6; yağmur ve bir takım yanakları ıslatan şeyler
♪
no land, üzümə bax.
kadi feat. dalliance, havana.
6. BÖLÜM:
YAĞMUR VE BİR TAKIM YANAKLARI ISLATAN ŞEYLER.
Kırmızı kirli çamaşır sepetini elime alarak merdivenlerden aşağıya doğru indim. Lavaboya giderek çamaşır makinesine kıyafetleri ve diğer kirli havluları yerleştirerek çalıştırdım. Makinenin gözüne yavaş bir şekilde sıcak su dolmaya başladığında lavabonun içi gibi bembeyaz olan çamaşır makinesinden gözlerimi çektim ve derin bir nefesi ciğerlerime gönderip, etrafta oyaladım bakışlarımı.
Lavabonun açık bıraktığım kapısından içeriye dolan hoş parfüm kokusunun eşliğinde içeri giren bedene çevirdim bu kez de bakışlarımı; Annemdi. Üzerinde krem renginde dizlerine kadar gelen oldukça sade elbise vardı. Boynundaki ince kolyesi yürüdükçe bir ireli bir geri sallanıyordu. Siyah ve uzun saçlarını atkuyruğu yapmış uçlarını kıvırmıştı. Böyle hoş görünmesini seviyordum. Böyle hoş bir kadının her zaman üzgün olmasına dayanamıyordum.
Annem elindeki lacivert kazağı çamaşır makinesinin yanında duran kirli sepete bıraktığında eşzamanlı olarak bana bakmıştı. Gözlerini uzun süre üzerimde gezdirdi; üzerimdeki siyah, bulut desenli pijamalarımı pek sevmezdi. Neden sevmediğini biliyordum, bunun sebebi babamdan başkası değildi. Bana o almıştı çünkü bu pijamaları.
Geçen yılbaşında ailecek masa başında oturmuştuk. Öyle ki, büyükannem bile her zaman kök saldığı televizyonun önünden kalkmış bizimle masaya oturmuştu. Saatlerce babamı beklemiştik. Alkolden kurtulmak için aldığı tedavini daha yeni bitirmişti, bu tedavi için annem birkaç broşunu feda etse de sorun değildi. Annem her zamanki gibi gülümsemeden öylece oturuyordu, büyükannem sözleriyle yeni kurgusundan bahs eden ablam Sonia'nı iğneliyordu, abim Venüs bana kitap okumanın faydalarını anlatırken diğer abilerim -Han ve Serra'da çekecekleri film hakkında tartışıyorlardı.
Sonra saat on ikini geçmişti. Yeni yıla girmiştik.
Ve babam gelmemişti.
Bu pijamaları da hiç uyumadığım gecenin sabahı yılbaşı ağacının altında bulmuştum.
"Nasılsın?" diye sordu annem uzun süre beni süzdükten sonra.
"Bilmem," Ellerimle yüzümü ovuşturmaya başladım. "Sen nasılsın?"
"İyi değilim." Her zaman olduğu gibi.
"Niye?" Uyandığın zaman tavanın çatlamış kısmını görüp, hayatının da onun gibi yavaşça ama derinden çatladığını mı düşündün?
Serra'ya orayı onarmasını defalarca söylemiştim oysa.
İlerleyerek annemin kirli sepetine bıraktığı kazağı aldım ve diğer renkli kıyafetlerin olduğu sepete bıraktım. Daha sonra çamaşır makinesinin önünde oturup, dönüp duran çamaşırları izlemeye koyulmuştum. Birkaç saniye sonra annem de yanıma oturmuş, sırtını duvara yaslayarak kollarını dizlerinin etrafına sarmıştı. Benimle dönüp duran çamaşır makinesini izledi, sessizce.
"Satusu'dan nefret ediyorum," Dudakları birkaç hüzünlü kelimeni havaya üflediğinde iç çektim.
"Yaşadığımız şehirden neden nefret ediyorsun?"
"Öylesine,"
Duraksadı.
"Çok hüzünlü."
"Hüzünlü olan sensin," diye konuştum. Annem çenesini dizlerinin üzerine yasladı ve saniyelerin sessizliğe dönüşmesine izin verdi.
Bazen onu tanıyamıyordum. Bunun için onu suçlamıyordum, bu kadar üzgün olması onun suçu değildi. Netice de hiç kimse bile ve isteyerek bu kadar üzgün olamazdı. Onu tanıyamadığım için kendimi suçluyordum. Hüznünü göremediğim, görüpte umursamadığım için kendime kızıyordum.
Çünkü benim annem muhteşem değildi. Bir derdi vardı; bir acısı, hüznü, onu her gün mutsuz eden bir şeyler.
Belki de en kolay yol, böyle olduğu; bize karşı bu kadar ilgisiz ve umursamaz olduğu için ondan nefret edip, beni niye sevmediği için onu suçlamaktı. Başka annelerle onu kıyaslamak ve yapamadığı, olamadığı her şey için ona kızmaktı.
Ama yapamazdım.
Başka anneleri bilmem ama benim annem çok üzgündü ve sırf bu yüzden ondan nefret edemezdim.
Ben aynı evin içinde yıllardır yaşamamıza rağmen onu yeteri kadar anlayamadığım için kendimden oldukça nefret ediyordum.
"Satusu'yu hüzünlü eden sensin. Sırf hava kapalı olduğu, yağmur yağdığı için üzgün olduğu anlamına gelmez. Şehiri suçlamaktan vazgeç." İç çektim. "O sadece bir şehir."
O içinde bizi taşıdığı için yeteri kadar yorgun zaten.
"Satusu bir şehirden daha fazlası. Bu yüzden ondan nefret ediyorum." Bir şehirden daha fazlası olduğu için onu severdim ben.
"Ama yağmuru seviyorum. Bazen yalnız olduğumda yağarak sesini duyuruyor, bazen hiç susmuyor ama çoğu zaman yalnızlığımı kapatıyor. İnsanların tuhaf bakışlarının beni incitmesine izin vermiyor. Ve bazen bana eşlik ediyor." Dizlerine daha sıkı bir şekilde sarıldı. "Ben yanağımı ıslatırken kaldırımlarını ıslatarak bana eşlik ediyor. Eski ve iyi bir arkadaş gibi. Yalnız olmadığımı hissediyorum yağmur yağarken."
Bazen yağmurdan nefret ederdim. Şimdi olduğu gibi.
"Yağmur yağmasa bile sen yalnız değilsin ki," diye mırıldandım. Sanki kalbim kağıttandı ve üzerine yazılan her söz için buruş buruş oluyordu; çizilmiş ve artık kullanılmayan, yakılmaya hazır bir kağıt. "Biz varız."
Ben varım.
Bir süre sessizlik yaşandı. Annem yüzümde gezinen bakışlarını gözlerime değdirmeden yüzümden çekti, dönüp duran makine baktığı tek manzaraydı şimdi.
Bazen annem çok tehlikeli bir kadın olabiliyordu. Ne zaman ki acı çekti, etrafındaki her şeyi dağıtabiliyordu; eşyaları, vazoları, Han'ın kasetlerini, insanları ve kapleri. Şu an yaptığı gibi.
Bazen ben de tehlikeli olabiliyordum. Ne zamanki acı çektim, içimdeki her şeyi dağıtıyordum; düşüncelerimi, duygularımı, sınırlarımı ve dünyayla bağımı. Şu an yaptığım gibi.
Annem gibi bakışlarımı çamaşır makinesine çevirdim iç çekerek.
Dünya da var olsakta, annemin hayatında yeteri kadar var olamamıştık.
Bizi seviyor muydu bilmiyorum. Bir ihtiyacımız olduğunda broşlarını satardı, çocukken her zaman en iyi kıyafetleri giydirmişti bize, veli toplantılarımıza gelirdi, ödevlerimize yardım ederdi, Venüs'ün üniversiteye kabul olması için 5 yıl bütün parasını özel öğretmenlere dökmüştü hiç düşünmeden, tabii daha sonra abim üniversiteye kabul olamayıp, halı yıkama şirketinde işe başladığında onu küçümseyecek tek laf etmemişti. Han ve Serra'nın çekecekleri film için onlarla konuşurdu sürekli, yardım ederdi, Sonia için meyve hazırlardı ablam geç saatlere kadar çalışıp, uyuyamadığında.
Her zaman okulumla ilgilenirdi, nasıl olduğumu sorardı.
Ama bunları yaparken üzgün olurdu. Bir anne olarak bütün görevlerini yerine getirmek için uğraşıyordu, görebiliyordum. Yine de bir insan olarak bizden çok uzaktaydı.
"Uzun zamandır güneşi görmedim," diye uzun bir sessizlikten sonra konuşmuştu.
"Nasıl göreceksin ki, dışarı çıkmıyorsun. Pencereden bakmıyorsun. Sadece yağmur yağdığında izlemek için salondaki büyük pencerenin önünde oturuyorsun. Güneşi görmek istemiyorsan, göremediğin için üzülemezsin."
Bazen bu kadar acının içinde olduğu halde neden gitmediğini merak ediyordum. Ve bazı anlarda onu neyin bu kadar üzdüğünü bulamıyordum. Ne kadar düşünsem de annem kapalı bir kutuydu. Onu doğduğumdan beri açmaya çalışsam da, avuçlarımda sadece yara izleri kalıyordu.
"Üzümlü kek yapacağım," Ayağa kalktım. "İştahın olmadığını biliyorum ama yemeye çalış. Lütfen."
"Pekala," diye fısıldadı olduğu pozisyondan, kımıldamadan.
"Üzgünüm," diye mırıldandım lavabonun kapısına doğru ilerlerken.
"Ne için."
"Yalnız hissettiğin için."
Bugün sana arkadaş olacak hiçkimse yoktu, çünkü yağmur yağmıyordu. Keşke senin için bir arkadaş olabilseydim. Her zaman acını görmezden gelip, zaten uzak olan senden ben de uzaklaştığım için çok üzgündüm.
Keşke bunu değişebilseydim.
Lavabodan çıkacağım sırada duraksadım. Belki kafasını şişirmemek için onu her zaman yalnız bırakmaktan vazgeçmeli ve onunla daha çok zaman geçirmeliydim. Birlikte kek yapabilirdik, üzümlü kekten başka bildiğim yoktu. Belki bana öğretirdi.
Hamlet'ten tek farkı fiziksel olarak yaşaması olsa da, ruhu ölen birisi de ölmüş sayılırdı. Hamlet'e yaptığım gibi onunda ismini çağırarak dünyaya geri döndürebilirdim. İsmini hiçkimse çağırmadığı için o kadar yalnız hissediyormuş ki, yağmurla arkadaş olmuştu. Bunu değişebilirdim. Ben onu kendi zihninden kurtarabilirdim.
Belki.
Ona doğru döndüm.
İsmini dudaklarımın arasından salmak için bir adım attım. Sadece bir adım. Daha sonra yürüyemedim. Konuşamadım. Dudaklarım aralı kaldı, kelimeler havaya karışamadı.
Annem gittiğimi sandığı için elbisesinin kolunu yukarı doğru çekmiş, bileğine bakıyordu.
Bileğine.
Yaralı olan bileğine.
Lavabodan hızla çıkarak mutfağa doğru yürüdüm. Mutfağa girdiğimde kapıyı arkamdan kapatmış, lavaboya doğru giderek suyu açmıştım. Ellerimi yıkamaya başladım. Suyun ısısı gittikçe ısındığında umursamadığım bir şeydi bu. Birkaç dakika sonra Venüs mutfaktan içeri girdiğinde onu görmezden gelmiştim. Masanın üzerindeki sürahini alarak bardağına su doldurdu, kalçasını tezgaha yaslayarak elindeki suyu yavaş yavaş içmeye başladı. Bütün bunlar yaşanırken ben, suyu kapatarak ellerimi durulamadan buzdolabını açmıştım. Kek için gerekli malzemeleri çıkardığımda tezgaha bırakmaya başlamıştım.
Yumurtaları düşmemesi için küçük yeşil kaba bırakırken Venüs'ün düşünceli sesini duydum. "Sen iyi misin?"
Kabın içine yeterli miktarda şeker koyarak yumurtaları kırmaya başladım. Sorusu havada asılı kalmıştı. Her zaman yaptığım gibi bana sorulan sorulara, söylenen sözlere cevap vermezdim. Öylece havada kaybolurlardı.
"İyi olduğunu düşünmüyorum." Venüs elindeki bardağı masaya bıraktı. "Okulda bir şey olduysa bana söyleyebilirsin. Biri mi incitti seni? Biri kalbini mi kırdı?" Sonra karıştırdım. Karıştırdım, karıştırdım, uzunca karıştırdım. Kendimi tutamayıp gözyaşlarım koluma damlayana kadar karıştırmaya devam etmiştim. Sonra durdum. Ben durdum ama içimdeki hiçbir şey durmadı.
Biri kalbimi kırdı. Kendi kalbimi kırdım ben.
"Ova?" diye şaşırmış bir şekilde konuşarak bana doğru yürümeye başladı Venüs. Adımları hızlıydı. Birkaç saniyenin ardından yanıma vardığında durmuştu. Aramızda az bir mesafe vardı ve o bana dokunmak ya da sarılmak için herhangi bir girişimde bulunmuyordu. Dokunamazdı ki o bana. Kendisi istese, aptal düşünceleri izin vermezdi.
Venüs üvey ağabeyimdi.
Annemin uzun süre çocuğu olmayınca onu evlat edinmişlerdi. Bu yüzden bize hiç benzemezdi, sarışındı ve koyu yeşil gözlere sahipti. Bir şekilde bizden farklı olduğu hissediliyordu. Görünüşü, düşünce tarzı ve farklı olduğu birçok konu daha. Yine de ona hiç üvey muamelesi yapmamıştık, bilakis evdeki herkes onu çok severdi, ben dahil.
Ama Venüs aptal kafasında kurduğu düşünceler yüzünden kendini üvey olduğu için bizden uzaklaştırıyordu. Çatıda uyuyordu ve bazen ailecek sohbet ettiğimizde kalkıp giderdi. Çoğu zaman bize dokunamaz, sarılamazdı.
Kendince acıları vardı.
"Ne yapacağımı bilmiyorum," diye fısıldadığımda öylece yanımda durmaya devam ediyordu.
"Sevdiğim kişiler acı çekiyor ve ben onları kurtaracağıma dair kendime söz verdim ama gerçek şu ki, ben ne yapacağımı bilmiyorum. Onları bu düşünceden vazgeçirmek için ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Sadece onlara sesleniyorum ama bunun onları hayatta tutmak için yeterli olmadığını biliyorum. Ben.." Kendimden o kadar nefret ettim ki nefes alamadım bir anlığına. "Nereden nasıl başlamam gerektiğini, ne yapmam, söylemem gerektiğini nasıl davranmalı olduğumu bilemiyorum."
Ölmek mi istemişti? Gitmek mi istemişti? Anlayamıyordum. Arkadaşı yağmuru bırakıp nasıl gitmek isteyebilmişti? Hamlet gibi o da gidecek miydi? Bu yüzden mi evdeyken bile güzel kıyafetler giyip, hoş görünmeye çalışırdı hep. Aniden giderse diye?
"Birisinin hayatı nasıl kurtarılır bilmiyorum."
Ya giderse?
Ya giderse ve ben hiçbir şey yapamazsam? Ya bu sefer geç kalırsam ve geçmişe dönmek için bir şansım daha olmazsa? O zaman ne yapacağım ben? Ne yapacağım?
Venüs sağ elini ağırca kaldırıp omuzum hizasına getirdiğinde duraksadı. Üvey olduğu için bana dokunmaya, gerçek bir abi gibi davranmaya layık görmüyordu kendini. Yanağımdan akan gözyaşlarını elimin tersiyle sildim. Yenileri aktı. Yine sildim. Aktı. Durduramadım.
Venüs havada asılı kalan elini bir süre sonra indirdi.
"Onlara onları sevdiğini hissettir Ova," Venüs tezgahın yanında duran ve bana dokundurmadığı elini yumruk yaparak sıktı. "Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Onlara sevgini hissettirirsen kalmak isteyeceklerdir. Sürekli ama sürekli isimlerini çağır, seslen onlara. Sesin beyinlerinde yankılanıp dursun ve gitmek istediklerinde onları rahat bırakmayan seslenişin onları durduracak."
"Ya sesim onlara ulaşmazsa?" Burnumu çektim.
"Herkesin kulakları var Ova," Venüs gülümsedi. "Kulaklar duymak içindir. Duymamazlıktan gelebilirler ama bu duymadıkları anlamına gelmez. Sesin duymayı isteseler de, istemeseler de onlara ulaşacaktır."
"Kalmalarını sağlayabilir miyim sahiden?" diye sordum umutla.
"Hayır."
"Ama sen az önce.."
"Kalmalarını sen sağlayamazsın. Sen sadece onlara seslenebilirsin, çağırabilirsin. Onları çağıran kişi için kalıp kalmama kararını verecek olan onlar. Çağırıldıklarına rağmen hâlâ gitmek isterlerse onları tutamayız. Belki de gittiklerinde gerçekten daha iyi olacaklar."
Belki de gittiklerinde daha iyi hissedeceklerdi. Venüs haklı olabilirdi. Ama ya hissetmezlerse? Ya daha kötü olurlarsa?
"En azından sen onlara seslendin, hiç seslenmemekten iyidir."
Tekrardan yavaş bir şekilde şeker ve yumurtayı karıştırmaya başladığımda ona bir şeyler söylemek istedim. Ama yapamadım. Venüs'ün sözleri havada dağılıp durdu, onlara bir karşılık veremedim. Zaten çoğu zaman bana söylenen şeylere karşılık vermezdim.
Sessiz birisiydim ben.
Sessiz ve görmezden gelen.
"Yardım etmemi ister misin?" Venüs kaşlarını kaldırarak yeşil gözleriyle masanın üzerindeki etrafa saçılmış şeker ve yumurtayı gösterdiğinde öylece etrafa baktım.
"Hayır,"
"Pekala," Venüs geri çekilerek ellerini kaldırdı. "Zamanının çoğunu burada geçirdiğinden mutfağın senin için ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Sana ve kutsal mutfağına dokunmadan gidiyorum."
Venüs gülümsedi.
Gülümsemesine karşılık vermek istedim ama zihnimi ele geçirmiş görüntü buna izin vermedi. Gülümsemesine karşılık gülümseyemedim.
"Zamanını almak istememiştim. Üzgünüm, gidiyorum hemen." Venüs daha genişçe gülümseyerek çıkışa doğru ilerlediğinde bu gülümsemenin içinde yatan kederi görmemek imkansızdı. Ona seslenmek ve yanlış anladığını söyleyerek gülümsemek isterdim.
Ama ben arkasından bakmakla yetinmiştim sadece.
Eğer o gün cesaretimi toplayıp sana cevap verseydim, gülümsemene karşılık gülümseseydim, sana sarılsaydım ve ismini seslenseydim her şey daha farklı olur muydu?
Belki de bütün bunları yapsaydım sadece 48 gün sonra aramızda sınırları olan iki kardeş olmak zorunda kalmayacaktık. Ama yapamamıştım. Sonu bildiğim halde yapamamıştım hem de.
Çünkü üzgündüm.
Çünkü çok üzgündüm.
Bugün şunu farkettim; geçmişe sadece Hamlet'i kurtarmak için dönmek istiyordum ama dikkatli baktığımda kurtarılmağa ihtiyacı olan tek kişinin Hamlet olmadığını anlamıştım.
Herkese yetemeyeceğimi de anlamıştım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top