8; tıpkı bir güneş gibi!
♪
sia, snowman.
səmt qrupu, kimsən sən?
the city holds my heart, ghostly kisses.
8.BÖLÜM;
TIPKI BİR GÜNEŞ GİBİ.
Hatırlıyorum da, Melanie Martinez hayranıydı. Okula hep birlikte giderdik ve o kaldırımın üzerinde asker adımları atarken Tag you're it, şarkısını ölümcül bir korkunçlukla mırıldanırdı sürekli. Sonra da kendi kendine kötü adam kahkahası atar, yapamadığında ise rezil olmaması için omuzumu çıkaracak kadar sert bir tokatı omuzuma vurup, komikmiş gibi gülerdi. Çoğu zaman şakası tutmadığında utandığı için koluma hayvan gibi vururdu. Gerçi böyle daha fazla rezil oluyordu.
Saçlarını bir keresinde yarısını koyu kırmızıya, yarısını da beyaza boyamıştı. Babası oğlunun bu halini gördüğünde bütün mahalleni ayağa kaldırmıştı ve onu sokakta sopayla kovalamıştı. O zaman küçük çocuklar gibi annesinin arkasına saklanırken beni gördüğünde kocaman gülümseyip yanıma koşmuş, Melanie Martinez'e benzeyip benzemediğini sormuştu. Hiç unutmuyordum o anki, hem korkuyu hem de mutluluğu aynı anda yaşayan küçük çocuğu. Sanki küçücük bir çocuktu. Gerçi sadece dokuz yaşında küçücük bir çocuktu.
Yağmurlu havalarda büyükannesinin hediye ettiği sarı benekli şemsiyesini asla yanına almazdı; aksine, hava güneşli olduğundaysa onu yanından ayırmazdı. Yağmur damlalarının tenine değmesini ve güneşten saklanmayı sevdiğini söylemişti bir keresinde.
Fazlaca gülümserdi. Tanıdığı tanımadığı herkese selam verir, burnunu her işe sokarak başına bela almadan duramazdı. Rahat batardı kendisine. Ama yine de ben açken annesinin pişirdiği çörekleri hep benimle bölüşürdü. Bunun için bile o zamanları o kadar çok özlüyordum ki, ölecek gibi ağlıyordum.
Geri gelmiyordu.
Hatırlıyorum da, serin bir yaz gecesiydi. Küçük bir kasabada yaşıyorduk ve tren yayların az ilerisinde dipsiz diye anılan bir göl vardı. Gölün etrafında ise büyük bir park vardı ve o park ateş böcekleriyle doluydu. Köprünün altındaki o unutulmuş park, bizim bağımızın en parlak mabediydi. Oraya hiç kimse gelmezdi ve biz uzaya gideceğimiz planlarından tut, saksı çiçeği yetiştireceğimize kadar her şeyi orada konuşurduk.
Bir keresinde kutulardan bir roket yapmıştık ve ona binerek tuhaf sesler çıkarmıştık. Bunu yaparken sadece dokuz yaşındaydık ve o günden sonra komşularımız bizi gördüğünde çocuklarını evlerine sokmaya telaşlanır olmuşlardı.
Şimdi sanki o Venüs'e gitmişti ve ben kutudan rokette öylece kalakalmıştım. O gökyüzüne ulaşırken ben kafamı kaldırıp bir yıldız olan onu sessizce izliyordum. Ne ona ulaşabiliyordum, ne de ki kutudan roketimizi tek başıma havalandırabiliyordum.
Keşke, tekrardan dokuz yaşındaki o salak saçma hallerimize geri dönebilseydim. İşte o zaman asla acını görmezden gelmezdim. Asla bana tutmam için uzattığın elini tuttuktan sonra bırakmazdım. Asla ama asla benimle konuşmayı kestiğin için sessizce köşeme çekilmezdim.
Keşke o zaman yarısını beyaza ve yarısını da koyu kırmızıya boyadığın saçlarınla Melanie Martineze benzediğini söyleyebilseydim sana.
"Oy oy, kırmızı bereli!" Okulun giderek boşalan koridorunda düşünceli bir şekilde yürüyen ben için arkamdan duyduğum sesin bana ünvanlandığını anlamak zor değildi. Duraksadım. Arkamı döndüğümde omzunu duvara yaslayıp beni izleyen rehber öğretmenimizle karşılaşmıştım.
"Seni görmek ne büyük bir şeref," İsaac öğretmen burnunun ucuna kadar gelmiş gözlüğünü işaret ve orta parmağıyla geriye doğru itti. Daha sonra kollarını göğüsünde kavuşturarak derin bir nefes aldı.
"Günaydın," diye konuşarak hafifçe gülümsedi. "Söylemen gereken şey bu, öğretmeninim neticede değil mi?"
"Günaydın," dedim kuru bir sesle. İsaac öğretmen kafasını iki yana sallayarak hayıflandı.
"Nora'nın açılış töreni için hazırladığı konuşmadan sonra gösteri yapılacak. Bahar festivaline ön hazırlık gibi bir şey, öyle düşün. Kadro yetmezliğimiz vardı ve muhteşem hocan olan ben senden harika bir dansçı olabileceğini düşündüm ve ismini yazdırdım. Birkaç gün sonra provalara katılsan iyi olur. Kadromuz çok güçlü, seni aralarında görmekten gurur duyarım."
"Dans?" diye sordum tek kaşımı kaldırarak, o kadar hızlı bir şekilde özet geçmiştiki pek bir şey anlayamamıştım. Ben nasıl dans ederdim? O kadar insanın içine nasıl çıkardım? Bunu geç provalara bile katılamazdım. Bunun için zamanım bile yoktu.
"Evet, dans edeceksiniz. Çok güzel yaprağa benzer etekleriniz olacak hem de."
İstemiyorum.
Söyle.
Ne istediğini söyle. İtiraz et, dans etmek istemediğini, insanların içine bu kadar rahatlıkla giremeyeceğini, o kadar insanın karşısında dans edemeyeceğini ve hepsinden önemlisi buna zamanının olmadığını söylemeliydim. Bütün bu benzerliklere Hamlet için katlanıyordum. Neden susuyordum? Neden her zaman sessiz kalır ve sınırlarıma yapılan müdahalelere izin verirdim? Neden hâlâ sessizce yüzüne bakıyordum?
"Sorun ne?" İsaac öğretmen kaşlarını kaldırarak gülümsedi.
"Sorun değil," diye konuştum ve birkaç saniyenin ardından dudaklarımı düz bir çizgi haline getirdim.
Bu kadar çekingen olmaktan nefret ediyordum. Hamlet'le dün rahatça konuşmuştum ama neden hâlâ bu ruh halini üzerimden atamıyordum?
İsaac öğretmen aniden haraketlendi ve asker adımları atarak birkaç saniye içerisinde yanıma ulaştı. Tam karşımda durduğunda ellerini dizlerine yaslayarak üzerime doğru eğilmişti. Derin bir nefes aldı ve elini saçlarımın üzerine koydu.
"Ap-tal," Kafama fiske atmıştı.
Acıyan kafamı tutarak bakışlarımı koyulaştırdım ve ona gözlerimden ışıklar fırlatıyormuşçasına sinirle bakmaya başladım. Bu adamın derdi neydi şimdi?
"Eğer böyle kendini görmezden gelirsen her zaman görünmez olarak kalacaksın." Dilini alt dudağının üzerinde gezdirerek dudaklarını ıslattı ve bir kez daha iç çekti. "Kelimelerin Ova, sen onları umursamazsan hiçkimse umursamaz. Kendine ulaşamazsan hiçkimseye ulaşamazsın."
Kafamın üzerini patpatlamaya başladı.
"Kendini kurtaramazsan, başkalarına nasıl yeteceksin?"
Durdum.
Dün gece yatağımda uzanıp hiçbir şey yüzünden ağlamaya başlamıştım. Aynı zamanda bu her şey demekti. Hiçbir şey kötü ilerlemiyordu ama aynı şekilde iyiye de gitmiyordu. Etrafımda o kadar çok bilinmezlik vardı ki, kendimi nerede ve nasıl bulacağımı bilmiyordum.
İsaac öğretmen bir süre daha gözlerime baktıktan sonra doğruldu ve ceketini silkeledi. Sonra beni omuzlarımdan tutup silkmeye başladı. Fiziksel olarak sarsıldığım içim gözlerimi şaşkınlıktan iri iri açtım.
"Oy oy, benim aptal öğrencim. Uyan! Güneşe baksana bir, ne kadar da güzel. Böylesine bir güzellik farketilmeye değer!" Etraftakiler İsaac öğretmenim coşkulu şekilde beni silkerek bağırmasını izlemeye başladıklarında utançla ellerimle yüzümü kapatmaya çalıştım. Ama bunu yapamadım. Bunun olmasını engellemek içim kollarımı sıkıca tutmuştu çünkü.
Sonunda beni bıraktığında boynuma kadar kızardığıma o kadar emindim ki. Ama ona hiçbir şey diyemedim. Her zaman yaptığım gibi sessiz kalıp, bana söylenen sözlerin havada asılı kalmasını izledim.
"Güneşi görüyorsun değil mi, Ova?" İsaac öğretmen geriye çekilerek kollarını göğüsünde kavuşturdu ve böylelikle üzerindeki kahverengi ceketi gerilmişti.
Birkaç saniyenin ardından benden cevap beklediğinden emin olduğumda sakince kafamı sallamakla yetinmiştim.
"Şu an güneşe bakmıyorsun bile. Yine de onu görüyorsun." Arkaya doğru adımlar atmaya başladığında her kelimesinde benden bir adım uzaklaşıyordu. "İnsanların yüzüne bakmasakta, onları görebiliriz Ova."
Bana göz kırptı daha sonra; "Tıpkı bir güneş gibi."
Ve arkasını döndü.
Anlamam gereken şeyler vardı. Anlamam gereken şeyleri havaya savurduğu sözleriyle avuçlarıma bırakıyordu ama ben o kelimelerin havada asılı kalmasına müsade ediyor, onlara asla dokunmuyordum. Belki de yanlış buradaydı. Güneşi gördüğüm halde onu görmezden gelmek, insanları gördüğüm halde yüzlerine bakmamak. Hayır, sorun kendimi görmezden gelmemdi. Kendimi görmezden gelmem etraftakilerinde beni görmediği anlamına gelmezdi. Peki ya Hamlet? O bir güneşse eğer, neden onu gören insanlar tarafından görmezden geliniyordu? Öyleyse annem? Nasıl güneşi değil de yağmuru sevebilirdi?
"Yeterli mi?" diye sordum. Sesim mırıldanış gibi İsaac öğretmenin kulaklarına dokunduğunda omzunun üzerinden bana bakmıştı. Tek kaşını kaldırdı; devam etmemi bekliyordu.
"Birisini görmek, onu kurtarmak için yeterli mi?" Neden yapmadınız? Neden hiç değilse siz, Hamlet için yeteri kadar çaba sarf etmediniz?
"Hımm," Elimden geleni yaptım.
"Değil." Hayır, yapmadınız. Her zaman daha fazlası vardır.
"Biliyorum,"
Sen kendine öğretmen mi diyorsun? Böyle mi ilişki kuruyorsun onlarla, sadece ders üzerine kurulu bir ilişki mi bu? Böyle mi koruyorsun öğrencilerini?
Sessiz kaldım.
Eğer aramalarınıza geri dönmüyorlarsa evlerine gidebilirdiniz. Gitmeliydiniz. Gönderdiğiniz mektupların, okul uyarılarının, çağırışların bir cevap almadığını gördüyseniz boş vermek yerine kapılarına dayanmalıydınız. Hamlet dışarı çıkana kadar çalmalıydınız o kapıyı. Kolundan tutup sarılmalıydınız. Okulda düştüğü konumu biliyordunuz, bildiğiniz halde hiçbir şey yapmadınız. Ergenlik tanısı koyarak geçer diye yatıştırmamalıydınız kendinizi. Silinen mesajları annesine anlatmalıydınız, daha iyi hissetmesi için onunla konuşmalıydınız. Ona bir değerinin olduğunu göstermeliydiniz. Zor durumlarda size gelmesi için ona güven vermeliydiniz, çünkü gerçekten zor durumdaydı. Sorumluluk almalıydınız. Kendini sevmesini sürekli söylemek yerine ona bunu nasıl yapacağını öğretmeliydiniz.
Yapmalıydınız.
Böyle bir durumdaki çocuk için bunlar yapılması gerekenlerdi. Aynı şekilde Hamlet'e yapılmayan şeylerdi bütün bunlar.
"Her neyse," diye iç çektim.
Bazen bu kelime yeterdi; her neyse.
Daha sonra İsaac öğretmenin ne söyleyeceğini beklemeden arkamı döndüm ve yürümeye başladım; Öfkeliydim. O kadar çok öfkeliydim ki, sorumsuzca davranan herkesi bir odaya toplayıp, benimle birlikte odayı havaya uçurmak isterdim.
Her zaman yapılması gereken şeyler vardı. Aynı zamanda yarım yapılan, yanlış yapılan ve hiç yapılmamış şeyler. Bizim için zor değildi yapmak, bir insanı kurtarmak için elimizden daha fazlası gelirdi ama bunun yerine sadece ve sessizce kendi önümüze bakardık. Peki öyleyse neden? Birisinin acısını küçümseyebilir miydik? Kolay mıydı bu kadar? Yaşadığı yıl az diye acısı önemsiz mi oluyordu?
İsaac öğretmen belki de anlamadı. Çünkü onların dünyasında Hamlet hâlâ yaşıyordu ve ölmediği için çektiği acının şu an pek bir önemi yoktu. Yalnız öldüğünde herkes farkedecekti ne denli acı çektiğini, herkes bunun için kendini ve bir başkasını suçlayacaktı. Ailesini, sistemi, sınıf arkadaşlarını, okulu, öğretmenleri, şimdiki geçliği, hüzünlü şarkıları suçlayacaklardı; Hamlet'in kendisi bile suçlanacaktı.
Aynı yılın Şubat ayında aynı çocuk aynı acıları çekiyordu ama hâlâ yaşıyordu ve hiçkimse onu ve çektiği acıları önemsemiyordu. Aynı yılın Nisan ayında aynı çocuk aynı acıları çekmişti. Ama herkes onu konuşuyordu. Neden peki? Çünkü artık birer ölüydü.
Ne tuhaftı, oysa çektiği acı hiç değişmemişti. Hep aynıydı.
Yapılabilecek şeyler konuşulacaktı, önlemler alınacaktı. Birisi daha böyle bir şeyden ilham alıp bu olayı tekrarlamasın diye toplantılar yapılacaktı. Sorumluluk alınacaktı.
Zamanında alınmayan sorumluluk alınacaktı.
"Ova?"
Nora'nın düşünceli sesini duyduğumda sınıfa girmiş, sırama doğru ilerliyordum. Daha sonra adımlarımın istikametini değiştirerek en önde oturan Nora'nın yanına gittim.
Saçlar.
"Ben de sana bakınıyordum," Nora iç çekerek konuştu. Yanına oturduğumda çantamı sırtımdan çıkarıp bakışlarımı saçlarında gezdiriyordum. Yine kesmişti saçlarını. Eskisinden daha kısaydı. "Sana söylemem gereken bir şeyler var." Nora dilini dudaklarının üzerinde gezdirerek onları ıslattı ve daha sonra sessizliğe bir süre daha boyun eğip yutkunmuştu.
"Saçlarını çok severdin sen," diye konuştum onun söylediklerini es geçerek. Neden böyle bir şey yaptığını merak ediyordum. Her hafta kısalan saçlarından ne istediğini, neden yaptığını bilmek istiyordum. "Niye sürekli kesiyorsun?"
Bir süre yüzüme baktı ve sonra sadece; "Zaten gidecekler," dedi. Uzatmadı. Sebebini açıklamadı. Farklı bir açıdan baktığını ve şu şu şu sebep yüzünden böyle yaptığını, yaptığı şeyin arkasında duracağını ve hatta benimde yapmamı, yapmamın bana faydasının olacağını söylemedi. Normalde diyeceği bütün kelimeler onun tarafından öldürülmüş ve midesine kocaman mezarlık dikilmişti.
"Niye ki?" Duraksadım. "Yoksa şampuanın içinde olan sulfat yüzünden mi? Ya da havada olan bir tür gazların saçlarına tutunup organizmanı mahv edişinden korktuğun için mi?"
"Acı çekiyorlar çünkü."
Tuhaftı; Nora gibi her şeye bilimsel yaklaşan bir kızdan böylesine romantik bir cümle duymak.
Elimi Nora'nın saçlarına koyarak okşamaya başladım. Ne söyleyebileceğimi bilmiyordum.
"Ben," diye bir şeyler mırıldandım ama devamını getiremedim. Ben zaten hep sessizce onun yanında dururdum. Pek konuşmazdım, çoğu zaman Nora susmadığı için benim bir şeyler söylememe ihtiyaç kalmazdı. Ama şimdi, o konuşmuyordu. Söylemem gereken bir takım şeyler olduğunu biliyordum. Sıcak hissettirecek bir şeyleri havaya salmalıydım dudaklarımdan. Fakat ne söyleyebileceğimi bilmiyordum.
"Hamlet," diye konuştu Nora uzun zaman sonra. Kendini konuştuğu için geriye çekti ve böylelikle saçını okşayan parmaklarım arasından uzaklaşmıştı. Havada asılı kalan elimi yavaşça indirdim.
"Yine bir söylenti yayılmış hakkında," diyerek dikkatimizi başka bir konuya çekmişti.
Tek kaşımı kaldırarak ona sessizce bakmayı sürdürdüğümde konuşmaya devam etti; "Her şeyi ilgi görmek için yaptığı konuşuluyor. İlgi için kendini kesen ucube diye çağırılıyormuş."
Hamlet ölürken bile insanlar tarafından dikkat çekmemek isterken, o yaşarken neden ona bütün çabalarını boşa çekilmiş bir kürek olduğunu gösteriyorsunuz?
"Bir şey daha var," Nora iç çekti. "Hamlet sınıf başkanı olan Luciana ile konuşmuş. "Keşke yeteri kadar iyi olabilseydim," demiş kıza. Ve ot bunu bütün okula yaymış. Şimdi herkes Hamlet'in dikkat çekmek için böyle bir şey söylediğini düşünüyor. Aslında Luciana kızlar tuvaletinde arkadaşlarına Hamlet'in ilgi görmek için kendisine böyle bir şey söylediğini anlatıyordu. Ve sonra sarıldıklarını falan. Bunu da kabinlerdeki kızlar duymuş, böylelikle herkesin kulağına çalınmış. Kız tam bir şırfıntı gerçekten. Senin yanında söylenen bir kelime yine senin yanında kalmalı. Sok içine, sokamıyorsan dudaklarını falan dikmelisin öyleyse."
Keşke yeteri kadar iyi olabilseydim.
Aslını isterseniz ağır bir cümleydi bu; söylemek için omuzlarında öylesine bir acı olmalıydı ki. birisine bunu itiraf etmek cesaretten daha fazlasını isterdi. Ve bu cümleyi duymak; sorumluluk gerektirirdi. Böylesine bir cümle görmezden gelinemezdi. Gelinmemeliydi. Zaten gelinmedi de. Bütün bir okul tarafından konuşuluyordu.
"Hamlet bunu duyduğunda ne yapmıştır sence? Güveninin kırıldığı o kadar bariz ki, kötü hissettiğine eminim."
"Bilmem ki," diye mırıldandım.
Bilmiyordum.
"Belki de onun yanına gitmelisin," Nora sıranın üzerindeki defterlerini düzenli bir şekilde çantasına yerleştirmeye başladı. "Şimdi konuşup konuşmamanızı siktir et, onun yanında olmalısın. Siz arkadaştınız."
İnsanlardan nefret ettiğimi düşünebilirsin, ama aslını istersen hiçkimseden nefret etmiyorum.
Bu pek inandırıcı gelmeyebilir ama insanları seviyorum.
Uzaktan.
Neden insanları seviyorsun?
19 Şubat. Bugünün tarihiydi. "Bu yüzden Hamletin yanına gitmelisin. Rehber öğretmen onu tekrardan okulun psikoloğuna yönlendirdi. Hâlâ orada olması gerekiyor. Bence durmadan geleceğin 99 güzelliğini ezberleyip sadece ondan bahseden Mr.Jo'nu dinlemektense seninle zaman geçirmeyi tercih eder."
İnsan oldukları için.
"Eğer ben kötü hissetseydim her daim benim yanımda olmasını istediğim tek kişi sen olurdun."
İnsanların bir anlamı olduğuna inanıyorum, her ne kadar bazen bunun tersini kanıtlasalar da, hâlâ herkesin bir değeri olduğuna inanıyorum ben.
Ayağa kalktı Nora. Çantasını sırtına taktıktan hemen sonra bakışlarını yüzüme çevirmişti. "Eve gidiyorum ben, pek iyi hissetmiyorum. Psikolojik olarak zehirlenme yaşıyorum." diye kısa bir açıklama yaptı. "Unutma Ova, birisine olan sevginin miktarı onu hayatta tutabilir."
Ne söyleyeceğimi dinlemeden bana el salladı ve arkasını dönerek sınıftan çıktı. Her şey o kadar hızlı yaşanmıştı ki, kendimi uzaktan izlesem benden kaçtığını düşünecektim.
Duraksadım.
Belki de benden kaçıyordu.
19 Şubat.
Nora tam 13 gün sonra okula gelecekti ve artık eskisi gibi yakın olmayacaktık. Sebebini hep sorgulasam da, sebebini ölen köpeğine duyduğu acı olduğunu düşünsem de, artık biliyordum. Anlamıştım. Sebebi bendim. 13 gün onu rahatsız etmemek için, çok sevdiği köpeğinin ölümüne alışması ve kendini toparlaması için onu hiç ziyaret etmemiştim. Sessizliğimle her zaman yanında olduğumu ve bunu sevdiğini düşünmüştüm. Ama öyle değildi. Onu yalnız bıraktığım için, kötü hissettiğinde hiçbir şey söylemediğim için benimle arasına mesafe koyacaktı.
Anlamıştım artık.
Sebebi bendim.
Sebebi her zaman ben olurdum; Hamlet benimle konuşmayı kestiği için onunla bir daha konuşmaya çalışmayan da bendim. Anneme yalnız hissederken ona sarılmak için bir girişimde bulunmayan da, Venüs bana dokunmadığında o aptal elini omuzuma koymasını söylemeyen de bendim.
Sınıftan çıktığımda aklımda sadece bir şey vardı. Ben her zaman kendimi görmezden gelmiştim ve diğer herkes içinde öyle olduğumu düşünmüştüm. Ama ben görünmez değildim. İnsanların hayatında olan varlığım da görünmez değildi. Bu yüzden yaptığım küçük bir şey onları etkileyebilirdi. Etkiliyordu da.
Rehber öğretmenin odasının önünden geçtiğimde istemsizce duraksadım. Elim yumruk şeklini aldı, küçük tırnaklarımı avuçlarıma geçirmeden duramadım.
Eskiden yaptığım hatayı yine yapamazdım. Yapmayacaktım. Gözlerimi sıkıca kapattım ve derin bir nefes aldım. Yarın Hamlet benden nefret edecekti, çok iyi biliyordum bu gerçeği. Ama önemli değildi.
Birisinin yaşadığını bilmek, benden nefret ediyor oluşunu önemsiz kılardı.
Kapıyı birkaç kez tıklattım. Emin değildim. Hiçbir zaman emin olamamıştım. Belki de köstebek olmak yerine sadece odama gidip derslerime çalışmalıydım. Kısa bir sürenin ardından İsaac öğretmenin sesini duymuştum. Ve odaya girdim.
"Efendim Ova?"
Kapıyı tıklatmayı unutarak rehber öğretmenin odasına girdim.
"Efendim Ova?"
Kapının arasını açık bırakarak içeriye doğru bir iki adım attım ve sonra duraksayarak iç çektim. İçimdeki his buradan bir an önce kaçmamı bağırıyordu sanki.
"Şey," diyerek kelimeleri kafamda toparlamaya çalıştım.
"Evet?"
İsaac öğretmen masasında oturmuş önündeki kitabı okuyordu. Çekingen tavrıma kısa bir süre tanıyarak bakışlarını kitabına geri çevirdi ve söyleyeceklerimi toparlamamı bekledi.
Derin bir nefes aldım ve kapıyı arkamdan kapattım. İsaac öğretmenin masasına doğru ilerlediğimde bu sabah içimde yaranan öfke giderek büyüyordu.
"Şey," diye konuştum. Kafam karışıktı. Ne söylemeliydim? Nasıl söylemeliydim?
"Evet?"
İsaac öğretmen elindeki kitabı kapatarak dikkatle beni dinlemeye başladı. Bu az önce kısa süreli cesaretimin üzerini kalın bir yorganla kapatmıştı. Belki de bu sandığım gibi bir yanlış değildi. Belki de bu sadece Hamlet'in benden nefret etmesini önleyen bir anıydı ve onun intiharından değiştirilmesi gereken bir şey değildi.
Belki de gitmeliydim.
Belki de gitmeliydim.
Eğer Hamlet'in intihar hakkındaki düşüncelerini ona anlatırsam, Hamlet bunu duyduğunda benden nefret edecekti. O kızdan bir farkım kalmayacaktı.
"Hiçbir şey," diye özür dileyerek aralık bıraktığım kapıyı tuttum ve dışarı çıktım.
Eskiden yaptığım gibi yapıp bugünü sadece kendi odamda şarkı dinleyerek geçirebilirdim. Ve Hamlet'in yaşadıklarını görmezden gelip, okul psikoloğu Mr.Jo'nun da söylediği gibi her birimizin okul döneminde böyle şeyler yaşayabileceğimizi göz önünde bulundurmalıydım. Hamlet'i satmak sadece kendime olan nefretini kazanmaktan başka hiçbir şey vermezdi bana.
"Hiçbir şey," diyerek arkamı döndüm ve kapattığım kapı kulpunu tutarak çevirdim.
Ama.. ya öyle değilse?
Kendimi farklı bahanelere inandırsam da, gerçek şuydu ki; Hamlet'in benden nefret etmesini istemiyordum. Bu yüzden onun işlerine burnumu sokmamıştım, bu yüzden onun acılarını hep görmezden gelip hiçkimseye hiçbir şey söylememiştim. Ama eğer bu onun intiharını engelleyecek bir şeyse, yapmalıydım.
Hamlet bunu öğrenip benden nefret etse de, en azından yaşardı. Beni hayatının sonuna kadar görmezden gelmesi ölmesinden iyiydi.
"Ova dur,"
Bu beklemediğim bir şeydi.
Geçmişte bugün, kapıyı açıp dışarı çıktığımda İsaac öğretmen asla bana seslenmemiş, beni durdurmamıştı. Ama şimdi, bir şeyler farklı ilerliyordu. Beni durduran oydu. Yine aynı hatayı yapmamı engelleyen kişi oydu.
Çevirdiğim kapı kolunu bırakarak arkamı döndüm ve zaten bana baktığı için göz göze geldiğim İsaac öğretmenin masasına doğru ilerledim.
"Hamlet," diyerek konuştum aceleyle. "Ona yardım etmeliyiz."
. ˚
˚✩
Islak kaldırımlara bakışlarımı gezdirerek bisikletimi kaldırımın üzerine bıraktım. Sarı bisikletim onu sürekli çamurlu yollarda sürdüğüm ve temizlemediğim için çok eski bir görünüme sahipti. Halbuki yeni yıla girdiğimizde hediye olarak verilmişti bana.
Biz insanlar, hatalar yapardık.
Soğuk havayı ciğerlerime çekerek içimden bir titreme geçmesini sağladım ve aynı soğuk havayı dışarı verdiğimde omuzlarım düşmüştü.
Kapıyı çaldım. Yanı sıra dizili olan sarı evler tarla boyunca uzuyordu ve ilerideki köprünün altındaki durgun göl bütün bunların hepsi unutulması gereken anılardan ibaret değildi. Bütün bunlar acı vermemeliydi.
"Ova?" Kapı açıldığında karşımda gördüğüm şaşkın gözler gülümsememe neden olmuştu. Bu geçmişte asla yapmadığım bir şeydi. Yapamadığım bir şey.
Arkadaşlık diğer bütün ilişkilerden hassastı; bazen arkadaşlarımızın mükemmel olmasını isterdik. Bizi hayal kırıklığına uğratmasınlar, hiçbir şey saklamasınlar, yalana yer olmasın aramızda ve her zaman birbirimizin hayatında yine birbirimiz olsun isterdik. Ama bu yanlıştı. Onlarında birer insan olduklarını ve hata yapabileceklerini unutuyorduk. Arkadaşlarımız harika olmak zorunda değillerdi. Yanımızda olmaları yeterdi, bazen. Her ne kadar arkadaşlık çok hassas bir bağ olsa da, bazen sadece karşımızda durup bize gülümsemeleri, yaptıkları bütün hataları önemsiz kılardı, kılmalıydı.
"Birisine olan sevginin miktarı dünyada kalmasını sağlayabilir." diyerek kocaman gülümsedim. "Unutmadım, Nora."
Senin için buradaydım; ve senin için bir şeyleri yapacağım.
☪︎⋆
┊ ⊹
✯ ⋆ ┊ . ˚
˚✩
Buradayım; ve sizin için bir şeyler yapacağım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top