12; depresyonda olan anılar


sarah cothran, as the world caves in.


12.BÖLÜM;
DEPRESYONDA OLAN ANILAR.



O çocuğu hatırlıyorum.

Kırmızı ayakkabılar giyerdi hep.

Ve fazla sessizdi.

"Ben sadece dünyanın insanlar için daha yaşanılası bir hale gelmesini sağlamak istiyorum."

"Bunun için ne yapabilirsin ki?" diye sordu söğüt ağaçlarıyla çevrelenmiş arazinin nemli çimleri üzerinde uzanırken. Solumuzda kalan pürüzsüz gölün yüzeyine yansıyan ağaçların devasal yansıması gölde boğulan saniyelerimizi boşluğa dalmaktan koruyordu.

"Birçok şey." dedim gökyüzünü kapatan ağaçların ihtişamına kendimi kaptırmış bir dalgınlıkla.

"Gerçekten mi?" Sesindeki merak beni gülümsemeye itecek heyecanı tetiklese de, kelimelerin üzerine serpiştirdiği alay beni içine çeken kara delikten farksızdı. Bazen onu anlamakta zorluk çekiyordum, cümlelerinde tonlama kelimelerindeki anlamla örtüşmezdi. Onu anlamayan kendime karşın onun beni anlaması için ciğerlerime büyük bir yaşamı içinde barındıran havayı çektim ve konuşmaya başladım. 

"Bazen böylesine bir dünyada sadece resim yaparak varlığımı sürdüreceğimi düşünüyorum. Ruhumu anlamlı kılan şarkılar dinleyebilirim, düşüncelerimi derinleştiren kitaplar okuyabilirim ve içimde biriken güzellikleri kağıtlara akıtabilirim. Sonra onları satarım, yeni kitaplar satın alırım, yeni manzaralar görür onları çizerim. Ve bu döngü ben pes edene kadar devam eder. Herkesten uzakta varlığımı huzurlu bir şekilde sürdürebilirim."

Sol elimi yana doğru uzatarak gölün yüzeyine temas etmesini sağladım. Derime yayılan soğuk suyun bıraktığı iz ruhumu üşütecek kadar güçlü değildi. Fakat yine de, yanıbaşımda uzanan bu bedenin sessizliğindeki soğuk zihnimi acıtıyordu.

"Peki ya diğerleri? Diğer insanlar, diğer çocuklar ne olacak?" diye sordum kendi kendime.

"Ne kadar büyük boşluklarla dolu eğitim sistemimizin olduğunu biliyorum, sadece bilgi aktaran bu sistemi uygulayan öğretmenlerden bir tanesiydim. Ve çocukların nasıl canlı bir şekilde okula gelip öldürüldüğüne gözlerimle tanıklık ettim. Bütün bunlar zihnimin  bir köşesinde yer alırken ve orayı kemirmeye devam ederken nasıl sadece kendim için onurlu bir hayat sürebilirdim ki? Bunu nasıl düşünebilirdim? Varlığımın anlamı bir sürü çocuğa yol göstermek onları bu bataklıktan çıkarmakken nasıl onlardan uzakta huzurlu bir şekilde resim çizmeye devam edebilirdim? Gözlerimi kapattığımda yok olacak bir manzara değildi bu. Ya da kulaklıklarımı çıkardığımda sessizliğe gömülen şarkılarla kıyaslayamazdım çocukların çığlıklarını. Sadece diploma için öğretmen olmadım ben. Yapmam gereken şeyler var, değiştirmem ve öğretmem gereken zihinler. Kurtarmam gereken insanlar var. Anlıyor musun beni?"

"Anlamaya çalışıyorum." Beni anladığını biliyordum.

"Yani gerçekten yapmak istediğin tek şeyin dünya için kendini feda etmek olduğundan emin misin?"

"Biliyor musun, Yanna?" Duraksadım. "Dünya için yaptığım her şeye değer."

Dirseklerim üzerinde doğrularak bana bakmayan ona bakmayı sürdürdüğümde gözleri beni bulmuştu.

"Var olan ve var olmaya devam eden ne kadar dünya var bilmiyorum, başka bir şekilde tümüyle başka bir yerde varlıklar nasıl varlığını sürdürüyor tahmin yürütemem. Belki bizim sahip olduğumuz kavramlardan çok farklı  kavramlar mevcuttur ve belki de zaman, insan, çiçek diye tanımladığımız şeyler bile yoktur.  Ama benim sahip olduğumu hatırladığım tek varoluş şekli bu ve bunu layıkınca onurlu bir şekilde yerine getirmeliyim."

"Bunu nasıl yapacaksın peki?" Biraz daha açık olmak adına kelimelerini yeniden doğurmaya çalıştı. "Dünyayı kurtarmak gibi onurlu bir görevi yerine getirmek için ne yapmayı, nereden başlamayı düşünüyorsun?"

"Çocuklardan başlayacağım," diye onu yanıtladım hiç tereddüt etmeden.

"Nasıl?"

"Çocukların hayatını kurtaracağım. Onların ruhlarını koruyacağım. Her daim, elimden ne geliyorsa yapacağım, onların ölmemesi için. Ama anlatmaya çalıştığım ölüm bedenlerin gerçekleştirdiği yok olma eylemi değil. Öldürülen fikirler, hevesler, hayaller. Onların hepsini korumak ve kurtarmak için kendimi feda edeceğim."

"Hamlet'e yaptığın gibi mi?" diyerek güldü.

O çocuğu hatırlıyorum.

Kırmızı ayakkabılar giyerdi hep.

Ve fazla sessizdi.

"Sen kendine öğretmen mi diyorsun gerçekten?"

"Benden gerçekten nefret ediyorsun," diye konuştum ve bu ona sorulan bir soru değildi. Bundan emindim.

"Tek bir görevin vardı ve bu güzel resim yapman ve bunu çocuklara öğretmen değildi."

O çocuğu hatırlıyordum.

Ölmekten korktuğunu söylemişti bir keresinde.

Ve uzun zaman önce ölmüştü.

. ˚
. ˚☆
˚

Ben İsaac.

İsaac Foster.

On altı yaşındayım ve resim çizmeyi severim.

Beyaz çoraplarımı dizlerime kadar çektiğimde odak alanıma ilişen sarı ayakkabılarıma uzunca baktım. Tozlanmışlardı. Uzunca yol yürümüş ve bir çok farklı manzaraya tanıklık etmiş gezginler gibi hissettiren bu ayakkabıları yaklaşık bir yıldır giyiyordum. Eskiyorlardı ve rengi soluyordu. Bu sorun teşkil etmiyormuş gibi giymeye devam etmemin sebebi de onları kendime benzettiğim içindi. Yıllar geçtikçe eskiyordum ve bedenimin rengi soluyor, gözlerimdeki parlaklık kayboluyordu.

"Günün iyi miydi?" Merdivenlerden inen annemin sesini duyduğumda bakışlarımı ve zihnimi daldığım beni giderek yutan düşüncelerden aldım ve bu kez kızılıya boyanmış saçlar ilişti bakışlarıma.

"İyiydi," diye mırıldandım harflerin canlılığını kaybettiği bir tükenmişlikle. Son basamağı da indiğinde kaşlarını kaldırarak bana bakmaya devam etmişti. Alt dudağımı dişlerimle sıyırarak iç çekmem, kaşlarını indirmesine vesile olsa da, bakışlarındaki sorgulayıcı ifadeni yok etmemişti.

"Sanırım depresyondayım."

"Dün de depresyondaydın."

Gülümsedim. "Ne tesadüf."

Sorgulayıcı gözleri siyah şortumda ve beyaz çoraplarımda dolanıp durdu, daha sonra sarı bluzuma tırmandı ve sadece bir kaç saniyenin sonunda farklı şekillerdeki yüzüklerimden uzattığım siyah saçlarıma varmıştı. Bakışlarıma tutunamadı. "Senin için bir şeyler yapmak istiyorum." diye konuştuğunda sesindeki samimiyyet zihnimde dalgalanmış, içimde zincirlediğim hissleri kıpırdatmıştı.

Tekrardan gülümsedim. "Yalnız kalmaya ihtiyacım var."

Sadece var olmaya devam et, anne. Her gün nefes alarak benim için çok büyük bir şeyler yapıyorsun. Çok sıkça söylemesem de, teşekkür ederim.

"Pekala," Kırmızıya boyadığı dudakları kıvrıldığında bana gülümsemek istediğini anlamıştım ama aptal değildim ve bakışlarındaki kederi görebiliyordum.

Kapının yanında duran, kalemler ve kağıtlarla dolu olan bez çantamı aldım ve boynumdaki yeşil kulaklıklarımı kulağıma geçirdim. Hemen yanımdaki çöp poşetini de aldığımda dışarıdaki güneşe kendimi göstermek için bir sebebim olmuştu. Arkamı dönüp kapıyı açmaya yeltendiğimde ağzımın içindeki boşluğun kelimelerle dolmasını engelleyememiştim.

"Farklı birisi olmamı dilerdin, değil mi?" Eskimiş ruhumu taşıyan bedenimi dışarıya atamadığım için kendimi zihnimde duvardan duvara vurmaya başlasam da, onun yüzüne bakamamıştım. Daldığım tek şey boşluktu.

"Hayır," Bir adım attı bana doğru. "Hayır tabii ki de," Ve başka bir adım daha. "Seni seviyorum bebeğim."

"Ama ben hep depresyondayım. Her zaman üzgünüm. Her şeyi dramatize ediyorum. Bana bir bak anne, depresif geçirmediğim tek bir gün bile yok. Bana nasıl katlanabiliyorsun ki? Ben bile kendime zor dayanıyorum. Gün daha yeni başlamasına rağmen ilk depresif konuşmamızı bile yaptık, her zaman olduğu gibi. Hiç değişmeyeceğim."

Hiç değişemeyeceğim.

"Özür dilerim."

"Sorun değil, bebeğim. Değişmek zorunda değilsin."

"Hayır, sorun. Zorundayım anne. Hiç kimse beni ben olduğum için kabul etmeyecek."

"Ben kabul ediyorum."

"Sen bir istisnasın, anne. Sen bir istisnasın ve istisnalar çoğunluğu etkilemez."

Annemin ne söyleyeceği konusunda duvara tosladığını ama yine de benim için endişelendiğini gördüğümde bugünlük onu bu kadar incitmeye son vermek kararı aldım ve kapıyı açarak nefret ettiğim o bedeni dışarıya attım. Bunu bir kaç dakika öncesinde yapmalıydım. Elimle saçlarımı karıştırdığımda yürümeğe koyulmuştum.

Gerçekten bana ne olduğunu bilmiyordum.

Depresyonda mıydım? Buna emin değildim ama mutsuz hissetmiyordum, aynı şekilde beni mutlu edecek şeylerin ne olduğunu hatırlayamıyordum. Bütün bu zihin karmaşasının içinde kaybolmamak adına kendimi depresyonda diye tanımlıyordum ve internetten edindiğim  bilgilere göre davranmaya çalışıyordum. Durgundum, yorgundum, içine kapanıktım, kendime bakmaktan kaçınırdım ve mutsuzdum ama bazı zamanlarda çok konuşurdum, uyuyamazdım, evrendeki tek değerli varlığın kendim olduğuna inanırdım ve mutluydum.

Böyle yapmak kolaydı. Bilinmezlik diye bir şey kalmıyordu ve ben tam olarak neyim olduğunun farkında bir şekilde varlığımı sürdürmeye devam ediyordum.

Fakat, gece olduğunda, kendime tanı koyduğum ve ona uygun davranışlar sergilediğim gün bittiğinde ben yalnız kalıyordum. Düşüncelere boğulacağım odama geri döndüğümde ne hissettiğimi çözemiyordum.

Depresyonda mıydım gerçekten?

Yoksa kendimi öyle olduğuma inandırmak daha kolaydı?

Ve şimdi ben bunun sadece kendim tarafından biraz da olsa bilinmezlikten kopmak için kendime koyduğum tanı olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimde ne yapmalıydım? Nasıl hissetmeliydim? Daha iyi hissetmeli miydim yoksa yine bütün bu düşünceler ve hislerin kaynağını bilmediğim için bilinmezliğin kucağına atlamalıydım?

Kaybolmuş hissediyordum. Kendimi kırılmış bu kabuğun içine hapsolmuş gibi hissediyordum. Her gün hayatta kalmak için savaşıyordum ve buna rağmen hala kurtulamıyordum. Kendimle savaşarak kendimden kurtulamıyordum.

"Seni ahmak," diye konuştum kahkahalarımın arasından. Bazı anlarda ne hissetmem gerektiğini çözemiyordum ve sadece bu karmaşıklığımı kahkahalarımın ardına saklamaya karar veriyordum. "Bu kadar sıkıca tutunacak ne var ki sanki?"

Kendi kendime konuşmamı bölen tek şey okulun sınırları içerisinde nefes alan kişi olmuştu.

"Hoş geldin, Ucube!"

Kafamda 19. yüzyıldan kalma şapka varmış gibi ilk önce onu kibarca çıkardım, saliseler el ele tutarak etrafımda dolanmayı sürdürdüğündeyse, zarifçe öne doğru eğilmiştim.

"Hoş buldum, leydim."

Benim ve onların arasından akan zaman gösterişçi bir tüccar gibi duygularımı soyup götürdüğünde sadece gülümsemiştim.

Alaycı bakışlarını üzerimde gezdirerek kafasını iki yana sallamakla yetinmeyen kişi dilinin ucundaki mızrakları dudağının okuna gerdi.

"İlgi meraklısı," Elleriyle saçlarını arkaya doğru savurdu. "Sadece bil diye söylüyorum, bedeninde çiziksiz yeri olmayan senin yerine böylesine acınası bir hayat yaşamaktansa, ölmeği yeğlerdim."

Hayali şapkamı tekrardan kafama geri takarak, sağ elimle kibarca dudaklarımın üzerini kapatarak kıkırdadım.

"Böyle bir şeye lüzum yok leydim," Dudaklarımın üzerine kapattığım elimi zarifçe indirerek önümde birleştirdim. "Kendi adınıza oldukça sefil bir hayat yaşıyorsunuz zaten."

"Seni Ucube!" Öfkeden kızaran yüzü odak alanımda uzun süre kaldığında sadece gülümsemekle yetinmiştim. "Sadece ilgi çekmek adına her gece kendini kesen defolu bir karakterden fazlası değilsin. Ne sanıyordun ki? Bunu sana söylemeyecek kadar insanlık yapmayı düşünüyordum ama bunu bile haketmiyorsun."

"Buyurun leydim," Aynı kibar havamı sürdürmeye karar verdiğimde daha da öfkelenerek dişlerini birbirine geçirmişti. "Sizin yanlış düşüncelerinize saygı duyuyorum."

"Öğretmenler sınıftaki herkese seninle iyi geçinmek için konuşma yaptı. Bu yüzden seninle konuşan herkes sana sadece acıdığı için bunu yapıyor ve bütün okul senin sorunlu birisi olduğunu biliyor. Senin tanımadığın, koridorda sadece yanından geçtiğin kişiler bile seni tanıyorlar. Senin adını daha bilmediğin kişiler bile senin sorunlu olduğunu biliyor."

Senin tanımadığın insanlar bile.

"Sana selam veren herkes sana acıdığı için bunu yapıyor. Adını sorup arkadaş olmak isteyen herkes zaten senin kim olduğunu çok iyi biliyor. Bütün bunlar sadece öğretmenlerin bize bunu yapmamız gerektiğini söylediği için yapılıyor."

Senin kim olduğunu biliyorlar.

"Kes şunu, Yelena." Arkamızda beliren kişinin sesi ortama yayıldığında omuzuma dolanan kol ile bakışlarımı ona çevirmiştim. "İsaac'ı böyle şeyler söyleyerek üzemezsin. Neden sadece boşuna zaman harcıyorsun ki?" Bana baktı. "Neden sürekli boş yapıyorsun?" Ve gülümsedi. "Onun dikkatini böyle çekemezsin. Böyle şeyleri umursayacak birisi değil o."

Hayır.

"Leydimin kusuruna bakma sen," Yüzümde oluşan sahte gülümsemeyle mırıldandım.

Ben.

"Onu ve küçük zorbalıklarını umursadığımı sanıyor kendileri."

"Sana acıyan birisi daha." Yelena kafasını iki yana sallayarak daha fazla konuşmadı ve arkasını dönüp öfkeyle yürümeye başladı. "Bunu anladığın halde hala.." Giderken bir şeyler mırıldandığını duymuştum ama araya giren mesafe cümlesini tam duymama engel olmuştu.

"Astenia," diye mırıldandım Yelena bizden tümüyle uzaklaşarak gözden kaybolduğunda. "Öğretmenler gerçekten benimle iyi geçinmek için talimatlar mı veriyor çocuklara?"

"Dostum," Astenia omuzumdaki elini çekerek arkadaçşa sırtımı patpatlamıştı. "Sanki çok umursuyormuş gibi davranma, İsaac. Senin ne kadar güçlü olduğunu ve böyle saçmalıklara papuç bırakmayacağını biliyorum."

Hayır, yanılıyorsun. Ben. Umursuyorum.

Ben İsaac.

İsaac Foster.

On altı yaşındaydım.

Ve kendimi kaybetmiştim.

"İsaac," Kahverengi saçlarını geriye atarak bana seslenen havalı öğretmenime bakışlarımı çevirdiğimde topladığım çantamla birlikte sınıftan çıkmaya yeltenmiştim. Mahkum bir insan gibi sözlerin ağırlığına boyun eğdim ve bedenimi kapıdan öteye atmak yerine geriye, az önce Coğrafya anlatan o kadına doğru sürüklemeye koyuldum. Masasının hemen önende bedenimi durdurduğumda bana oturmam için işaret ettiği sandalye bir çok şeyin habercisiydi: uzun bir süre burada sıkıcı sohbete kurban olacağım haberi gibi.

"Nasılsın?" Tuzak soru.

"Biraz uykuluyum, ama genellikle iyiyim." Dikkatini başka yöne kaydırmak için ekilen tohum.

"Neden uykulusun, rahat uyuyamıyor musun?" Tohumun meyvesini yiyen öğretmen.

"Uzun süre okula gelmediğim için konular yığılmıştı, onlara bir göz gezdireyim demiştim." Mutlu İsaac.

Öğretmen gülümsediğinde ben de onun gibi olmasa da, dudaklarımın kıvrılmasına izin vermiştim. "İsaac," Yine tuzak sorular silsilesinden birkaçını üzerime fırlatacağını anladığımda sıkıntılı bir nefesi dışarıya vermiştim. Avuç içlerimi dizlerime silmeye başladığımda 2 ay öncesine kadar her gün kendimden nefret ettiğim bu sınıfta bakışlarımı incelemeye koyulmuştum. Hiç bir şey değişmemişti. Hala kendimden nefret ediyordum bu sınıftayken. Sorun sınıfta olmalıydı ya da ben kendimi buna inandırmak istiyordum diye kollu budaklı düşüncelerle sarılan beynimi uğraştırıp durdum.

"Bak bana," Öğretmen yumuşak sesiyle konuştu. "Çoğu zaman içinden çıkamadığın karanlıklarda kaldığını ve acı çektiğini biliyorum." Sayenizde herkes biliyor. "Eğer bir şeyler anlatmak istersen burada seni dinlerim, sonuna kadar. Seni inciten şeyin ne olduğunu söyle bana ve sana yardım edeyim."

"Beni inciten şey," Derin bir nefes alarak tekrardan sınıfın içinde bakışlarımı gezdirdim. "Bu sınıf." diyerek yanıtladım öğretmenimizi gayet ciddi bir ifadeyle.

"Nasıl?" Anlamayan bakışları beklediğim bir tepkiydi.

"Baksanıza etrafınıza!" Ayağa fırlayarak kollarımı iki yana açtım ve ilk kez görecekmişçesine her gün girip konu anlattığı sınıfı ona gösterdim.

"Duvarlarına bakın. Bomboş. Bembeyaz. Okula başladığımızdan beri bir sürü eğlenceli konu hazırlamıştık, hatırlıyorum. Biri bile duvarlarımızda yer almıyor. Çizimi seven sınıf arkadaşlarımın çizimlerini asacak kadar bile değer verilmiyor. Sıralara baksanıza. Kahverengi ve bakımsız. uzun bir süre oturduğunuzda belinizi ağrıtıyor. Ve yazı yazacak olursanız eğer eğilmeniz gerekiyor. Sınıfa uzaktan bir bakın. Çok düzensiz ve boğucu görünmüyor mu? Neden burada zamanımı harcayayım ki?"

"Seni anlıyorum İsaac," Öğretmen derin bir nefes aldı. "Ama biliyorsun konu sınıf düzeni değil. Öğrenmek isteyen herkes her yer ve her şartta öğrenebilir."

Kendimi tutamadan güldüm.

"Kendinizi böyle mi rahatlatıyorsunuz, öğretmenim?"

"İsaac," diyerek uyarıcı sesini odanın içine yaydı. "Kabalaşıyorsun."

"Bakın," Elimi dün yıkadığım saçlarımdan geçirerek derin nefes aldım. "Öğrenciler öğrenmek istemezler. Dürüst olmak gerekirse, her daim üzerimizde öğrenmek için kurulan bu baskı altında ben de öğrenmek istemezdim ki, öğrenmiyorum da. Sosyal medyaya bir göz atın. Öğrenciler özünde okulu cehennem diye tanımlayacak mizah sayfaları açıyorlar, okulu ve dersleri ve öğretmenleri sadece mizah amaçlı araçlara çeviriyorlar ve konunun özüne indiğimizde bu gerçek. Dalga geçip güldükleri her şey okullarda yaşanıyor ve normal karşılanıyor. Öğretmenleri gördüğümüzde acaba soru sorarsam nasıl karşılayacak, acaba dersi öğrenemediğimi söylersem sıfır yazar mı diye düşünüyorlar. Böyle olmamalı işte. Öğrencilerin de bir hayatı var ve o hayat sadece derslerle sınırlı değil. Bazen onları stresse sokan bir olay yaşayabilirler ve stressli oldukları için odaklanamayabilirler. Siz öğretmenler bunlara anlayış göstermelisiniz. Onları eşşek sudan gelinceye kadar azarlamamalısınız."

Kendime sakinleşmek için birkaç saniye tanıdım.

"Sınıf. Önemli. Öğrencilerin rahat edeceği bir ortam yaratmak çok fazla önemli ve bu sizin vazifeniz. Dersi dinledikleri zaman kesiminde bedenlerini incitmeyecek sıralarda oturmalılar. Yaptığı işlerin değerli olduğunu görmeleri için daim sınıfın bir köşesinde onlar sergilenmeli. Yaratıcılıklarını sınırsızca uygulamak için ortam yaradılmalı ve izin verilmeli. Ama içinde saatlerimizi harcadığımız sınıfa bir bakın. İnsanı sadece üzecek kadar sıkıcı ve boş."

Arkamı çevirerek içinde olduğumuz sınıfa baktım. "Çok yazık."

"Kaygılarını benimle paylaştığın için mutlu oldum İsaac," Öğretmen uzun sessizlikten sonra sesini yeni bulmuş gibi konuştu. Ona dönmedim çünkü yüzünü o an için görmek istemiyordum.

"Bu durumu çözmek için elimden geleni yapacağım."

"Umarım," Umarım akşam evinize gittiğinizde kocanız ve çocuklarınızla birlikte yemek yiyip çocuğunuzun ders notlarını konuşurken bu konuyu unutmazdınız.

"Size güveniyorum, Leydim." tekrardan öğretmenime doğru dönerek büyük bir nezaketle eğildim ve samimiyyetten uzak bir gülümsemeyi yüzüme yerleştirdim.

Umarım.

Çantamı alarak sınıftan çıktığımda zihnimin içi kaosa kucak açmıştı ve ben düşüncelerimin bağını çözemiyordum. Saçlarımın sıkılaştığını ve kafamı iki farklı yöne çekiştirdiğini hissettim, bu acı korkunçtu ve ben içine hapsolmuş gibiydim. Bir konu üzerinde gereğinden fazla düşünebiliyordum ve bu bana dayanılmaz baş ağrısı olarak geri dönüyordu her defasında. Aceleyle çatıya çıktığımda kapıyı açmaya bile kalkışamadan merdivenlerin oraya oturdum ve bez çantamın içindeki kalemlerimi oturduğum yere dökerek elime geçen ilk kağıda bir şeyler karalamaya başladım.

Farklı bir dünya çizmeliydim.

Kendimi başka bir dünyada hayal etmeliydim.

Tek kaçış yolum buydu. Kaçmalıydım. Varlığımı tümüyle uzak bir yerlerde hayal etmekten başka çarem yoktu, başka türlü bu baş ağrısı zihnimdeki depreme vesile olacaktı ve bütün düşüncelerim depremin altında kalacaktı.

Neden.

Bugün hiçbir şey dahi olmadı.

Bugün kötü hiçbir şey olmadı.

Bugün her şeyi doğru yaptım.

Öyleyse neden?

Neden hala böyle hissetmeye devam ediyordum?

Kaçmalıydım. Kaçmalıydım.

Kaçmalıydım.

"Hey."

Duraksadım.

Birisi bana seslenene kadar orada öylece oturup, delicesine bir şeyleri karaladığımın farkında değildim bile. Kuruyan dudaklarımı yalayarak geriye çekildim ve kaba kuvvet kullanarak çizdiğim gezegene baktım.

"Çoraplarını sevdim," Durgun bir göle dönmüş bakışlarımı çizimimden alarak ona çevirdim.

Bir kızdı ve siyah kiyafetler giyiyordu.

Hemen yanımda, merdivenin oraya oturmuştu ve dudakları arasında tuttuğu sigarasını yakmaya çalışırken çoraplarıma bakıyordu. Ona cevap vermeden öylece bakmam onu eğlendirmiş gibi gülümsedi ve dudaklarının arasına çektiği dumanı yüzüme doğru üfledi. Öfkelenmiş bir şekilde yüzümü esir alan dumanı elimle kağıtmaya çalıştım.

"Senin yeterince kafa yorulmamış bir şekilde bu yaşta, kendi ciğerlerini dünyanın acısını çektiğini düşünürken dumana kurban vermen beni hiç alakadar etmez ama senin dumanın benim ciğerlerime ulaşıyor. Temiz nefes alma hakkıma engel oluyorsun ve insanların başka insanları da etkileyecek şeyler yapmasını hiç sevmem."

"Hep böyle konuşur musun sen?" Benim onca iğneleyici kelimemin üzerinden geçerek bakışlarını sabitlediği çoraplarımdan çekip yüzüme dikti.

"Senin için sorun mu?" Tek kaşımı kaldırdım.

"Yani biraz kafa ütülüyorsun,"

"Gitsene o zaman," Yüzüme gelen bir duman daha ciğerlerime dolduğunda elimle dağıtmaya çalıştım. "Ve çek şu zımbırtını burnumun önünden."

Yaşlı bir kadın gibi ağırca ciğerlerinde tuttuğu dumanı havaya üflediğinde yanında oturmaya devam ettiğim için pişmanlığın halatını boynuma geçirsemde oradan kalkamadan ciğerlerimi ikinci bir salgına kurban ettim.

"Senin adın İsaac mı?" diye sordu yorgun bir ifadeyle.

Ah.

Demek beni tanıyordu.

"Hayır," diyerek onu yanıtladım.

Keşke ben başka birisi olsaydım.

"Ne peki?"

Keşke ben tümüyle farklı birisi olsaydım.

"Benimle konuşma." tekrardan kaldığım yerden çizimime devam etmeye çalıştım, fakat zihnimdeki o ağrı yavaş yavaş geri geliyordu ve ben bu kez ondan nasıl kaçacağımı kestiremiyordum. "Önemli bir iş üzerindeyim."

"Pekala," diyerek beni onayladığında sessiz bir şekilde sigarasını içmeye devam etmişti.

Birisini ilk kez gördüğümde, kendimi ona tanıtmasam dahi beni tanıyıp tanımadığı üzerinde düşünmek gerçekten çok yorucuydu. İşte bu birisiyle tanıştığımda endişelenmekten kendimi alıkoyamadığım bir durumdu. Beni tanımak ihtimalleri çok yüksekti. Aslında benim hakkımda bir şeyler duymak ihtimalleri oldukça kaçınılmazdı. Ne düşünmüştüm ki zaten? Bu konuşmalara yön veren benken, bunun için beni incitmeyecek kadar melek olduklarını düşünecek kadar saf mıydım gerçekten?

"Beni tanıyor musun?" diye sordum derin bir dalgınlıkla. Bakışlarımdaki pembemsi gözlükler kaybolup beni tekrardan renklerin kaybolduğu kuyuya fırlattıklarında sadece iç çekmiştim.

"Matematik dersimiz ortak." Sesindeki umursamaz tını beni benim hakkında ne düşündüğünü çözemeyecek bir duruma sürüklümişti.

"Öyle değil," diyerek itiraz ettiğimde kaşları çatılmıştı.

Bir Ucube olan beni tanıyor musun?

Sigarasını dudaklarından alıp parmakları arasında tutmaya başladığında çökmüş göz altlarına sahip gözlerini yüzümde gezdirmye koyulmuştu. Düşünceliydi. "Benden ne duymayı bekliyorsun bilmiyorum ve açıkçası umursamıyorum da ama seni tanıyorum," Duraksadığında sigarasından tekrar bir duman çekti içine. "Matematik derslerimiz ortak olan sınıf arkadaşımsın ve ismin İsaac." Üzerini elleriyle silkerek tozları havaya uçurdu. "Geri kalanı önemli değil." diye konuştuğunda bakışlarım onu buldu ve bana baktığı için gözlerimiz ortada kesişmişti. Uzun süre bakışacağımızı sanan bana rağmen buna devam etmedi ve gözlerini benden alarak ilerideki duvarı izlemeye koyuldu.

Geri kalanı önemli değil.

Kelimeleri bulamayan dudaklarıma boyun eğerek önüme döndüm ve çizdiğim gezegeni incelemeye başladım.

"Üzgünüm," diye fısıldadım. Bazen sessiz kalmayı istesem de kendimi tutamazdım. Üçüncü sigarasını yakmaya yeltendiğinde duyduğu kelimeler onu duraksatmıştı."Sadece elinden gelen her şeyi yapacağını söyleyerek beni başından savan öğretmenimize sinirlenmiştim ve seninle kabaca konuştum."  İç çekerek yanağımın iç tarafını dişlerimle ezmeye koyuldum.

"Bir öğretmenden ne beklersin ki?" Bu bir sorudan çok inandığı cevap gibiydi.

"Beni kurtarmasını."

"Ciddi misin sen?" Kaşlarını çatarak yüzüme baktı.

"Aslında evet," Tırnaklarımın etrafındaki eti kurcalamaya başladığımda oldukça ciddiydim.

"Öğretmen, umut bağlayacağın son kişi bile değil, çocuk." Parmakları arasında duran sigaraya baktı. "İnan bana."

"Eğer öğrencilerini kurtaramıyorsan, öğretmen olmanın ne anlamı var ki?"

Sadece gülümsemişti ve bu gülümsemenin samimi olmadığını ikimizde biliyorduk.

"Yine de ben inanıyorum. İyi öğretmenler efsane değil. Bir gün onlardan biriyle karşılaşacağım ve hayatımı kurtaracaklar."

"Bak iyice iyimser peri kız olduğun bu sohbetin nereye gittiğini bilmiyorum ve ilgilenmiyorum ama," Bitirdiği sigarasını merdivenin oraya bıraktı. "Neden sen iyi bir öğretmen olmuyorsun? Böylelikle öğretmenlerinden umut dilenmek zorunda kalmazsın da." Elleriyle tekrardan uykulu yüzünü ovuşturmaya başladı. "Belki sevgili öğrencilerinin hayatını da kurtarırsın."

Ah.

"Öyle mi dersin?"

"En azından boş işler peşinde koşmaktansa, oturup geleceğin için çalışırsın."

Ben öğretmen olabilir miydim?

Ben öğretmen olabilirdim.

Gerçekten  bunu yapabilirdim ve insanların çektiği acıyı azaltmak için elimden gelen her şeyi yapardım. Çok iyi bir öğretmen olarak öğrencilerimin hayatını kurtarabilirdim. Çok güzel öğretirdim hatta: arkadaşlığı, hayatı, ilişkileri, öğrenmeyi ve çizmeyi.

Kesinlikle çizmeyi öğretmeliydim.

Yeni dünyaların yaranmasına ihtiyacımız vardı.
Acı çektiklerinde sığınabilecekleri bir dünya ayaratmalarına ihtiyaçları vardı.
Ben çok iyi bir öğretmen olacaktım. Mutlaka.

. ˚
. ˚☆
˚

"Biraz patates ister misin?"

Kaldırımda sessiz bir şekilde oturarak ilerideki çöp kontenyerlerini izleyen çocuğun yanına soğuk kaldırıma oturduğumda elimdeki öğle yemeğimi ona doğru uzatmıştım. Bakışlarını daldığı derin düçüncelerden çekerek yüzüme baktığında ona sadece gülümsedim. Aramızdan sıyrılan uzun ve ağır sessizliğin eşliğinde bakışlarını yüzümden çekerek önce ona uzattığım patates kızartması ve pirinç toplarına daha sonra kendi kucağında sıkıca tuttuğu kakoslu keke çevirmişti.

Hiçbir kelimeni bana ulaşması için havaya savurmadı. Onun yerine elindeki kekten küçük bir ısırık alarak beni kafasıyla yanıtlamıştı.

"Pekala," diyerek küçük pirinç toplarından bir tanesini aldım ve tek ısırıkta yedim. Birkaç dakikalık sessizlik ağını örmeye devam ettiğinde derin bir nefes alarak onu incelemeğe koyulmuştum.

Hamlet.

14 yaşındaki öğrencimdi ve sekizinci sınıfa gidiyordu. Resim derslerinde sürekli sakince atölyenin en göze batmayan köşesine çekilir, gizlice kitap okurdu. Resim yapmayı sevmediği için hiç üzerine giderek ona zorla resim çizdirmemiştim. Diğer öğrencilerin aksine benim karizmam ve yumuşak tavrımdan etkilenmezdi, benimle konuşmaya çalışmazdı. Aslını düşünürsek sınıfındaki hiç kimseyle konuşmaya kalkışmazdı. Uyum ve sosyalleşme sorunları yaşadığını düşünürdüm onun için ve diğer öğretmenlerin aksine onu hiç bir şey için zorlamazdım. Sessizce sınıfa gelir, sessizce evine geri dönerdi.

Onun hakkında söyleyebileceğim tek şey buydu: Sessizdi.

"Onunla doyacağına emin misin?" diye sordum ağzımdaki patatesleri yutmaya çalışırken.

Hamlet kekten küçük bir ısırık daha alarak öylece oturdu. Konuşmayı sevmiyordu.

"Neden kafeteryada düzgünce yemiyorsun öğününü?" dedim pes etmeyen, inatçı tarafıma yenilerek.

"Siz neden burada yemeyi tercih ettiniz?" En sonunda kısık ince sesini duyduğumda gülümsemiştim.

"Biliyorsun evlat," Alay serpiştirdiğim sesimle onu yanıtladım. "Ben biraz pervasızım ve öğretmen arkadaşlarım beni pek sevmez." Kalbim acımış gibi elimi göğüsüme yasladım. "Hep dışlıyorlar beni."

"Onlara ne yaptınız ki?" Hamlet küçük kutu sütünden içtiğinde onun yaşına göre ne kadar ince olduğunu farketmem uzun sürmemişti.

"Öğrencilere sadece kitaptaki bilgileri anlatmak yerine onların düşüncelerinin ön planda olması gerektiğini söylemiştim," Dilimi ısırdım gülümseyerek. "Sanırım bunu aşağılayıcı bir tonlamayla söylememe bozuldular. Bilemiyorum artık."

"Demek öyle," diyerek oldukça kısık bir sesle bir şeyler mırıldandı Hamlet. Her zamanki gibi düşünceliydi. Onun yaşındaki çocuğun bu kadar derin ne düşündüğünü merak etmiştim.

"Peki bu sizi üzüyor mu?"

"Ne?" Sakince sorduğu sorusunu anlamayarak kaşlarımı çattım.

"Hayır canım, bir avuç aptal tarafından dışlanmak neden beni üzsün." Aniden duraksayarak ellerimle dudaklarımı kapattım. "Bak şimdi senin öğretmenlerin aptal değil, onlara her daim saygı duyarak anlattıkları konuları dikkatlice dinlemelisin ve eğer ihtiyacın olursa sana seve seve yardım edeceklerinden eminim."

"Ama az önce onların aptal olduğunu söylediniz,"

"Demedim öyle bir şey."

"Neden yalan söylüyorsunuz?"

"Yalan söylemiyorum."

"Şimdi bile yalan söylemeye devam ediyorsunuz."

"Hayır."

"Sizin gibi bir öğretmeni örnek mi almalıyım şimdi?"

"Hayır," Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. "Hayır beni örnek almamalısın, üzgünüm. Öğretmenlerin hakkında kötü konuşmamalıydım. Bir öğretmen olarak aptal meslektaşlarıma aptal dediğim için kendimden utanmalıyım."

Hamlet aniden gülmeye başladığında kendimi tutamadım ve ben de güldüm. Batırmıştım. Bir öğrencimin önünde böylesine küçük düşeceğimi hiç düşünmemiştim. Hamlet elindeki keki tümüyle ağzına attı ve hızlıca çiğnemeye başladı.

"Patatesinizden yiyebilir miyim?" Hamlet kısık sesiyle fısıldadığında kucağımdaki öğlen yemeğimi onun kucağına bırakmıştım.

"Hepsini alabilirsin, sanırım ben bana dayanamayan meslektaşlarımın sinirlerini bozarak onlarla birlikte yemeğe karar vereceğim. Sonuçta beni görmek istemedikleri için görünmez olamam, değil mi? Hala buradayım ve varlığım devam ediyor." 

Hamlet aniden duraksayarak ağzındaki yemeği çiğnemeyi durdurmuştu. Düşünceleri ve bakışları onu yeniden olduğu andan kopararak uzaklara sürüklemişti. Onun gibi ben de sessizleşerek kucağımdaki öğle yemeğimi yemeye devam ettim.

"İnsanların insanları hor görmesi değil de, onları ve farklılıklarını kabul etmesi ne kadar da hoş bir şeydi oysa ki,"

Bir şeyler olmuştu.

Bu sessiz çocukla ilgili bir şeyler olmuştu.

Sessizliğinin bir sebebi olmalıydı.

"Baksana Hamlet," diye konuştum düşünceli bir sesle. Öğretmen olarak yapmam gerken şeyler vardı ve görmezden gelemezdim. "Odam ikinci katta ve her zaman bütün öğrencilerim için kapısı açık. Eğer seni bir şeyler incitiyorsa benimle çekinmeden konuşabilirsin, sana yardım edeceğim ve,"

"Bana yardım etmek istiyorsunuz demek," Hamlet kelimelerimi ikiye bölerek araya girdiğinde duraksamıştım. Cümlemi tamamlayamadım çünki sözcüklerindeki saf alayı sezmiştim.

"Arkadaş olduğumuzu sanmıştım," diyerek gülümsedi aniden. "Öğretmen olduğunuzu bir anlık unuttum. Benim hatamdı."

"Hala arkadaşınım, Hamlet."

"Hayır sadece görevinizi yapıyorsunuz."

"Haklısın, bir öğretmen olarak görevlerim var ama sana gerçekten yardım etmek istiyorum."

"Ben sadece bir görevden ibaret değilim," Hamlet aniden ayağa fırladığında kucağındaki pirinç topları ve patatesler yere dökülmüştü. Bakışlarımı yerle bir olan yemekten alamadığımda Hamlet'in şimdiye kadar hiç duymadığım kadar gür sesi bunu başarmıştı.

"İnsanların sırf sizi görmek istemedikleri için sizin görünmez olmadığınızı söylediniz. Yanılıyordunuz. İnsanlar sizi görmek istemediklerinde varlığınız devam etmez, derin bir sessizliğe gömülür ve sizi tanıyan insan sayısı kadar varlığınızın bir anlamı olur. Eğer isminizi hiç kimse çağırmıyorsa, hiçbir fotoğraf karesini sizinle paylaşmıyorlarsa varlığınız yavaşça yok olur. Unutulursunuz. Ama nereden bileceksiniz ki, siz bir öğretmensiniz ve her gün bir sürü öğrenciniz sizin isminizi sesleniyor. Hatırlanıyorsunuz. Yanınızdan geçtiklerinde sizi selamlıyorlar çünkü sizi görüyorlar."

Hamlet'in yanağından yaşlar akmaya başladığında buz bağlamış bir heykel gibi öylece kalakalmıştım. Acı dolu sesinin altında eziliyordum.

"Ve ben yapmalı olduğunuz bir görevden ibaretim sadece. İşiniz gereği benimle ilgilenmelisiniz çünkü öğretmensiniz. Onurlu bir şekilde okul koridorunda yürümeniz için öğrenci diye tanımladığınız vazifelerin hepsini tek tek tamamlamlısınız. Biz sadece iki arkadaş gibi konuşuyorduk, ikinci kattaki odanıza geçip sadece benim konuşarak sorunlarımı anlatmam gerekmiyordu."

Sessiz diye tanımladığım bu çocuk aslında öyle değildi. Sadece içindeki çığlıkları çok uzun süredir bastırıyordu.

"Ne beklemiştim ki zaten?" Gözlerindeki hayal kırıklığı kocaman bir canavar olarak küçük bedenini yuttu. "Siz de meslektaşlarınız gibi aptalsınız."

Ve kırmızı ayakkabılar giyen, protez bacağı yüzünden yürümekte zorlanan bu çocuk koşarak uzaklaştı.

Ah.

Ben İsaac.

İsaac Foster.

36 yaşındayım ve resim öğretmeniyim. Erişte yemeyi çok severdim, günümün çoğunu dersim bitse bile okulun atölyesinde geçirirdim. Evliydim ve her zaman benimle konuşan bir sürü öğrencim vardı. Kendimi fazla açık ifade ettiğim için diğer öğretmenler beni pek sevmezdi.

Her sabah güneş doğmaya başlamadan önce bisikletime biner ve kızılı tarlanı solunda bırakan okul yolunu sessizce giderdim. Hızlı gittiğimde rüzgarın saçlarımı uçuşturmasını ve dişlerimi üşütmesini severdim. Ağzımın içindeki kelimler üşümüş gibi hissederdim öyle olduğunda ve o zamanlarda okula vararak sıcak çay içmek gerçek bir mucize gibiydi benim için.

Ben İsaac.

Öğretmendim.

Ve kendimi kaybetmiştim.

Değişen hiç bir şey yoktu.

"Hamlet benim ilk arkadaşımdı," Elimdeki boya fırçasını tuvale yakınlaştırdığımda bir zamanlar hayatta kalmak için ısrarla tutunan ciğerlerim yorgunca iç çekti. "Yedi dakikalığına süren dostluğumuzda çok eğlenmiştim."

Atölyedeki döküntüleri toparlamak adına burada olan öğrencim sabahtan beri onunla konuşmama rağmen ilk kez duraksadı ve söylediğim sözlere tepki olarak yüzüme bakmaya başladı. İç çektim tekrardan.

"Ova arkadaşını çalmışım gibi düşmanca bakma bana. İndir o bakışlarını, öğretmene öyle bakılmaz. Ayıp."

Hamlet'in sınıf arkadaşı olmasına rağmen ailevsel sorunlar yüzünden iki yıl okula geç başlayan öğrencimdi Ova. Sessiz bir kızdı. Onun hakkında söyleyebileceğim çok bir şeyin olmaması üzüyordu beni. Hiç bir şeye ilgi duymayan kısa saçlı bu çocuk bir tek arkadaşı Hamlet'ten konuşulduğunda tepki verirdi. Kendi sevdiği alan ya da belirli bir konu hakkında hiç konuşmamıştı ya da arkadaş edinmek adına hiç bir adım atmamıştı.  Kendini görmezden mi geliyordu, kendinden nefret mi ediyordu bilmiyordum. Sadece onu çoğu zaman hiç bir şey yapmadan öylece dururken görüyordum. Derslerde oldukça sessiz ve ilgisizdi. Yazmayı ve okumayı geç öğrendiği için diğer arkadaşları tarafından her daim dışlandığı barizdi ve bunu düzeltmek için ondan birkaç etkinliğe katılmasını istesem de, hiç birine gelmemişti.

Böylesine sessiz bir kız olmasına rağmen onu hep kavgaların tam ortasından alırdım. Kendinden büyük, küçük demez her türlü kavganın tam ortasında belirirdi. Daha sonra bütün bu kavgaların tek bir ortak yönünün olduğunu farketmiştim. Bütün bu onu yaralayan ve acı çektiren kavgaların hepsi arkadaşı Hamlet'e çıkıyordu. Hamleti kıran ve üzen herkesle kavga etmişti ve bunun için disipline bile gitmişti.

"Lütfen Hamlet'e karşı daha dikkatli olun." Ova gözlerindeki ışın kılıçlarını bana yönlendirdiğinde haraket eden elimi durdurdum. Aramızdaki gergin hava beni ansızın boğmuştu. "Beni sizi incitmek zorunda bırakmayın."

Ciddi bir ifadeyle tek kaşımı havaya kaldırdım. "Beni tehdit mi ediyorsun?"

"Evet." Cevabı kısa ve oldukça netti.

"Amanım! Şimdiki çocuklar çok pervasız gerçekten."

Ova gözlerini benden kaçırarak masaların üzerindeki kağıtları toparlamaya devam ettiğinde içimde beliren bu duyguyu çözememiştim. Öğrencim tarafından tehdit edilmek her ne kadar beni eğlendirse de, onun böylesine soğukkanlı bakışları beni endişelendirmişti.

"Hamlet," Ova aniden hayatımda gördüğüm bir ilki gerçekleştirerek konuştu. "O sadece üzgün."

Ah.

"Onu arkadaşınız olarak görüyorsanız gerçekten bir şeyler yapın. Sadece konuşarak onu daha fazla üzmeyin." Konu Hamlet olduğunda Ova yeteri kadar konuşuyor ve ciddileşiyordu. Bu küçük çocuğun arkadaşı üzerinde etkisi oldukça ağırdı. Öyle ki, hiç bir zaman böylesine bir arkadaşlığı tatmadığım için beni rahatsız ediyordu.

"Ya sen?" Bakışlarımı ve dikkatimi tümüyle ona çevirerek olduğum zaman kavramından kopmuştum.

"Ben?" Ova çok hüzünlü ve yorgun görünmüştü gözüme o an.

"Evet," Onu sakince onayladım. "Sen üzgün müsün?"

Duraksadı. Elinde tuttuğu kağıtlar ve küçük bedeni bir heykel gibi taş kesildiğinde bu kadar uzun düşünecek bir soru sormadığımı biliyordum. Beni geçiştirebilirdi. Ama yapmamıştı.

"Ben bilmiyorum," Sesi fısıltıdan farksızdı. "Bunun üzerinde hiç düşünmemiştim."

"Sen sadece Hamlet'i mi düşünüyorsun, Ova?"

"Evet." Sesinde hiç tereddüt yoktu ve daha fazla düşünmek için bile olsa kendine zaman tanımadan vermişti sorumun cevabını.

"Neden ki?"

"Eğer ben düşünmezsem, onun için başka kim endişelecek ki? Kim onu düşünecek? İsmini kim çağıracak?"

"Peki ya sen?" Sorumu yeniledim. "Seni kim düşünecek Ova? Senin için kim endişelenecek?"
Sessizlik.

Sorum havada asılı kalmıştı diğer bütün sorularım gibi. Ova sıkça böyle yapardı. Cevap vermek istemediği ya da cevabını bilmediği soruları duymamazlıktan gelirdi.

"Önemli değil," Ova dalgınlıkla konuştu. "Tek başına olduğunda nasıl hissettiğin pek önemli olmuyor. Eğer siz de onunla arkadaş olsaydınız ne demek istediğimi anlardınız. Bazı insanların kendi hikayesi olmaz ve bu sorun değil. Ben Hamlet'in hikayesinde yer alan bir karakterden ibaretim ve aslına bakarsanız kendi rolümu seviyorum. Çünkü köprünün altındaki o gölde ateşböceklerini birlikte izleyerek sohbet ettiği kişi siz değildiniz, bendim. Kartondan roket yaptığı, yazmayı öğrettiği, elini tuttuğu, ayakkabı bağcığını bağladığı, yanında yürüdüğü o kişi bendim. Hamlet'in arkadaşı olan o kişi bendim. Bendim. Bana tüm o güzel anıları verdiği için ona hayatı boyunca minnettar olacak kişi de bendim."

"Onu seven ve onun sevdiği o kişi bendim."

Ova'nın hayatı arkadaşı Hamlet'le sınırlıydı sanki.

Ova diye birisi yoktu sanki.

Hamlet vardı ve bu yeterliydi sanki.

"Öğrenciyken böylesine bir arkadaşım olsun ve beni gerçekten umursasın diye inanmadığım tanrıya dualar etmiştim."

"Umarım bir gün iyi bir arkadaş edinirsiniz."

"Sen benim arkadaşım olmak istemez misin?"

Ova gülümsedi.

"Üzgünüm, ben sadece Hamlet'in arkadaşıyım."

Önemliydi. Senin varlığın önemliydi. Ova diye birisinin olması önemliydi. Sadece Hamlet için değil, bütün bir dünya için.

"Ova kendini görmezden gelme," İçimi saran burukluğu kontrol edememiştim. "Çağırıldığında sadece senin tepki vereceğin bir ismin var. Kendin için var olmaktan vaz geçersen bir başkası için kendini nasıl var edebilirsin ki? Hamlet'in hikayesinde var olmayı istiyorsun ama kendi hikayeni yaşamak için burada, bu odadasın. Benimle düşüncelerini paylaşıyorsun ve Hamlet olmasa dahi onun hakkında konuşabileceğin anıları hatırlıyorsun. Bütün bunlar senin hikayeni yansıtıyor Ova. Sen kendi hayatına sahipsin."

Öylesine acı çekiyordu ki, kendini görmezden gelmekle bunu çözebileceğini sanıyordu.

"Sahip olduğum tek şey," Ova elindeki kağıtları masanın üzerine geri bırakarak yüzünü ovuşturmaya başlamıştı. "Zamanında yapamadığım şeyler."

Bu çocuklar neden bu kadar sessiz ve yaralıydı?
Hiç birinizin arkadaşı olmayı başaramayan ben ikinizin ismini sürekli seslenen o kişi olmak istiyordum.

Sizin yok olmanızı istemiyordum.

Yok olmanızı istemiyorum, çocuklar.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top