Bisiklet - Kod: 2
BİSİKLET- KOD: 2
⏳
İstanbul havalimanından hızla yükselirken kulaklığı taktım. Hafifçe eğilip pencereden neredeyse kaybolmak üzere olan İstanbul'a son kez göz gezdirdim. Buraya tekrar sağ döner miyim emin değildim?
Yanımdaki adam homurdanınca duruşumu düzeltip arkama yaslandım ve derin bir nefes aldım. Tanımadığım bir grup insanla İsviçre'ye hırsızlık yapmaya gidiyordum. Yani, rica edersek kodu bize vereceklerini pek zannetmiyordum.
Dostum, bi' bakıp çıkacağız.
Teklifi, hangi mantıkla kabul ettiğimi hâlâ anlamış değildim ama Harun Özgen'in delice parlayan bakışlarını unutamıyordum. Yaşanacak her şeyi biliyor gibiydi. Dahası hep bu anı beklemişti sanki.
Sesimi temizleyip bana dikkatle bakan Özgen'in çukur gözlerindeki mavilere bakmaya odakladım kendimi. O böylesine keskin bakarken benim gözlüklerimin ardındaki silik bakışlarımın ortamda esamesi okunamazdı.
" Kodla ilgili bir şey mi buldun? " diye, sordu öylesine.
Bulamayacağımı biliyordu. Bunu sadece konuşmama cesaret vermek için yapmıştı.
İçimdeki çelişkileri bir kenara koyup konuşmayı denedim. " Ben... " diyerek, sustum.
Her ne kadar buraya belli bir kararla gelmiş olsam da doğuracağı sonuçlar beni haliyle tedirgin ediyordu. Biraz sonra belki de hayatımın ilk ve son ucuz kahramanlığına adım atacaktım ve sonunun bana pahalıya patlayacağından bihaberdim.
" Hocam, ben İsviçre teklifinizi kabul ediyorum. " dedim, hızlıca.
Gülümseyerek yerinden kalktı. " Beni şaşırtmadın, evlat. "
" Ne yani kabul edeceğimden emin miydiniz? "
Başını sallayıp önüme geldi. Aramızda sadece bir adım mesafe vardı. " Meraklısın. "
Onaylamak için başımı aşağı yukarı salladım.
" Ve bir insandaki en tehlikeli duygu meraktır. " diye, devam etti. " Senin de bu yüzden, bu işe karşı merakına yenileceğinden neredeyse emindim. "
Beni hiçbir şekilde tanımayan bu adam, en savunmasız yerimi bulmuştu. Belki de onca hikayeyi bunun için anlatmıştı. Ucundan gösterip devamı için peşinden sürüklemek istemişti. Ama nedense beni seçmesindeki tek sebep bu değildi, bu kadarı bana mantıklı gelmiyordu. Hikayede beni huzursuz eden, tamamlayamadığım bir kopukluk vardı ve Harun Özgen bunu saklıyordu.
Dudaklarımı yalayıp verecek herhangi bir cevap aradım ama ne diyeceğimi bilememiştim. Ben öylece yüzüne bakarken elini omzuma koyup yeniden konuştu.
" Biliyorum, aklında birçok soru var. " dedi.
Elini bırakıp yavaş bir şekilde odada adımlamaya başladı.
" Tam olarak nereye gideceksiniz? Kaç kişi? Kod nerede? Nasıl korunuyor? Ülkeler arası kriz çıkarmadan nasıl alacaksınız? Bunların hepsi kafanda dönüp duruyor ama yavaş yavaş hepsini cevaplayacağım. "
Adımlarını durdurup yüzüme baktı. " Ama önce sana bir şey daha göstermek istiyorum. "
" Nedir hocam? "
Masasının yanına gidip kilitli çekmecelerin birinden siyah, ajanda tarzı bir defter çıkardı. Parmaklarının ucundaki defteri sallayarak gülümsedi.
" Bu defter, Fürüzan'a ait. Ben defalarca okudum ama pek bir şey anlayamadım. Günlük mü yoksa bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor bilmiyorum ama senin işine yarayabilir. "
Uzattığı defteri alıp gelişigüzel bakarak çantama attım.
" Sizde ne işi var? "
" Ölümünden sonra evine girdiğimde buldum ve önemli olabilir diye aldım. "
Başımı salladım. " Kaç kişilik bir ekiple gideceğiz? "
" Beş kişi gideceksiniz. "
" Bunları tanıyor muyum? "
" Sanmıyorum ama sorun olmayacaktır. "
" Onlara kod'dan bahsettiniz mi? "
" Daha İsviçre'ye gideceklerinden haberleri yok. "
Gülümsedim. Bu adamın kendinden bu kadar emin oluşu beni etkiliyordu.
" Kabul edeceklerinden eminsiniz yani. "
" Seni ikna etmekten çok daha kolay olacak. "
" Peki okulum ne olacak? "
" Zaten iki ay kaldı. " dedi, yerine otururken. " Derslerin hepsinden sınavsız geçeceksiniz. "
" Ama proseför bu haksızlık. "
Gülümseyerek arkasına yaslandı. " İstersen bırakayım. "
Sıkıntılı bir nefes alıp gözlerimi kaçırdım. " Siz, istediğinizi yapın. "
" Sen şimdilik bavulunu hazırla. Gerisini sonra hallederiz. "
" Son bir sorum var. "
" Sor bakalım. " dedi, gülümseyerek.
" Ya bir daha dönemezsek oradan ya başarısız olursak. "
Dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp düşünür gibi yaptı.
" Mezarına karanfiller getireceğim, evlat. " dedi, " Ve 'iyi bir öğrenci' olduğuna dair konuşma yapacağım. "
"Ah! " dedim, elimi havada sallayarak. " İhtiyacım olan tek şey karanfillerdi zaten. "
Gülerek eliyle çıkmam için işaret yaptı.
" Tamam. " dedim, " Bir sorum daha var. "
Sormam için tek kaşını kaldırıp yüzüme baktı.
" Ya kodu çözüp zaman yolculuğu aracını yaparsak. "
Dirseklerini masaya koyup gülümsedi burukça.
" O zaman geçmişe gidip Fürüzan'ı bulurdum ve gururla başardığımızı söylerdim. "
Ben de gülümsemekle yetinip izin alarak odasından ayrıldım. Tüm kontrol Harun Özgen'in ellerindeydi. Ama yine de şimdi bu uçaktaysak bu benim sayemde olmuştu. Kabul etmeseydim bir başkasını bulur muydu bilmiyordum ama ben bu iş için seçilmiş ideal aptaldım. Hayır, kahramandım.
Gürbüz'e yan bir bakış attığımda çoktan uyku moduna almıştı kendini. Koltuktan taşan bedeni benim hareket alanımı kısıtlasa da pek şikayetçi değildim. Gözlerindeki siyah güneş gözlüğünü çıkarmadan uyumuştu. Ona bakmayı bırakıp çatık kaşlarla önüme döndüm.
Önümüzdeki koltuklarda gruptan iki kız otuyordu: Ilgın ve Alçin. Kendileriyle daha yarım saat önce havalimanında tanışmıştım.
Alçin, başını arkaya çevirip gülümseyerek yüzüme baktı. Eğilen başıyla aşağı doğru dökülen kızıl saçlarını kulağının arkasına iliştirip elindeki kurabiye kutusunu uzattı. " Alır mısınız? " diye, sordu Gürbüz'ü de kasdederek.
" Cidden mi? " diye, sordum. " Anne kurabiyesi mi? "
" Beyaz şarap ve çiğ balık mı beklerdin? "
" Beyaz şarap fikri fena değil. " diyerek gülümsedim.
Elindeki paketi salladığında içinden iki tane nişastalı kurabiye aldım. Gürbüz'e kaydığında bakışları. " Uyuyor. " dedim.
Paketi geri çektiğinde " Ilgın'da uyudu. " dedi, " Rahatlığa bak. Benim heyecandan içim kıpır kıpır. "
Benim de ondan kalır bir yanım yoktu. Bizi neyin beklediğini deli gibi merak ediyordum. Cevap verecekken arkamdan kolumun dürtüklenmesiyle dikkatimi o yöne verdim.
" Bigem. " dedi, Ayata. Diğer seçilmiş arkadaş da Ayata'ydı.
" Efendim. "
" Bu, kodun yazılı olduğu kağıt sende mi? "
" Evet, bende. " dedim.
Yanımdan ayırmadığım, sırt çantamda taşıyordum.
" Bir bakalabilir miyim? "
" Şu an bunun için uygun yer değil, Ayata. Gideceğimiz yere vardığımızda hep beraber bakarız. "
" Haklısın. " dedi, başını hafifçe sallayarak. " Sadece ne ile uğraştığımızı merak ettim. "
Harun Özgen'in dediği gibi çokta ne olduğunu bilmeden teklifi kabul etmişlerdi anlaşılan. Bunu neden yaptıklarına anlam veremiyordum. Pekâlâ benim ki olayları öğrenince içimde dizginleyemediğim meraktı. Onların ki ne?
Kurabiyeden bir ısırık aldığımda kıpırdanan Gürbüz, siyah güneş gözlüklerinin ardından yüzüme baktı.
" Kurabiye mi o? "
Sorusuyla bakışlarımı kurabiyeme çevirip bir tanesini ona uzattım. Doğrulup elimden alırken tek lokmada ağzına attı.
" Neden güneş gözlüğü takıyorsun? " diye, sordum. " Böyle şeylere benzemişsin. "
" Ajanlara mı? " dedi, omuzlarını dikleştirerek.
Gözlerimi devirip başımı salladım.
" Çünkü Özgen, gizli bir göreve çıktığımızı söyledi. "
" Gözlük havaya girmek için mi? "
" Hayır. " dedi, işaret parmağıyla kafamdan itip. Sanki çok aptalca bir soru sormuşum gibi davranıyordu. " Bu gözlük tanınmamak için. "
Kendimi tutamayıp kahkaha attım ve etraftan dönen birkaç başla utanarak gözlerimi kaçırdım.
Gürbüz, başını esefle iki yana salladı. " İşini hiç ciddiye almıyorsun abi. "
Dudaklarımı birbirine bastırıp ciddi kalmaya çalıştım. Kendini ajan zanneden ve Özgen'in gizli dediği göreve, kurabiye ile giden bir kızla koskaca bilim insanlarından kod çalacaktık.
Şahane bir plan!
Onları ajan gözlüklerimizle ürkütüp kurabiye ikram ederek samimiyet kurup kafalarını karıştırabilirdik. Düşündüm de... Fena fikir değildi.
Uçak, Cenevre havalimanına inişe geçtiğinde kemerimi bağlayıp arkama yaslandım. Yaklaşık dört saatlik bir yolculuğun ardından sonunda varmıştık. Bern'e doğrudan uçuş olmadığı için Cenevre'ye gelmiştik. Asıl işimiz Bern'deydi.
Yavaş yavaş toparlanıp uçaktan indiğimizde bizi bekleyen Türk asıllı bir adamı aramaya başladık. Harun Hoca, bizi havalimanında bekleyen bir adamın Bern'deki eve götüreceğini söylemişti.
Elimizdeki bavullarla boş boş etrafa bakınırken yanımıza sarışın, uzun boylu, otuzlu yaşların başında olduğunu düşündüğüm bir adam ve benden dahi uzun esmer bir kadın geldi.
" Bigem Karay. " dedi, adam bana bakarak. Türkçe'si aksanlıydı.
Biraz afallasam da beklediğimiz adamın bu olduğunu anlamıştım. " Benim. " dedim.
Elini uzattı robotik bir hareketle. " Kürşat Asır. "
Elini sıktım hafifçe. " Memnun oldum. "
Sonra tek tek diğer arkadaşlarla tanıştı ve hepsinin adını zaten biliyordu. Yanındaki kadın da kendini İngilizce olarak tanıttı.
" Berta. " dedi, samimi bir gülümsemeyle. Esmer tenini süsleyen inci gibi beyaz dişleri çok hoş görünüyordu.
Kadın, İtalyan'dı ve Türkçe bilmiyordu. Neyse ki hepimiz İngilizce hazırlık dönemini okulda başarıyla atlatmıştık.
Kürşat'ın yönlendirmesiyle onlar önde biz garip beşli "köyden indim şehire" modunda peşlerinden bavullarımızı sürükleyerek bir arabaya doğru gidiyorduk.
Yanımda yürüyen Ayata, kulağıma eğilip gülerek konuştu. " Yalnız kadın taş gibi. "
İtalyan kadına bakarken gülümsedim. Dizinin üzerinde biten siyah dar elbisesi biçimli kalçasını fazlasıyla seksi gösteriyordu. Bakışlarımı kaçırıp Ayata'ya döndüm. " Sil salyalarını. "
Daha yeni tanışmış olmamıza rağmen rahat tavırlar sergiliyorduk. Daha doğrusu ben ayak uyduran tiptim. Hiç konuşmasalar, konuşmazdım sanırım.
Elini uzatıp dudağımın kenarını sildi. " Önce seninkileri silelim. "
Kaşlarımı çatarak birkaç adım önüne geçtim ve Kürşat'ın yanında yürüdüm.
" Hemen Bern'e mi geçeceğiz? " diye, sordum yüzüne bakmadan.
Siyah bir minibüsün yanına geldiğimizde Kürşat, sürgülü kapısını kaydırarak açtı.
" Önce bir kahvaltı yapalım. " dedi, sonra arkadaşlara döndü. " Aç olduğunuzu düşünüyorum. "
"Ajanlar da acıkır. " dedi, Gürbüz.
Kürşat anlamayarak yüzüne baksa da pek irdelemedi.
" Hadi, binin. " dediğinde bavullarımızı bagaja yerleştirip arka tarafa kurulduk. Direksiyon koltuğuna geçen Kürşat'ın yanına da Berta oturmuştu.
İtalyan mafyalarına ait gibi duran minibüste sessizce ilerliyorduk. On beş dakika süren yolculuğun ardından duran arabadan indik ve muhteşem manzarayla burun buruna geldik.
Cenevre gölü, tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Bu gölün namını daha önce duymuştum. Zaten, İsviçre gibi sade bir ülkenin çok az zenginliği vardı. Büyük göl, birkaç şehre daha kıyı görevi yapıyordu. Mesela: Montreux.
" Burada güzel bir kahvaltı yapabiliriz. " dedi, Berta gruba gülümseyerek bakarken.
Arkadaşlarıma baktığımda hayranlıkla etraflarına inceliyorlardı.
" Sanırım. " dedi, Ilgın. " Fransa sınırına çok yakınız. "
" Nasıl? " diye, sordu Alçin.
O sırada Kürşat çalan telefonunu açarak yanımızdan birkaç adım uzaklaştı.
" Bu gölün bir tarafı İsviçre bir tarafı Fransa. " dedi. " Yani Fransa'nın küçük kasabaları. Kırsal kesimine sınır diyebiliriz. "
" Hayatım, Fransa'dayım. Ama daha biraz önce İsviçre'deydin. Hop Fransa, Hop İsviçre. " diye, gülerek takıldı, Ayata.
Gürbüz bir sağa bir sola atladı. " Hop Suriye, Hop Türkiye. "
" Coğrafya kaderdir. " dedi, Alçin.
" Fransızlar, Leman gölü der. " dedim, parmağımla gözlüğümü düzleyip.
Ilgın başını salladığında konuşmaları anlamayan Berta, çatık kaşlarla bizi izliyordu. İngilizce 'Gölü ne kadar beğendiğimiz hakkında konuşuyorduk.' diye, açıklama yaptım.
Tekrar yanımıza dönen Kürşat, kıyıya yakın bir kafeye kahvaltı için götürdü.
Filtre kahvemden bir yudum aldığımda gruba kısaca göz atıp bana bakarak konuştu. " Bir saat sonra Bern'de oluruz. "
" Tam olarak buraya ne için geldik? " diye, sordu Alçin. " Tamam bedava yurtdışı ama yine de öğrenelim artık diyorum. "
Önündeki peyniri çatalıyla bölen Kürşat, Alçin'e döndü.
" Gidince size her şeyi detaylı anlatacağım. Şimdilik manzaranın keyfini çıkarın çünkü bir daha göremeyebilirsiniz. "
Herkes sessizce birbirine bakarken görememek kısmında tam olarak neyi kastettiğini sormaya çekiniyordu.
Kahvaltımız bittiğinde tekrar yola koyulduk. İsviçre sokakları, fazla düzenliydi. Safranbolu evlerine benzeyen evlerle dolu dar sokaklar fazla hoş görünüyordu.
Adamın dediği gibi bir saat sonra İsviçre'nin fiili başkenti olan Bern'e giriş yaptık. Başkent, sadece göstermelikti. Çünkü normalde İsviçre, başkent olarak kendisine bir şehir seçmemişti. Ülkede herhangi bir iktidar da yoktu ve herkesin söz sahibi olduğu meclis tarafından yönetiliyordu. Bu yüzden Dünya'nın en demokrat ülkesi olarak bilinirdi.
Kürşat, Alp'leri arkasına almış lüks diyebileceğim müstakil evin kapısını açtığında peşi sıra arkasından girdik. Dış cephesi krem rengi ağırlıkta olan mekanın içi koyu renklerle döşenmişti.
" Çocuklar, size ayrılan odalarınıza yerleşmeden önce salona geçelim. "
Berta, topuklu ayakkabılarının parke zeminde bıraktığı sesle beraber mutfak olduğunu düşündüğüm kısma gitti. Bizler de salon kısmına geçip bordo renk koltuklara oturduk. Elinde su bardağıyla dönen Berta'da oturduğunda Kürşat, İngilizce olarak konuşmaya başladı.
Ben konuyu bildiğimden tepkisizce dinlerken grubun diğer üyeleri, şaşkınlıkla tepkiler veriyorlar ve çok geç kalmış sorularını soruyorlardı.
" Bigem, kodun yazılı olduğu kağıdı çıkar. " dedi, Berta.
Başımı sallayıp sırt çantamdaki dosyadan Özgen'in orijinalini verdiği sararmış kağıdı çıkarıp önümdeki geniş, kare sehpaya koydum. Tüm ilgi koda yöneldiğinde Gürbüz, saatlerdir çıkarmadığı gözlüğünü başının üstüne kaldırıp gözlerini sonuna kadar açtı. Diğerlerinin bakışları da ondan farksız sayılmazdı.
" Bi' de bu, yarısı. " dedi, Ilgın.
Gülümseyerek kodu önüme çektim. " Zor görünüyor ama. " dedim, formüller ve işaretler üzerinde parmağımı gezdirirken. F harfinin olduğu kısma gelip parmağımı durdurdum. " İmkânsız değil. "
⌛
BÖLÜM SONU
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top