10; ayçiçeği kıyafetinin içerisinde şarkı söyleyen o kadın
♪
lildeath, moment.
10.BÖLÜM;
AYÇİÇEĞİ KIYAFETLERİNİN İÇERİSİNDE ŞARKI SÖYLEYEN O KADIN.
"Hamlet," diye ismini dudaklarım arasından havaya savurdum ve onun bana dönen bakışlarını havadaki harflerin arasından yakaladım.
"Okulu bitirince ne yapacaksın?" diye mırıldandım tarla boyunca yürümeye davam ederken. Hamlet aksayarak yürümeyi sürdürdüğünde hâlâ protez bacağının ağrıdığını farketmiştim. Yeterince bilgim olmadığı için yanlış yapmış olabilirdim.
"Okulu bitirince, hımm." Hamlet düşünüyormuş gibi mırıltılar çıkarmaya başladı. Az önce Hamlet'e zorbalık yapan çocuğu polisi arayarak teslim etmiştik ve sonra ailesi gelmişti ve çok fazla gürültü vardı ve çantamın içindeki kalem kutumun kırıldığını gördüğümde çok kötü hissetmiştim ve Hamlet sessizce çocuğun ailesinin bağırışlarını dinliyordu ve biz o karışıklıktan sonunda kaçabilmiştik.
"Hiç düşünmedin mi?" Hamlet uzun süre sessiz kaldığında sorumu ona yönelttim ve kafasıyla beni reddetti.
"Sanırım hiç düşünmedim."
"Yapmak istediğin hiçbir şey yok mu?"
"Bilmiyorum, ne yapabilirim ki?"
"Her şey,"
"Her şey?"
"Her şey."
Her şeyi yapabilirdin. Okulu bitirmene daha çok vardı ve eğer istersen dünyanın kahramanı bile olabilirdin. Binlerce insanı kurtaran başarılı bir doktor ya da ruhu tedavi eden şarkılar yazan bir söz yazarı. Matematik öğretmeni bile olabilirdin.
"En çok ne yapmak istersin?" Hamlet'in önüne geçtiğimde durmak zorunda kalmıştı. Kaşlarını kaldırarak yüzüme sorar bir ifadeyle bakmaya başladı. "İlla ki yapmayı istediğin bir şeyler vardır."
"Aslında, bunu düşünmeliyim." diyerek omuzlarını silkti. Arkaya doğru küçük adımlar atmaya başladığımda Hamlet'te yürümeye devam ediyordu. Güneş en tepedeydi, bizim ve kocaman tarlanın üzerinde parlayan güneşi görmezden gelmek imkansızdı.
"Peki sen, Ova?" Hamlet iç çekti. "Sen ne olmak istiyorsun?"
"Bilmem, hiç düşünmedim." diye onu yanıtladığımda gülümsemiştim.
"En çok ne yapmak istersin?" Beni taklit ederek konuşmaya çalıştığında ellerimle yüzümü ovuşturmaya başladım.
En çok seni kurtarmak isterdim.
En çok seni kurtaracak birisi olmayı isterdim.
Hamlet'in önünden çekilmeden elimi ona doğru uzattım ve bu onun arkasından parlayan güneşi tutuyormuş gibi hissettirmişti. Güneş arkamızda kalıyordu biz ilerledikçe. Ben geriye adımlar attığım için Hamlet'in kafasının arkasından parlıyordu ve kızılı ışınları sanki Hamlet'in kafası güneşmiş gibi etrafında yayılıyordu. O an çok güzel bir çocuktu. Yüzündeki yaralara, gözlerindeki yorgunluğa rağmen parlayan bir güneş kadar güzeldi.
Kalbimin hızla attığını hissettim.
"Yapmak istediğim tek şey," diye konuştum hâlâ elimi havaya kaldırıp güneşi tutarken. "Yaşamak."
Havaya kaldırdığım elimi indirerek Hamletin yüzüne doğru hizaladım ve durdum. Hamlet'te aynı şekilde adım atmayı bırakmış beni izliyordu.
"Birisinin elini tutmak. Birisini uzaktan izlemek. Arkadaşlarımla çalkalantılı ilişkiye girmek. Sevmek, gülmek, korkmak, umursamamak, ağlamak, utanmak, pişman olmak, anı biriktirmek. Yapmak istediğim tek şey nasıl olursa olsun, bir şekilde hayatta kalmak."
Yaşamak istiyordum.
Yaşamak ve yaşatmak istiyordum.
"Nasıl ve nerede olduğu önemli değil. Yaşamak istiyorum ben, Hamlet. Nefes almak, var olmak istiyorum." Yüzüne doğru tuttuğum elimi indirerek onun elinden tuttum ve göğüsüme yasladım elini. "Bu sıcaklığın, kalp atışların, hâlâ bir anlamı var çünkü."
Göğüsüme yasladığım elini yavaşça çekerek onun göğüsüne, kalbinin üzerine yasladım ve üzerine de kendi elimi yasladım. "Atıyor, değil mi?" diye sordum tam gözlerinin içine bakarak.
Kafasını salladı.
Bu kez elini göğüsünden alarak boğazına yasladım. Hissetmesi için sıkıca kendi elimi elinin üzerine kapatmıştım. "Sıcak, değil mi?"
Hamlet dudaklarını aralayarak kesik bir nefesi ciğerlerine çektikten sonra kafasını usulca sallamıştı.
"Hâlâ bir anlamı var o zaman."
Hâlâ dünyanın sana ihtiyacı vardı. Hâlâ varlığının bir önemi vardı.
"Güneşi görüyorsun değil mi, Hamlet." Hamlet'in elini bıraktım ve ondan birkaç adım uzaklaşarak karşısında durdum. Beni onaylamasından hemen sonra, "Şu an güneşe bakmıyorsun bile. Yine de onu görüyorsun." diyerek konuşmuş, İsaac öğretmeni ve parlayan güneşi anmıştım. "Oysa sen ona bakmasan bile o kendi güzelliğini daima sana gösteriyor. Çünkü hâlâ bir anlamı var. Güneş sıcak, kalbi atıyor. Patlamadığı sürece hâlâ varlığının bir önemi var. Tıpkı senin gibi!"
Ölmediğin sürece hâlâ varlığının bir anlamı vardı.
Güneş kadar büyük olmamıza gerek yoktu; ya da dünyayı kurtaracak kahraman olmamıza. Biz sadece dünyada kalsak bile olurdu. Gerçekten olurdu. Böylelikle dünyanın yalnız kalmasını engellerdik.
"Ölmek zorunda değiliz,"
"Ölmek zorunda değil miyiz?"
"Hım," diyerek onu onayladım. 16 yaşındaki Ova ve 14 yaşındaki Hamlet ölmek zorunda değildi.
"Ben," diyerek fısıldadı Hamlet. "Ben okulu bitirince ne olacağımı bilmiyorum ama eğer olabilirsem yıldız olmak isterdim." Ve yanımdan geçerek tarla boyunca yürümeye başladı, aksayan ayağıyla birlikte. Bir süre onu izledim geride kalarak.
Küçük prenste olduğu gibi yıldız olarak gökyüzünde mi yaşamak istiyordun, sonsuza dek? Bunu söylerken intiharı mı düşünmüştün? Söylediğin her cümleyi intiharı düşünerek mi kuruyordun?
Milyarlarca yıldızın arasında kaybolmuş gibi bir hali vardı. Yıldız patlaması gibi bir olay gerçekleşmişti ve o etrafındaki bütün yıldızları kaybederek tek başına parlamaya çalışıyordu sanki.
Yıldız olacağını söyleyen bu çocuk, güneşin altında tıpkı bir güneş gibi yürüyerek uzaklaşıyordu benden.
O an çok yalnız görünüyordu.
Tıpki gerçek bir güneş gibi.
Elimi uzatsam tutamayacağım ama hep uzaktan izlediğim güneş gibi.
Hamlet düştü.
Durduğum yerden harekete geçerek onun yanına gitmem birkaç saniyemi almıştı ki, protez bacağıyla benden uzaklaşması zordu. Yanına vardığımda eğilerek karşısında oturdum. Sık sık düştüğü için canı sıkılmışa benziyordu ve sanırım birisinin önünde sürekli düşmek onu utandırıyordu. Yardıma muhtaç gibi hissediyordu kendini.
"Saçların çok uzamış," diyerek neredeyse omuzuna düşen saçlarına dokundum yavaşça. "Uzatmayı seviyor musun ki?"
"Sadece kesmek için zamanım olmadı."
"Keselim mi?"
Hamlet bakışlarını yüzüme çevirdi. Gözlerime baktı. Çocukken saçlarını hep uzatırdı ve ben kesmek için peşinden koşuştururdum. Bir keresinde makasımı nehire atmıştı.
Saçlarını kesebilir miyim, Hamlet?
"Tamam," Hamlet bakışlarını benden kaçırdı ve zor duyulan bir sesle konuştu.
Elimi ona doğru uzatarak tutmasını bekledim.
"Gidelim ve saçlarını keselim, Hamlet." Hamlet ona uzattığım elimi tuttu. "Daha sonra saçlarına küçük yıldızlar bağlayalım." Ayağa kalkmasına yardım ettiğimde, tarla boyunca yürümeye başladığımızda bile tuttuğum elini bırakmamıştım.
Çocukken olduğu gibi.
Hâlâ arkadaşmışız gibi.
˚
˚✩
"Ova?" Kapı açıldığında uzun süredir gözlerime yabancı kalan Hamlet'in annesi ve beni gördüğüne şaşırmış yüzü görüş alanıma girmişti. "Merhaba," diye mırıldandım, uzun saçlı bu kadına gülümsedim nazik bir şekilde. İçeri geçmemle evin sıcaklığı anında bedenimi ele geçirerek ısıtması eşzamanlı olarak gerçekleşmişti.
"Uzun süredir seni görmedim. Şu veletle küs olduğunuzu düşünmüştüm," Hamlet'in annesi gözlerime sıcak bir şekilde bakarak gülümsedi ve elini omuzuma koydu. Omuzumu okşadı. Aynı dakikalar içerisinde Hamlet ayakkabılarını kapının solunda kalan merdivenlerde oturarak çözmeye çalışıyordu. "Annen nasıl?"
Hamlet'in annesiyle annem çok yakın arkadaşlardı. Çok eskiden, çocukken bir köpeği nehirden birlikte kurtarırken tanışmıştılar ve uzun yıllar çok yakın arkadaş olarak kalmışlardı. Fakat daha sonra annem onunla görüşmeyi kesti, bazen telefonda konuşurlardı ve bizi ziyarete gelirdi ama daha sonra annem odasına kapandığında ve hiç çıkmadığında bize gelmeyi bırakmıştı. Bazen Hamlet'in benimle konuşmama sebebinin bu olduğunu düşünüyordum ama çok eskiden yaşanan bir olaydı ve Hamlet'in böyle bir şey yapacağını düşünmüyordum.
"Bilmem," diye mırıldanarak omuzlarımı silktim. "Saçlarınız uzamış." Saçları hep kısacık olurdu ama şimdi beline kadar geliyordu ve hoş bir görüntü sağlıyordu.
"Ah, evet." Kapıyı kapatarak içeriye doğru yürüdü Hamlet'in annesi. Aslında bu çok tuhaf bir şey ama ismini bir türlü hatırlayamıyordum.
"Annenin ismi neydi?" Merdivende oturarak ayakkabı bağcıklarını çözmeye çalışan Hamlet'e bakarak soru sorduğumda kafasını yerden kaldırmadan beni yanıtlamıştı. "Hana,"
Bu ismi eskiden neredeyse her gün duyardım çünkü evimizde sürekli Hana teyzeden konuşulurdu. Sıkça bize gelirdi, kurabiye yapmayı öğretirdi, annemle şarkı söylerlerdi ve biz etraflarında dans ederdik. Büyükannem onu cadı diye yaftalasa da, getirdiği kurabiyelerden yerdi hep ve bunun için teşekkür ederdi. Ama artık bize gelmiyordu, şarkı söylemiyordu, bu yüzden ismi evimizde anılmıyordu artık. Artık çağırılmadığı için unutmuştum anılarımda şarkı söyleyen bu kadının ismini. Bir anlığına da olsa, unutmuştum.
Annemin çok sevdiği arkadaşıydı. Şimdi sadece yağmurla arkadaş olduğunu söylüyordu.
"Unutmuşsun." Buna üzüldüğünü hissettim ama buna neden üzüldüğünü anlamadım.
Kendi ayakkabılarımı çıkardıktan birkaç saniye sonra yerde oturan ve üzgün yüzünü saklayamadan bağcıklarını çözen onun yanına gittim ve karşısına oturdum.
Bir gün onun ismini de unutmamdan mı korkuyordu?
"İsmini unutmuş olabilirim," Kafamı sola doğru eğerek Hamlet'in görüş alanına girmeye çalıştım. Bakışları bir bulut kadar dağılmış ve doluydu. "Yüzü hâlâ aklımda."
Elimi uzatarak ayakkabı bağcıklarını çözmeye başladım. Hamlet ellerini kucağına koymuş, bütün dikkatini ayakkabı bağcıklarını çözen ellerime vermişti.
"Anıları hâlâ aklımda."
Ayçiçeği desenli elbisesinin içerisinde şarkı söyleyen ve dans eden o kadının anısını hâlâ hatırlıyordum.
"Siz çocuklar, gelin ve çay için." Hana teyzenin sesini duyduğumda bakışlarımı bir anlığına Hamlet'e çevirmiştim.
Doğrularak ayağa kalktım ve ona elimi uzattım. "Bu yüzden sorun değil. İsmini unutsam da, bir şekilde onu hâlâ hatırlıyorum."
Hiçbir şey söylemeyen bu çocuk elime uzandı ve elimi tuttu. Bir şeyler söylemek istemediğini anladığımda onu zorlamadım ve birlikte Hana teyzenin yanına gittik. Masaya oturduğumuzda, çaydan birkaç yudum alarak masanın üzerindeki bisküvilerden yediğimizde Hana teyzenin bakışlarını üzerimde hissediyordum ve bu polis sorgusundaymışım gibi hissettiriyordu.
"Okul nasıl?" diyerek ilk soruyu bacaklarından tutarak masaya yatırmıştı.
"Her zamanki gibi," dedim çayımı yudumlarken.
"Her zaman nasıl?" Sorunun yanına beni yatırmak istermiş gibi bir hali vardı.
"Bildiğiniz gibi işte,"
"Hamlet okulda nasıl? Senden başka arkadaşı falan var mı?"
Hamlet nasıl mıydı? İsaac öğretmenin gönderdiği mesajları gerçekten okumuyor muydunuz? Veli toplantılarına neden gelmiyordunuz? Oğlunuzun bileklerine biraz olsun dikkat ettiyseniz eğer neden ona yardım etmiyordunuz? Eskiden en yakın arkadaşı olan benimle bile konuşmadığını, tümüyle yalnız olduğunu görmüyor muydunuz?
O tümüyle yalnızdı. Her şeyiyle.
Sormak istediğim sorular vardı. Ama Hamlet'in karşısında onu incitecek kelimeleri havaya savuramazdım. Ben sadece yapamazdım.
"Kız arkadaşı var mı peki?" Cevap vermeyeceğimi anladığında Hana teyze başka bir soruyu bana yönlendirmişti ve benim bu soruya verebilecek herhangi bir cevabım yoktu. Bu soruya cevap vermemek adına birkaç bisküviyi aynı anda ağzıma tıkmış ve ağırca çiğnemeye başlamıştım.
Hana teyze benim bu halime gülümsedi.
"Hayat ne tuhaf, değil mi?" diyerek iç çekti. "Her zaman bir kızım olacağını ve arkadaşına sevgilisi var mı diye soracağımı düşünürdüm." Çayından bir yudum aldı. "Ama bir oğlan çocuğu doğurdum. Başlarda bunun için üzülmüştüm ama daha sonra bunun bir sorun olmadığını anladım. Hamlet büyüdükçe çok güzel bir çocuk oldu."
Hana teyze saçlarını eliyle arkaya doğru savurdu ve bakışlarını benden alarak Hamlet'e çevirdi. "Ona baksana, Ova. Teni bembeyaz, çok narin, yüz hatları sert değil, aksine çok zarif. Aynı güzel bir kız gibi."
Ağzımdaki bisküvilerle Hamlet'e baktım. Çok zarifti. Bu yüzden annesinin söylediği bu sözlere kırıldığına emindim çünkü çok zarif bir kalbe sahipti. Çayını içmeyi kesmiş, oturduğu sandalyeye iyice sinerek kucağındaki ellerine bakıyordu.
"Saçları uzuyor," Hana teyze ayağa kalkarak oğlunun yanına gitti ve oturduğu sandalyenin arkasına durarak saçlarına dokundu. "Bir kızın sahip olacağı saçlara sahip, ipek gibi yumuşak. Böyle olmaları için her hafta bakım yapıyorum."
Hamlet derin bir nefes aldı.
"Bir çok yönüyle Hamlet benim gençliğime benziyor. Ona baktığımda kendi anılarımı hatırlıyorum. Aynı oğlum gibi ipeksi uzun saçlara sahiptim, böylesine kusursuz ve narin bir cildim vardı."
Ona kendinmiş gibi davranama.
Onu öldürüyorsun, yapma. Hamlet diye birisi var orada, göremiyor musun?
Nisanda gençliğini yansıtan bir çocuk bile olmayacak, bu yüzden yapma. O zaman gençliğine benzeyen çocuğu değil, oğlun olan çocuğu çok özleyeceksin.
"Annemin uzun saçları var," diye konuştum aniden ağzımın içindeki bisküvileri yuttuğumda. "Boyu uzun ve çok ince bir bele sahip. Göğüsleri dolgun ve parmakları da uzun. Gözleri açık kahverenginde. Her zaman uzun kahverengi elbiseler giyer. Evdeyken bile her zaman makyaj yapar, saçlarını şekillendirir, güzel kıyafetlerle evde dolaşır. Uyurken bile her zaman temiz ve yeni şeyler giyer. Sıkça yemek yemez, kilosuna dikkat eder. Yağmuru çok sever."
"Her zamanki Amnesia," Hana teyze gülümsedi arkadaşından bahsedişime.
"Ben yağmurdan nefret ederim," diyerek davam ettim lafıma.
"Annenden tümüyle farklısın sen, Ova."
"Evet, kesinlikle. Sizinde söylediğiniz gibi ben Ova'yım. Annem değilim." Duraksadım. "Hamlet sizin gençliğiniz değil. Oğlunuz olmasına, onu doğuran siz olmanıza rağmen sizden tümüyle farklı. Size benzemiyor. Siz onu benzetmeye çalışsanız bile benzemiyor."
Ayçiçeği kıyafetinin içerisinde şarkı söyleyen o kadın değildi Hamlet. Herkes dans ederken uzaktan sessizce annesini hayranlıkla izleyen çocuktu. Yalnız kalmasın diye dans etmekten vaz geçerek yanında oturup onunla birlikte annesini izlediğim çocuktu.
Birkaç saniye herkes sessizlik içerisindeydi. Daha sonra ayağa kalktım. "Çay için teşekkür ederim,"
Hamlet'te benim gibi ayağa kalkmıştı. Ve hiç beklemediğim anda elimden tutarak beni oradan götürdü. O an nasıl hissetti bilmiyordum. Ama elimden tutarak beni oradan götüren bu çocuğu o zaman aynı şekilde elinden tutup dansa kaldırmalıydım. Hayranlıkla izlediği annesinin yanına götürüp, onunla birlikte dans edebileceğini ona göstermeliydim.
Sadece o ölmeden önce değil, çok eskidende yapmam gereken şeyler vardı.
Çok dikkatli olmalıydım. Sözlerime, kelimeleri kullanırkenki sesime, bakışlarıma, el haraketlerime, gözlerime ve nefes alış verişlerime dikkat etmeliydim. Neyi yapmamam gerektiğini iyice düşünmeliydim. Çünkü bunlar yapılması gerekenlerdi, aynı zamanda bunlar yapılmadığı için beni eli kana bulaşmamış katil yapan şeylerdi. Elime bir bıçak alıp bedenini deşmesem de, Hamlet'i öldüren kişi birazda bendim. Ben ve yapamadıklarımdı. Bu yüzden insan olmak zordu; atacağın her adımı binlerce kez düşünmeliydik çünkü önemi vardı. Yaptığım en küçük şey bir insanı öldürebilirdi. Ve yaşatabilirdi de.
Hamlet'in odasına girdiğimizde elimi bırakmış ve ilerideki yatağın üzerine oturmuştu. Bir anlığına boşluğa düşmüş gibi odanın ortasında tek başıma kaldım. Bakışlarımı durgunlukla savrulduğum andan çekerek etrafta gezindirmeye başladığımda kaşlarım birkaç saniyeni devirerek çatılmıştı. Şunu söylememe izin verin ki, odası çöplükten farksızdı. Dağınıktı. Kıyafetleri yerdeydi, her tarafta kağıt parçaları vardı ve duvarlara karaladığı kağıt parçalarını yapıştırmıştı. Yatağının yanı ve çalışma masasının üzeri ahşap kuklalarla doluydu.
Pencereyi koyu bir perdeyle kapatmış, içeri girmek için çabalayan ışığın önünü kesmişti.
Karanlıktı.
Ve dağınık.
Aynı onun gibi.
"Neden?" diye sordu Hamlet, sesi kırılgan ama bir o kadar da sinirliydi. "Neden öyle şeyler söyledin?"
Hamlet yatağın üzerinde duran elini yumruk yaparak sıktığında, gözünün önüne düşen saçları, birbirine kenetlediği dişleri ve dağınık olan bu odada saklanırcasına yaşayan bedeni tek odak alanımdı. Ne zaman saçlarını çılgınca boyayan o çocuktan böylesine çekingen çocuğa dönüştün? Ne zaman köprünün altında kutudan roket yaparak Venüs'e uçmaya çalışan iki arkadaştan birbirine yabancılaşmış iki ayrı insana dönüştük? Bütün bunlar gözlerimin önünde ne zaman gerçekleşti? Neden bunu engellemedim? Neden yapmadım?
"Bunca zaman benden nefret ettiğin halde neden aniden böyle davranıyorsun?"
Senden nefret ettiğim halde?
Ben mi?
"Neden öyle şeyler söyleyip beni iyi hissettiriyorsun? Neden hiçbir şeyin sorun olmadığını söyleyip, her çıktığında protez bacağımı geri takarak bana kalkmam için elini uzatıyorsun, gülümsüyorsun? Neden beni korumak adına birisini dövüyorsun, ojelerimin ne kadar güzel olduğunu, yeteri kadar iyi olmaya ihtiyacım olmadığını söylüyorsun? Neden hâlâ arkadaşınmışım gibi davranıyorsun?"
Senden neden nefret ettiğimi düşünüyordun? Hayır, bunca zaman senden nefret ettiğimi düşünüyor muydun? Bu kadar uzun zamandır senden nefret ettiğimi sandığın için mi beni görmezden geliyordun?
Ama sebebi neydi ki?
Eğer tek bir şansım olsaydı o zaman beni görmezden gelip yanımdan öylece geçtiğinde sana seslenirdim.
Seni kolundan tutardım.
"Çünkü sen benim arkadaşımsın," diye konuştum hiç beklemediğim bir anda hiç beklemediğim kelimelerle.
Kendime çekerdim.
"Bunca zaman neredeydin öyleyse?"
Sana sarılırdım.
"Ben," diye konuştum ama sesim sona doğru kırılmıştı. Ne düşünüyordum? Neden onu öylece görmezden gelmiştim o zamanlar? Bu kadar kolay mıydı arkadaşlığımızın bağını yok saymak? Neden tek kelime dahi etmemiştim ben?
Neden.
"Buradaydım. Her zaman olduğum yerdeydim." Hiçbir zaman sana doğru adım atamadım.
Sıkıca sarılırdım.
Hepsi benim suçumdu. Tümüyle hepsi benim suçumdu. Arkadaşlığımızı yeteri kadar koruyamamak, senden nefret ettiğimi sanmanı sağlamak, bu düşünceyi kafandan silmek için sana sıcak bir şekilde gülümsememek benim suçumdu. Derdini anlamaya çalışmadan seni yalnız bırakmıştım. Bana tutunmaya çalışan seni görmezden gelerek elini bırakmıştım.
Küçükken arkadaştık ve onu seviyordum. Sonra aniden benden uzaklaştı. Nedenini hiç bilemedim.
Nedeni bendim.
Ona bakışlarımdı, onu umursamayışımdı. Kullanmadığım kelimeler ve gülümsemelerdi.
Hiçbir kelimeye dilimi sürmeyerek sakin bir şekilde onun yanına gittim ve yatağa yanına oturdum. Üzerime ağır bir sakinlik çökmüş gibiydi.
"Ben kendimden ölecek kadar nefret ediyordum," Hamlet kafasını önüne eğerek konuşmaya devam etti.
"Sorun değil," diye fısıldadım.
Hiçbir şey söylemedi, ben de bir şeyleri havaya savurmak ve bu düşünceni yok etmek dudaklarımı aralamadım. Bu beklemediği bir şey olacak ki, birkaç dakikanın ardından bana bakmıştı.
"Bana kendimi sevmeye başlamak zorunda olduğumu söylemeyecek misin?" Bana bu soruyu sorduğunda istediği şeyin bu olduğunu anlamıştım, duyduğu tek şey bu olduğu için bu kelimelere ihtiyacı vardı. Ama sadece iç çekerek bakışlarımı kaçırmıştım ondan.
"Neden kendinden nefret ettiğin halde sana böyle bir şeyi söyleyeyim?"
"Bilmem," Üzgün bir şekilde önüne döndü.
"Bütün sorunların çözümünü kendini sevmek sanıyorsan, yanılıyorsun öyleyse. Ben de kendimden nefret ediyorum. Ama bazen bu sorun olmuyor. Kendinden nefret etmen sorun değil. Yaşadığın sürece böyle şeyler yaşanabilir bu yüzden bazen kendine izin verebilirsin kendinden nefret etmek için. Kendine olan nefretini görmezden gelerek kendini sevmek için kendini zorlamak tam bir fiyasko."
"Yani kendimden nefret etmem sorun değil mi gerçekten?" Gözleri tam da 14 yaşındaki bir çocuk gibi parladı.
"Sorun değil, sürekli kendini sevmek zorunda değilsin. Yeri geldiğinde acı çekmelisin, ağlamalısın, pişman olacak şeyler yapmalısın ve deli gibi pişman olmalısın, ölmek istemelisin bazen, umutsuzluğa kapılmalısın, kendinden nefret etmelisin. Bütün bunlar insan olmanın anlamı. Her zaman kendini kasmak yerine, "ah demek hayat böyle de yaşanabiliyor," diyebilmelisin."
Bir keresinde bir kitapta şöyle bir sahne okumuştum. Bir karakter küçük kız kardeşiyle beraber kitaptaki bütün kalbi kıran, insanı inciten nefret dolu kelimeleri kesip çıkarmıştı. Tek tek. Sonra da sadece güzel kelimelerle dolu olan o kitabı okumaya başlamıştı ve kitap hiçbir anlamı olmayan sözcükler yığınına dönüşmüştü. O zaman anladım işte. Eğer bütün bu kötü sözcükler olmasaydı, güzel kelimelerin tek başına var olmasının ne anlamı kalırdı ki?
"Kendinden nefret etmen sorun değil,"
Eğer içinde kendine karşı hiç nefret yoksa, kendini kütük gibi öylece sevmenin ne anlamı vardı ki?
"Ova," Hamlet bana baktı. Yanımda oturuyordu ve giydiği bol kıyafetlerin içerisinde küçücük görünüyordu. Yaklaştı. "Sen," Giderek bana yaklaştı. Ne yapacağımı bilemeden iyice bana yaklaştığını farkettim. "Gerçekten," Alnını omuzuma yaslayarak öylece durdu. Bunu beklemiyordum. "Tatlısın."
He?
Hee?
Hamlet alnını omuzuma yaslı halde durmaya devam ederken derin bir nefes almıştı. Ve aniden seslice güldüğünü duydum.
Heeeeeeeeeeee?
"Saçlarımı kesmesek olur mu?"
"Hım," diye onu onayladığımda yüzümün yandığını ve beynimin eridiğini hissediyordum. O kadar çok utanmıştım ki o yüzümü görmese bile elimle yüzümü kapatmaya çalışmıştım.
Biz çocukken seninle çok ağladık ve çok güldük, birlikte çok eğlendik ve kavga ettik. Kiraz çiçeklerinin havada süzülüşünü izledik, sahilde ayakkabılarımızı çıkararak yürüdük. Sana zorbalık eden çocukları dövdüm, dövemediğimde birlikte kaçtık. Annen bizim evde şarkı söylerken annemin elini sıkıca tuttu ve onlar dans ederken seninle beraber onları izledik. Geceleri ateş böcekleriyle sarılı köprünün altındaki nehirde çimenlere uzanarak yıldızları izledik. Hiçkimsenin uğramadığı o parkta kırmızı salıncağa oturarak kitap okurken sen, ben seni rahatsız etmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Ve günün sonunda tarla boyunca eve sohbet ederek döndük.
Bütün sahip olduğum anılardı.
Ve güzeldi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top