9; eğer uçabilseydin asla geri dönmeyeceğini söylerdin




locked out of heaven, bruno mars

denkare, eternal season.

exil, hiboky.

9.BÖLÜM;
EĞER UÇABİLSEYDİN ASLA GERİ DÖNMEYECEĞİNİ SÖYLERDİN.

"Ihmm, Naruto diye bir anime var." Nora iç
çekerek kafasını geriye doğru saldığında yerde oturduğumuz için yatağa düşmüştü. Çenesini yukarıya doğru kaldırdı ve yıldızlarla kapladığı tavanına uzunca bir süre için baktı. "Hiç duydun mu?"

"Duymadım," Kendi kendime konuşuyormuş gibi mırıltıdan farksız bir sesle onu yanıtladım ve onun aksine kafamı kendi dizlerime yaslayarak etrafı görmemi engelledim. Odanın perdelerini kapttığı için içerisine karanlık hakimdi, etrafta yanan mumlar, tavan ve duvarları saran parlayan yıldızlar bu karanlığı kırmayı başarıyordu gerçi.

"O animenin açılış şarkısı çok güzeldir," Duraksadı. "Duymak ister misin?"

"İsterim,"

"Senin için söyleyeceğim."

Kafamı yasladığım dizlerimden kaldırarak Nora'ya baktım. Sessizlik içerisindeydi. Parıldayan yıldızların altında oturmuş, kafasını kaldırarak yıldızları izleyen peri gibi görünüyordu. Zaten kısa olan saçlarını daha da kesmişti. Karşımızda bir köpek cesedi varken, karanlığın içinde mumlarla otururken ve Nora gökyüzüymüş gibi sadece tavanı izlerken aniden fısıldamaya başlamıştı.

"Hüzün nedir yeni öğrenmene rağmen, acının varlığını da anlamaya başlıyorsun." Gözlerinden yaşların akmasını bekledim. Ama ağlamadı. Pek bir şey hissetmiyormuşçasına şarkıyı söylemeye devam ediyordu. "Sana olan hislerim bile sözcüklere dönüşüyor. Bilinmeyen bir dünyanın rüyasında uyandığın anda, kanatlarını aç ve uç."

Nora'nın yüzüne baktığımda gülümsüyordu.

"Eğer uçabilseydin asla geri dönmeyeceğini söylerdin, gözün hep beyaz bembeyaz bulutlardaydı."

Yıldızlar ve hüzün içerisinde gülümsüyordu.

"Eğer uçabilseydin asla geri dönmeyeceğini söylerdin," Duraksadı. Uzun bir duraksayıştı bu. Daha sonra fısıltıdan farksız olan sesini duymuştum. "Gözün hep mavi masmavi gökyüzündeydi."

Sonra durdu. Sesi sona doğru kırıldığında daha fazla devam etmemişti. Ben de pek bir şey söylemedim. Önüme dönerek karşımızda öylece yatan beyaz köpeği izledim.

"Onu gömelim," Nora kıpırdandığında bakışlarım kısa sürenin ardından onu buldu, hâlâ gülümsüyordu. "Güzelce gömelim."

Bir şeyler söylememi beklemeden köpeğini kucağına aldığında zaten cevap vermek için bir girişimde bulunmayacağımı biliyordu. Onun gibi ayağa kalktım, odadan çıkan Nora'nı takip etmeye koyulduğumda her şey duyguları kesilip atılmış kangren bir anı gibiydi. Kahverengi halının üzerinde yürürken, merdivenleri inerken, kapıdan arka bahçeye çıktığımızda bacaklarıma üşüşen soğuk bedenimi titretirken bile beynim duyguları pek kabul etmiyor gibiydi.

Çocukken kıyıda tanıştığım uzun saçlı bu kız, her zaman konuşurdu. Bir şeyler hakkında. Ne olduğunu pek anlamazdım çünkü hayatımın hiçbir anında kullanmayacağım bilimsel gerçekleri anlatıp dururdu. Konuşurken anlaşılması zor kelimeler seçerdi ve normalda herkesin bildiği bir olayı öyle anlatırdı ki, beyninin tüm kıvrımları çözülürdü. Kendi fark etmese de her zaman anlaşılmaktan kaçardı. Birisinin dediği cümleleri anlamasından çok korkardı. Söylediği sözcükleri sadece kendi anlasın isterdi. Sadece kendi anlasın ve o sözcükler havada süzülüp kaybolsun, hiç kimse onun duyduğu bu melodiyi duymasın isterdi. Nora yalnızlığı severdi. Yalnız kalmak kendi tercihiydi. Ve bazı anlarda ben bile sınırların dışında kalıyordum. Ben her zaman eğer Nora böyle istiyorsa böyle olmalı diye düşünmüştüm. Yalnız kalmak istiyorsa yalnız kalsın, benimle paylaşmak istemiyorsa paylaşmasın, beni görmek istemiyorsa, görmesin. Bir şeyler için hiç uğraşmamıştım, zorlamamıştım. Eğer istemiyorsa istemiyor demektir diye düşünmüştüm.

Daracık sınırların içindeki onu bırakıp giderdim hep. O sınırları hiç yok etmeye çalışmamıştım; o sınırları kaldıracak kişinin ben olduğunu hiç düşünmemiştim. Hep dediğim gibi kendimi o kadar görmezden gelmiştim ki, bana sorulan sorulara cevap vermek için bile orada olduğumu düşünmezdim.

Böylece, derin sessizlik içerisinde köpeği arka bahçeye gömdük. Nora toprağın üzerine bir sürü yapay çiçek dikti, ona yardım ettim bütün bunlar için.

"Seninle daha çok zamanım olsun isterdim," diye mırıldandı köpeğini gömdüğümüz toprağa bakarken.

Seninle daha çok zamanım olsun isterdim.

Zaman yetmezdi bazen.

İnsanlar acı çekerdi. Ağlardı. Bazen ağlamazlardı. Tavanı izlemek yeterdi. Tavan olmasa da bir şeyleri izlemek yetiyordu bazı anlarda. Film mesele, acı çekerken film izlediğimizde kafamızı başka hiçbir şey kurcalamazdı ve biz film bitene dek acımızı kurcalayıp dururduk. Sonra kanardı. Belki de yetmiyordu aslında. Tavanı saatlerce izleyen Nora'nı gördüğümde yetmediğini anlamıştım. İçindeki keder, giderek büyüyen hüzün boşluğa atılmış bir çığlıktı sanki, gözlerinde susturuluyordu.

Zaman yetmezdi. Yetmeliydi ama yetmiyordu işte. Sevdiklerimizi daha fazla dünyada tutmak için zaman yetmiyordu. Gidiyorlardı. Ve anladığım tek şey, onları durdurmaya yetmediğimizdi.

"Konuşmayacak mısın?" diye mırıldandı uzun süren sessizliğin ardından. Daha sonra bakışlarını bana çevirerek ifademi incelemeye koyulmuştu. "Teselli etmek istemiyor musun?"

"Hayır,"

"Hımm hımm," Sesinde bardaktan boşalan bir yağmurun son damlaları vardı sanki. Dudakları sözcüklerle doluydu fakat her birini ayrıca öldürüp midesine geri yolluyordu.

Nora hiçbir şey söylemeden yürümeye başladığında birkaç saniye olduğum yerde durmaya devam ettim. Daha sonra eve girdi ve ben bir süreliğine köpeğinin mezarıyla baş başa kaldım.

Ve her zaman Nora bir adım geri attığında, ben, Ova, ona doğru bir adım atmamıştım, kolundan tutup onu kendime çekmemiştim. "Sorun ne?" diye sormamıştım. Benden bir adım uzaklaştığını hissettiğimde bunu anladığımı bile göstermeden, arkamı dönmüş ve gitmiştim.

Benden uzaklaştığı anlarda onu suçlamazdım ya da kendimle ilgili pek bir şey hissetmezdim. Aynı şekilde benden uzaklaştığında nedenini sormazdım, geri kazanmak için bir şeyler yapmazdım, geri attığı adımlar kadar ona doğru adımlamazdım.

Duraksardım.

Ya da kendimi iyice görmezden gelirdim ve onun hayatında bir ben olmadığını düşünerek öyle davranırdım. Yanından geçerdim, gözlerine bakmazdım, kelimelerimi öldürürdüm, düşüncelerimi sustururdum.

Ben.

Ben.

"Üzgünüm," diye mırıldandım mezara doğru. "Birisinin daha ölmesine izin vermeyeceğim."

Kendimden nefret ediyordum.

Nora'nın arkasından eve geri girdiğimde merdivenleri ağırca çıkmıştım. Odasının önüne geldiğimde tereddüt etsem de kapıyı yavaşça açtım ve içeri girdim. Gözlerim etrafa bakındığında Nora'nın yatağında olduğunu görmüştüm. Kendini yorganın altına gizlemişti. Sessizliğimi koruyarak yanına doğru ilerlediğimde içimde tuhaf bir his oluşmuştu. Ne ile ilgili olduğunu, nasıl bir his olduğunu o an anlamamıştım. Nora'nın yanına oturduğumda içimdeki his giderek ağırlaşmaya başladı. Görünmez birisine göre fazla ağır hisler taşıyordum.

"Tesellinin anlamsız olduğunu düşünüyorum," diye mırıldandım. "Neticede seni teselli etsem bile köpeğin geri gelmeyecek ve içindeki acı bitmeyecek."

"Ne kadar acımasızsın." diye yorganın altından konuştu Nora.

Sessiz kaldım. Her zaman yaptığım gibi.

"Önemli olan," diye fısıldadı Nora. Fakat yorganın altında olduğundan ve fısıltıyla konuştuğundan pek iyi duyamamıştım onu, zaten sesi sona doğru kırılmıştı. Derin nefes aldığını farkettim. "Önemli olan acı çeken birisini teselli etmek değil, önemli olan acı çeken o kişiye sesini duyurarak onun yannda olduğunu hissettirmek."

İçimdeki o his büyümeye başladı ya da ağırlaşmaya. İkisinin arasındaki farkı anlamayacak kadar acı vericiydi.

"Sadece bir köpek," diye mırıldandığını duydum. "Neden bu kadar canımı yakıyor?"

"Arkadaşındı." Uzun süren sessizliğime saplanan tek kelime bu olmuştu. Arkadaşındı.  

"Üzgünüm," Nora tekrardan konuştuğunda sesindeki kederi hissettim. Pişmanlık, hüzün, suçluluk ve özlem sadece birkaç dakika önce gömdüğümüz köpeği için hissettiği bütün bu duygulardı ve oldukça yoğundu. Hissettiği bu duyguların kokusu olsaydı ağır kokudan ikimizde bu odada boğulurduk.

"Hamlet'i mi düşünüyorsun?" diye soru yöneltti bana. Neden aniden böyle bir soruyu sorduğunu anlamış değildim. Fakat birkaç saniye sürdü bu. "Onun yanına değil, buraya geldiğin için pişman mısın?"

Bakışlarımı yorganın altında nefes alan Nora'ya doğru çevirdiğimde iç çekmiştim. Ne söyleyebileceğimi, ne söylemeli olduğumu bilmiyordum. Doğru kelimeleri doğru zamanlarda söylemeyi becermezdim. Birisine nasıl iyi hissettirebilirim bilmezdim.

"Artık konuşmasanız bile ona nasıl baktığını görüyorum," Ona nasıl bakabilirdim ki? Her zaman beni görmezden gelip yanımdan geçen o çocuk için ona olan bakışlarım bir önem taşımıyordu. "Sanki onun yüzünde yıldızlar varmış gibi bakıyorsun ya da ay, güneş, gezegenler ve meteorlar. Bir yıldız patlayışını izliyor gibisin. Bazen ben bile onun yüzüne bakma gereği duyuyorum ve gördüğüm şey sadece yara bantları ve çiziklerle dolu bir yüz oluyor. Sanırım onun yüzündeki galaksini bir tek sen görüyorsun."

Nora beklemediğim bir anda yorganın içinden çıktığında gözlerimin takip edemeyeceği bir hızla iki elinide yanaklarıma yaslayıp beni kendisine çekmişti. "Gözlerini aç, dikkatle bak yüzüme." Parmaklarıyla gözlerimi açmaya çalıştı. "Benim yüzümde bir galaksi yok mu?" Ne söylemeli olduğumu kestiremediğim için sessizliğe boyun eğmiştim.

"Yıldızlar yok mu gözlerimde? Ya da dudaklarım kara delik gibi değil mi? Yanaklarımda gezegenleri göremiyor musun?" Duraksadı. "Neden? Neden sadece onun yüzüne bakarken böylesin? Neden bana öyle bakmıyorsun?"

Elleri yanaklarımdan sıyrılarak kucağına düşdü. "Neden ben olamıyorum?" Gözleri doldu. Gözleri doldu ve bu okyanusun taşması gibi bir histi benim için. "Neden artık arkadaş bile olmamanıza rağmen hâlâ o?"

Çünkü onu kurtarmak zorundayım, Nora. Onun öldüğü bir dünya o kadar ağır ki, pişmanlıklarımın içerisinde her gün ölüyordum. Bu yüzden onu kurtarmak zorundayım. Elimdeki tek şans bu.

Hayatında güzel bir yere sahip olamayacağımı biliyorum, ya da tekrardan arkadaş olamayacağımızı da. Fakat yine de onu kurtarmak istiyorum. Çünkü yapabileceğim tek şey bu.

Fazlasını yapamam.

Nora aniden dizlerinin üzerinde doğrularak bana yaklaştığında içgüdüsel olarak geriye çekilmiştim. Yatağa dirseklerim üzerinde yaslandığımda gördüğüm tek şey onun yüzüydü. Hüzünlü ve güzel yüzü. Ve o an sanki zaman durmuştu. Gözlerindeki derin okyanus fırtınalar koparırken duraksamıştı, durgunlaşmıştı.

"Sen," Nora geriye çekildi sakince. "Bana sahipsin. Baktığın galaksideki son yıldız ölse bile, bana sahipsin."

Tekrardan yatağına uzandığında yorganı kafasına kadar çekmiş, benimle göz temasından kaçınmıştı. Kendimi geriye çektiğim için dirseklerim üzerine düştüğüm yataktan doğrulduğumda bu kez oturmak yerine ayağa kalkmıştım. Neden böyle bir şeyi yapmıştı? Doğrusu, neden böyle bir şeyi yapmayı denemişti? Yorganın altında sakince nefes alan Nora'ya baktım ona bir anlam kazandırmaya çalışarak. Fakat bunda başarısız olmuştum ve vazgeçerek bakışlarımı kaçırmıştım.

"Eğer uçabilseydin asla geri dönmeyeceğini söylerdin," diye mırıldanarak söylediği şarkıyı duydum. "Gözün hep mavi masmavi gökyüzündeydi."

Hüzünle mırıldandığı şarkıyı dinleyerek arkamı döndüm ve odanın çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladım.

Onun güzel bir kalbi vardı. Gerçekten güzeldi. Sadece kırılmıştı. Fazlaca.

"Eğer uçabilseydin asla geri dönmeyeceğini söylerdin," Kapıdan çıktığımda duyduğum tek şey buydu. Evden çıktığımda, kaldırımda yürüdüğümde, tarla boyunca ilerlediğimde ve kendimi sarı evlerle dizili olan mahallede bulduğumda bile aklımdaki tek şey bu şarkıydı.

Kanatlarımın olmasını isterdim, mavi masmavi gökyüzüne uçmayı ve senide kendimle birlikte uzaklara götürmeyi isterdim. Bütün bu acıların, seni üzen kelimelerin bir anlamı olmayan uzaklara gitmek isterdim. 14 yaşındaki Hamlet ve 16 yaşındaki Ova'nı farklı bir galaksiye götürmek isterdim.

Söylesene Hamlet, ister miydin uzaklara gitmeyi, seni götüren ben olsam bile?

Eğer uçabilseydin asla geri dönmeyeceğini söylerdin.



˚
   ˚✩





"Hamlet?" diye ona seslendim.

Okul adına evden çıktığımda ve okul içermeyen yerlere gittiğimde sırtıma taktığım çantamı sonunda çıkararak salıncağın oraya bıraktım. Hamlet yine bu parktaydı ve sessiz bir şekilde salıncakta oturarak durgun gölü izliyordu. Beni görmezden geldi. Beni görmezden ve duymazdan geldiğini anlayarak yanındaki salıncakta yerimi aldım.

İpek gibi uzun sayılacak saçlarıyla, yüzündeki yaralarla, hep üzgün bakan gözleriyle o her zaman görmek istediğim birisiydi. Sivri burnu, uzun çenesi, dolgun olmayan kaşları ve yüzünde küçük ince tüyleri vardı. Hayalet sayılabilecek kadar solgun ve beyazdı teni; ve bu tene rağmen yanakları pembemsi olurdu hep. Burnunun üzerinde birkaç tane solgun çilleri, gözlerinin altında ise daima morlukları olurdu. Galaksi gibi miydi, gerçekten? Yüzünde sadece benim görebileceğim bir galaksi mi taşıyordu?

"Hava ne kadar güzel bugün, değil mi?" diye mırıldandın.

Konuşabilen birisi değildim, konuşmayı sevmediğimden değil konuşamadığımdan. Birisiyle konuşurken heyecanlanırdım, çekinirdim. Nedenini bilmezdim. Çocukken daha kolaydı istediğim kelimeleri havaya savurmak, şimdiyse her kelimemi özenle seçmek zorundaydım çünkü artık büyümüştük ve sarfettiğim sözler kalp kırmaya yeterdi. İki kelimeyi zar zor bir araya getiren benden daha sessizdi o ve bu konuşmam için elime bahaneleri tutuşturan sebepti.

Hamlet kafasını yerden kaldırmadı. Sessizlikle kaplı ruhunu gözlerine toplamış gibi ayaklarına bakıyordu ve etrafını görmezden geliyordu. Geçen sefer beni görmezden gelmek yerine bana soru soran ilk o olmuştu. Benimle konuşmak için bir şeyler söylemişti ve sorduğum soruları uzun cümlelerle tamamlamıştı. Benimle fikirlerini bölüşmüştü. Nasıl hissettiğini söylemişti. Kahramanca ölmek istediğini demişti. Ama şimdi sanki orada onunla konuşmak isteyen birisi yokmuş gibi beni görmezden geliyordu. Nefes alışlarım duyulmuyor muydu?

Ah.

Benimle ilgili değildi. En azından bu kez benimle konuşmamasının nedeni ben değildim. Okuldaki olaydı. Olay yüzünden kendini kırılmış ve kötü hissetmesi onun da bir insan olduğunu hatırlatıyordu bana.

Onu kurtarmak için buradaydım ama ben sadece zaman harcıyordum. Onu kurtarmak için henüz hiçbir şey yapamamıştım. Aynı şeyler tekrarlanıyordu ve ben bunların olmasına izin veriyordum. Çok aptaldım.

"Hava çok güzel," diye tekrardan mırıldandım. "Yalnız kalınılmayacak kadar güzel hem de."

"Yalnız kalmak kalbinin kırılmasından iyidir."

Hamlet sakin kelimelerle mırıldandığında bakışlarımı ona çevirmiştim. Yüzünde hiç ifade yoktu desem bile gözlerindeki hüzün her an ağlayacakmış gibi dolu doluydu. Gözleri yaşlarla değil, hüzünle doluydu.

Yeteri kadar iyi olmak isterdim.

Ne için, Hamlet? Kim için yeteri kadar iyi olmak isterdin? Kelimelerim sana ulaşır mı bilmiyorum ama sen benim için harikaydın. Çocukken seni tanıdığım o andan beri benim için sen muhteşemdin.

"Belki de kalbinin kırılmasına değiyordu, yalnız kalmamak."

"Hayır ben," Duraksadı. Bir şey söylemek istiyormuşçasına gözlerini kapatıp tekrardan açtı. Saniyeler birbirlerini takip ettiğinde sadece onu ve üzgün bakan gözlerini izliyordum. Galaksi. Hâlâ anlamış değildim.

"Korkuyorum," dedi en son.

Üzgünüm.

Çok üzgünüm Hamlet. Eğer seninle hâlâ konuşuyor olsaydık, eğer hâlâ arkadaşın olarak kalabilseydim kalbini bir başkasına değil, bana açardın. Söylemek istediğin bütün o üzgün kelimeleri bana söylerdin ve ben sana sarılırdım. Ve yemin ederim kalbime ki, hiçkimseye söylemezdim bana anlattıklarını. Seni hayal kırıklığına uğratmazdım. Eğer hâlâ beni sevseydin ölmene asla izin vermezdim. Seni bırakmazdım.

"Bu klişe lafı söylediğim için bağışla beni ama hayat korkmak için çok kısa."

"Biliyorum," diyerek beni yanıtladı. "Ve onu da biliyorum ki, hayat kalbimin kırılacağını bildiğim halde bunu beklemek için de çok kısa."

Ben ölecek kadar üzgündüm.

Eğer birazcık cesaretim olsaydı ve ben, o gün, beni ilk kez görmezden gelerek yanımdan geçtiğin o gün arkandan gelerek seninle konuşmaya çalışsaydım, sebebini öğrenseydim, şimdi her şey farklı olur muydu?

"Hatırlıyor musun, bir keresinde senden benim için aşk mektubu yazmanı istemiştim." İç çektim. Her şeyi farklı yapacaktım. Bu kez beni arkadaşın olarak görmesen bile seni asla bırakmayacaktım. Bu yüzden susmamak, onu yalnız bırakmamak için elimden geldiğince konuştum. "Hatta öncesinde bana yazmayı öğret diye dibinden ayrılmamıştım. Senden 2 yaş büyüktüm ve hâlâ yazmayı beceremiyordum. Gerçekten aptaldım. O zamanlar öğretmenime aşıktım ve onun için aşk mektubu yazmak istemiştim."

"Yazım hatalarıyla dolu bir aşk mektubuydu."

Hamlet'e çevirdim bakışlarımı. Beni gerçekten dinliyordu ve o an neden kalbimin bu denli attığını bilememiştim. Bunun sebebinin eski anıları hatırladığım ve onları anlattığım olduğunu sanmıştım ama öyle değildi.

Hamlet gülümsüyordu.

Sebebi buydu.

"İnanamıyorum," diye hayıflanmaya başladım. Sanki olayı dün yaşamışım gibi sinirlenmiştim. "Nasıl aşk mektubumdaki yazım hatalarını kırmızılar? Hiç romantik değildi. Kalbim kırılmıştı."

"Kalbin kırıldığı için benden kollarına masaj yapmamı istemiştin." Kafasını önüne eğerek kafasını iki yana salladı. "Kalbinin kırılmasıyla kolunun ne alakası var diye düşünmüştüm o zamanlar. Daha sonra farkettim ki, beni kullanıyormuşsun."

"Kalbim kırıldığı için değildi o masaj. Bana her bir harfi tek tek bir sayfa yazdırmıştın. Senden iki yaş büyüğüne ev ödevi bile vermiştin. Onları tamamlayacağım diye kolum kopmuştu. Sadece 11 yaşındaydım hem de."

"Yine de o mektubu yazmayı çok istemiştin."

"Evet," diyerek bakışlarımı ondan çektim ve göle baktım. Güneşin kızılı ışınları gölün yüzeyine yansıdığında suyun yüzeyinde dağılıyordu ve sanki ayak uçlarımıza kadar geliyordu. "Çok istemiştim."

O zamanlar hiç diyemedim ama; "Teşekkür ederim," Ona baktığımda zaten bana baktığı için göz göze gelmiştik. Gözlerindeki hüzüne rağmen bana gülümsemişti.

Hamlet böyleydi. Böyle olduğunu şimdi fark ediyordum. Eğer onun kalbini kırdığımda ondan özür dileseydim beni affederdi. Kalbi kırıldığında beni görmezden gelmesine rağmen birkaç dakika sonra benimle tekrardan konuşuyordu. O zamanlar istemeden bir şeyler yapmış olmalıydım. Kalbini kırmış olmalıydım. Kalbi kırıldığı için beni görmezden gelmiş olmalıydı. Ve ben eğer yanımdan geçtiği o an kolundan tutarak onu durdursaydım beni affederdi. Affederdi, buna emindim. Ama ben hiçbir zaman onun için savaşmadım.

"Hamlet," diye ona seslendim tam yanımda oturmasına rağmen. Ayaklarımı yere yasladım ve ağır haraketlerle kendimi sallamaya başladım. "Benden iki yaş küçük olmana rağmen okumayı ve yazmayı benden iyi biliyordun. O zamanlar senin harika olduğunu düşünmüştüm."

Aniden duraksadım. "Sorun değil," Kendimi sallamaya devam ettim. "Yeteri kadar iyi olmaya ihtiyacın yok." Ben hâlâ harika olduğunu düşünüyordum. Böylesine harika birisi olamazdım ben.

O aşk mektubu aslında senin içindi, Hamlet.

Sen bunu hiç bilememiş olsan da.

"Ben," diye fısıldadığını duydum. Kucağındaki elleriyle oynuyordu ve söyleyeceği kelimeleri düşünüyor gibiydi.

"Oy oy, yine mi birilerine kendini acındırıyorsun?" Arkadan duyduğum sesle kaşlarımı çattım ve arkamı döndüm. "Zavallı Hamlet."

Okuldan birisiydi. Daha önce onu spor salonunda görmüştüm ama ismini hatırlamıyordum. Büyük sınıflara benziyordu ama onu bizim katta da gördüğüme emindim. Sarı saçları vardı ve balık etli, beyaz tenli bir çocuktu. Kendinden emin adımlarla yürüyerek önümüzde -daha doğrusu Hamlet'in önünde durdu.

"İlgi görmek hoşuna mı gidiyor ya da birisinin sana acıyarak güzel şeyler söylemesi? Her ne kadar güzel kelimeler olsa da birisinin sırf sana acıdığı için söylemesi o kelimeleri dünyanın en çirkin kelimesine dünüştürür."

Hamlet sessizdi. Hiçbir şey söylemeden sadece önündeki bu uzun çocuğa bakıyordu. Onun her zaman böylesine sakin olması beni endişelendiriyordu. Sanki dili vardı da kelimeleri yoktu, hiçbir şey söylemek istemiyordu. Tek kelime bile.

"Sana diyorum, neden böylesine sessizsin sen?" Çocuk ona uzandığında Hamlet hızla elini itmişti. Şaşkınlıkla ona baktığımda bakışlarını çocuktan kaçırarak oturduğu salıncağa daha da sindiğini farkettim.

Korkuyor muydu?

Hamlet korkuyor muydu?

Ben bir şeyler yapmalıydım. Bir şeyler yapmalıydım. Belki de çocuğa durmasını söylemeliydim ama beni dinlemeyeceğine o kadar emindim ki. Onu tek başıma durduramazdım benden güçlüydü. Buradan kaçıp diğer parka giderek bir büyüğü çağırabilirdim.

"Dur ne?" Çocuk aniden kahkaha atmaya başladığında neden güldüğünü anlamamıştım. Etrafa bakındım herhangi bir büyük aramak ve bu zorbadan kurtulmak adına ama etrafta insan yoktu. Bu parkta insan olmazdı zaten.

"Oje mi? Ciddi misin?"

Tekrardan daha sesli gülmeye başladığında onlara baktım. Hamlet'in bileğinden zorla tutarak tırnaklarına bakıyordu ve midemi bulandıracak şekilde gülüyordu. "Kız mısın sen? İnanamıyorum! Aman Tanrım Aman Tanrım."

Ne dediğini anlamak adına Hamlet'in tırnaklarına baktım. Tırnaklarının bazılarında siyah oje vardı. Hamlet'le bakışlarımız kesiştiğinde tırnaklarına baktığımı anlayıp ellerini kendine çekerek saklamaya çalışmıştı.

Hayır hayır hayır. Ona nasıl bir bakışla bakmıştım ki böyle yapmıştı? Bunun benim için bir önemi yoktu. Ojeydi sadece. Onu yargılamayacağımı bilmeliydi.

Eskiye dönerek düzeltmek istediğim anıydı bu. Elinden tutup ojesinin ne kadar güzel olduğunu, hatta kullanmam için bana ödünç vermesini söylemeliydim ona. Yapmam gereken buydu. Ama bunun yerine ona öyle bakmıştım ki tırnaklarını benden saklama ihtiyacı duymuştu. Benden utanmıştı.

"Hamlet hanım," diyerek çocuk dalga geçti. "Gerçi bu tuhaf değil neden az önce güldüm bilmiyorum. Kız gibiydin hep. Zaten kız gibi olduğun için seninle oynamak eğlenceliydi. Teninde süt gibi beyaz. Güzel bir kızsın sen. Kız olduğun için erkeklerden hoşlanman doğal tabii."

Saçlarını geriye doğru savurdu çocuk. Beni görmezden geliyordu. Ona hiçbir şey söylemeyen benim onu görmezden geldiğim gibi oda sadece Hamlet'le ilgileniyordu.

"Benden de hoşlanır mısın? Yeteri kadar iyi olup olmaman benim için farketmez bile. Beni tatmin ettiğin sürece."

Beni tatmin ettiğin sürece.

Beni tatmin ettiğin sürece.

Hamlet korkuyor muydu?

Beni tatmin ettiğin sürece.

Gözlerim irileşirken duyduğum kelimelere inanamadım. Bunu nasıl söylerdi? Nasıl gözlerim önünde, halka açık bir yerde bunu söyleyebilirdi? 14 yaşındaki bir çocuktu Hamlet. Böylesine bir aşağılamayı haketmiyordu.

Ona güzel sözler söylemek için çocukken harfleri öğrenip kitap okuyarak güzel kelimeler ezberlerdim. Aşk mektubumda ezberlediğim bütün o güzel kelimeleri yazmıştım. Onun için. Ve şimdi nasıl o kişiye böyle şeyler söyleyebilirdi?

"Sen," diye dişlerimin arasından konuştum. "Ona nasıl.." Sadece güzel şeyleri hakeden bu çocuğa nasıl kötü bir şeyler söyleyebilirsin? O gözlere baktığında hüznünü nasıl farketmezsin? Yüzündeki galaksini nasıl görmezden gelerek ona çöp muamelesi yaparsın?

"Eğer seninle de uğraşmamı istemiyorsan, defol."

Çocuk beni umursamıyordu. Ben orada yokmuşum gibi Hamlet'in üzerine eğildiğinde çenesinden tutarak ona bakmasını sağladı. Sonra bir şeyler fısıldadı. Bir şeyler.

"Geçen gün tuvalette yarım kalan işimizi tamamlamaya ne dersin?"

Hamlet.

Her zaman arkasından yürüyerek izlediğim çocuk. Bol kıyafetler giyerdi, büyükbabaya benzerdi tarzı. Protez bacağı yüzünden yürürken bazen zorlanırdı. Eğilir, birkaç saniye beklerdi zorlandığında. Sürekli dövüldüğü için yüzü yara bere içerisinde olurdu ve Nora o yaralı yüze galaksiymiş gibi baktığımı söylerdi. Her zaman hüzünlü olurdu, yalnız olurdu, yaralı olurdu. Onun yaşındaki bir çocuk için bütün bunlar normaldi sanki. Kahramanca ölmek isteyen 14 yaşındaki bir çocuktu.

Fazla üzgün bir çocuktu.

Ben bir şekilde artık yüzündeki yaraları görmek istemiyordum. Gözlerindeki kızarıklarını, göz altı morluklarını, kollarındaki çiziklerini ve bol çirkin kıyafetlerin içinde olmasını istemiyordum.

Ben, onun 14 yaşındaki bir oğlan çocuğu gibi olmasını istiyordum. Renkli kıyafetler içinde görmek istiyordum onu, yüzünün yarasız, dinlenmiş halinin nasıl olduğunu bilmek istiyordum. Gözlerinin yaşıtları gibi heyecanla parlamasını istiyordum. Arkadaşları olsun bütün o tarlanı tek başına yürüyerek eve dönmesin, ev ödevi için heyecanlansın, kıyafetlerini özenle giysin, saçlarını tarasın, okuldan başka aktiviteleri olsun istiyordum.

Acı çeken birisi gibi görünmesini istemiyordum.

Acı çeken birisi değil, 14 yaşındaki birisi olmasını istiyordum.

Ve çocuğun kelimeleri havaya dağılarak parçalandı. Kocaman bedeni sola doğru düşerken eliyle kulağını tutmuş ve acıyla bağırmıştı.

"Sen tam bir çöpsün!" diye bağırdım. Yanıma bıraktığım çantamı aldığım gibi kafasına geçirmiş ve Hamlet'ten uzaklaşmasını sağlamıştım. O pis ellerini onun çenesinden çekmişti. Ona dokunamazdı.

"Çöp kovasına benziyorsun!" diye bağırmıştı 11 yaşındaki Ova o zamanlar.

"O kadar rezilsin ki varlığına dayanamıyorum!" diye bağırarak üzerine doğru yürüdüğümde o kadar sinirliydim ki, yüzüne çantamı bütün gücümle geçirmiş, yere düşmesini sağlamıştım. "Nasıl öyle şeyler söyleyebilirsin?" Yere düşerek acıyla inlediğinde bile sakinleşememiştim. "Nasıl ona böyle sözler söyleyebilirsin sen? Nasıl?" Ona yaklaşarak ağır çantamı defalarca yüzüne çarpmıştım.

"Seni polise ihbar edeceğim, bu yaptığın akran zorbalığı." 11 yaşında olduğum o gün turuncu kafalı bir çocuk Hamlet'le dalga geçmişti ve onu iterek dirseğini yaralamasına neden olmuştu. O çocuğu yakasından tutarak o kadar dövmüştüm ki, burnu kırılmıştı. Ve ailesi ailemin üzerine gelmişti.

Çantamı daha sert çarpmaya başladım. Burnunun kanaması umurumda değildi. "O harika birisi tamam mı? Kıçını yırtsan bile onun gibi biri olamazsın sen! Yetersizsin. O kadar yetersizsin ki, başkalarında kusur bularak kendi yetersizliğini kapatabileceğini sanıyorsun!"

9 yaşındaki ağlayan Hamlet'in dirseğine her gün merhem sürmüş ve yara bandı yapıştırmıştım.

Bana gülümsemiş ve her seferinde teşekkür etmişti.

O kadar sinirlenmiştim ki kendimi kontrol edemiyordum. "Senin gibi kişiler yüzünden o kadar acı çekiyor ki," Çantamı yukarıya kaldırdım ve elimden geldiğince sıkıca ona vurdum. "Senin gibiler yüzünden gitmek istiyor. Vazgeçmek istiyor! Ölmek.." Öfkem şiddetlendiğinde bir anlık nefes alamadığım için lafımı tamamlayamadım.

"Her zaman seni koruyacak o kahraman olacağım," diyerek güldüm ve omuzumla omuzuna vurdum yavaşça. "Acı çeksen bile sorun değil."

Senin için bir kahraman olmayı her şeyden çok istemiştim. Üzgünüm. Çok üzgünüm. Seni kurtaran o kahraman olamadım. Ben acını görmezden gelip durdum. Geçer diye düşündüm ama geçmeyeceğini bilemedim. Böyle olacağını bilemedim. Bir kahraman olarak görevimi yapamadım.

Yerde yatan ve muhtemelen ağır çantamla dövdüğüm için kırılan burnu yüzünden acı çeken çocuğa baktığımda artık ona vurmayı kesmiştim.

Ona yetersiz olduğunu hissettiren senin gibiler yüzünden ölürken bile bir sebebe tutunmak zorunda hissediyordu. Ölürken bile rahatça ölemiyordu. Ölürken bile yakasını bırakmıyordunuz. İnsan bile olsan, sana saygı duymamı nasıl beklerdin?

"İzin vermeyeceğim," O kadar soğukkanlılıkla bunu söylemiştim ki, kanım donmuştu. "Onu bir daha incitemeyeceksin." Çantamı sırtıma geçirdiğimde çocuktan birkaç adım uzaklaştım.

"Onu kurtaracağım!" diye bağırmıştı 11 yaşındaki Ova.

"Onu kurtaracağım." Aynı şekilde 16 yaşındaki Ova fısıldadı.

Hiçkimse onu bir daha incitemeyecek.

Böyle bir şeye bir daha ölsem bile izin vermeyeceğim.

"Ova," diye ismimi fısıldadığını duyduğumda kendimi kaybettiğim anıların içerisinden sökülerek alındım. Öylesine bir sakinlikle söylemişti ki bunu ona bakmadan edememiştim. Hiçbir şey yaşanmamış gibi sessizce salıncağa oturmuştu, sanki ait olduğu tek yer orasıydı. Ruhu çekilmiş gibiydi. Ait olduğu yerden bana sesleniyordu. Daha önce defalarca seslendiği ve benim duymamazlıktan geldiğim gibi.

"Kalkmama yardım eder misin?" diye sordu aynı sakin tavırıyla. Protez bacağının ayarı bozulmuştu. Bunu ne zaman kim yaptı diye düşünmeye kalkıştığımda yerde yatan çocuktan başkası olamayacağını biliyordum.

Hamlet'in kaçmasını böyle yaparak mı engelliyordunuz? O pis dokunuşlardan kaçamaması için protez bacağının ayarını mı bozuyordunuz?

Nefes nefese kalmış bir şekilde yanına gittiğimde bana bakmıyordu. Ona bakmama rağmen yüzünü çevirmişti ve benden kaçıyordu. Bunun üzerinde fazla durmadım, canının acıdığının farkındaydım. Eğilerek dizlerim üzerine çöktüm oturduğu salıncağın önünde. Bol pantolonunun bacağını katladım ve çıkmış protez bacağını geri yerine taktım dikkatlice.

"Yardım edemediğim için üzgünüm," diye fısıldadı kendini geriye çekerek. "Ben kalkamadım." Neden bana bakmıyorsun? "Benim yüzümden oldu. Tek başına korkmuş olmalısın."

"Bir kahraman olarak görevim bu benim," Sesimin titrediğini konuştuğumda farketmiştim. "Korkmadım hiç." Çok korkmuştum. İşe yaramayacağından ve seni kurtaramayacağım diye ölecek kadar korkmuştum.

Hamlet gülümsemiyordu.

Az önceki halinden eser yoktu. Tekrardan kalbi kırılmıştı ve kendini geriye çekiyordu.

"Sen iyi misin?"

Hamlet soruma karşılık ağırca kafasını sağa sola sallamıştı.

Geçmişte onun ojeli tırnaklarını okulda görmüştüm. Koridorda herkes bunu konuşuyordu ve aniden Hamlet'le göz göze gelmiştik. Eline baktığımda kaşlarımı çatmıştım ve o ellerini arkasına saklayarak benden kaçmıştı. Ona hiçbir zaman ojelerine değilde yaralı bileğine baktığımı söyleyememiştim. Hiç fırsatım olmamıştı.

Eskiye dönerek düzeltmek istediğim anıydı bu.

Aniden Hamlet'in ellerini kavradığımda bana bakmayan kahverengi gözlerini üzerime çevirmişti.

Elinden tutup ojesinin ne kadar güzel olduğunu, hatta kullanmam için bana ödünç vermesini söylemeliydim ona.

Yapmam gereken buydu.

Eğer aranızda bir şey olduysa bunu hemen çözmeliydiniz. Sonra, sadece sonra oluyordu işte. O an hislerini değiştirmeliydin çünkü o an hissedilen hiçbir şey unutulmayacaktı, sonra konuşup halletseniz bile.

Eğer tek bir şansım olsaydı o zaman benden kaçtığın o koridorda kolundan tutup seni durdururdum. Gel düzgünce sürelim şu ojeleri, kelebek desenlerinden de yapıştırırız üzerine, derdim.

Sadece kaçıp gitmene izin verdiğim için çok üzgünüm, Hamlet. Bütün bunların hiçbirini yapamadığım için üzgünüm.

"Güzel," diyebildim sadece.

Başka bir şey söyleyemedim. Ya ona acıdığım için böyle söylediğimi düşünürse diye içimdekileri söyleyemedim.

"Beni ağlatacak kadar çok güzel."

Hava güneşli değildi ama güzeldi. Durgun gölün kokusu etrafa dağılıyordu. Sanki kiraz çiçekleri havada uçuşuyordu ve sanki biz gölün ortasındaydık. Hiçkimse dokunamıyordu, incitmiyordu. Hiçkimse bize kalbi kıracak kötü sözler söylemiyordu. Tek başımızaydık.

Hamlet'in ellerini sıkıca tutarak alnımı ellerine yasladım ve bütün samimiyetimle onun için ağladım.

Bu sizin hikayeniz değildi, bu yüzden okumak zorunda değildiniz. Ama ben anlatmak zorundaydım. Çünkü bu benim hikayemdi. Sahip olduğum tek hikayeydi.

"Söylesene Hamlet," diyerek kafamı kaldırdım ve ona baktım. "Sen gerçekten ölecek misin?"

Bir süre sessizce bana baktı ve sonra gülümsedi.

"Eğer kendimi gerçekten öldürmek isteseydim ölürdüm." Duraksadı. "Ben sadece ölmek zorunda hissettim. Gerçekten ölmek istemedim. Hiçbir zaman."

Ölmek zorunda hissettim.

"Ölmekten korkuyorum aslında," Gülümsedi. "Ölmek istemiyorum."

Ölmek istemiyorum.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top