1; ve başlıyoruz.
♪
heather, conan gray.
elfen lied, lilium.
OVA;
"Birkaç soru soracağım sadece," diye konuştum tahterevalli de kendimi yukarı çekerken. "Kendin hakkında bir şeyler anlatır mısın?"
"Ben hep kelimelerin bir değerinin olduğuna inanmıştım." Ova konuşmaya başladığında tahterevallinin diğer ucunda yükselen ona baktım.
"4 yaşındayken ağaca tırmandığımda ve ön dişleri tavşana benzeyen, çenesinin altında beni olan oğlan çocuğunun yine oğlan çocuğu olan komşumuz Eldaro'nun iki katlı evlerinin önünde oyuncak gitarıyla şarkı söylediğine şahit olduğumda, Eldaro pencereye çıkmadığı için çocuğun elindeki gitarı odasının penceresine fırlatarak pencereyi kırdığında, cam sesine herkes dışarı çıktığında ve kakülleri gözlerinin önünü kapatırken bir taraftan düşen bol pantolonunu düşmemesi için tutan, bir taraftan yığılan kalabalığa derdini anlatmaya çalışan o çocuğun söylediği tek bir cümleni duyduğumda bile sözlerin bir değerinin olduğuna inanmıştım.
"Ben sadece onu seviyorum," dediğini hatırlıyorum çocuğun.
Ve bu benim kelimelere ilk kez inandığım andı.
O gün, o çocuk, o sözleri söylediğinde ağaçtan düştüğümü hatırlıyorum. Kolumda muhteşem bir acı hissettiğimi ve herkesin başıma toplaştığını da. O kadar etkilenmiştim ki, kolumun acısını umursamadan belki kırk kez "Ben sadece onu seviyorum!" diye mırıldanmıştım.
Sonra çocuk onunla alay ettiğimi düşünüp bana yumruk atmıştı.
Ve böylelikle, kelimelere ilk kez inandığımda hastane odasındaki sedyede alçıya alınmış kolumla ve morarmış sol gözümle oturup, "Ben sadece onu seviyorum," diye kendi kendime saatlerce fısıldamıştım."
"Peki sonra gitar çalan o çocuğa ne oldu?"
"Bilmiyorum. O çocuğu tanımıyordum ki. Sadece benim için unutulmaz bir anıydı. Bu yüzden anlattım."
"Pekala, bütün bu süreç içerisinde kendini nasıl hissediyordun?"
"Sessiz."
"Neden?"
"Bir çok şeyin farkına varmaya başladım ve bu kelimelerim elimden alınmış gibi hissettirdi."
"Artık kelimelere inanmıyor musun?"
"Kelimelerin insanları kurtarabileceğine inanmıyorum."
"Peki o zaman neye inanıyorsun?"
"İncitebileceğine. Kelimelerin insanları incitebileceğine inanıyorum."
Bir süre sessiz kaldı. Tahterevalli de bir yükseldi, bir aşağı çekildi. Öylece. Pek bir şey konuşmadan.
"Nasıl hissediyorsun?"
"Pişman."
"Ne için?"
"Arkadaşım için. Onun için hiçbir şey yapamadım. Fazlasıyla pişman hissediyorum, ölecek kadar hem de."
"Onun için ne yapmak isterdin?"
"Onu kurtarmak isterdim."
Bakışlarımı tahterevalliden tutunan ellerime çevirdim. Eşzamanlı olarak Ova yükseldiği yerden yavaşça aşağıya doğru çekildiğinde bacaklarıyla kendini dizginledi ve tahterevalliden indi.
"Hoşçakal, Ova." diye konuştum bakışlarımı ona çevirerek. "Sorularımı yanıtladığın için teşekkür ederim."
"Önemli değil, Yanna."
Ve arkasını dönerek yürümeye başladı. Oturduğum tahterevalliden kalkmadan bir süre arkasından gidişini izledim. Kısacık saçları kafasına taktığı kırmızı bereden gözükmüyordu bile.
"Hayat kurtarıyoruz," diye konuştum kafamı geriye atıp karanlık ve yıldızlı gökyüzüne bakarak. "Hayat kurtarıyorum," diye tekrardan iç çektim. "Hayat hakkında hiçbir fikrim olmadan hayat kurtarmaya çalışıyorum."
Ve sonra güldüm.
1. BÖLÜM:
ÖLEN DİLLER VE BİR DAHA ÇAĞIRILMAYAN İNSANLAR.
Ben çocukken bir arkadaşım vardı; onu çok severdim.
Hamlet.
Onu ilk kez okula başladığım gün, sınıfa yeni girdiğinde ve annesi; "git o güzel kızın yanında otur," dediğinde sessizce gelip yanıma otururken görmüştüm. Annesinin yanında tamamen uslu kız imajı çizsem de annesi gittikten sonra ona dönerek; "Hey ben Ova, senin ismin ne?" klişe cümlesiyle ismini öğrenmiştim. Ve filmlere, dizilere, kitaplara konu olacak hayatımın aşkıyla böyle tanışmıştım.
İlk zamanlar fazla sessizdi; pek konuşmazdı. Pek konuşmadığı için dilsiz olduğunu düşünmüştüm. Ona zorbalık eden çocukları hep ben döverdim ve o bir köşeye çekilip sakince ağlardı.
Ona her şeyi öğretmiştim, onunla her şeyi öğrenmiştim.
Aslında, o bana her şeyi öğretmişti.
Birlikte kaldırımda yürümüştük, birlikte koşmuştuk, birlikte yemek yemiştik, birlikte gülmüştük, birlikte yazmayı öğrenmiştik ve birlikte okumuştuk.
Küçükken arkadaştık ve onu seviyordum.
Sonra aniden benden uzaklaştı.
Nedenini hiç bilemedim.
Sarı bisikletimin pedallarını daha hızlı çevirmeye başladım. Kaldırımın üzerinde kızıl tarla boyunca süzülüyordum ve bu hissi severdim.
Nisan ayının ilk günüydü.
Hava serindi. Kızıl tarlanın sonunda batmakta olan güneşin ışınları etrafa serpiştirilmiş gibiydi; her taraf kızıldı. Tarlanın yanı sıra dizili küçük kahverengi kulübeler, kulübelerin pencerelerinden görünen bir sürü saksı çiçeği, ve o saksı çiçeğinin hemen yanındaki beyaz çarşafların asılı olduğu çamaşır askıları.
Bisikletimin pedallarını daha hızlı çevirmeye başladım; kaslarıma çöken takatsizliği umursamadan. Rüzgar koyu kahverengi ve kısa saçlarımı uçuşturuyor, boynumdaki güneş şeklindeki kolyenin bedenime yapışmasını sağlıyordu.
"Ova!"
Arkadan duyduğum sesi birçok kez daha duymuştum; bana seslenişi her zamanki gibi değildi. Çevirdiğim pedalları durdurmaya çalıştım; ama kendimi frenlemem hep olduğu gibi kolayca gerçekleşmemişti. Bisikletim ve ben hızla süzüldüğümüz kaldırıma düştüğümüzde sol dizimin acısı beynime tırmanarak saçlarımdan dışarı akmak istermiş gibi inatçıydı.
Üzerime düşen bisikleti iterek kanayan dizimi kendime doğru çektim; eşzamanlı olarak arkamdan seslenen ve mavi bisikletin sahibi rehber öğretmenimizin hep giydiği kahverengi ayakkabıları görüş alanıma girmişti.
Bisikletinden hızlı bir şekilde inerek yanıma geldi ve birkaç "iyi misin" gibi sorulardan sonra kanayan dizime baktı. Omuzuna astığı kahverengi, yanından hiç ayırmadığı çantasının içinden küçük bir ilk yardım kutusu çıkardı ve sessizliğin eşliğinde kanayan dizime gerekli yardımı gösterdi. Birbirini takip eden dakikaların ardından burnunun ucuna düşen yuvarlak gözlüğünü uzun orta parmağıyla düşmemesi için geriye itmiş, dizimi beyaz bir bandajla sarımıştı.
"Neden beni beklemedin bugün?" diye sordu oturduğum kaldırımdan ayağa kalkmama yardım ettiğinde. Cevabımı beklemeden eğilerek bisikletimide kaldırdı. Daha sonra rehber öğretmenimiz İsaac ve ben, avucumun içindeki sıyrıklara bakan ben ve bisikletinden inerek benimle beraber tarla boyunca yürüyen o, Ova ve rehber öğretmen, İsaac ve kısa saçlı öğrencisi birlikte tarlanın sonundaki okula doğru yürümeye başladı.
"Soruma cevap verecek misin, Ova?" diyerek sorusunu yineledi.
"Yalnız gitmek istedim." diye mırıldandım.
"Neden?"
Ve sorusu havada asılı kalmıştı.
Güneş batarken rehber öğretmenle okula giderdik ve atölyede o heykel yaparken bende ortalığı toplardım, bazı zamanlarda onunla birlikte gilden heykeller yapardım ama çoğu zaman pek bir şey yapmadan heykeli yapışını izlemeyi tercih ederdim. Daha sonra yaptığımız heykelleride alır evimize geri dönerdik. Bunu ilk kez bu yıl okullar yeni açıldığında rehber öğretmenimiz İsaac'ı her heykel elinde eve dönerken gördüğümde merak etmiştim ve bir gün onu takip edip okula gittiğini görmüştüm. Daha sonra beni onu izlerken yakalamıştı ve böylelikle her gün onunla atölyeye gider olmuştum.
Yarım saat kadar sessizce yürüdükten sonra rehber öğretmenimiz durdu, zira okulun binası epeyce uzaktaydı. "Biraz dinlenelim." diye ortaya fikir sunduktan hemen sonra bisikletini tarlaya taraf götürdü ve kaldırımdan inerek tarlanın girişine bıraktı. Kendiside bisikletinin yanında oturduğunda onun gibi tarlaya indim ve sarı bisikletimi mavi bisikletinin yanına bırakarak, bedenimi de onun yanına oturttum.
İsaac öğretmen dirsekleri üzerinde geriye yaslandı ve yüzünü batmakta olan güneşe doğru tuttu. Sonra bir şeyler söyledi. Genellikle cümle aralarında, anlamlarını bilmediğim kelimeler söylerdi ve sadece ben değil, onunla konuşan hiçkimse ne dediğini anlamazdı.
"Bir şey soracağım," diye konuştum bir süre kızıl tarlanın arkasındaki güneşi izledikten sonra. "Neden cümle arasında başka dillerin sözcüklerini kullanıyorsun? Bazen ne dediğini anlamıyorum."
"Ah onlar mı?" İsaac öğretmen dirsekleri üzerinde doğrularak ceketindeki tozları silkti. "Onlar ölen diller."
"Hım?" Dillerin nasıl öldüğünü merak ettim.
İsaac öğretmen eğilerek ayakkabılarının bağını çözemeye başladı; ve çözdüğünde ayağından çıkarmıştı sıcaklayarak. Uzun süre ayakkabı giyemezdi zaten. Sınıfta bile terlikleri vardı ve çoğu zaman onları giyerek dolaşırdı okulda. Ve bundan rahatsızlık duymazdı.
"Ben çocukken öğretmenim dilleri kullanmadıkça öldüğünü ve dünyadan sonsuza dek silindiğini söylerdi. Mesela, Movima dilinde konuşan sadece 500 kişi geriye kalmış. Ve bu dil ölmek üzere. Ben de bu yüzden birkaç ölen dil araştırmıştım gençken. İnsanlarla dillerin benzerliği bu işte!" İç çekti. Yorulmuş gibi bir süre sessizliğin dudaklarına değinmesine izin verdi. Bu esnada çıkarıp kenara bıraktığı ayakkabıları izlemeye koyulmuş, ayaklarını ileriye doğru uzatmıştı.
"Bir insanın ismini hiçkimse çağırmadıkta, elini tutmadıkta ve onun hakkında konuşmayı bıraktığın da o insan ölüyor ve dünyadaki varlığının bir anlamı kalmıyor. Tabii illaki fiziksel olarak ölmesine gerek kalmıyor. Kullanılmayan diller gibi kullanılmayan insanlarda ölüyor. Ve inan bana o dilleri tekrardan kullanabilirsin ama ölmüş olan bir insanın ismini tekrardan çağıramazsın. Aynı seslenmez."
"Peki ne yapmalıyız?" diye kısık sesimle sordum.
"Sanırım," diye konuştu İsaac öğretmen uzun süreli düşüncelerinden sonra. "Hiçbir şey."
"Ölen dilleri geri getirmek ve bir insanı sonsuza dek çağırabilmek için elimizden hiçbir şey gelmez. Dünya bu. İleride bugün olduğundan daha fazla dil ölecek. Belki yenileri yaranacak fakat şu an konuştuğumuz bu dili; bizi kıran ve aynı zamanda bizi gülümsetebilen bütün kelimelerin evi olan bu dil bile yok olabilir."
Sonra düşünceli bir sesle konuşmaya devam etti.
"Sorun değil belki de."
"İnsanların bir daha çağırılmaması sorun değil mi?" Bakışlarımı rüzgarın esintisiyle korkuluğu sallanan tarladan alarak ona sabitledim.
Bana baktı ve sonra sadece gülümsedi.
Daha daha sonra pek bir şey konuşmadık. Zaten çoğu zaman konuşmazdık biz; ne her gün 1 saatlik yolu bisikletle birlikte okula giderken, ne atölyede o heykel yaptığı sırada ben öğrencilerin çizimlerini düzenlerken, ne sınıfta ismimi seslendiğinde, ne ayağa kalkıp kitabın otuz beşinci sayfasını okumaya başladığımda, ne okulun koridorunda tesadüfen karşılaştığımızda konuşurduk.
Diğer sınıf arkadaşlarımla her zaman gülümseyerek konuştuğunu görürdüm bazen. Öğretmenlerin onu çok sevdiğini de bilirdim, okul çıkışı yemek yemeye giderdi iş arkadaşlarıyla, ya da bazen evlerinin önünde onu beklediğimde karısına çamaşır asmakta yardım ederken ne kadar çok konuştuğunu görürdüm.
Ama benimle pek fazla konuşmazdı.
Belki de bunun sebebi sorduğu birçok şeyin havada asılı kalması ve saatlerce yanında yürüsem de bir şeyler söylemeden asla ağzımı açmadığım içindi.
"Ben," diye mırıldandım uzun mu uzun süre sonra. Konuşmayı ikimizde unutacağımız kadar uzun bir süre geçmişti. "Üzgünüm."
"Ne için?" diye sordu İsaac öğretmen yüzüme bakmadan. "Arkadaşın için mi üzgünsün?" Bakışlarını yüzümde gezdirdiğinde kafamı önüme eğdim ve görüş alanımdaki kızıl tarla, beyaz eteğim oldu.
"Yeteri kadar cesur olsaydım her şey daha farklı olurdu." diye mırıldandım hüzünlü bir sesle.
Elini tutsaydım, ona sarılsaydım, sırtını sıvazlasaydım; ona onu çok sevdiğimi söyleseydim her şey daha farklı olur muydu ki? Belki de sadece ona hâlâ arkadaş olduğumuzu söylemeliydim.
Ben her zaman çekingen bir kızdım. Hissettiğim şeyleri kolayca söyleyemezdim ve eğer birisi gitmek isterse ona kal diyemezdim. Yeteri kadar cesur asla olamamıştım. Birisinin kolundan tutup kalmasını söyleyecek kadar cesaretim asla olmamıştı.
"Biliyor musun Ova," İsaac öğretmen ayakkabılarını eline aldı ve ağır bir şekilde onları giymeye başladı. "Arkadaşlık diğer bütün ilişkilerden hassas aslında."
Eğdiğim kafamı kaldırmadan ayakkabıma çıkmaya çalışan karıncayı izledim, İsaac öğretmenin söylediklerini dinlerken.
"Bazen bazı insanları bu dünyada biraz daha fazla tutmak için elimizden hiçbir şey gelmez. Biz tanrı değiliz onları koruyamayız. Ama onları koruyamadığımız için acı çekeriz. Çünkü biz tanrı değiliz."
Neden bu kadar cesaretsiz olduğumu hep merak etmişimdir. İngilizce dersinde dili bilmeme rağmen düzgünce konuşamaz, heyecanlanıp sözleri yanlış telafuz ederdim. Markete gittiğimde ve kasada sıra beklediğim zamanlarda birisi önüme geçtiğinde bunu görmezden gelerek ona orası benim sıram diyemezdim. Ve küçükken çok yakın olduğum ve çok sevdiğim arkadaşım bir gün aniden benimle konuşmayı kestiğinde ona bunun nedenini asla soramamıştım.
"Eğer başka bir hayatta onunla tekrardan karşılaşırsam," Bakışlarımı ayakkabımda gezinen karıncadan alarak güneşin batışına çevirdim. "Onu kurtarmak isterdim."
Başka bir hayatın var olmasını isterdim.
Yapmak isteyipte yapamadığım o kadar çok şey var ki, hepsini yapabilmeyi dilerdim.
"Başka bir hayat yok Ova," İsaac öğretmen ayağa kalktı ve gerindi. "Sadece tek bir hayatımız var. Oda burası. Dünya. Ölüp tekrardan doğamayız, başka bir gezegende her şeye tekrardan başlayamayız."
Mavi bisikletini yerden alarak yürümeye başladığında ayağa kalktım, kendi bisikletimi alarak onun hemen yanında yerimi aldım ve birlikte kaldırımda yürümeye başladık.
"Kendini sev aptal kız," İsaac öğretmen bisikletine bindi. "Hamlet'i kendinden nefret ettiğin için kurtaramadın."
Bisikletin pedallarını çevirerek benden uzaklaşmaya başladığında ve benden uzaklaşırken bile konuşmaya devam ettiğinde onu duymak için hızla bisikletime bindim ve ona yetişmeye çalıştım.
"Eğer," diye bağırdı onu duymam için. "Başka bir hayat varsa, Hamlet'i mutlaka kurtar."
Onu daha iyi duymak için hızla pedalları çevirmeye ve kaldırımın üzerinde adeta süzülen bu adama yaklaşmayı denedim.
"Eğer başka bir hayat yoksa da," Ona yetişemiyordum. Dakikalar birbirini takip ettikçe benden daha da uzaklaşıyordu. "Bu hayatda kendini sevmeye başlasan iyi olur."
Benden giderek uzaklaştığında pedalları hızla çevirmekten kaslarımın ağrıdığını hissettim. Nefes nefeseydim. İsaac öğretmense ellerini yanına salmış, rahat ama hızlı bir şekilde bisikletiyle benden uzaklaşmaya devam ediyordu.
"Çünkü bazı zamanlarda seçemiyoruz Ova; Kimin hayatımızda ve kimin anılarımızda kalacağını."
Kendimi sevmenin bununla nasıl bir alakası olduğunu düşündüm o an. Neden böyle söylediğini, arkadaşım için bu kadar üzgünken neden kendimi sevmemi söylediğini, bir türlü anlayamamıştım.
"Eve git Ova." diye bağırdı en son İsaac öğretmen.
Ve ona ulaşamadan benden uzaklaştı. Bisikleti frenleyerek duraksadım. Düşüncelerin boşluğa düştüğünü hissediyordum. Tarla boyunca ceylan gibi hızla süzülen rehber öğretmenimizin gidişini izledim. Gözden kaybolana kadar izledim onu. Daha sonra ne yapabileceğimi kestirememiştim.
Bisikletimi ters istikamette sürmeye başladım ben de.
Nisan'ın ilk günü.
Ölen diller ve bir daha çağırılmayan insanlarla tanıştığım gün. Rehber öğretmenin kendimi sevmemi söylediği o gün. Arkadaşımı kaybettiğim için sessiz geçirdiğim gün.
Kendimden nefret ettiğimi ilk kez anladığım gün.
Nisan'ın ilk günü.
Eve dönüş yolunda, batan güneşi ve kızıl tarlanı hızla geçerken arkadaşımı gördüğüm ve kontrolü kaybederek ikinci kez kaldırıma düştüğüm o gün.
Ölen arkadaşımı gördüğüm o gün.
Hamlet'i.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top