16; lütfen adımı çağır, unutuluyorum
Dürüst olacağım, çok uzun bir süredir nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Çoğu şey oluyordu ve ben çalışma masasına kendisini yapıştırarak ardarda bölümler yazan o hüzünlü yazar değildim artık. Aksine, mutluydum. Mutluydum ve ne zaman yazmaya kalkışsam üzülüyordum. Ben sadece sahip olduğum bu duyguları bozmak istemedim ve yazmaya ara verdim. Ama yazamadığım her an için hissettiğim bu şey mutluluktan çok ızdıraba dönüştü. Beni mutlu hissettiren olaylardan, insanlardan ve kelimelerden nefret etmeye başladım.
Sonunda sahip olduğum mutluluğu da bozdum. Evet, lütfen bunun için beni kutlayın çünkü kalbinizi kıran karakterleri yazmak için kendi kalbimi kırmam gerekiyordu. Sonunda, başardım.
Kendi kalbimi kırdım.
Ve sanırım, yine buradayım.
♪
sleep thru ur alarms, lontalius.
16.BÖLÜM;
Lütfen adımı çağır, unutuluyorum.
Uzun süredir ismimi çağırmıyorsun.
Bana seslenmiyorsun.
Senin için artık var olan birisi değil miyim ben?
"Ova," Kulaklarımdan içeri özlemini duyduğum o isim aktığında gözlerimi açtım fakat sesin sahibi görmek istediğim o kişi değildi ve ben gözlerimi geri kapatmak, siyaha boyanacak tuvalde onun düşüyle bir süre daha nefes almak istedim. "Gel bakalım," Sonia'nın mırıldanmasını duyduğumda bulanık bakışlarımı ona çevirmiştim ama başımdan gözlerime akan acı onu görmemi ve rahat nefes almamı engelliyordu. Sonia beni kendisine doğru çektiğinde inleyerek başımı kollarım arasına aldım.
"İlk seferin için fazla kaçırmışsın ha?" Yerdeki boş şişeyi kafasıyla işaret ettiğinde bulanık olsada etrafa kısa bir bakış attım. Babam gitmişti.
"Neden yalnızım?" diye fısıldadığımda bu sorunun Sonia'ya değil kendime sorduğumun farkındaydım ama cevabını onun vermesini istemiştim. Gerçeğin farkında olsam da, beni süslü kelimeleriyle kandırmasına izin verdiğim tek kişiydi çünkü beni üzmeyecek kelimeleri güzelce seçmeyi bilirdi. Ona beni kandırması için fırsat vermeme rağmen sessizliği seçmesi üzgün olan beni daha da üzmüştü. Bazen acı o kadar belirgin olabiliyordu ki, yalanlarla kaplasan bile saklayamazdın.
"Seni sırtımda taşımamı ister misin?"
"İsterim."
Sonia arkasını bana döndüğünde kollarımı boynuna sıkıca doladım ve burnumu saçlarına gömerek ona sıkıca tutundum. Başımın ağrısından mıdır bilinmez, aslında orada değilmişim gibi hissediyordum. Bedenim uyuşmuştu ve ben onu saran kollarımın varlığını kanıtlayacak dokunuşlara sahip değildim.
"Büyümüşsün, Ova." Sonia bacaklarımın altından kavrayarak ayağa kalktığında güldü. Görmeyeceğini bilsem de sadece gülümsemekle yetinmiştim.
"Annemin ölmek istediğinin farkındaydın, değil mi?" Dudaklarımdan düşen kelimeler ona ulaştığında adımlarını yavaşlatmış ve iç çekmişti.
"Farkında değildim." Sözcüklerinin etrafı kederle kaplanmıştı.
"Aynı evde yaşıyoruz," Yutkundum. "Her gün aynı masada yemek yiyoruz. Nasıl olurda hiç fark etmeyiz?" Tekrardan yutkundum. "Bu durumda annem haklı mı? Her gün gözlerinin içine baksa da acısını göremeyen ailesini bırakıp gitmeyi istemekte haklı mı?"
"Evdeki herkes annemin depresyonda olduğunun farkında."
"Öyleyse neden bunun hakkında hiç konuşmadık? Neden yemek için toplandığımız masada bir kez de olsun annem için oturup onu neyin incittiğini sormadık? Biz gerçekten onu kötü bir anne olmakla suçlayacak kadar iyi çocuklar mıyız?"
Mutfağın kapısından içeri girdiğimizde Sonia beni yavaşça lavabonun yanındaki tezgaha oturtarak musluğu açtı. Sorularıma verdiği cevapların yokluğunun ağırlığıyla ezildiğimde ıslattığı elleriyle yüzümü yıkamaya koyulmuştu. Soğuk su yarı uykulu zihnimi silkelerken gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım.
"Böyle yaşamak zorunda değil, Sonia. Neden böyle yaşıyor?"
"Hayır Ova, böyle yaşamak zorunda değilsin diyerek onun acısını küçümseyemeyiz." Sonia mutfak peçetesini alarak yıkadığı yüzümü kurulamaya başladı. "Çektiği acısını nasıl gördüğün önemli değil. Saçma olduğunu bile düşünebilirsin. Belki de sen olsaydın çok çabuk atlatırsın bile." Elindeki peçeteyi çöpe atarak kollarını iki yanımdan tezgaha yaslayarak hüzünlü bakışlarını gözlerime sabitledi. "Ama onun için zor."
"Bizi bırakmamak onun için zor mu?"
"Ova," Sonia elleriyle yüzünü ovuşturmaya başladığında geriye çekilmişti. Gecenin bir yarısı mutfakta tam karşımda duran görüntüsü çok yorgun görünüyordu. Uykusunu güzelce alıyor muydu ki? Venüs'ün çatıdaki odasına taşındığımdan beri Sonia'yla fazla zaman geçirmemiştik. Eskiden gece yatmadan önce hep sohbet ederdik ve o bana üzerinde çalıştığı hikayesini anlatıp dururdu.
"Sırf anne olduğu için hayatındaki her şey bizimle sınırlı değil. Onun çocukları olsakta, kendine özgü bir hayatı var ve sadece bizi üzmeyecek kararlar vermesini beklemek ona karşı yapacağımız en büyük bencillik olur."
"Bizi bırakıp gitmek isterse, ona izin mi vermeliyiz?"
"Bunun için bizden izin istemez ki. Eğer gitmek isterse, zaten gidecektir." Her zaman kelimelerine sığındığım o, zalimce fırlatıyordu kelimelerini üzerime.
"Onu biraz daha uzun tutmak için ne yapmalıyım?"
Sessizlik.
"Anlamıyorsun Sonia, geçmişe dönüp onu kurtaracak bir makineye sahip değilim. Eğer olurda giderse, benim yapabileceğim hiçbir şey kalmaz. Kızıl tarlayı soluksuz koşsam bile ona yetişemem." Onu yaşaması için sıkıca tutamam. Dudaklarını sıkıca kapatırsa, ciğerlerimi patlatsam bile içimdeki nefesi ona veremem.
"Neden," diyerek fısıldadım. "Neden bu kadar uzaksın?"
Sonia yüzünü ovuşturmayı kesti. Soru işaretleriyle kaplanmış gözleri beni bulduğunda hayal kırıklıklarıyla dolup taşan sesimi tekrardan onunla buluşturdum. "Ölmek isteyen birisi var ve bu kişi annemiz. Buna rağmen gitmek isterse, gidebileceğini kolayca kabullenmişsin, onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyorsun. Neden kızgın değilsin ya da kırgın ya da en azından üzgün. O sadece benim annem değil ki öyleyse, neden sadece ben çabalıyorum?"
"Ne yapmamı bekliyorsun Ova?" Sonia alaycı bir şekilde güldüğünde kaşlarım havalanarak şaşkınlığımın yüzüme dağılmasına vesile oldu. "Kızarak mutfaktaki tabakları mı kırayım ya da bir bıçak alıp üzüntüden ben de mi kendimi deşeyim?"
"Sonia," diye kelimelerini bölerek onu durdurmaya çalıştım ama karşılığında sesini yükselterek beni durdurmuştu.
"Bütün bunlar onu durdurmaya yetecek mi? Aniden çocuklarının incineceğini düşünüp aydınlanma mı yaşayacak? Üzgün olduğumuzu ona göstermek için illa bizimde mi kendimize bir şeyler yapmamız gerek? Acı çektiğimizi göremeyecek kadar kör müydü şimdiye kadar?" Sonia birkaç adım arkaya atarak derin nefesler almaya başladı. Sinirli olduğunda sıkça yaptığı nefes egzersiziydi bu.
"Ben anlıyorum," Tekrardan bana doğru yürüdü ve kendini ifade etmek adına doğru kelimeleri seçmek için duraksadı. "Üzgünsün. Hem de çok üzgünsün. Gitmesini istemiyorsun çünkü annen o ve kollarında olmak istiyorsun. Ben de isterdim. Ben de isterdim ama yapabileceğim hiçbirşey yok. Bunun için ondan nefret bile edemiyorum. Nasıl olurda hem bu kadar iyi ve hem bu kadar yaralayıcı olabilir? Her akşam bana meyve getiriyor, işe giyeceğim kıyafetleri ütülüyor, saçlarımı okşuyor, benimle hikayeyle alakalı uzunca sohbet ediyor ve hiç sıkılmıyor. Daima kibar ve düşünceli bana karşı. Babam gittiğinde yanımızdaydı ve bize çok iyi baktı. Çok severek koleksiyon yaptığı broşlarını bile bizim için sattı. Şimdi ondan ölmek istediği için nefret edecek hakkı kendimde göremiyorum. Sonuçta her zaman bizim istediklerimizi yapamaz, değil mi? Bir hayata sahip, kendine ait."
"Sen de gitmek istiyor musun?" Beklemediği soru karşısında çırılçıplak kalarak şaşkınlığı üzerine giydi.
"Ben mi?" İşaret parmağıyla kendisini gösterdiğinde başımla onu onaylamıştım.
"Hayır ben gitmek istemiyorum," diyerek düşünceli sesiyle beni yanıtladı. Bana yalan söylemediğini umarak geçirdiğim birkaç sessiz dadika onu benden alarak derin düşüncelere sürüklemişti. "Sadece bazen kafamın içinde kayboluyorum ve orada her şey iyi gidiyor ama ne zaman kafamın içinden çıksam etrafımdaki herkesin kırıldığını görüyorum. Oysa kafamın içinde her şeyi doğru yaptığıma emindim." Sonia burukça gülümsedi. "Sanırım yeteri kadar iyi olmamak düşüncesi genetik, ha?"
Sonia da benim gibi yeteri kadar iyi olmadığını düşünüyor olmalıydı. Fakat benim zihnimde o yeterliydi. Yeteri kadar iyiydi. Bunu ona nasıl anlatabileceğimi düşündüm uzunca; kelimelerim ona ulaşacak kadar güçlü müydü bilmiyordum ya da bakışlarım onu ikna edecek kadar güven verici miydi emin değildim. Birkaç saniyeden ibaret olsa da, o an birisine yeterli olduğunu anlatamamanın çaresizliğinde tıkılıp kaldım. Nasıl olurdu da ona ne kadar önemli olduğunu söyleyecek o sözcükleri ağzımdan dışarı itemezdim? Nasıl olurda birisine varlığının önemini anlatmak bu kadar sessizliğe sebep olabilirdi?
"Umarım sen de beni bırakmazsın." dedim en sonunda. Ve sonrasında uzun sessizliğe gömüldük ikimiz de.
"Ova," Sonia elindeki bardaktaki suyu bana uzattığında merhametli bakışlarını gözlerime düşürmüştü. "Son günlerde.." Bardağı ondan aldığımda kaşlarımı çatarak sorusuna yoğunlaştım. "Sen nasılsın?" Sonia kalçasını mutfak masasına yaslayarak kollarını göğsünde birleştirdi. "Pek iyi görünmüyorsun."
Mutfaktaki varlığımı görmezden gelerek bardaktaki suyla buluşturdum dudaklarımı. Yakın gelecekle ilgili tek planım hep yaptığım gibi kendimi şeffaf olduğuma inandırarak bana doğrultulan soruları duymazlıktan gelmekti. Ama bu düşüncemi sadece birkaç dakikalığına tamamlayabilmiştim, sonrasında gelen yoğun duyguların altında ezilen varlığım o kadar acı vericiydi ki, orada olduğumu kabullenmekten başka çarem kalmamıştı.
"Ova," diye fısıldadım.
Ova?
Ova.
"Çok uzun süredir ismimi unutmuş gibiyim," Sesimdeki alaycılık dudaklarımdaki gülümsemeyi zehirlediğinde aynı zehirin tadına onunda baktığını farkettim. "İsmim çağrıldığında tepki vermezdim, yüzüme bakanlara arkamı dönerdim ve kendimi saklama ihtiyacı duymazdım çünkü varlığımın fark edileceğini düşünmezdim." Bakışlarımı elimde duran kupaya çevirdim usulca. "Artık kendimi saklama ihtiyacı duyuyorum, Sonia." Ona baktım ve gözlerinde ne gördüm emin değildim ama benim için yanan alevlerin sıcaklığını hissetmiştim.
"Varlığım o kadar ağır ki, artık görmezden gelemiyorum."
Zihnimin içindeki düşünceler, kalbimin derinindeki duygular o kadar ağır ki, onları yok sayarak devam edemiyordum. Daha fazla kapanda tutamıyordum onları, nefes almak için çırpınıyorlardı.
"Böylesi daha iyi, değil mi?" Sonia'nın kelimeleri kemiklerime tutunarak içimi çalkalamaya başladı. "Ova'nı kabullenmeye başlıyorsun."
"Varlığımı inkar ettiğim zamanlarda işler daha kolaydı. Bir şeyleri doğru ya da yanlış yapan birisi yoktu ortada ve ben öylece geçip gidebiliyordum. Şimdi orada nefret edebileceğim birisi belirdi. Beğenmediğim, yeterli görmediğim, hatalarını farkettiğim ve utandığım birisi var artık ve ne kadar hızlı koşsam da ondan kaçamıyorum. O kişinin istekleri, düşünceleri ve duyguları var. Hepsini karşılayamam."
Aynada yansımasını ilk kez görerek varlığını fark eden bu ruhun elinden tutarak en baştan başlayamazdım. Ona hem kendisini hem başkalarını nasıl kabul etmesi gerektiğini anlatamazdım. Varoluşu kendisine bile ağır geldiği zamanlarda bu duyguların altından nasıl kalkması gerektiğini öğretemezdim. Yetmezdim. Kendime yetemezdim. "Kendini görmezden gelmek ondan nefret etmekten daha iyiydi."
"Bütün hayatını bir hayalet olarak harcıyorsun, Ova." Sonia'nın kelimeleri bugün milyonuncu kez içimi çalkalamaya başladığında bu sözlerine sadece gülmekle yetinmiştim. "Beyaz tül perde gibi oradan oraya savrulup duruyorsun ve örtünü kaldırdığımızda altında tutunabileceğin hiçbir şey barındırmıyorsun." Yüzünde çatlayan merhamet parçalarını görüyordum. "Kendine bunu yapmayı durdur artık." İç çekti. "Aksi takdirde kendini yalnızlığa mahkum ederek altına saklandığın örtünü kendi ellerimle çekip alacağım senden."
"Doğru ya," Oturduğum yerden aniden doğruldum ama aniden kalktığım için başım dönmüştü. "Üzerimizdeki örtü." Elimdeki kupayı mutfak tezgahının üzerine bırakarak tekrardan Sonia'ya döndüğümde yüzündeki sorgulayıcı ifadesiyle beni izliyordu. "Üzerimizde altına saklandığımız örtüler var. Bazen o kadar çok ağır olabiliyorlar ki, kendimiz kaldıramıyoruz bile." Ellerimi birbirine çırptım heyecanla. "Diğer insanlara ihtiyacımız var. Örtüyü çekip alması için başka birisine ihtiyac duyuyoruz, Sonia. Örtünün altında olduğumuz için değil, onu çekip alacak birisine sahip olmadığımız için yalnız hissediyoruz."
"Ova,"
"Ellerim var," diyerek saçma bir cümle kurduğumda Sonia'nın gözleri dolu doluydu. "Örtünü çekip almak için ellerim var benim. Öyleyse neden kullanmıyorum onları?"
Sonia bir şeyler konuşmak için adım atsa da, beni üzecek bir şeyleri havaya savuracağını biliyordum bu yüzden onu görmezden gelerek mutfağın çıkış kapısına doğru yürümeye koyuldum. Boşuna çırpındığımı düşünüyor olmalıydı. Sonia'nın umutlarının üzerine toprak atalı çok uzun süre olmuştu. Yayımladığı üçüncü kitabıda tutmayınca kendisini odasına kapatmış ve aynı hikayeleri en baştan tekrar tekrar yazıp durmuştu. Aynı kitabın baştan düzenlenmiş üçüncü versiyonunu çıkardığında satışlar felaketten farksız olmuştu ve Sonia hem finansal, hem de manevi açıdan batmıştı. Hala aynı hikayenin üzerinde çalışıp duruyordu. En iyi şekilde aktarmak istiyordu hikayesini ve herkesin içinde bir yer edinmesini istiyordu. Nasıl olurdu da, onun hayatını inşaa eden bu hikaye diğerlerinin kalbine dokunamaycak kadar zayıf kalabilmişti? Bu düşüncelerde o kadar çok kaybolmuştu ki, bazen onu yanımda olmasına rağmen bulamıyordum. Kendi zihninin içinde kaybolup duruyordu.
Annemin odasının önüne geldiğimde başım hala dönüyordu ama bununla idare edebilirdim. Onunla aramda sadece ahşap bir kapı vardı. Buna rağmen her zaman aramızda gezegenler varmış gibi hissederdim. Sanki o eski ahşaptan yapılmış zayıf kapıyı hiçbir zaman aşamayacaktım. Oysa Venüs'ün tek omuz atmasıyla kırılırdı. Ve bütün o gezegenler yok olurdu, nefesini hemen yanımda hissederdim. Varlığını varlığımla dansa kaldırırdım.
Kapıyı tıklattım. "Anne?" Derin bir nefesi içime çekerek kanımdaki alkolün etkisinin giderek azalmasıyla artan baş ağrım yüzünden yüzümü buruşturmuştum. Kapıya yaklaşan adım sesleri kapının açılmasıyla sonlandığında onun güzel yüzü gözlerimin önünde parlamıştı. "Efendim Ova?" Annemin sesi yumuşaktı.
Ellerimi ona doğru uzattığımda ne yaptığımı anlamlandıramadığı ifadesiyle beni izlemeyi sürdürdü. Ona ne yaptığımı açıklamadım. Parmak uçlarımda yükselerek saçlarının üzerinde zarif bir örtü varmış gibi ona tutundum ve o örtüyü çekerek üzerinden aldım. Elimdeki örtüye bakarken gülümsemiştim. Şimdi onu, hep örtünün altına sakladığı parçalara ayrılmış varlığını görebilecektim. Ona bakabilecektim.
"Biliyorsun değil mi ben müneccim değilim. Hiç kimse değil. Bu yüzden eğer sen anlatmazsan hiç kimse anlamayacak." Duraksadım. "Biliyorum bunun için geç kaldım ama senin için ne yapabilirim?"
"Güzelim.." Annemin sesinde ne yapacağını bilemeyen karışıklık vardı.
"İyi olmanı istiyorum." diye konuştum. "İyileşip daha iyi annelik yapman için değil, gerçekten kendin için iyi hissetmeni istiyorum."
Sessizliği her ne kadar cesaretimi kırıyor olsa da, geri çekilmemiştim. Onunla konuşacak, konuşmak istediğim birçok şey vardı.
"Hep böyle olduğun için seni anlayıp durdum. Seni çok fazla anladığım için bir süre sonra nefret ettim bu durumdan. Daha fazla anlamak istemedim ve seni bütün bunlar için suçlamak istedim." Bir adım attım ona doğru." Hiç sana yardım edebileceğimi düşünemedim. Üzgünüm. Yardıma ihtiyacın olabileceğine hiç ihtimal vermedim. Bencillik ederek sadece benim incinebileceğimi sandım." Duraksadım. "Seninle birlikte psikoloğa geleceğim, seni hiç yalnız bırakmayacağım. Artık yalnız kalmanı istemiyorum. Ben daima senin ismini çağıracağım."
"Nasılım ki ben?" diyerek cevabını veremeyeceğim soruyu avuçlarıma bıraktığında sesindeki hayal kırıklıkları kulaklarımda yankılanmıştı.
Annem kafasını ağırca kapıya yasladığında gözlerindeki o ifadeyle beni izlemeye devam ediyordu. O ifadenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Annem gülümseyerek gözlerime bakmayı sürdürdüğünde ağzımın içindeki köpüklerin tadını hissettim. Kelimelerimi yıkamalıydım ve yıkadığım köpükle zehirlemeliydim kendimi.
"İhtiyacım olan şey yardım değil benim," Yaslandığı kapıdan doğrulduğunda birkaç adım arkaya atarak benden uzaklaştı. "İyileşmesi gereken bir şey değilim ben, Ova."
"Ben," diye bir şeyler konuşmaya çalıştım ama annemin ahşap kapıyı yüzüme kapatmasıyla bütün kelimelerim boğazıma dolanarak nefessiz kalmamı sağlamıştı. Uzun bir acı kollarını bedenime sardığında öylece kapıyı izlemekteydim.
"Böyle gidemezsin," Sesim fısıltının altında can çekişiyordu ve sarf ettiğim o kelimeler ona ulaşamadan gözlerim önünde kayboldu. "Kapıyı öylece kapatırsan sana nasıl ulaşacağım?" diye bağırdım sesimi fısıltının içinden sertçe çekip alırken.
"Aramıza bu kapıyı kapatırsan, odanda yalnız kaldığın için ağlayamazsın!" Ahşap kapıya tekme attığımda kapının titremesine rağmen o an aynı kapı gözümde büyüyerek kocaman olmaya başladı. O kapıyı asla kıramayacağımı biliyordum.
"Sadece bir kapıyla ulaşamayacağım kadar uzağa gidiyorsun. Neden hep kapının dışında kalmak zorundayım ki ben?" Gülümseyerek kapıya alnımı sertçe vurdum. "Neden bana içini açmıyorsun? Neden ben senin arkadaşın olamıyorum?"
Sana ulaşamayacağım kadar uzağa gidersen, bu kadar bencil olduğun için senden nefret etmemden korkmuyor musun, ha?
Hiç mi?
"Neden sadece ben çabalamak zorundayım hep? Neden kendinizi deşmeyesiniz diye sadece ben kendimi paralıyorum? Sürekli size ulaşacağım diye doğru düzgün yemek bile yiyemiyorum, uyku uyuyamıyorum. Neden benim kurabildiğim tek hayal sizi kurtarmak? Benim de yaşamak istediğim bir hayatım var! Benim de!" Kapıya sertçe tekmelerimi geçirmeyi sürdürdüğümde Sonia'nın adımı seslenişini duymuştu kulaklarım ama öfke küçük bedenimi öylesine kavuruyordu ki, onun kadife sesi bile öfkemin içinde yanıp kül olmuştu.
"Elimi uzatıyorum size! Daha ne kadar uzağa uzanmam gerekiyor benim?" Bağırmak istememe rağmen sesimi çıkaramadım. Sesim küçülerek fısıltının kanatları altına girmişti. "Kollarım koptu."
Alnımı ahşap kapıya yaslayarak iç çektiğimde ciğerlerimin aldığım nefesleri kabul etmediğini fark etmiştim. Gülümseyerek kapıya alnımı sertçe vurdum. "Sizi tutacağım diye kollarım koptu benim."
"Ova," Sonia'nın kırgın sesini hemen birkaç adım arkamda duyduğumda yüzüme yerleşen gülümsemem o an yüzümü görüyor olsaydı onu küçük parçalara bölerdi.
"Söyleyese Sonia," diye mırıldandım alnım ahşap kapıya yaslıyken ve dudaklarımda kıvrım canımı yakarken. "Neden hiç kimseyi kurtaramıyorum ki ben, huh?"
"Artık kendimizi kurtaralım, Ova." Sonia'nın kurduğu cümle beni şaşırtsa da yüzümdeki gülümseme varlığını sürdürmeye devam etmişti. "Bizim de kurtarılmaya ihtiyacımız var."
Aynı evde yaşadığım herkes bir şekilde acıyla karşı karşıyaydı ve ben bu kadar yıl sadece kendimi görmezden geldiğimi düşünerek etrafımdakilerin de varlığını unutmuştum. Her zaman acı çeken o kişinin sadece ben olduğunu düşünerek yok olmak isteyen ben şimdi diğerlerinin yok oluşuyla mahv oluyordum.
Alnımı ahşap kapıdan kaldırarak arkamı döndüm ve Sonia'ya baktım; merdivenlerin orada yere çökerek oturmuş beni izliyordu. Annemin üzerinden örtüyü alsam da, derisine yapışmış olan tülü ondan alamadım. O örtüyü ondan çekip almama izin vermemişti. Annemden çekip aldığımı düşündüğüm ve katlayarak elimde tuttuğum örtüyü kendi kafama giydiğimde Sonia'nın ifadesiz bakışları yüzümün ortasında bölünmeye başladı. Onun yanına gittim.
"Lütfen," diye fısıldadım tam karşısında durduğumda. Bu kadar hüzünlü olmama karşın ifadem donuktu. "Beni de kurtarın."
Sonia dizleri üzerine doğrularak beklemediğim bir zaman diliminin aramızdan aktığı saniyelerde kollarını belime dolayarak bana sarılmıştı. Yüzünü karnıma gömerek boğuk bir iç çekti.
"Ben bilmiyorum," diye mırıldandı bocalamış sesiyle. "Birisi nasıl kurtarılır hiç bilmiyorum."
"Adımı çağır," Kollarımı ağır bir hareketle onun kafasına sardım. "Bana seslendiğin sürece seni duymak için hep burada olacağım ."
"Ova," diye fısıldadı umutsuz ama sonunu bildiği halde hâlâ denemek isteyen sesiyle. "Ova, Ova, Ova, Ova.."
Teşekkür ederim.
**•̩̩͙✩•̩̩͙*˚
Adımlarım okul binasının hemen yanında kendi yerini alarak İsaac öğretmen tarafından renklerle kuşanmış atölyenin karşısında durduğunda midemi yakan şeyin dün gece devirdiğim alkol değil, duygularım olduğunu anlamam uzun sürmemişti. İçeriye girmeden hemen önce ateşe verilmiş gibi yanan dudaklarıma kalbimi göstererek onları kısa sürede sessizliğe gömmüştüm. Atölyenin beyaz duvarları etrafımı sardığında odak alanıma giren ilk görüntü birkaç adım ileride oturarak boyalarıyla uğraşan İsaac öğretmenden kesitlerdi. Attığım her adımda kafamın içindeki havai fişekleri hissediyordum. Başımın ortasına zehirle kuşanmış bir melek düşmüştü ve ben güzelliğini izlerken o beni zehirliyordu, yavaşça ve hiç acele etmeden.
"Hey!" Onun sinirlerimi bozan neşeli tutmaya çalıştığı sesi etrafımı sardığında dudaklarıma dokunacak kadar güçlü olamamıştı. Ona cevap vermeyip sadece durmaya devam ettiğimi fark ettiğinde uğraştığı boyalarını bırakıp yanıma geldi. "Beni yine mi görmezden geliyorsun?" Ellerini arkasında birleştirerek öne doğru eğilerek yüzüyle yüzümü hizalamıştı. "Kocaman adamı böyle profesyonelce görmezden gelmeyi her seferinde nasıl başarıyorsan," Kaşlarını kaldırdı. "Bir haftadır duş almıyormuşsun gibi görünüyorsun Ova. Baktın artık acı çekmek için fazla iyiye gidiyorsun o yüzden kendini dağınık görünümle cezalandırmaya mı karar verdin sonunda?"
İyiye gittiğimi mi düşünüyordu?
Yaşlarla kendimi yıkadığım bir gecenin üzerini alkolle kapatan ve garajda uyuyarak fiziksel ve zihinsel olarak son nefeslerini veren ben gerçekten iyiye mi gidiyordum? Gerçekten oradan bakınca iyiye gidiyormuş gibi mi görünüyordum? Çünkü gerçekten eğer öyleyse, buna güleceğim. Karnım ağrıyana kadar güleceğim hem de.
"İyiye gitmiyorum," diye fısıldadım ifadesizliğin yüzünü parçaladığı ifademle. "Batıyorum."
Birkaç adım geriye atarak kahkaha attım. Isaac öğretmenin ciddileştiğini tenime fırlattığı enerjisinden anlasam da bu beni etkileyecek kadar kuvvetli değildi. Nadir anlardan biriydi bu; Isaac öğretmen ciddiydi ve ben gürültülüydüm. Okulda bizi hep ayrılmaz ikili olarak görürlerdi, ikimizde tuhaftık ama iyi anlaşırdık. Uzun bir süre önceydi gerçi bu.
"Ova," Isaac öğretmen bana doğru adımlarını yönlendirerek önümde durdu ve hafifçe omuzlarımdan tuttu. "Ne oldu? Sorun ne? Neden böyle görünüyorsun?" Alay eder gibi güldüğümde omuzlarımdaki ellerini sıkılaştırmıştı. "Bana anlatabileceğini biliyorsun, hep yaptın. Seni dinlemek istiyorum. Anlat bana."
"Ne kadar anlatmam gerekiyor," Başım o kadar ağır gelmişti ki, onu tutamadım ve birkaç saniyeliğine önüme düşmesine izin verdim. "Ne kadar anlatmalıyım ki, artık umursamadığınız ve öylece geçip gittiğiniz kısıma gelebilelim."
Güldüm.
"Çizimleriniz," diye konuştum onunla arama mesafeleri yerleştirerek tablolara doğru ilerlerken. Duvara yaslanmış tablonun üzerinde parmaklarımı gezdirdiğimde bakışlarının beni takip ettiğini biliyordum. "Resimlerinizde hep birisinin birini kurtardığı o sahneyi canlandırırsınız." Tabloyu parmağımla iterek yere düşmesine vesile oldum. "Bu yüzdendir belki de kötü birisi olduğunuzu, olabileceğini hiç düşünmemiştim. Benim için her zaman iyi olabilmeyi başarmış ve insanları gerçekten umursayan o kişiydiniz. Sizi örnek alırdım. Resim bile yapmışlığım vardır sizin için." Diğer tabloyu da yere itmiştim. "Hep koridorun sonundan bana doğru yürür, kafama fiske atarak kendimi sevmemi tembihlerdiniz. Başta çok aptalca görünse de zamanla bu fikre o kadar alıştım ki, kendimi sevmeye bile başlamıştım. Ben kendimi seveceğim küçük bahaneler üretmeye başlamıştım. Ah, ne kadar kafasızım gerçekten."
Birisine güvenecek kadar cesur değilim artık.
"Yardım için uzattığım elimi tutmadınız. Hiç kimse tutmadı." Yere düşürdüğüm tabloların hemen yanına çökerek oturdum ve eskiden hayranlıkla izlediğim o çizimlerin üzerinde bakışlarımı gezdirdim. Zamanında izlerken bana bir şeyler hissettiren bu çizimler şimdi o kadar anlamsızdı ki, bu duygularla nasıl başa çıkacağımı bilememiştim. "Elim, kolum, kalbim hepsi çürüdü."
Sakindim ve bu birisinin fırtınadan önceki sessizliğinden çok dipsiz bir göle atlamadan önceki haliydi. Gölün hemen yanında olsam, en derinine ayak parmak uçlarım ulaşsa da dudaklarımdakı kelimelerin cesetleri varlığını sürdürecekti sanki. Isaac öğretmen birkaç saniyelik sessizlikle birlikte yanıma gelerek oturduğunda sırtını duvara yaslamış, benimle birlikte yerdeki tabloları izlemeye koyulmuştu.
"İyi bir öğretmen olmayabilirim ama aptal değilim. Zor zamanlar geçirdiğini görebiliyorum Ova," diye konuştu. "Ama bu geride kalanların acı çekmediği anlamına gelmez."
Gözlerim dolu dolu olduğunda dizlerimi kendime doğru çektim ve kollarımı etrafına sıkıca sardım. Kendimi tutmalıydım. Kendimi yine ben tutmalıydım.
"Bütün bu acılar seni inşaa etti ve etmeye devam ediyor. Ölecek kadar üzgün olsakta bazen gerçekten, gerçekten bu duygular bizi yaşayan bir insan yapmak için tuğlalara çevriliyor. Ve sürekli aynı duygunun içinde sıkışıp kalamayız, farklı duyguları hissetmek, onlardan bir şeyler öğrenmek için.."
"Yeterli değil miydi?" Dudaklarımdan zorla kopmayı başarmış kelimeleri havaya savurarak onun cümlesini böldüğümde duraksayarak kaşlarını çatmıştı. "Hım?" diye mırıldandı anlamadığını ima ederek.
"Şimdiye kadar çektiğimiz acılar ders çıkarmamıza yetecek kadar değil miydi? Daha ne kadar acı çekmemiz gerekiyor ki, yeterli olsun? Neden sürekli ama sürekli acılarımızdan ders çıkarmalıyız? Neden acı çekmenin doğal olduğunu kabullenip, bir köşede ölecek kadar acı çekerken, bir taraftanda bunun bizim iyiliğimiz için olduğuna inandırmalıyız kendimizi? Yeteri kadar ders almadık mı zaten? Yeterince kabullenmedik mi zaten? Neden hala daha fazlası var?" Duraksadım. "Neden hala bir şeyleri öğrenmek için, büyümek için, güçlenmek için acı çekmem gerekiyor?"
Nefessiz kaldım. "Ben yoruldum."
"Ama kitaplarda acı çekmek büyümeyi sağlar diye yazar."
"Hayır," Sanki elimden kayan o duyguyu yakalamak için güçlendirdim sesimi. Ama kelimeler sıkıca tutunmaya çalıştığım sesimi ortadan ikiye ayırmıştı. "Hayır. Öyle değil. Ben henüz on altı yaşındayım ve yirmi altı yaşında olsam da bu değişmeyecek. Beni büyüten şey çektiğim acılar değil. Kalbimi yaralayan bütün o acılar beni sadece yaraladı, kendime olan sevgiyi sarstı ve değersiz hissettirdi. Sadece kendim hakkında daha özgüvensiz hissediyorum şimdi. Bunları bana yapan o duygu beni nasıl büyütebilir ki? Büyümeyi sağlayan şey acı olmamalı. Kendini ve diğerlerini sağlıklı şekilde sevmeyi beceremezken nasıl olgun olabilirsin ki? Nasıl sevmeli, önemsemeli, kendini feda etmeden de diğerlerini ihmal etmemeli bilmiyoruz ki. O kadar fazla acıya maruz kaldıktan sonra mağaradan kaçar gibi sana açılan ilk kalbe saklanırsan orayı sadece dağıtırsın."
"Ama senin yaptığında bu, değil mi?" Sessiz kaldığımda Isaac öğretmen düşüncelerinin üzerindeki yorganı çekip almıştı. "Hamlet'e o kadar düşkünsün ki, bazen kendi varlığını unutuyorsun. Onu ihmal etmemek adına kendini feda ediyorsun."
"Bu Hamlet'i üzmüş müdür?"
"Nasıl?" İsaac öğretmenin yüzüne dağılan şaşkınlık kirpiklerinden dudaklarına atladığında aynı duyguyla harmanlanmış sesini duydum. Ne söylemeye çalıştığı anlamamıştı.
"Özü olmayan bir arkadaşa sahip olmak." Zihnimin köşelerine saklanan anılar kelimelerin arasına saklanmaya başladığında kalbimin neden hala atmaya çalıştığını merak ediyordum. Boş bir bedeni hayatta tutmak için çabalamak anlamsız değil miydi? "İstekleri, hayalleri, planları, gerçek bir kişiliği olmayan bir arkadaşa sahip olmak boş bir kutuya sahip olmaktan farksız değil, değil mi? Boşlukla konuşuyormuş gibi hissetmiş olmalı bütün o zamanlar için."
Ben her zaman Hamlet'in arkadaşı olmuştum.
Hamlet'in arkadaşı.
Bundan şikayetçi değildim.
"Ova," Ah.
Benim ismim.
Birisinin arkadaşı, öğrenci, kardeş, komşu gibi kalıplarla kullanılmadan var olan isim. Hiç kimseye ya da hiçbir şeye ait edilmeden düz bir şekilde çağırılan isim. Sadece bana ait olan isim.
Ona baktığımda böyle bir manzarayla karşılaşmayı beklemiyordum ama bana olan bakışları kalbimi incitmişti. Bana bakıyordu. Bana öyle bakıyordu ki, kendimi görmezden gelemiyordum. Varlığımı inkar edemeyeceğim şekilde varlığıyla etrafımı sarmıştı.
"Sadece birkaç dakikalığına da olsa, birbirimizi hiç kırmamış gibi davranalım." dedi en sonunda bakışlarıyla görmezden geldiğim varlığımı bana kabullendirdiğinin farkında olmadan.
Pencereden sızan kızılı güneş ışığının gözlerini nasıl parlamasını sağladığını izledim kısa bir süreliğine. Daha sonra konuştum; "Öyle yapalım."
"Her zaman kendini sevmeni söylediğim halde hiç nasıl yapman gerektiğini anlatamadığım için üzgünüm." Isaac öğretmenin ifadesi daha önce şahit olmadığım duyguları kendinde barındırıyordu ve ben onların ne olduğunu çözememiştim. Her zaman umursamaz olan bu adam, karşımda oturmuş ve ne diyeceğini bilemiyor muydu?
"Sorun değil." diye onu yanıtlarken sakindim.
"Gerçekten mi?"
"Evet," Araya birkaç saniye sızdığında yorgun gözlerimi ona çevirmiştim. "Açıklasanız bile yine de kendimi sevmezdim."
Isaac öğretmenin kelimeleri aramızda asılı kaldığında bakışlarını anlamış gibi gülümseyerek önüme döndüm. "Genetik. Annem de pek sevmez kendini."
"Ah," İsaac öğretmen alnını omuzumun hemen arkasına yasladığında aldığı ağır nefeslerini kıyafetimi parçalayarak derimi yakmıştı. Daha fazla ne söylenilir bilemedim. İkimiz, orada pencerenin atölyeye sızdırdığı güneş hüznelerinin altında oturmuş, önümüzde yerde yatan tabloları izliyorduk.
Çizimlerinde hayatlarını kurtardığı insanlar dağılmıştı ve onları ikinci kez kurtaramamak canını yakıyor gibiydi. Benim de canımı yakıyordu. Birisinin kurtuluşunu resmetmek kolaydı. Yoğun duygular ve hüzünlü bir şarkı; zihninden akan kelimeler, boyalar ve kalbe dokunacak o anı yaratırdın. Yaşayan birisini kurtarmak daha ızdıraplıydı; doğru kelimeleri seçemez, hangi duyguyla yoğrulduğunu çözemezdin. Sonuç olarak, kendini oradan oraya savrulurken bulurdun.
Gömleğimin ıslandığını farkettim.
"Hamlet'i kurtaramadığımız için üzgünüm." diye fısıldadı gözyaşlarının arasından.
"Hamlet ölmek istedi," Sesimde duygu yoktu. "Ve öldü." Kelimelerin ağır gelmesi gerekirken dudaklarımdan havaya savrulanların varlığını zorla hissediyordum. "Kurtarılabilirdi ama onu kurtaran doğru kişiler biz değildik, üzülmeyin artık. Biz olsaydık zaten ölmezdi."
"Hamlet'i kurtarmaktan vaz mı geçiyorsun?"
"Hamlet ölü."
"Eğer yaşasaydı onu kurtarmak ister miydin?"
"Hamlet kendini öldürdü." diye çıkıştım aniden bedenime dolan öfkeyle. "Kendini deşdi. Onunla kurduğum dostluğumuza rağmen beni tek başıma bıraktı. Köprünün altında geçirdiğimiz onlarca güzel anıya rağmen benden vazgeçti ve kendi derisini parçaladı."
Neden onu kurtarmak isteyeyim ki?
İlk yanlış anlamada beni görmezden gelen oğlan çocuğu için neden kendimi feda edeyim?
Gülümsemelerini tekrardan görmek için neden kendimi üzeyim?
Aptal mıyım ben?
"Birkaç dakika bitti İsaac öğretmen," diye konuştuğumda onun yaslandığı omuzumdan doğrulması için bir süre bekledim. İsaac öğretmen yanaklarını gömleğime sürterek gözyaşlarını kuruladıktan sonra doğruldu ve hiç ağlamamış gibi acısını bakışlarının arkasına kapattı.
"Hamlet'i incittiniz. Onu siz öldürdünüz diyemem çünkü bu haksızlık olur ama onu kıran kişi sizdiniz." Yorgun sesimi atölyeye dağıttığımda solumda kalan duvardan tutunarak ayağa kalkmıştım. "Sizi affedebileceğimi sanmıyorum."
Atölyenin kapısına doğru ilerlemeye koyuldum. "Umarım uzunca yaşarsınız." Isaac öğretmene baktım. "Ve kendinizi sevmeyi başarırsınız."
**•̩̩͙✩•̩̩͙*˚
"Kendini öldüreceğini nasıl bilebilirdim?" Müzik odasının hemen yanından geçerken kulaklarımın etrafını saran ses ayaklarıma dolanarak durmamı sağlamıştı. Kurumuş dudaklarımı birbirine bastırdığımda dudaklarımda toplanan bütün sözcükler ağzımın içinde mahsur kaldı ve ben geçmişin ellerini boğazımda hissettim. Ne kadar hızlı yürürsem de insanların kelimelerinin beni onun anısına götürmesinden uzaklaşamıyordum.
"Çocuğun ağzını açmadan önce ölüp gitmesi iyi oldu bizim için ama o kadar ileri gitmemeliydik."
"Biliyorum, biliyorum." Sesin sahibinin derin nefes alışı odanın içinde dağıldı. "O pısırığın her zaman yaptığı gibi sadece odasında ağlayacağını ve küçük arkadaşının onu teselli edeceğini düşünmüştüm. Böyle bir şeye kalkışacağına ihtimal vermemiştim hiç. Vicdanım sızlıyor."
Gülümsedim. Dudaklarıma yayılan gülümseme duygularımı kör bir ayna gibi yansıtıyordu. Belki de öğretmenlerden birisini buraya çağırıp olanları anlatmalı ve yaptıkları şeyin sorumluluğunu almalarını sağlamalıydım. Yardıma ihtiyaçları vardı. Onları kafamın içinde onlarca kez farklı şekillerde öldürmeme rağmen ihtiyaçları olan desteği almalarını istiyordum. Diğer çocukların hayatlarını mahveden bu çocuklar henüz çocuklardı ve onları böylesine iğrenç bir şey yapmaya neyin ittiğini bilemezdim. Sadece onlardan nefret edip, suçlasam daha iyi olurdu belki de psikolojik sağlığım için ve içimdeki bu öfkeni onlara akıtabilirimdim, ama ben yine ve yine insanların yaptıkları şeyler için bahaneler üretmeyi seçmiştim.
"İğrençleşmek istemiyorum ama çok iyi hissettiriyordu kerata." Diğer çocuk iğrendiğini bildiren sesler çıkardığında gözlerimi kapatma ihtiyacı duymuştum. Önüme dikilen siyahlığı umsam da, o günden görüntüler karşıma serilmişti ve bu zihnimi deşmek istememe neden oluyordu. "Öldüğü için üzgünüm."
Güldüm.
Hasta ruhlar.
Hasta hasta hasta düşünceler.
Gülmeyi durduramadığımda kulaklarımı saran ve anılarımı deşen o sesler kesilmişti. Koridorda yanımdan geçen birkaç öğrencinin dikkati üzerime toplanırken müzik odasına adımlarımı çevirdim. Müzik enstrümanlarıyla çevreli büyük odaya bastığım ilk adım geri dönüşü kendinde bulundurmayan felaketin habercisiydi fakat buz tutmuş ellerime kıyasla giderek daha da soğuyan kalbim bunu önemsiz kılmıştı. Felaket hiç bir şeydi altında ezildiğim bu duyguların önünde. Duygularımı bastırmak için başta kendim olmakla çoğu şeyi feda etmiştim. Şimdi, boğazıma kadar gelen ve duygulardan yapılmış bu volkanı daha fazla tutabileceğimi sanmıyordum, bütün organlarımı yakmıştı.
Pencerenin hemen yanına konulmuş kahverengi tonlarındaki piyanonun sandalyesine oturan iki çocuğun arasında gezdirdim bakışlarımı. Solda oturan ve hafif kilolu çocuk o gün Hamlet'e dokunan çocuktu. "Neden gülüyorsun?"
Sağ tarafta oturan ve yüzünde çilleri olan çocuk durumu anlamış gibi konuşmaya başladı. "Bak, yapılmaması gereken kötü şeyler yaptık biliyorum ve bu affedilemez. Ama biz canavar değiliz. Bir insan öldü. Bir çocuk öldü." Arkadaşına destek olmak istercesine omzunu sıvazladı. "Onun için çok üzülüyoruz."
"Hamlet öldüğü için üzgünsün demek," diye konuştum kahkahalarımı sonlandırarak.
Üzgün müydü?
Üzgün olması neyi değiştirirdi?
Silikleşen duvarda asılı duran portrelerin üzerindeki bakışlarımı çekmeye çalıştım ama kısa bir süreliğine bu imkansız gibiydi. Kelimelerindeki pişmanlığı hissetmek istiyordum, hissetmek ve felaketin hiç gelmeyeceğini aslında kızıl tarla boyunca koştuğumu, hiç bir şeyin sorun olmadığını düşünmek istiyordum. Ama yapamazdım. Yapamazdım çünkü çok aşağılık hissediyordum. "Bu kadar üzgünsen, öl."
Başıma gelen ve gelecek her şeyi hak etmiştim ben. Bütün bu acıları hak etmiştim. Bu aşağılayışlar, alaylar, hor görmeler ve görmezden gelmeler. O gün o tuvalette olması gereken kişi bendim, okulda ucube diye anılması gereken bendim, kendini keserek ölmesi gereken bendim.
Hamlet değildi.
Bendim.
"Hamlet'e dokundun." dedim buz tutmuş öfkeli sesimle. "Onu incittin. Onu o kadar çok incittin ki, bu acıyla nasıl başa çıkacağını bilemedi. Kendini öldürdü. Ölecek kadar üzgün hissetsen bile umurumda değil. Üzgün hissetmen yaptığın şeyleri telafi edemez. Senin boktan üzgünlüğün arkadaşımı geri getirmeyecek." Yüzümdeki boşluk ve ifadesizlik belki de soğukluk onları afallatmıştı.
"Ben," diye konuştum hemen birkaç adım ilerideki duvarda asılı duran kahverengi gitara doğru hızla yürürken. "Başıma gelecek her şeyi hak ettim."
Ruhumu beslemeye karar vermiştim ama uzandığımda ulaşabileceğim bir ruha sahip olmayı uzun zaman önce kaybetmiştim. Şimdi sadece boş teneke kutusu gibi acıyla dönüp duruyordum. Kırgın değildim sadece kızgındım. Öfkem bağırarak ya da bir şeyleri kırarak gösteremeyeceğim bir seviyedeydi artık. Evdeyken sürahilerce su içmiştim, derin nefesler almıştım, sakinleştirici müzikler açmış, meditasyon yapmıştım. Fakat içimde hiç sakinleşmeyen bu öfke beni esareti altına almış, duygularımı ateşe vermişti.
"Ama Hamlet haketmemişti."
Hamlet ona yapılan tek bir şeyi bile hak etmemişti.
İçimde kalan son insani kalıntıları öldüren olay sadece bir dakikadan kısa bir sürede gerçekleşmişti; duvardan asılan elektro gitarı almamla, pencerenin önündeki piyanonun sandalyesinde oturan çocuğa koşmam ve kenetlenmiş parmaklarımla daha da sıkıca kavrayarak gitarı çocuğun yüzüne geçirmem, çocuğun acıyla bağırarak yere düşmesi, arkadaşının korkudan geri çekilmesi ve koridordaki öğrencilerin şaşkın nidalarını duymama rağmen içimde yatıştıramadığım ve sonunda patlayarak beni ve etrafımdaki herkesi yakan o volkanın lavları altında kalmam sadece ve sadece kırk dokuz saniyede gerçekleşmiş ve diğer dalga için daha da köpürmeme vesile olmuştu.
"Artık bana gülümseyen bir çocuk yok!" diye bağırdım tellere sıkıca tutunmaktan kanayan parmak uçlarımın acısını dahi hissetmeden gitarı tekrardan tüm gücümle yerde acıyla kıvranan bedenine geçirirken. "Artık Hamlet diye sesleneceğim birisi yok!"
Sürekli ismini seslendiğim o çocuk yoktu artık.
"Üzgün müsün? Sen üzgün müsün? Üzgün olabileceğini kim söyledi sana?" Öfkeyle bağırışların arasına delirmişçesine dağılan kahkahalarım içimdeki bütün halkı şaşırtırken yanağıma damlayan ve düştüğü yeri yakan yaşların varlığını ancak görüşüm bulanıklaştığında farketmiştim.
"Arkadaşımı öldürdün." diye bağırdım içimde patlayan öfkeyle. "Aramızda en uzun yaşamayı hak eden kişi oydu. Yaşadığım hayatın hiç bir önemi yokmuşçasına feda ederdim onun için. Onun için ölürdüm."
Her şeyin yanmasını izliyordum. Etrafımdaki her şey yanıyordu ya da yanan tek şey bendim.
"Ve onun için öldürürdüm."
"Ova!" Yanan onlarca şeyin içindeyken ismimi duydum. Birisi ismimi seslenmişti. O kişinin kim olduğunu bilmiyordum ve gitarın kırılmasına neden olacak kadar şiddetle dövdüğüm çocuktan dikkatimi alıp ona bakamazdım.
"Sahip olduğum tek insandı! Sahip olduğum tek arkadaşımdı benim ve senin yüzünden artık yok. Şimdi tümüyle yalnızım ben! Ona onu bu zamana kadar ne kadar sevdiğimi söyleyemedim bile. Onu kurtaramadım! Onu kurtaramadım. Onu kurtaramadım ben.."
Ben onu kurtaramamıştım.
Ne kadar hızlı koştuğumun ya da ne kadar çok çabaladığımın bir anlamı yoktu.
Onu kurtaracak o kişi yine ben olamamıştım.
Sanırım ne kadar denersem deneyeyim bazı insanların kalbine öylece girip, orayı aydınlatamazdım.
"Ova durmalısın artık!" Etraftaki uğultu zihnimin içine sızdığında etrafımızı saran insanların şaşkın nidaları bedenime saplanıyordu.Bedenimin arkaya doğru hızla çekildiğini hissettiğimde ellerimle sıkıca tutunduğum kırılmış gitar kayarak yere düştü ve tamda o anda etrafımdaki alevlerin varlığını farkettim. İnsanların nefesi yanıyordu, üzerimdeki bakışları yanıyordu, yerde acıyla kıvranan çocuğun çığlıkları yanıyordu ve Nora'nın sadece dörd saniyeliğine gördüğüm ifadesi ve kalbim yanıyordu. Her yer yanıyordu ve sanki bu yeterli değildi. Bütün dünyanın yanmasını diliyordum.
Etraftaki uğultular boğuklaştığında soğuk havanın yüzüme çarpan esintileri beni kendime getirerek artık müzik enstrümanlarıyla sarılı olan o odada olmadığımı fark etmemi sağlamıştı. Okulun bahçesindeydik. "Ova kendine gel!" Isaac öğretmenin bağıran gür sesi kulak zarını patlatacak kadar yüksekti. Öfkeyle kavrulan bedenimi yere bırakarak beni kendisine çevirdi ve omuzlarımdan tutarak hızlı bir şekilde bedenimi silkelemeye başladı. "Kendine gel hemen! Kendine gel! Hey!" Her zaman utandığım için ondan kaçırdığım bakışlarımı şimdi tam gözlerine sabitlemiştim ve sanki onu bakışlarımda boğmak istercesine gözümü dahi kırpmıyordum.
"Ova!" diyerek daha da bağırdı İsaac öğretmen. Sanki ne kadar yüksekten bağırırsa bana o kadar çabuk ulaşabilecekti. "İyi misin? Ne oldu?"
Neden ben hala buradaydım?
Neden nefes alan kişi hala bendim?
"Ne bekliyorsunuz?" Kaburgalarımdan kendisini asmış sesim onunla arama ölümcül soğukluğu gömerken soluduğum nefeslerin kendime yetmeyeceğini hissettim. Neden hayatta kalmaya devam eden kişi ben olmak zorundaydım? Bir hayalim bile yoktu, oysa Hamlet yıldız olmak istiyordu. Her şeyle ilgili belirli bir düşünceye sahipti ve kendine özgü tarzı vardı. Benim neyim vardı? Kendime ait neyim vardı? On altı yıldır bir hayaletle yaşıyordum ve her an onunla beraber olmama rağmen onu tanımıyordum bile.
"İyi olduğumu söylememi mi bekliyorsunuz?" Neden? "Değilim! İyi değilim! Göremiyor musunuz öfkeliyim ben! Her şeye öfkeliyim! Herkesi bir odaya toplayıp kendimle birlikte yakmak isteyecek kadar öfkeliyim." Neden geride kalan bendim?
Isaac öğretmenin gözleri şaşkınlıktan iri iri açıldığında yaptığım şeyin geri dönüşünün olmadığının farkındaydım. Başım o kadar korkunc bir ağrıyla savruluyordu ki, mantıklı düşünmek bir tarafa hiç bir şey düşünemiyordum bile. İçimde beni kasıp kavuran bu öfkeni ellerimi mideme sokarak koparmak, dışarı atmak istiyordum.
"Neden geride kalan ve bütün bu yalnızlığa katlanması gereken benim?"
"Ben," diye konuştu Isaac öğretmen. "Gerçekten bilmiyorum, Ova. Bilmiyorum."
Nasıl hissettiğimi bilmiyordum. Pişman mıydım yoksa sinirli, ya kırgın? Sadece duygularımın ezildiğini hissediyordum. Boşunaydı. Yaptığım her şey boşunaydı. Sonsuza kadar bu yalnızlıkla debelenip duracaktım ve o geri gelmeyecekti.
"Bana kendimi sevmem gerektiğini söylemeyecek misiniz?"
"Ova!"
İsmim çağırılmıştı.
Acınası varlığım tekrardan nefes almağa başladığında görmezden geldiğim benliğimin tekrardan karşıma dikilmişti. Fakat tepkisizdim. Birisi ismimi çağırarak varlığımı dünyaya geri döndürse de, acımı silemezdi. Hala acı çekiyordum. En azından bu intikamın bana bir şeyler hissettirmesini ummuştum, acımın azalmasını ve Hamlet'in benimle gurur duymasını. Ama bunların hiç biri yaşanmamıştı.
"Sen!" Bakışlarımı daha sesin sahibine çevirmeye fırsat bulamadan gömleğimin yakasına yapışan ellerle birkaç adım arkaya atsam da, beni sertçe itmesi sayesinde yere düşmekten kendimi koruyamamıştım. "Ne zaman duracaksın?"
"Ira!" Isaac öğretmen beni bütün gücüyle itip yere düşüren çocuğa doğru atılarak onu benden uzaklaştırmış olmasına rağmen bu onu etkiliyor gibi görünmüyordu. Kahverengi gözlerini tam gözlerime dikmiş, yüzündeki iğrenç ifadeyle beni boğuyordu.
"Ah, cidden!" diye bağırdı İra sessizliğime daha fazla dayanamayacak o ifadesiyle. Hep öfkeli bir çocuktu ve sürekli öfkesi yüzünden içinde olduğu her türlü ilişkiyi yıkardı. "Neden ona hala saygı duymuyorsun? Zaten yaşarken yeteri kadar onu incittin, şimdi neden aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsun? Onu bu kadar incitmeyi hak edecek ne yaptı sana, ha? Neden onu rahat bırakmıyorsun? Neden hala olması için zorluyorsun?" Derin nefesler almak için kendine birkaç saniye tanıdığında düştüğüm kaldırımdan kalkmadan onu dinliyordum. "Sürekli onun yardıma muhtaç birisi olduğunu, kurtarılması gerektiğini geveleyip duruyorsun. Seni durdurmam gerekirdi. Eğer sonun böyle olacağını bilseydim seni daha ilk denemende durdururdum. Böylece Hamlet senin yüzünden acı çekmek zorunda kalmazdı. Ben senin onu gerçekten önemsediğine inanmıştım. Ama sen sadece aşağılık benliğini yardımına ihtiyacı olduğunu sandığın insanların hayatlarına müdahale etmekle dolduruyorsun."
"Çocuklar öylece kelimeleri sarfederek birbirinize bıçaklarla koşamazsınız," İsaac öğretmen araya girmeye çalıştı. "Zaten kan içindesiniz."
İra hiç onu dinliyor gibi durmuyordu. Elindeki bıçakları sıkıca kavrayarak üzerime doğru koşuyordu adeta. "Hamlet öğretmenlere ispiyonlarken ne düşünüyordun ki? Ona yardım eli uzatmak için arkasından iş çevirirken sana teşekkür edeceğini mi? Yardıma ihtiyacı olduğunu öğretmenlere söylerken ona gerçekten yardım ettiğini mi düşünüyordun? Ailesinin bunu öğrendiğinde ya da diğer yaşıtlarının ona gerçekten kol kanat geleceklerini mi sandın? Aniden bütün o zorbalar ona acımaya ve saçlarına çiçek iliştireceğini mi düşünmüştün? Kafana estiği gibi hareket ederek onu daha ne kadar incitmeyi düşünüyorsun? Neden ölümüne saygı duyarak sadece kendi hayatına bakmıyorsun, ha? Senin saçma öfke krizin yüzünden şimdi okuldaki herkes Hamlet'in erkeklerden hoşlandığı için zorbalığa uğradığını konuşmaya başladı. Ve ne duydum az önce biliyor musun? Ölmeyi hak etti dedi birisi. Ölümü hak etti, böyle söyledi. Hamlet'i tanımadan, onun hayallerinin ne olduğunu dahi bilemeden böyle söyledi, kolayca. Senin yüzünden insanlar onun hakkında bir şeyler söyleyecek haklarının olduğunu sanıyor. İstediğin bu muydu senin? Onu ölmüş olmasına rağmen bile rahat bırakmayacak mısın? Zaten onu fazlaca üzdün, Ova. Sana güvendiği halde onu yardıma muhtaç birisi olmakla damgaladın ve diğerlerinden onun için yardım dilendin. Seninle bir şeyler konuşmaya çalıştığında sadece onu üzen şeylere odaklandın ve sürekli ama sürekli konuyu oraya çekip durdun. Sen her böyle yaptığında ne kadar aptal gibi hissetti bilmiyorsun bile! Onu böyle birisi olarak gördüğün için kırılabileceğini hiç mi düşünmedin gerçekten?" Ona karşılık vermek niyetine yeltenemeyecek kadar yorgundum ve başım dönüyordu.
"Ona bakarken sadece intihar etmek isteyen birisini görüyordun, değil mi? Senin için Hamlet sadece bundan ibaretti. Ona hiç yaşayan birisi gibi bakmadın." Gözleri doluydu ve eğer ona bir adım atacak olursam ağlayacak olmasına rağmen öfkesini kusuyordu bana.
"Gerçekten onu arkadaşın olarak gördün mü hiç?" Bana yaklaşarak yüzümün hemen önünde durdu ve acıyla fısıldadı. "Çünkü arkadaşlar böyle yapmaz Ova, yapmazdı."
"Sen neden hiçbir şey yapmadın, İra?" Donuk bakışlarımı yüzünün her bir zerresinde gezdirdiğimde onu çatallayan sesimle yanıtlamıştım. Bu sorum onu daha da delirtmişçesine gözlerini iri iri açarak bana baktı.
"Çünkü o kurtarılması gereken bir sorun değildi. Onu korumak senin görevin değildi, aptal. Hiç birimizin görevi değildi. Kendisi kendisini koruyabilirdi. Ben sadece onun yanında oldum. Hep onun yanındaydım. Bir arkadaşı olarak, kurtarıcısı olarak değil."
"O öldü." diye fısıldadım. "Onun kurtarıcı olsakta, arkadaşı olsakta onu kurtaramadık. Hiçbirimiz hayatta kalması için yeteri kadar iyi bir sebep olamadık. Hangi sıfatla hayatında olduğumuzun bir önemi yok, ikimizde elimizden gelen her şeyi yapsakta hiçbir şey değişmedi. Şimdi acı çekiyoruz. Senin de acı çekmen bana böyle davranman için hak kazandırmıyor."
"Neden sen bu kadar üzgünsün ki?" diye sordu kafasını iki yana sallayarak. "Ben anlayamıyorum. Hamlet'le yakın bile değildiniz."
Kelimelerin insanları nasıl incittiğini düşündüm.
Bu kelimeleri duymamak adına bütün o kızıl tarladan ve gül bahçelerinden vazgeçebileceğime emindim.
Şimdi bu kelimeler etrafımı sarmıştı ve kızıl tarla alevler içerisindeydi.
"Neden en yakını senmişsin gibi davranıyorsun? Onun sadece eksiden tanıdığı bir arkadaşıydın. Seninle çoğu şeyini konuşmazdı bile, hep ben vardım onun yanında. Beni severdi. Beni çok severdi. Benimleyken gülümserdi, eğlenirdi. Çok güzel zaman geçirmiştik birlikte ama o zamanların hiçbirinde sen yoktun, Ova. Senden bahsetmezdi. Sadece eksi arkadaşı olduğunu söyleyip geçerdi. Onun sadece eski bir arkadaşıydın ve artık görüşmüyordunuz bile."
Durmasını istedim.
"Siz birbirinize uzaktınız."
Lütfen sus.
"Neden onun en yakın arkadaşı senmişsin gibi davranıyorsun?"
Lütfen artık sus. Bütün bunları zaten biliyordum.
"Onun en yakını bendim, Ova. Her zaman bu böyleydi. Sende biliyordun, değil mi?"
Ah.
Senin arkadaşın olamazdım.
Çünkü istediğin kişi ben değildim. Hiç bir zaman olmamıştım.
"Ova Hamlet'in en yakın çocukluk arkadaşıydı, İra." İsaac öğretmen araya girerek hikayenin en başından beri ona söylediğim bu sözleri İra'ya iletdiğinde her ikisinin kaşları çatılmıştı.
"Hayır," İra onu yanıtladı düşüncelerle dolu sesiyle. "Ova ve Hamlet'in anneleri yakın arkadaştı ve bu yüzden eskiden birlikte çok zaman geçirmek zorunda kaldılar. Ama yakın arkadaş değillerdi. En başından beri onun en yakını bendim. Bütün hayallerimizi birlikte kurduk."
"Seni anlıyorum ama bilmediğin şeyler olabilir." İsaac öğretmen konuşmaya devam ettiğinde onu durdurmak istedim. "Eskiden onlar yakın arkadaştılar ve Ova hep gölün orada Hamlet'le zaman geçirirdi."
"Işık böcekleriyle çevrili göl mü?" diye sordu İra. Sonra bakışlarını bana çevirmişti. "O göle seni davet eden bendim, Ova. Hamlet değildi. Hatırlamıyor musun?"
"Nasıl?" İsaac öğretmenin bocalayan ifadesinde kaybolan sesi etrafa dağıldığında yanaklarımdaki yaşların buz tuttuğunu hissetmiştim.
"Ova'yı oraya davet eden bendim. Hamlet'le onu tekrardan barıştırmak istemiştim ama sonra neden artık arkadaş olmadıklarının sebebini anlayıp vazgeçmiştim." İra bana baktı ve sessizlikle çevrelenmiş camlarımı yıkacak sesini duyurdu. "Onu kurtarılması gereken eski bir arkadaş olarak görüyordun. Fazlası değil. Tek bir gün bile olsa sıradan bir insan olarak görmedin."
Senin en yakının ben olmak istemiştim.
Başına gelen komik, kötü, iyi olayları ilk bana anlatsın istemiştim. Bir yere gitmek istediğinde davet ettiği, zaman geçirmek istediği ilk kişi ben olmak istemiştim.
Ben olayım istemiştim.
Sadece ben olayım.
"Söylesene Ova," İra dudaklarını düz bir çizgi haline getirdiğinde yüzündeki endişe ve hüznü farketmiştim. Ah. O da üzgündü. Tabii ki, üzgündü. Arkadaşını kaybetmişti. "Gerçekten Hamlet'i umursuyor muydun?" Duraksadı. "Sen gerçekten onun düşüncelerine önem vermiş miydin? Sen gerçekten ama gerçekten onun arkadaşı olmayı istemiş miydin?"
Sessizliğim onu delirtmişti. "Cevap versene!"
"İstemiştim," diye fısıldadım acılar içinde.
"Öyleyse, neden onu üzdün?" İra'nın sesi kırıktı. "Neden onu üzdün, Ova?" Çatlaklar sesinden gözlerine ulaştı. "Neden yaptın bunu?"
Ben onu üzmüş müydüm?
Onu üzen ben miydim?
"Sana geldiğinde," Bana doğru bir adım atarak daha da yaklaştı ve önüme çökerek yüzlerimizi hizaladı. "Herkesi es geçerek sana geldiğinde duygularına sadece güldün." Sesi şimdi öfkeyle sarılmış fısıltılardan farksızdı.
Bana mı gelmişti?
Bu anıyı hatırlamıyordum. Bana geldiği bir anıyı hatırlamıyordum.
Geçmişe gittiğimde çoğu şeyi değiştirmiş olmama rağmen, Hamlet'in kendi isteğiyle bana geldiği ve benim ona sadece güldüğüm bir olay yaşanmamıştı.
Yoksa yaşanmış mıydı?
. ˚
˚✩
Okulda yaşananlardan sonra babam okula çağırılmıştı; bunun sebepleri şunlar olabilirdi; Okulda sadece Venüs ve babamın numarası vermiştim aile bireyim olarak ve Venüs'ün işte olduğu için telefonunu açamadığı için babamı aradıklarına emindim. Bu durum daha önce de yaşanmıştı. Şimdi okulun arka bahçesindeki çimlerde uzanmış, son kırk dakikadır müdürün odasında olan babamı bekliyordum.
Babam okuldan çıktığında, beni hemen sağındaki çimlerin üzerinde uzanırken bulduğunda ve yanıma ilerlediğinde sessizdi.
"Çocuğun burnunu kırmışsın, ha?" Babam alaycı ifadesiyle güldüğünde kafasının arkasında parlayan gökyüzünden alamamamıştım gözlerimi. "Okulun gitarıyla hem de." Hayıflanmaya başladı. "Yumruklarını kullanmalıydın, Ova. Gitar çok pahalıymış. Donumuza kadar alacaklarını sandım."
Onu hayal kırıklığına uğrattığımı düşünüp sabahtan beri uzandığım çimlerin altına gömülmek isterken olayla böylesine dalga geçmesi, düşüncelerimi köşeye sıkıştırsa da, kalbimi rahatlatmıştı.
"Neden kızgın değilsin?"
"Alıştım artık." diye kadife sesiyle sorumu cevapladığında çöktüğü çimlerin üzerinde birkaç milimetre ileriye doğru eğilerek arka cebinden sigara kutusunu çıkardı. "Senin şu küçük arkadaşına sataşan kabadayıları pataklama eğlemin günlük rutinime sabah kahvaltıdan hemen sonra okulun müdürüyle görüşmeleri eklememe neden oldu. Yabancısı değiliz ikimiz de."
Sigara kutusunun içinden bir dal aldığında kaşlarını çatarak yüzünü ekşi bir hale getirdi. Ne zaman uzunca konuşması gerektiğini düşünse, böyle bir ifade takınırdı. "Olgun bir ebeveyn olma zamanım geldi," diye homurdanarak sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi. Titreyen elleri hemen kafamın yanındaydı ve eskiden daha fazla titrediğini anımsamama neden olmuştu. "Bak çocuk," Sigarasını yaktı. "Etraftaki insanları dövemezsin. Hele okula ait bir eşyayla asla. Anneni hiç düşünmüyor musun? Çocuğum maganda oldu diye mi gezinecek ortalıkta? Hele o büyükannen. Çok sevdiği televizyonu kafanda parçalar, ben bile kurtaramam seni." Sigaradan uzunca bir nefesi ciğerleriyle buluşturduğunda dudaklarına sessizlık dokunmuştu. "İllaki böyle şeyler yapacaksan, yakalanmamaya çalış. Yakalandığın ilk dakika satarım seni. Zaten annenin gözündeki imajım berbat. Senin bu davranışlarınla iş birliği yaptığımı duyarsa benden nefret eder."
"Senden nefret etmiyor." Güneşin ışınları bulutların arkasına kaydığında ne zaman kıstığını farketmediğim gözlerimi açarak birikmiş yaşların dağılmasına neden oldum. "Sadece tekrardan içmeye başladığın için kızgın." Eve dönsen seni affederdi. Kapısına bir saksı çiçekle dayansan seni gerçekten affederdi. Yorgun olduğunu biliyordum çünkü, birisini affetmeyi reddedecek gücü kalmamıştı, birilerine yaslanmak istiyordu.
"Gerçek şu ki, seninle olgun ebeveyn konuşması yapmayacağım. Çocuğu gitarla dövmen korkunçtu, evet ama bunu eğlendiğin için yapmadığını biliyorum, Ova. Senin gibi sakin birisinin bunu yapmak için bir sebebi olduğuna eminim. Sadece şunu bilmeni istiyorum, kızım. Bir kişinin acısı diğer kişiyi incitmemeli. Her ne olursa olsun, çektiğin acı, hissettiğin duygular hepsi sadece sana ait ve hiçbir şekilde başka birisini etkilememeli."
"Neden." diye fısıldadım ve bu fısıldayışım o kadar sessizdi ki, babam sanki bağırıyormuşum gibi gözlerime baktı.
Kapana kısılmış gibi hissediyorum.
"Beni yalnız bırakıp gittiğinde senden nefret etmek için sebep bulmuşken bana karşı bu kadar merhametli olarak elimdeki tek sebebi de alıyorsun." Gülümsemeden edemedim. "Zalimce."
Kendi duygularımın içinde kapana kısılmış gibi hissediyordum.
"Sen iyi bir insansın," Bulutların arkasından çıkan güneş kendi ışınlarını yüzüme düşürmeye başladığında gözlerimi kısmak gereği duymuştum. "Neden iyi bir baba olamıyorsun, öyleyse?"
Babamın sigarası dudaklarının arasında kaldı ve içine nefesleri çekemedi. Benim umutlarım boğazımda kaldı ve onun adını çağıramadım.
Duraksadım.
"Konu ben miyim?"
Hamlet de iyi bir arkadaşmış. Eğlenmesini, eğlendirmesini ve intihardan başka şeyler düşünmesini ve yapmasını biliyormuş. Öyleyse, neden ben hep onun üzgün tarafını görüp durdum? Neden bana hep acı içinde olan tarafını gösterdi?
Gerçekten konu ben miydim?
Uzandığım çimlerin hemen yanına dizleri üzerine çöktü babam ve elindeki sigarasını dudaklarıyla buluşturduktan hemen sonra üzgün bir nefesi soludu. Şimdi güneş ikimizin de üzerine vuruyordu ama bakışlarını benden saklamayı başarabilmişti.
"Özür dilerim, çocuk." dedi aniden.
"Niye?" Neden böyle söylediğini anlamamıştım.
"Seni de mahvettim." diye iç çekti.
Ah.
"Böyle hissetmeyi haketmiyorsun."
˚✩
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top