13; öğretmenlerin yüz karası ve karısı
♪
sales, pope is a rockstar.
13.BÖLÜM;
ÖĞRETMENLERİN YÜZ KARASI VE KARISI.
"Öğretmenlerin yüz karasıyım," İliklere kadar inerek acıyla insanı kavuran bütün kelimeler ağzımın içine sıkışıp kalmıştı sanki ve ben dilimin değdiği her sözcüğün kederle bütünleşerek içime aktığını hissediyordum. "Neden öğretmen oldum ki?"
"Neden böylesine üzgün görünüyorsun?" Beyaz çarşafları askıya asarken solumuzda kalan güneşin altında parlayan uzun kahverengi saçlarını izlediğim bu kadının sorusu üzerine bisikletimden indim ve onu öylesine yere bırakarak onun yanına gittim. Bedenimdeki yorgunluk dizlerime çökmüştü sanki ve ben ruhumun da katkı sağlayacağı bir ağırlığı daha fazla taşıyamayacağımı anlamıştım. O kısacık, zaman dilimde hem de.
Tam karşısında durdum ve ona baktım. "Sanırım acı çeken insanları kurtarmak gerçekten ızdıraplı." Yeşil gözleri beni bulduğunda ormanları betimlemek istedim bir anlığına çünkü bana nefes veren o gözler kapandığında nefesim kesiliyordu.
"İnsanlar," diye mırıldandı uzun sürenin tren yaylarına takılarak aramızdan akmasına izin verdiğimizden hemen sonra. "Çok hassaslar."
"Onu çok incitmiş olmalıyım," diye mırıldandıktan sonra ellerimle yüzümü ovuşturmaya başladım.
"Neden?" diye sordu dalgın bir şekilde ve elindeki beyaz çarşafı astı. "Ona kendisini çokça sevmesini söylemedin mi ki?" Duraksadı. "Her zaman öğrencilerine söylersin."
"Lily," diye uyardım onu. Ona karşı hiç bu kadar ciddiyet takınmamıştım şimdiye kadar ama kelimelerindeki alay beni buna itmişti.
"Bunun aptalca olduğunu anladım. Neden her seferinde bunu yapıyorsun?"
Tükenmiş bir şekilde nefesimi ciğerlerime sapladım ve alnımı yorgunca ovuşturmaya koyuldum. "Yapmamalıydım. Tamam, sen haklıydın. En başından beri sadece sen haklıydın. Ama yaptım. Kelimelerimle onları kurtaramazdım. Onlara kendilerini sevmelerini söylemek sadece kelime israfıydı çünkü nasıl yapacaklarını hiç onlara anlatmamıştım. Sadece bozuk bir radio gibi aynı şeyi tekrarlayıp duruyordum, tamam. İyi bir öğretmek olmak için kitapta yazan her şeyi harfiyen uyguladım hiç gerçek hislerimle haraket etmedim ve sonunda da bana bir bak," Ellerimi iki yana açarak bağırdım. "Bok çukuruna battım. En dipteyim. Ve sen haklıydın."
Sessiz kalmayı tercih ederek sadece ona söylediğim kelimeleri dinliyordu. Nefesim miydi sarf ettiğim sözcükler miydi bilmiyorum ama dudaklarımı her araladığımda bir şeyler boğazımı yakarak dışarı savruluyordu.
"Neden bunu yapmaya devam ediyorsun?" diye sordum acı içindeyken. "Çukura battığımı görüyorsun, ben de farkındayım ve çıkmak için, bir şeyleri düzeltmek için çaba sarf ediyorum ama bunu görmezden gelerek en dibe batmış bana tekme atıyorsun."
Gözlerindeki yeşillik bana nefes veren ağaçlardan beni boğan sarmaşıklara dönüşmüştü ve ben bu bakışlara dayanamıyordum.
"Haklıydın." dedim artık kendimi ifade etmek zorlaşan bir eylem gibi ağır gelmişti. "Ben yanıldım. Haklı çıktığın için kibirli ruhunu tatmin edebilirsin çünkü sen haklı olduğun için acı çekiyorum."
"Üzgünüm," Eğilerek başka bir çarşafı aldı ve askıya asmaya kalkıştı. "Ama acı çekmek yapamadıklarını geri getiremeyecek."
"Neden?" diye sordum fısıltıdan farksız bir sesle. "Neden? Neden ki?" Dizlerimin bağı çözülerek beni çimenlerin üzerine devirdiğinde bile bunu çok sonradan farketmiştim.
"Neden bana bu kadar uzaksın," diye fısıldadım tekrardan. Bakışlarındaki boşluk beni öldürecek kadar acımasızdı. "Neden beni anlamak istemiyorsun, neden ki?"
Kendimi derin ve zifiri karanlık bir boşluğun tam ortasındaymış gibi hissediyordum. Hiç kimse yoktu. Daim ben birisinin karanlığına ışık tutan o insan olmalıydım ama kendim bile bu kadar zulmetteyken nasıl aydınlık görevini üstlenebilirdim ki?
"Ben sadece iyi bir öğretmen olmaya çalışıyordum."
Ya ben?
Bana ne olacaktı?
Neden hep ben bir şeyler için çabalıyordum?
Neden hiç kimse benim için bir şeyler yapmak uğruna çabalamamıştı ki?
Çok mu güçlü gözüküyordum dışarıdan bakıldığında?
"İsaac," Onun kendinden emin sesini duyduğumda düştüğüm boşluktan kafamı kaldırarak onun yüzüne baktım. Karşımda dizleri üzerine çökerek oturmuştu ve tam yanındaki güneş son hüznelerini ona hediyye ediyordu. Hala benim için parlayan bir Tanrıça gibiydi. Her zaman öyleydi. Her zaman yanlış yapardım ve o hala burada, benimle kalmaya devam ediyordu.
Benden nefret edecekti.
Bir gün, bu kadar yetersiz olduğum için benden nefret edecek ve gidecekti.
Bunu biliyordum.
Bunu çok iyi biliyordum.
"Sen sadece bir öğretmen değilsin," diyerek çenemden tuttu ve kafamı dik tutmam için yukarı kaldırdı. "Aynı zamanda bir insansın ve kısa süreliğine de olsa bir arkadaştın." Bana yaklaştı. "Kendini sadece bir kılıfla sınırlandıramazsın. Aptal. Sen özgürsün."
Sen sadece bir öğretmen değilsin.
Hamlet için ben yedi dakikalığına bir arkadaştım. Arkadaşlığımızı batırmam tamamen benim suçumdu. Ona sadece bir öğrenci gibi yaklaşmam benim yetersizliğimdi. Daha dikkatli davranmalıydım. Ben öğrencileriminde duyguları ve düşünceleri olduğunu kendime hep hatırlatmalıydım. Dersden başka konularda konuşabilirdik ve ben bazen öğretmen dahi olsam yanlış yaparak onları incitebilirdim.
Daha dikkatli olmalıydım.
Daha dikkatli davranmalıydım.
Daha dikkatle seçmeliydim kelimelerimi.
"Ben ölecek kadar üzgünüm,"
"Biliyorum," Bakışlarını benden kaçırarak batmakta ve üzerimize karanlığı sermeye yüz tutmuş güneşe çeviridi. Sonra yeniden gözleri beni buldu. "Saçını okşamamı ister misin?"
"İsterim." diye onu yanıtladığımda, başka bir şey söylemesine ve yapmasına izin vermeden başımı kucağına koydum ve iç çekerek batan güneşi izlemeye başladım.
"Seni anlıyorum," diye fısıldadı aramızdan uçup giden sessizliğe çelme takarak geçirdiğimiz birkaç dakikanın ardından. "Ama bazen acı çekmek zorunda olduğunu düşünüyorum çünkü başka türlü neyi neden yaptığınını bu denli sorgulamıyorsun. Sadece sonucunu düşünmeden yapıyorsun ve bu seni özgür yapmıyor. Bu seni başka insanları incitebilecek birisi yapıyor."
Başka insanları incitebilecek birisi.
"Yani kötü birisi?"
"Hayır," Duraksadı. "Birisini incitmek seni kötü birisi yapmaz, sadece o kişiyi incitmiş olursun."
Benden nefret edecekti.
Bir gün, bu kadar yetersiz olduğum için benden nefret edecek ve gidecekti.
Ama hala benden nefret etmiyordu.
Hala onunla geçirecek zamanım vardı.
"Sence onu kurtarabilecek birisi miyim ben?"
"Kimi?"
"Hamlet'i."
"Hamlet senin uzun süre önce ölen öğrencin değil miydi?"
Duraksadım.
Ah.
Yedi dakika süren o arkadaşlığı geri getirmek için hiç bir şey yapamamıştım.
Neden öğretmen oldum ki?
. ˚
. ˚☆
˚
"Pluto!" diye bağırarak koridorda koştuğumda etrafı tarayan bakışlarım onu bulamamıştı. "Pluto!" diyerek tekrardan seslendim. Hep sohbet ettiğimiz merdivenlerin oraya vardığımda herhangi bir şey odak alanıma girememişti. Kalbimin etrafını kaplayan heyecan hissi giderek kanımın damarlarımdan taşmasına sebeb oluyordu sanki. Matematik dersimizin olacağı sınıfa koşmaya karar verdiğimde soluklanmak için durmak istesem de, yapamamıştım. Başarılı bir öğretmen olmak için sürekli yeni yöntemler öğreniyordum ve bu yöntemleri onunla paylaşmak için sabırsızlanıyordum. Ama onu matematik sınıfında da bulamamıştım. Büyük bir hayal kırıklığıyla çantamı sırtıma geçirdim ve okulun bahçesine doğru yürümeye başladım. Bütün bulduklarımı yarın göstermeli olacaktım.
"Hey!" Astenia'nın bana seslenişini duyduğumda açmaya yeltendiğim müzik listemi görmezden gelerek kapattım ve kulaklıklarımı çantama tıkıştırdığımda eş zamanlı olarak onun ve arkadaşlarının olduğu yere varmıştım. Omuzlarımdan tutarak bedenimi kendine doğru çekti ve arkamda durarak yabancı olduğum yüzlere çevirdi beni.
"Bu İsaac," diyerek beni tanıttı. "Dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en çılgın ve umursamaz kişi olur kendileri."
"Ve sorunlu." diye ekleme yaptım onun konuşmasına.
"Hangimiz değil ki?" Sarışın çocuk kelimelerimi kendi zihninde yoğurarak kendine de pay çıkardığında ona sadece gülümsemiştim. Samimiyyetten uzak tümüyle alaycı bir gülüş olsa da, bunu pek anlamamıştılar.
Sen.
Her ne kadar bunu ona söyleyerek, benim içinde olamayacağım basit sohbetler edebildiği için yüzüne tekme atmak istesem de bunu yapmamıştım.
Sen sorunlu değilsin.
Sürekli seni böyle damgalayarak etrafında gezen kişiler yok ve sen birisiyle tanıştığında, acaba kim olduğumu biliyor mu diye tereddüt etmiyorsun.
"İsaac, değil mi?" Saçlarında kırmızı kurdeleleri olan tatlı bir kız konuştuğunda bakışlarım onu ve düzgünce ütülenmiş gömleğini bulmuştu.
Beni tanıyordu.
Cevap vermemi beklemeden bir diğer sorusuna geçmişti. "Geçen ay senin hakkında duymuştum aslında," diyerek düşünceli bir şekilde konuştu. Sanki ben şehir efsanesiydim. "Sanırım o dönem depresyondaydın ve tek başına basketbol takımına kafa tutarak kavga etmiştin."
"Evet, evet. Ben de öyle bir şey duymuştum." Bir diğer esmer çocuk araya girdiğinde etrafımda ne kadar insan olduğuna bakınmaya başladım. "Hatta aniden kendi kolunu onların gözü önünde kesmiştin sanırım. Bu doğru muydu? Nasıl böyle bir şeye cesaret edersin? Cidden çok şaşırmıştım."
"Bazen yapıyorum böyle çılgınlıklar," Yüzümdeki gülümsemeyi indirmeden onu yanıtladığımda herkesin şaşırdığını anlayabiliyordum. Ama durmayacaklarını biliyordum. Öyle de olmuştu.
"Eğer yanlış anlamazsan ben de bir şey sormak istiyorum. Okulun psikoloğuyla kavga ederek pencereye sandalye fırlattın mı? Geçen dönem sürekli herkes bunu konuşuyordu."
Çocuklar durun.
Lütfen. Sadece konuşmayı kesin.
"Vay, super çılgınca bir şey bu. Nasıl bu kadar cesur davranabiliyorsun?"
Merak edilen gizemli bir şehir efsaneniymişim gibi davranmayın.
"Hiç gerçekten öleceksin diye endişelenmiyor musun ki?"
Ben sadece basit sohbetler etmek istemiştim.
"Kesin şunu." Astenia sinirli bir şekilde ortalıktaki kalabalığı yatıştırdığında sessizlik kısa bir ödül gibi değilde, asırları süründüren ceza gibi konmuştu üzerime. "Sizin sorununuz ne?"
"Sadece onunla arkadaş olmaya çalışıyoruz,"
Kendimi tutamadım ve güldüm.
Güldüm.
Ansızın beni bulan delici bakışlardan paramparça olan ruhuma acısam da, böyle olacağını zaten bildiğimi hatırlattım kendime. Her zaman böyle olurdu. Bu denli ölümle şakalaşan çocuğu herkes merak ederdi. Cesaret diye tanımladıkları şeyin kaynağını öğrenmek istiyorlardı.
"Benim arkadaşım olabilecek kadar yeterli olduğunuzu mu düşündürttüm size?" Kendimi tutamayarak tekrardan güldüm. "Ah, gülümseyen yüzümü yanlış anlamış olmalısınız."
"İsaac?" Astenia şaşırmış bir şekilde kolumu tuttuğunda ondan çevik bir haraketle kurtuldum.
"Sen de mi böylesine bir yanılgıya kapılmıştın?" Kaşlarımı kaldırarak onu iyice süzdüm. Bakışlarım oldukça alaycı ve duygudan yoksundu. Sonra bir şeyleri yeni farketmiş gibi ifade takındım yorgun yüzüme. "Anlıyorum, demek o yüzden sürekli boş konuşmak hakkını görüyordun kendine yanımdayken."
"Neden aniden böylesine pislik gibi davranıyorsun?" Astenia anlamayan bakışlarını üzerimde gezdirdiğinde ona verebileceğim tek şey umursamaz ifademdi.
"Seninle arkadaş olabileceğimi nasıl düşündün ki?" Anlamayan birisi gibi ağzımı kocaman açarak ona ve etrafımdaki diğer şaşkınlıktan sessizleşen kişilerin üzerinde gezdirdim bakışlarımı.
"İsaac," Sesi çıkmaza giren fare gibiydi, karmaşık duyguları barındırıyordu. "Bak, insanların seni sorunlu diye damgalaması benim hatam değil. Ben sadece yanında olmaya çalışıyorum."
"Bunu bana dışlanmamak için kendini her kalabalığa yamamaya çalışan acınası birisi mi söylüyor?" Güldüm. "Bunca zaman senin hakkında sadece aptal bir zımbırtı olduğunu düşünüyordum."
Her şey birkaç saniyenin ibaret olduğu zaman dilimde gerçekleşmişti. Yüzümde hissettiğim muhteşem acıyla birlikte dizlerimin bağı çözülmüştü ve ben kaldırımı boylamıştım. Astenia üzerime çıkarak bana kesintisiz yumruklarını savururken sadece delirecekmişçesine gülüyor ve onun öfkesini daha da tetikliyordum.
"Astenia!" Birisinin bağırdığını duydum. Daha sonra üzerimdeki ağırlık kalkmıştı ve ben yüzüme indirilen yeni darbelerden koparılarak alınmıştım. Ağzımın içinde biriken kanı öksürerek kaldırıma tüpürdüğümde karnımdaki ağrı tarif edilemezdi.
"Yapma," diye konuştuğunu duydum birisinin. "O sadece sorunlu birisi."
Sorunlu.
Ucube.
İsaac.
Eş anlamlı kelimelerdi bunlar.
"Evet, sorunlu delinin tekiyim ben!" diye bağırdım. "Her gün kendimi deşiyorum ve sizin asla alamayacağı kadar mutluluk ve hazz duyuyorum. Bir gün siktirip ölüp gideceğim ve bundan hiçte pişman olmayacağım. Geride bırakacağım hiç bir şey yok. Sizler gibi kendimi ait ettiğim şeyin tutsağı değilim. Yaşamak için hiç bir şey beni zincirleyemez. Ben özgürüm."
Kendimi tutamadan tekrardan gülmüştüm. Ve yine tekrardan güldüm. Bir kez daha güldüm. Her güldüğümdü ağzımdaki kan dökülüyordu ve etrafımdaki fısıldaşmaları duyuyordum. Ama sanki bütün bunların hiç birisi önemli değildi. Önemli değildi. Beni gerçekten incitecek kadar önemli değildi.
Ezilmiş bedenimi kaldırmayı başaramadığımda kendimi iyice kaldırımın oraya bıraktım ve gözlerim önüne serilen gökyüzünü izlemeye koyuldum.
Ama sonra onu görmüştüm.
"Pluto!" İsmini seslendiğimde uzandığım yerden hemen kalkmış ve otobüs durağına ilerleyen onun yanına doğru koşmaya çalışmıştım. Ama sadece çalışmıştım çünkü az önce feci bir şekilde dövülmüştüm ve yürüyecek halim dahi yoktu.
"Hey Pluto!"
Birkaç adım ötedeki siyah elbisesinin içerisinde yürürken salınan atkuyruğu yaptığı koyu saçları adımlarının durmasıyla salınmayı bıraktı. Çökmüş ve mor suya batırılmış göz elmaslarını yüzüme çevirdiğinde ifadesizdi.
"Ne istiyorsun?" Sesi soğuktu en az solgun görünen teni kadar.
"Merhaba," diyerek gülümsemeye çalıştım ama bunu yapmamla karnım kasılmıştı ve dudaklarımdan kan çeneme doğru akmıştı. "Bugün yeni bir yöntem buldum ve," Öksürdüm. "Ve," Konuşmak zordu o an için. "Ve seninle konuşmak istedim."
"Neden?" Gözlerindeki ifade donuktu.
"Nasıl?" Sorusunu anlamayarak başka bir soruyu ona yönelttiğimde bakışlarına ulaşamıyordum. Boş bakıyordu.
"Neden bu kadar çabalıyorsun?"
"Unuttun mu, bana öğretmen olmam gerektiğini sen söylemiştin ve haklıydın. Ben gerçekten iyi bir öğretmen olabilirim. Çok çalışıyorum ve sürekli ilginç bilgiler buluyorum. Bunu gerçekten başarabilirim."
"İyi."
Arkasını dönüp gitmeye yeltenen onu gördüğümde etrafımı saran kedere engel olamamıştım. Böyle olacağını düşünmemiştim. Düşündüğüm şey koşarak bana sarılması değildi tabii ki, ama yine de böylesine uzak olacağını da beklememiştim.
"Hey Pluto," İsmini mırıldandığımda kaşlarım çatılmıştı. Kendime zorlayarak onun yanına gittim ve karşısında durdum. "Neden böylesine uzak davranıyorsun?"
"Ne yapmamı bekliyorsun?" Pluto ifadesiz ve beni yıkacak kadar duygusuz olan gözlerini gözlerime sabitledi. "Zaten ölüp gideceksin. Ne diye zamanımı seninle harcamalıyım?"
"Ne?" Soru sormaktan çok kederle kaplanan zihnimden kurtulmaya çabalıyordum.
"Haksız mıyım?" Pluto yorgun yüzünü ovuşturmaya başladı. "Her zaman depresyonda değil misin sen? Her daim üzgünsün. Çok fazla üzgün olduğun için hep seni düşünüyorum ama beni kim düşünecek? Kendin söyledin zaten gidecekmişsin. Neden gidecek birisi için zamanımı harcayayım? Neden onun için emek vereyim? Sonunda gideceksin ve acı çeken tek kişi ben olacağım. Neden?"
Sonunda gideceğim ve üzülen tek kişi sen olacaksın.
"Üzgünüm," diye fısıldadım.
"Hep üzgünsün." Pluto arkaya doğru bir adım atarak benden uzaklaştı. "Üzgün olmak dışında hiç bir şey yapmıyorsun."
"Farklı birisi olmamı isterdin, değil mi?"
Pluto bir süre için sessiz kalarak yüzüme baktı. Bakışlarında ne gördüm emin değildim ama bunun onu incittiğini anlamıştım.
"İsterdim."
Ne beklemiştim ki zaten?
. ˚
. ˚☆
˚
"Eve mi gidiyorsun?" Elimde hiçte o kadar önemli değilmiş -ve bir servet ödememiş gibi- tuttuğum İnsan anatomisinin çizimleri bulunan kitabımı omuzuma yaslayarak paytak adımlarla birkaç adım önümde yürüyen öğrencime seslendim. Sesim kulaklarına ulaştığında dizlerine kancasını geçirerek durmasını sağlamişti. Arkasına dönmeye fırsat vermeden onun yanına vardım ve oldukça gevşek ifademi gözler önüne sererek gülümsedim.
Onu her gördüğümde yüzünde tuhaf bir ifade olurdu, aynı şimdi giydiği ifade gibi. Üzgün gibiydi ama aynı zamanda sonsuz bir boşluğu andırıyordu. Belki de öğretmen olmakla yetinmeyip daha fazlası için çabalamalıydım. Belki o zaman karşımda duran bu çocuğa ve farkında bile olmadığım diğer çocuklara gerçekten ama gerçekten yardım edebilirdim. Onlara verebileceğim tek şeyin sadece ders hakkındaki bilgilerimin olması ne kadar da acınasıydı.
Bana cevap vermek için solgun dudaklarını aralasa da, öncelikle kelimeleri havaya dağıtmak yerine derin bir nefes almıştı.
"Evet, öğretmenim," diye mırıldandı yorgun çıkan sesiyle. "Eve gidiyorum."
"Neden bu kadar geç gidiyorsun?" Kitabı daha fazla elimde tutmak istemediğime karar vererek onu dikkatli bir şekilde omuzdan astığım kahverengi çantama yerleştirdim. Eşzamanlı olarak Hamlet küçük adımlarla yürümeye başlamıştı. Ona ayak uydurmak adına bende adımlarımı yapabildiğim kadar küçülttüm.
"Kütübhanedeydim,"
Kitap okumayı sevdiğini çoktan anlamıştım. Okumayı severdi Hamlet, ilginç düşüncelerini bölüştüğü kompozisyonlarını hep edebiyyat öğretmeninden alarak okurdum ve aslına bakarsanız, bazı şeyleri sadece okurken farkederdim. Neyi neden yaptığı, neden bu kadar sessiz olduğu çok barizdi aslında. Sadece Hamlet konuşmayı sevmiyordu, anlatacak çok şeyi vardı oysaki.
"Biliyor musun Hamlet," diye konuştuğumda gecenin karanlığında kalan tarlanı solumuza alarak yürüyorduk. "Ben öğrenciyken bir arkadaşım vardı."
Hamlet gülümsedi. Ben de öyle.
"Beni bilirsin, rahat battığı için sürekli bir olaya karışırdım o zamanlar. Neredeyse, bütün bir okul beni tanıyordu ve ben onlarla tanıştığım anlarda bilmedikleri şey sadece ebemin ismi olurdu. Her şeyimi bilirlerdi. Ünlü gibiydim resmen. İşte o zamanlar için bu çok havalı bir şeydi tabi,"
"Ya saklanmak isterseniz?" Hamlet'in düşüncelerle kaplanmış sesini kuyudan çıkarmaya karar kıldığında kelimelerimi durdurdum. "Yorulduğunuzda ve hata yaptığınızda sizi tanımayan insanların olduğu bir yere gitmek istersiniz. Ama sizin tanımadığınız insanlar bile sizden haberdarken sizin için zor zamanlar olmuş olmalı."
Duraksadım.
"Yazık olmuş bana," diye hayıflandım.
"Geçmişteki size yazık olmuş."
Hayır.
Hala acı çekiyorum.
"İşte o zamanlar bir arkadaşım vardı. Odunun tekiydi kendisi, hiç bir halta yardım etmezdi, beni anlamazdı hiç. Zihnimdeki kıymetli incileri ona anlattığımda gülerdi bana." Onun kelimelerinin üzerimdeki ağırlığını dağıtmak amacıyla konuşmaya devam ettim. Ruhumun dizleri onun sözcüklerini taşıyamayarak düşüncelerimin kaldırımına çökmüştü ve hızla geçen anıları izliyordu bir köşeden, öylece.
"Yapma İsaac, çok dramatiksin. Acıdan organların iflas edecek değil ya!" Ah, bir anı.
"Onu hiç sevmezdim."
Gülümsedim.
"Ama yine de tek arkadaşımdı."
Kendime acımak istedim. Kendime o kadar çok acımak istedim ki, ona yardım edecek o kişinin ben olmasına rağmen oradan koşarak kaçmak, evimin olduğu sokağı geçmek, ondan sonra uzanan tarlaya karşı görünmez olmak ve yolun sonundaki okyanusa varana kadar koşmak istedim.
"Bir gün okulun bahçesinde kavga çıkardım ve ona çok ağır şeyler söyledim. Bütün o kelimeleri hakettiğini düşünmüştüm ve pişman olmamıştım. O günden sonra benimle bir daha konuşmamıştı. Aslını istersen, benimle konuşmaya çalışmıştı ama ben onu görmezden gelmiştim. Bana acıdığı için benimle konuşmak istediğini düşünmüştüm çünkü normal birisi olsaydım ona söylediğim sözcüklerden sonra benimle konuşmak bir tarafa yüzümü dahi görmek istemezdi. Ama normal birisi değildim ve okulda ucube diye çağırılan bana sadece acıdığı için bunu yaptığına o kadar emindim ki!"
Okulun bahçesinde yarattığım o karmaşadan sonra benimle konuşarak nezaket göstermeye çalışan insanlar bile benden uzaklaşmışlardı. Okulun koridorunda yürüyen bedenim sessizliği ceket diye giymişti sanki. Zihnimin içi bomboştu. Sessizdi. Sözcüklerini kurban vermiş dilsiz gibi üzgündü.
"Sonra aniden çok sessiz hissettmeye başladım. Eskiden kolunu omuzuma atarak beni kendine çeken ve saçımı okşayarak nasıl olduğumu soran o arkadaşım yoktu. Onu tanıyan insanların yanımızdan geçerlerken bana da selam verme sesleri yoktu. Kafeteryada yediğim yemeye eşlik edecek birisi artık yoktu. Havalı kiyafetlerimi ödünç alarak geri vermeyi hep unutan o çocuk yoktu. Sevdiğimi sandığı için masamın üzerine bırakılan muzlu süt yoktu. Derslerde öğretmenler beni kaldırdığında hiç çekinmeden benim yerime cevap veren birisi yoktu. Bana yardımcı olamasa da, yalnız kalmamı engelleyen o çocuk yoktu."
Derin bir nefes almak zorunda hissettim kendimi.
"Çok daha sonra anladım, bazen birisinin hayatımızda olması bir şeyleri hemen farkedib onu değiştirmesi gerektiği anlamına gelmiyordu. Bunu yapması gereken kendimizdik, neden bu görevi bir başkasının üzerine yıkıp daha sonra da yapamadığı için ondan nefret ediyorduk ki? Güzel sözler söylemeyen, acımızı farketmeyen ve hep sadece havadan sudan konuşan bu insanlar bizi kurtaracak o kişiler değildi. Yalnız kalmamamız için hep orada olurlardı. Ve belki de, bazen sadece bu bile yeterdi."
Onu bilerek kaybetmiştim.
Sanırım yine yalnızdım.
Çantamın cebinden çıkardığım keki ona uzattığımda sessizdi.
"Geçen gün yediğin kekten buldum. Çok lezzetliymiş gerçekten, damak zevkin takdire şayan!" Amacım birkaç saniyeliğinede olsa onu derin düşüncelerinden alarak dikkatini dağıtmaktı. Hamlet kafasını iki yana sallayarak bir şeyler mırıldandığında ne dediğini anlamamıştım. Ona tekrardan sormak için bir girişimde bulundum ama Hamlet elimdeki keki alarak bu girişimi durdurdu. Şaşırmıştım. Benimle küs olduğu için keki almayacağını sanmıştım ama o almıştı ve bana tek bir nefret dolu bakış ya da söz fırlatmamıştı.
"Bu keklerin tadını sevmiyorum ki,"
Duraksayarak bedenimi ileri geri salladım. "Şöyle bir düşününce haklısın." Kaşlarım aniden çatıldı. "Garip bir tadı var, dilini uyuşturuyor çiğnedikçe."
"Yağcılık da yapıyormuşsunuz demek ki. "
"Kesinlikle öğretmenlerin yüz karasıyım." Kendimi tutamadan güldüm. "Örnek alınacak bir öğretmen değilim."
"Bu, sorun değil." Hamlet yorgun gözlerini ovuşturdu uykulu bir şekilde. "Her zaman en iyisi olmak zorunda değilsiniz. En kötüsü olsanız dahi sorun değil."
"Niye?"
"Çünkü her zaman daha iyisini yapabilirdiniz. Her zaman daha iyisini yapabilmek ihtimaliniz vardı. Daha iyisi yapsanız bile, bundan daha daha iyisini yapabilecekmiş gibi hissederdiniz. Ama o an için başka bir etken vardı ve yapamamışsınızdır. En iyisini yapamadığınızdan değil, sizi düşündüren bir şeyler olmuş olmalı. Bu sizi yetersiz yapmaz. Bu sizi hiç bir şey yapmaz, sadece o an bunu yapamamış olursunuz. Bu sorun değil." Hamlet'in gözleri ilerideki koyu mavi gökyüzüne daldığında sadece gülümsemişti. "Sizinle konuşmak isteyen bir sürü öğrenciniz var çünkü onları dinliyorsunuz. Onlara o güveni geldiğiniz ilk günden verdiniz ve her zaman onlara karşı duyarlısınız. Bu yüzden sizi seven, yanınızdan geçerken sürekli size selam veren isminizi seslenen öğrencileriniz var. Örnek alınacak birisi olmasanız bile hala bir öğretmensiniz ve sizinle konuşmak isteyen insanlar var."
Ah.
"Özür dilerim," İki elimi birbirine gergince sürttüğümde içimdeki endişe giderek gelişen bir parazit gibiydi. "Sanırım hayatımda sahip olduğum tek arkadaşlığı mahv ettim. Yine."
Hamlet gökyüzüne sabitlediği gözlerini ağırca indirerek yüzüme baktı. "Bu gece yıldızlar çok parlak, değil mi?"
"Güzel," diyerek fısıldadım kafamı kaldırıp onun izlediği yıldızlara bakarken.
"Sizinle tekrardan arkadaş olmak isterdim," Elini yavaşça havaya kaldırarak orada bir yerlerde var olan bir yıldızı tutuyormuşçasına yumruğunu sıktı. Yıldızların yansıması yüzünü aydınlatıyordu ve onun parlak gözlerine bakarken büyülenmiştim. "Ama yapamam,"
"Bana çok fazla kızgın olduğunu biliyorum, Hamlet. Ya da kırgınsındır belki de." Derin bir nefes aldım. "Düzeltebilirim." Ben yeniden bir arkadaşlığı daha kaybetmek istemiyordum. "Ben gerçekten düzeltebilirim her şeyi." Yine yalnız kalmak istemiyordum. "Bak ne diyorum, okulun gösterisine sen de katıl. Ova gibi yaprak etekler giymek ister misin? Tasarımı bana ait, çok güzeller." Birisinin arkadaşı olmak istiyordum. "Sana çok yakışacaktır."
Arkadaş olan İsaac.
Arkadaş İsaac.
"Sizinle arkadaş olmak havalı olurdu." Hamlet gülümsedi. "Belki bana hiç kimseye göstermediğiniz resimlerinizi gösterirdiniz ya da belki sınav için kopya verirdiniz önceden. Her türlü havalı olurdu." Hamlet tekrardan gülümsedi. Ve bir kez daha. Ve bir kaç kez daha.
"Ama baksanıza öğretmenim, gökyüzü çoktan karanlığa gömüldü." Hamlet gökyüzüne doğru uzattığı elinin yumruğunu serbest bıraktı ve elinin içindeki hayali yıldızın kayıp gitmesine izin verdi. "Neden bunu bana daha önce söylemediniz ki?" Havaya kaldırdığı eli ağırca düştü. "Ben gerçekten çok yorgundum."
Kalbimin orada yer alan bütün damarların yırtıldığını hissettim. Nefes alamadım.
"Unuttunuz mu, ben çoktan öldüm."
Ben çoktan öldüm.
Ben öğretmen olabilirdim.
Gerçekten bunu yapabilirdim ve insanların çektiği acıyı azaltmak için elimden gelen her şeyi yapardım. Çok iyi bir öğretmen olarak öğrencilerimin hayatını kurtarabilirdim. Çok güzel öğretirdim hatta: arkadaşlığı, hayatı, ilişkileri, öğrenmeyi ve çizmeyi.
Ben çoktan öldüm.
Kesinlikle çizmeyi öğretmeliydim. Yeni dünyaların yaranmasına ihtiyacımız vardı. Acı çektiklerinde sığınabilecekleri bir dünya ayaratmalarına ihtiyaçları vardı.
Ben çoktan öldüm.
Ben çok iyi bir öğretmen olacaktım. Mutlaka.
"Bekle!" Zihnimdeki pas tutmuş sessizliği kırarak acıyı tetikleyen sıvının akmasına neden oldum. "Böyle kalmasına izin veremem, böyle devam etmesine izin veremem. Bir sorun vardı, yanlış giden bir şeyler vardı ve ben farkındaydım. Şimdi böylesine yanlış hissederken çekip gidemem."
"Gitmiştiniz,"
"Gitmiştim. Haklısın. Çekip gitmiştim. Çünkü ben ne yapacağını bilememiştim, acı çeken birisiyle nasıl baş edebileceğimi bilememiştim. Okuduğum hiç bir kitap bana bu durumla ilgili tavsiyeler vermiyordu, tümüyle benim sorumluluğumda olan bir şeydi ve korkmuştum. Bir şeyleri yanlış yapmaktan çok korkmuştum. Bunun içinde olduğun dönemle alakalı olduğuna inanmıştım, birkaç ay sonra geçip gideceğini düşünüyordum."
"Ama giden tek şey dünyadaki varlığımdı."
Zihnimdeki çatırtıdan içeri sızan sıvının içinde boğuldu düşüncelerim sanki. Köklü bir baş ağrısı beraberinde tükenmiş ve duvara toslayan kelimeleri getirmişti. Ona, onun böylesine çaresiz oluşuna, gözlerinin böyle bakmasını değiştiremediğim için kendime ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Yorgundum. Kelimelerim yorulmuştu.
"Üzgünüm," Dizlerimin bana daha fazla katlanamadığını hissettiğimde kaldırıma çökerek oturdum. "Ben çok üzgünüm."
Ellerimle yorgun yüzümü ovuşturmaya koyuldum. Hamlet karşımda öylece durmuş, sessiz ve durgun bir göl gibi beni izliyordu.
"Okuduğum kitaplar sadece çöptü. Hiç birini uygulayamadıktan sonra ne için zamanımı o kadar harcamıştım ki? Ne uğruna?" Ellerimi saçlarımdan geçirerek onları dağıttım. Düşüncelerimin dışarı fırlaması ve beni boğması an meselesiydi.
"Yöntemler, yöntemler, yöntemler. Ezberlediğim tek şey bunlardı. Öğrencilerimin öğrendiklerimi uygulamam gereken bir tahta olarak gördüm ve onlarla hiç samimi bir ilişki kuramadım. Hiç İsaac olarak onlarla konuşamadım. Sadece derslerden konuşup durduk. Bir şeyleri öğrettim onlara, bir şeylerin nasıl öğrenildiğini öğretmedim. Bir şeyleri neden öğrenmeli olduklarını ve bazen yorgunlarsa ara vermelerinin sorun olmadığını söylemedim. Sınıfın içindeki her şeyle ilgilendim. Ama sınıfta ötede kalan her şey, vazifem dışındaydı ve kendimi yormak zorunda hissetmedim."
"Muhteşem olmak zorunda değilsiniz."
"Hayır." diye itiraz ederek onu durdurdum. "Hayır, hayır. Mükemmel olmak zorunda değilim, bunu biliyorum. Mesele bu değil zaten. Yeterli olmak zorundaydım. Annene sesli mesaj yazmıştım ama ona ulaşmadığının farkındaydım. Ama yaptığım tek şey önüme bakmak ve çizim yapmaktı. Annene tekrardan yazmalıydım. Ona ulaşmak için türlü yollar denemeliydim. Kapınıza dayanmalıydım belki de. Anneni omuzlarından tutup, her şeyi yüzüne doğru söylemeliydim. Seni, yaşadıklarını, acını. Anlamalıydı. Anlamasa, başka yollar için kafa patlatmalıydım. Biraz daha yaşaman için seni kurtarmalıydım."
Düşüncelerim patladı. Düşüncelerim patladı ve parçaları etrafa saçıldı. Ellerimle ağrılar giren kafamı tutarak dizlerime yaslamıştım ama zihnimdeki bu ağrı çok ağırdı. Nefes alamadıöımı hissettim sadece birkaç saniyeliğine.
Ben ne yapmıştım böyle? Ben hayatımda kalmak için mücadele eden insanları nasıl görmezden gelip, öylece geçip gitmiştim?
"Öğretmenim," Onun zarif ve narin ellerini saçlarımın üzerinde hissettim. "Üzgünüm."
"Ne için?" Kafamın patladığı için mi bilmiyorum ama ne dediğini anlayamamıştım.
"Sizin için," Kafamı kaldırarak saçlarımı okşayan bu küçük oğlan çocuğuna baktım.
"Bir şeyleri başarmak için kendinizi çok fazla zorluyorsunuz ve üzülüyorsunuz."
"Ben iyi bir öğretmen olabileceğimi düşünmüştüm." Bitkin düşen kelimelerimi toparlayamamıştım. "Ben gerçekten farklı olabileceğime inanmıştım. Öğrencilerini kurtaran o öğretmen olabileceğimi düşünmüştüm."
Ne büyük hayal kırıklığıydı.
Ellerimi kesiyordu kırık parçalar, onun elinden tutamıyordum bile.
Hamlet o gece, kızıl tarlanın yanındaki kaldırımda çökerek oturan benim saçlarımı okşadı, büyük bir şefkatle. O an benim için bir çok şey ifade ediyordu. Hiç bir zaman değiştirmek istemeyeceğim bir anıydı.
Fakat keşke ben de onun için bir şeyler yapabilseydim.
"Hamlet," diye fısıldadım tükenmiş ve artık kelimeleri doğurmak istemeyen sesimle.
"Efendim?"
"Gösteriye mutlaka katıl olur mu?" Bana cevap vermeyeceğini anladığımda nefesimi tuttum. "Sevmez misin dans etmeyi? Çok hoş kiyafetleriniz de var hem. Ova'yla birlikte dans edebilirsiniz."
"Şarkı söyleyebilir miyim?"
Duraksadım.
"Şarkı söylemek mi istiyorsun?" diye sordum merakla, böylesine bir şeyi isteyeceğini hiç düşünmemiştim.
"Evet, istiyorum."
"Olur."
Bu kadar sessiz bir çocuğun, şarkı söylemek gibi kelimelerle dans etmek istemesi beni oldukça şaşırtmıştı. "Teşekkür ederim, Hamlet."
Hamlet bana baktı ve sadece gülümsedi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top