenini, ardındaki kayalıklı duvara fırlatmıştı doğruca.
Göğüs kafesinde hissettiği nefessizlikle, iniltili bir hırıltı çıkmıştı boğazından adamın. Sadece, havayı içine çekme ve vermeye odaklanmıştı. Sakin adımlarla ona yaklaşmakta olan kıza baktı. Kıza baktığında gördüğü; toprak ve kanla kirlenmiş süt beyazı bir ten, dağılmış sarı saçlar, uykusuzluktan çökmüş ama adrenalinle canlanmış mavi gözlerdi. Sıradan, kolaylıkla mağlup edilebilinecek bir kızdı. Kıyafetlerinin altında, bu gücü sergileyebileceği kaslar gizlenmiş olamazdı. Ne döndüğünü bilmiyordu ama genç kıza yenilmeyecekti.
Almış olduğu onca darbelere rağmen, ayağa kalktı adam. Silahını kaybettiği için elini doğruca kemerindeki kabzeye götürdü ve yıllardır yanında olan değerlisi, bıçağını gün yüzüne çıkardı. Parlak yüzeyinin üstüne düşen ay ışığı kayalara yansırken karşısındaki kıza, savaşa hazır olduğunu gösterecek hareketlerde bulundu. Bıçağını öne ve sağa-sola savurdu.
Başındaki, ona artık engel olan siyah örtüyü kızın üstüne fırlattı. Havaya savrulan örtü, sarışının görüşünü kısıtlarken kumaşın ardında saklanan adam atağa geçti ve ilk bıçak savrulmasını gerçekleştir. Bir strateji yapmıştı ama işe yaramadı. Sarışın kız, gelen görünmez hamleyi olabilecek en profesyonel el hareketiyle geri püskürttü.
Oyun istiyorsan, diye içinden mırıldandı Era. Her öfke ve hırs dolu saldırılara karşı, kendini korumaya oynadı, her hamlede. Geriye gidişleri adamı tatmin ederken, saldırmasına izin veriyordu. Yorulacaktı, her insan gibi. Reina'nın olabilirdi ama Era'nın yorulma hissiyatı yoktu.
Kedi fare oyunundaymış hissiyatı veren dövüşte, işler tersine dönüverdi. Era, atakları püskürtmekte oldukça başarılı giderken son hamlede, elinden dirseğine kadar bıçaktan bir çizik almıştı. Sonunda bıçağının yüzeyi kan gördüğünde adam, kızın savunmasını yıkmayı başardığı için yüzü keyifli bir hal almış. Reina'nın bedenine gelen bu yara ise Era için kapanışın geldiğinin bir işaretiydi.
Birkaç metre ötesindeki adam, kanlı bıçağı tişörtünün koluna sürttü. Dakikalar öncesine nazaran daha kendinden emin duruşa sahipti artık. Hızla öne atıldı ve temizlenen bıçağı kızın bedenine, boğazına doğru savurdu.
Kendisine savrulan bıçağı tutan elin bileğinden sıkıca kavradı ince parmaklar. Bileği büküp bıçağın yönünü değiştirirken, var gücüyle kolu çekmişti. Karşı taraftan gelen beklenmedik atakla savunmasız kalan beden öne, kızın üstüne doğru savruldu. Daha öncede duyulan, gergedanı anımsatan ses tekrardan kulakları doldurmuştu. Kız, dize indirdiği kuvvetli darbeyle adamın bileğine attığı acı dolu çığlığına bir yenisi eklenmişti.
Kum mağaralarında yankılanan çığlığı üzün sürmedi. Era, boştaki eliyle adamın boğazını kavradığı gibi ses telleriyle birlikte et parçasını söküp almıştı. Yoğun kan kaybından şoka giren beden çok geçmeden bilincini yitirdi ve öylece yere çöktü.
"Reina."
Uzun zamandır aralarında olmayan gecenin sessizliği yerini aldığında, küçük bir mırıltı duyulmuştu. Era, başını kaldırıp kanla boyalı yüzünü sesin geldiği yöne çevirdi. Şok olmuş bir halde ayakta dikilmekteydi Arne. Bir eliyle, Reina'nın koyduğu tişört parçasıyla alnındaki yaraya tampon uygularken diğer eliyle, adamın düşürmüş olduğu silahı kıza doğrultmaktaydı. Gördüğü vahşet karşısında hangi kelimeleri kullanması gerektiğini dahi unutmuştu. Kız kardeşi, çıplak ellerle bir adamı hiç zorlanmadan ve duraksamadan öldürmüştü. Yaralanmanın verdiği etkiden mi yoksa şahit olduklarının şokundan mı ötürüydü, geriye sendeleyip bacaklarında bulamadığı dermanla kalçasının üstüne düştü.
Era, Arne'yi karşısında ayık bir şekilde görmeyi beklemiyordu. Daha fazla zorluk çıkarmadan bedeni asıl sahibine, Reina'ya geri teslim etti. Derin bir uykudan uyanırcasına mavilerini birkaç kez kırpıştırdı genç kız, karanlıktan aydınlığa giden çevresini daha net kavrayabilmek adına. En son hatırladığı gibi; tapınağın yer aldığı kum mağaralarının içindeydiler. Son bıraktığı noktadan farklı olarak ilk gördüğü şey; Arne'nin, dehşet içinde ona olan bakışlarıydı. Elleriyle bir şeyleri kavradığı hissiyatına ise bakışlardan sonra odaklanabilmişti.
Önüne döndüğünde, karşılaştığı manzarayla Reina'nın nefesi kesildi. Erkek kardeşindeki dehşete düşmüşlüğü bizzat kendisi de yaşarken sıkı sıkıya kapalı olan parmaklarını açtı. Elinde kalan parçalar kumun üstüne düşüp belli bir müddet yuvarlanırken, artık bir kukladan farksız kalan ölü beden, ayaklarının altına sere serpilmişti.
Bunca zamana kadar kontrolü Era'ya vermemişti. Bedenini böylesine kontrol edebileceğini bile bilmiyordu. Sadece; hayvanlarla konuşabilmesini sağladığını ve ondan kaynaklı olarak yüksek sezgiler ile duyulara ulaşabileceğini düşünmüştü. Era ona, böylesine korkunç güce ulaşabileceğini hiçbir zaman söylememişti.
Era'ya izin verdi ve şimdi önünde, kendisinin de işin içinde olduğu, parçalanmış bir beden yatmaktaydı. "Biz ne yaptık?"
Yazım yanlışlarım varsa affola.
Küçük yıldıza dokunmayı,
konuşma balonuna tıklayıp
düşüncelerinizi paylaşmayı
unutmayın.
Ne kadar etkileşim,
o kadar mutlu pofuduk...
📌 YAZARIN NOTLARI
Öncelikle kestane balının diyarı Zonguldak'tan tüm dünyaya selamlar sadhasgdjahsd
Bu adam sayesinde kültürüme +1 bilgi girdi.
Merhabalar!! Nasılsınız? Görüşmeyeli oldukça uzun zaman oldu. Beklemiyordunuz değil mi bu kitaba bölüm gelmesini? Hayat sürprizlere gebedir canlar. Ben de beklemiyordum, ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok.
Çoğunuz beni loc ve loc'un bölümlerinden bilir; diğer kitaplarıma bölüm hiç gelmediği için :'', istemden de olsa uzun bölümler yazıyorum. Ve yine aynı şey oldu, 1,2k'lık taslağı ettim mi ben 5k'lı şeye.
Burada sizinle uzun uzun konuşup, bölüm hakkında kendi yorumumu yapmadan önce;
all the love to ravencores, thank you for this beautiful moodboard:
Gelelim bölüme, arka plan hikayesine, görüş ve düşüncelerime;
*82 FT = 24 metre
Otomatikman gelen göz devirmeler
Melora 🤝 Reina
Bu bölümü yazarken çokça house of ashes oyunundan ilham aldım. Kolchek soyadı da aslında oradan geliyor ;)
Bu bölümün, çıkardığım ilk taslağında; bölüm çok daha geçmişte, Era ve Reina'nın birbirlerini nasıl buldukları anı anlatacaktım. Daha sonrasında zaman atlaması gerçekleştirip Irak kısmını, çok daha kısa, özet tadında yazıp bitirecektim. Sonra evrildi, çevrildi tamamen Irak mevzusuna odaklanıldı. Tahminlerimden çokça uzun oldu. Bu iyi mi kötü mü, bilemiyorum.
Ama bu bölüm tamamen, kendi yaratmış olduğum karakterlerin tanıma üzerine kuruldu. Agro hakkında bilginiz var, Reina hakkında az çok bilgiye sahibiz ki kitap boyunca onun hakkında daha çok bilgi toplayacağız. Jala'nın konulara karşı duruşunu biliyoruz. Era hakkında da böyle 'hımm' olduk. Arne'yi tanıdık, artık doğum günü tarihini biliyoruz. Ne tesadüftür ki Dark Blood'ın ilk bölümünde de doğum günü mevzusu geçiyor. Ayrıca bölümde özellikle herhangi bir din/ırk kötülenmemektedir. Dünyanın dört bir yanında korsanlar vardır.
Kafamdaki zaman çizelgesine göre Reina ve Arne'nin oldukça toy zamanları, 17-18 yaşlarında olduklarını söyleyebiliriz. Önlerinde oldukça uzun bir yol var ve hayat onları ne kadar değiştirmiş olabilir ki? Ayrıca Era ve Reina ilişkisini de unutmamak lazım.
Gelelim diğer mevzuya; Reina tükürdüğünü yalayarak asker olan Marc'la evlendi. Aşkını kalbine gömen Agro'nun gözü yaşlı bu noktada. Agro'ya talipli arayışına çıkıyorum efenim.
Ve şimdide gelelim son sahneye. Bölümün yeni taslağında, okuduğunuz kısma benzer kurguya sahipti. Sonra vazgeçiş oldu kelime sayısını görünce. Ayrıca ondan önceki kesilen sahne, obruklardan düştükleri an, bölüm için iyi bir finale sahipti. Yani, merak uyandırıcıydı. Ancak orda bölümü bırakmam, pek çok şeyi de soru işaretinde bırakmam demek oluyordu. Bundan sonraki bölüm günümüzde geçiyor. Devamında yaşananları, ilerleyen bölümlerde, net değil, sohbet arasında bahsedebilirdim anca. Bu kadar detayına inilmezdi.
Okuduğunun son final sahnesini ekledim daha sonra, kafamdaki taslak planındaki gibi. Olmazsa silerim dedim. Kafamdaki taslakta; Era'yı biraz daha tanımanızı istiyordum ve Arne'nin çok gizli sırrı nasıl öğrendiğini.
Seçmekte kararsız kaldım ama sonucu biliyorsunuz. Riske girip cevapsız bırakmak istemedim.
Kafamdaki sonda, bir vahşet vardı ama bu, dehşet-ül vahşet.
Bölüm tatlı tatlı giderken sonunun n'oluyor ya ya bağlanması... Bölüm şarkısını neden seçtiğimi, bölüm sonuna geldiğinizde anlamışsınızdır. Bölümlere şarkı koymaya çalışacağım. Koyacaklarım bölümün tamamını kapsarken, bazıları da bazı sahnelere özel olarak konmuş olacak.
Evet, hikaye hakkında sorularınız varsa tam buradan alabilirim;
Marc ve kişilikleri ne zaman devreye girecek, bu bölümde adı bile geçmedi diyecek olanlara; ikinci bölümde bol bol olacak çünkü mcu'daki günümüzde geçecek bundan sonraki bölümler.
Benim sorularım;
1) Favori karakteriniz kim, bu bölüm için?
2) Agro'yu nasıl buldunuz?
3) Reina'yı nasıl buldunuz?
4) Arne'yi nasıl buldunuz?
5) Jala hakkında ne düşünüyorsunuz?
6) Era hakkındaki yorumlarınız nelerdir efenim, bizi neler bekliyor?
7) Bölümü nasıl buldunuz?
İsim anlamlarına da kısaca değinmek istiyorum;
Melora'dan sonra Agro ile pofuduk yine en ücradaki isimleri bulup önünüze seriyordur-dur-dur-dur-dur...
Agro; sevdiğim bir Asya oyununda baş kahramanın atının adı. Söylenişi kulağıma çok büyülü geldiğinden (yazıldığı gibi okunuyor, en azında oyundaki hali) kullanmamam imkansızdı. İnternet araştırmalarımda soyadı olarak kullanıldığını öğrendim. Fransızca; sert, acı anlamlarına geliyormuş kanımca.
Era; Mısır Tanrısı Ra'dan türettiğim bir isim aslında, bilmeyenler için Ra'nın kızı oluyor kendisi. Ama gerçekten böyle bir isim varmış; Arnavut ismi diyor (yarı Arnavut olarak, hiç duymadım), rüzgar veya hava anlamını taşırken İbranice'de uyanık veya gardiyan/koruyucu anlamına gelirmiş. İbranice anlamından dolayı bu olsun dedim. Hikayesinin özünde o bir koruyucu, savaşçı.
Eska; henüz karşınıza çıkmamış olan, Marc ve Reina'nın sahiplenmiş olduğu deli mi deli golden cinsi köpeğin adı. Inuit dilinde 'dere', İrlandaca 'rose gold' anlamına gelmektedir.
Bilindik olsalar da kısa özetlemem gerekirse; Reina - kraliçe, saf, bilge. Arne - kartal, kartal kadar güçlü. Aali - yüce, aydınlanmış. Jala - büyüklük, özel olan, şanlı vs.
Evet, buraya kadar gelip benim çenemi dinlediğiniz için de ayrıca teşekkürler. Ne zaman geleceğini bilmediğim bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Ara ara gazlayın beni he.
mavipofudukbulut | 2022
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top