BYÖ - 3. Bölüm


Orada öylece uzanmıştı yaşlı adam, gözleri kapalı, akşam karanlığının çöktüğü odada. Yarı uyanıktı hâlâ, yarı düş görüyordu. Uykuyla uyanıklık arasında duyguları karmakarışık adam, bir yerlerden, acı vermeyen ve bilmediği bir yerden bir şeylerin, nemli bir şeyin, yavaş yavaş içine aktığını hissetti, sanki kanı, içindeki kanı boşalıyormuş gibi. Bu görünmez akıntı acı vermiyordu, şiddetli akmıyordu. Gözyaşlarının indiği gibi yavaş yavaş iniyordu, ince ince, ılık ılık içine çiseliyordu ve inen her damla, yüreğinin içine işliyordu. Fakat yüreği, o karanlıklara bürünmüş yüreği sesini çıkarmıyor, bu yabancı akışı sessizce içine çekiyordu. Bir sünger gibi çekiyor, ağırlaşıyor, ağırlaşıyor, göğsünün dar kafesinde gittikçe şişiyordu. Yavaş yavaş kendi ağırlığıyla dolup taşan yüreği, sessiz sedasız aşağıya doğru kaymaya, bağlar gevşemeye başladı, gergin kasları çekiştiriliyordu sanki, acılar içinde kıvranan yüreği iyice büyümüş, kendi ağırlığıyla aşağıya sarkmıştı. Şimdi de (nasıl da acıyordu!), işte şimdi de bu ağırlık bedeninin içinden kopuyordu – usulcacık, öyle taş gibi yuvarlanmıyor, olgun bir meyve gibi düşmüyordu, hayır, bir sünger gibi, ıslaklığı tamamen emmiş bir sünger gibi, derinlere düşüyordu, ılık, boş bir yere, kendisinin dışında varlığı olmayan, geniş, sonsuz bir geceye düşüyordu. Ve daha biraz önce sıcak, hayat dolu yüreğinin olduğu yere korkunç bir sessizlik çöktü, olağanüstü ve soğuk, boş bir çukur açılmıştı. Vurmuyordu artık, damlamıyordu da: İçi tamamen sessizliğe bürünmüştü, tamamen ölüydü. Ürkek göğüs kafesi, içi boş ve kapkara bir tabut misali, bu sessiz ve anlaşılmaz hiçliği çevreliyordu.

Bu düş duygusu öyle güçlü, bu şaşkınlık öyle derindi ki, yaşlı adam kendine geldiğinde gayriihtiyarı yüreğinin yerinde olup olmadığını anlamak için göğsünün sol yanını yokladı. Tanrı'ya şükür! Orada dokunan parmaklarının altında belli belirsiz ve ritmik bir şekilde bir şeyler atıyordu, fakat bu sanki boşluğa çarpan hissiz bir vuruştu ve yüreği yerinde değildi. Çünkü tuhaf bir şekilde adeta bedeni kendinden ayrılmış gibiydi. Ağrı yoktu, hiçbir hatıra sinirlerini, işkence görmüş sinirlerini harekete geçirmiyordu, içindeki her şey sessizliğe bürünmüştü, sessiz ve taşlaşmış gibiydi. "Nasıl olur?" diye geçirdi içinden, "Daha biraz önce bir sürü şey bana işkence ediyordu, biraz önce içim yanıyordu, biraz önce bedenimdeki her hücrede can vardı. Ne oldu bana?" Bir boşluğu dinler gibi kulak kabarttı, yüreği atıyor mu, atmıyor mu, dikkat kesildi. Fakat o çiseleme ve hışırtı, o damlalar ve vurmalar çok uzaktaydı –kulak kabarttı, yine kulak kabarttı–, hiçbir şey, ama hiçbir şey, hiçbir şey duyulmuyordu. Hiçbir şey işkence etmiyordu, hiçbir şey eziyet etmiyordu, hiçbir şey acı vermiyordu artık: Yanmış bir ağacın kovuğu gibi bomboş ve kapkara olmalıydı içi de. Sonra, birdenbire ölmüş olduğunu ya da içinde bir şeylerin ölmüş olabileceğini düşündü, böyle korkunç, sessiz akıyordu kanı. Bir ceset gibi soğuk yatıyordu altındaki bedeni, sıcak elleriyle ona dokunmaya korkuyordu.

Yaşlı adam içine kulak kabarttı. Gölden çan seslerinin her saat başı daha çok karanlığa bürünen odasında vurduğunu duymuyordu, çevresine gecenin karanlığı çökmeye başlamıştı, karanlık, uzaklaşan mekânın içindeki eşyaların üzerini kaplamıştı, pencerenin dört yanından giren aydınlık gökyüzü bile karanlığın içinde kaybolmuştu. Yaşlı adam bütün bunların farkında değildi, gözlerini, içindeki karanlığa dikmiş, kendi ölümünün içine bakar gibi sadece içindeki boşluğa kulak kabartmıştı.

Sonunda yandaki odadan kahkaha ve neşeli sesler duyuldu, ışıklar yandı – aradaki kapının altından hafif bir ışık sızdı. Yaşlı adam irkildi: Kızı ve karısıydı. Birazdan gelip onu yatağında bulacaklar ve sorular soracaklardı. Acele ile yeleğini ve ceketinin düğmelerini ilikledi. Geçirdiği krizi bilmeleri gerekmiyordu. Onları ilgilendirmezdi. Fakat iki kadının onu aradığı yoktu. Görünen o ki aceleleri vardı. Çalan gong, akşam yemeğini haber veriyordu. Herhalde akşam yemeğine hazırlanıyorlardı. Onlara kulak kabartmış adam, açık kapıdan her hareketi dinliyordu. İşte şimdi çekmeceleri açıyorlar, şimdi de yavaşça yüzüklerini lavaboların üzerine koyuyorlar, şimdi ise ayakkabılarıyla yürüyorlar ve bu arada da konuşuyorlar: Her sözcük, her bir hece korkunç derecede net bir şekilde onları dinleyen adamın kulağına geliyordu. Önce adamlar hakkında konuşup onlara güldüler, yolculuk sırasındaki bir tesadüften bahsettiler. Hazırlanırken, yıkanırken, eğilirken, dişlerini fırçalarken oradan buradan konuştular. Derken söz birden adama geldi.

"Babam nerede ki?" diye sordu Erna, onu bu kadar geç hatırlatmaktan duyduğu şaşkınlıkla.

"Ben nerden bileyim!" Bu, kendisinden bahsedilmesiyle hemen sinirlenen karısının sesiydi. "Herhalde aşağıda bir yerde oturuyor ve yüzüncü kez Frankfurt gazetesindeki kurları okuyor. Başka bir şey ilgilendirmez ki onu, gölü bir kez olsun seyretmiş midir sanıyorsun? Burası onun hoşuna gitmiyormuş. Bugün öğleüzeri söyledi bana. Bugün buradan ayrılmamızı istediğini söyledi."

"Bugün ayrılmak mı? Peki ama neden?" Bu yine Erna'nın sesiydi.

"Bilmiyorum. Onu kim anlıyor ki? Bizim grubumuz ona uymuyor – herhalde onların yanına hiç yakışmadığının kendisi de farkında. Her zaman buruş buruş giysiler, gömleğinin yakası açık dolaşması aslında ne kadar ayıp... En azından akşamları üstüne başına dikkat etmesi için onu uyarmalısın, seni dinliyor hiç olmazsa. Bir de bu sabah... çakmak yüzünden yaptığı şey yüzünden nerdeyse yerin dibine geçecektim."

"Evet anne... O neydi öyle? Sana soracaktım... Neydi babamın o hali?.. Onu hiç öyle görmemiştim... gerçekten dehşete düştüm."

"Ah ne olsun, keyfi yerinde değildi... Herhalde borsa düştü... ya da Fransızca konuştuğumuz için... Başkalarının keyiflenmesine tahammül edemez... Sen fark etmedin: Biz dans ederken kapıda duruyordu, tıpkı ağacın arkasına saklanmış bir katil gibi... 'Gidelim! Hemen şimdi yola çıkalım!' dedi. Sadece o öyle istediği için... Burası hoşuna gitmiyorsa, bıraksın da biz eğlenelim bari... Ama onun söyledikleri bizi hiç ilgilendirmiyor, istediğini söylesin, istediğini yapsın."

Konuşmalar birden kesildi. Herhalde konuşurlarken hazırlanmışlardı: Evet, kapı açıldı, dışarı çıktılar, düğmeyi çevirdiler, ışıklar söndü.

Yaşlı adam sessizce divanda oturuyordu. Her kelimeyi duymuştu, fakat ne tuhaf: Hiç canı acımamıştı, eskiden tek tek vuran ve çınlayan o vahşi saat, şimdi göğsünde sessiz duruyordu. Bozulmuştu herhalde. Bu hassas noktada hiçbir hareket yoktu. Ne öfke ne kin vardı, hiçbir şey yoktu... hiçbir şey... Giysilerinin düğmelerini ilikledi, tutuna tutuna merdivenleri indi. Onların masasına yabancıların yanına ilişirmiş gibi oturdu.

Adam o akşam onlarla hiç konuşmadı. Anne ile kızı ise yumruk gibi şişmiş suskunluğunu fark etmediler bile, adam sonrasında onlarla vedalaşmadan odasına gitti, yatağa uzanıp ışığı söndürdü. Çok sonra keyifli bir akşam geçirmiş karısı geldi, adamın uyuduğunu sanarak karanlıkta üstünü değişti, bir süre sonra adam onun kaygısızca soluk alışını duydu.

Yaşlı adam kendi yalnızlığıyla baş başa, açık gözlerini gecenin sonsuz boşluğuna dikti; yanında karanlıkta bir şey yatıyor ve derin derin nefes alıyordu: Adam hatırlamaya çalıştı: Yanında aynı odada, aynı havayı soluyan bu beden, aynı kişinin bedeniydi, genç ve körpe iken tanıdığı, ona bir çocuk veren bu beden, kanın en derin sırrıyla kendisine bağlıydı; düşünmek için her defasında kendini zorlaması gerekiyordu: Yanında uzanan bu sıcak ve yumuşak bedenin sahibi, bir zamanlar hayatındaki en önemli varlıktı. Fakat ne tuhaf: Hatırlamak hiçbir duygusunu harekete geçirmiyordu ve yanındakinin soluk alışları, onun için kıyının çakıl taşlarına vurup sesler çıkaran küçük dalgaların pencereden içeriye dolan mırıltılarından başka bir şey ifade etmiyordu. Her şey çok gerilerde kalmıştı ve çok önemsizdi, küçük bir şeydi sadece, bir tesadüf ve yabancı bir şey, bir daha gelmemek üzere çekip gitmişti her şey.

Bir kez daha titredi: Kızının yan taraftaki odasının kapısının usulcacık açıldığını duydu. "Demek bugün de." Öldüğünü sandığı yüreğinde küçük, sıcak bir kıpırtı duydu. İçinde sinire benzer bir şeyler, o da büsbütün ölmeden önce, birkaç saniye titredi. Fakat sonrasında o da geçti. "Ne isterse yapsın, beni ne ilgilendirir ki?"

Ve yaşlı adam başını tekrar yastığa koydu. Acıyan karanlık, yumuşak bir şekilde bastırıyordu. Derken mavi bir serinlik kanına karışıp rahatlattı. Ve kısa bir süre sonra gücünü kaybetmiş duygularının üzerini zayıf bir uyku kapladı.

Kadın ertesi gün uyandığında kocasının paltosunu ve şapkasını giymiş olduğunu gördü. "Ne yapıyorsun?" diye sordu yarı uykulu.

Yaşlı adam arkasını dönmedi bile, kayıtsızca pijamalarını valizine koydu. "Bildiğin gibi, geri dönüyorum. Sadece gerekli olanları yanıma alıyorum, diğerlerini arkamdan gönderirsiniz."

Kadın irkildi. Ne oluyordu? Kocasının sesini hiç böyle duymamıştı; her sözcük buz gibi, kaskatı çıkıyordu dişlerinin arasından. Yataktan fırladı: "Buradan ayrılmak istemiyorsun, değil mi?.. Bekle... Biz de geliyoruz, ben Erna'ya söyledim zaten..."

Fakat adam, "Hayır... hayır... Rahatsız olmayın," dedi sertçe kabul etmediğini belirten bir hareketle, sonra da etrafına bakınmadan kapıya yöneldi. Kapıyı açmak için elindeki valizi yere bırakması gerekti. Ve bu birkaç saniye numunelerle dolu valizini binlerce kez yabancı kapıların önünde yere bıraktığını hatırladı, dönüp gitmeden önce daha başka siparişler için teşekkür ederdi. Fakat burada yapacak işi kalmamıştı: Bu nedenle selam falan vermedi. Bakmadan, tek söz etmeden valizini eline aldı, kendisi ve geçmişi arasındaki kapıyı açıp gürültülü bir şekilde kapattı.

Anne ile kız ne olduğunu anlayamamıştı. Fakat bu dikkat çekecek kadar sert ve kararlı ayrılış, ikisini de tedirgin etmişti. Hemen oturup ona mektup yazdılar, olanları açıklayan, bir yanlış anlama olduğunu söyleyen, neredeyse nazikçe, endişeyle yolculuğunun nasıl geçtiğini, eve nasıl vardığını soran, tatillerini her an yarıda kesebileceklerini açıklayıp alttan alan mektuplar yolladılar. Adam yanıt yazmadı. Onlar ısrarla yazmaya devam ettiler, telgraf çektiler. Yanıt gelmedi. Sadece işyerinden bir miktar para gönderildi, mektuplardan birinde gerekli olduğu söylenen para: Firmanın damgasını taşıyan bir posta havalesi geldi, ne tek bir sözcük ne de bir selam yazılmıştı.

Böylesi açıklanmaz ve sıkıntılı durum eve dönüşü çabuklaştırdı. Telgrafla geleceklerini bildirmelerine rağmen, istasyonda onları bekleyen kimse yoktu, evde de hiçbir hazırlık yapılmamıştı: Hizmetkârların dediğine göre, yaşlı adam telgrafı dalgın dalgın okuyup masanın üzerinde bırakmış ve hiçbir şey söylemeden çekip gitmişti. Akşamleyin yemek masasındaydılar, nihayet dış kapının sesini duydular: Yerlerinden fırlayıp adamı karşıladılar. Adam şaşırmış gibiydi; anlaşılan telgrafın geldiğini unutmuştu, ancak kayıtsız bir duyguyla kızının kollarına atılmasına katlandı ve kendisini yemek odasına götürüp bir şeyler anlatmalarına tepki göstermedi. Fakat adam tek bir soru sormadı. Sessizce purosunu içmeye başladı. Bazen soğuk yanıtlar veriyor, bazen de soruları ve söylenenleri duymuyordu: Sanki gözleri açık uyuyordu, sonra ağır ağır kalkıp odasına gitti.

Sonraki günler de bu böyle devam etti. Karısı boş yere onunla konuşmaya çalıştı. Konuşmak için ne kadar uğraşırsa, adam da kendini o kadar çekiyordu. İçinde bir şeyler kapanmıştı, yanına yaklaşılmaz olmuştu, kendisiyle diğerleri arasına bir duvar örmüştü. Onlarla aynı masada oturup yemek yiyor, birileri gelince bir süre sessizce oturuyor ve kendi içine çekiliyordu. Fakat artık hiçbir şeye katılmıyordu ve konuklar sohbetin ortasında gözlerine baktıklarında çekiniyorlardı. Çünkü adamın ölü ve anlamsız dalgın bakışlarıyla karşılaşıyorlardı.

Yaşlı adamın gittikçe tuhaflaşan davranışları, en yabancıların bile dikkatinden kaçmıyordu. Çok geçmeden tanıdıkları, caddede onunla karşılaştıklarında birbirlerini dürtmeye başlamışlardı. Kentin en zenginlerinden biri olan yaşlı adam, şapkası eğri bir şekilde başını ortalamış, ceketi sigara külü dolu bir dilenci gibi duvarın dibinde gidiyordu. Her adımda tuhaf bir şekilde sallanıyordu. Çoğu zaman yüksek sesle kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Biri selam verdiğinde, korku dolu bakışlarını kaldırıyordu. Biri onunla konuştuğunda, boş gözlerle karşısındakine bakıyor ve elini uzatmayı unutuyordu. Başlangıçta insanlar onun sağır olduğunu sanıp sözcükleri yüksek sesle tekrar ediyordu. Fakat sorun bu değildi, aksine adamın iç dünyasındaki uykusundan uyanması için zamana ihtiyacı oluyordu ve konuşmanın ortasında birdenbire tuhaf bir şekilde kendini unutuyordu. O zaman gözlerindeki hayat yok oluyor, karşısındakinin şaşkınlığına aldırmadan sendeleye sendeleye uzaklaşıyordu. Her defasında bulanık bir düşteyken, bulutlar arasında kendisiyle meşgulken rahatsız edilmiş gibi görünüyordu: İnsanları fark etmediği anlaşılıyordu. Hiç kimseye bir şey sormuyordu, evde karısının kaygı içindeki çaresizliğini, kızının şaşkın sorularını fark etmiyordu. Gazete okumuyor, hiçbir konuşmayı duymuyordu; hiçbir sözcük, hiçbir soru varlığının bu hüzünlü kayıtsızlığına bir an için bile nüfuz edemiyordu. Kendi dünyası, yani işi bile bile ona yabancılaşmıştı, bazen büroda mektupları imzalamak için ruhsuz bir şekilde oturuyordu. Fakat sekreter bir saat sonra imzalanmış mektupları almak için geldiğinde adamı bıraktığı yerde, aynı boş bakışlarını okunmamış mektuplara dikilmiş vaziyette buluyordu. Sonunda varlığının gereksizliğini o da fark etti ve hiç gelmemeye başladı.

Fakat tüm kent için en garip olan, şaşırtıcı olan şuydu: Daha önceleri hiçbir dinî gruba ait olmayan adam, birdenbire dindar biri oluvermişti. Her şeye kayıtsızken, yemeğe ya da randevuya hiç zamanında gelmeyen adam, ibadet saati tapınağa gitmeyi hiç ihmal etmiyordu. Orada siyah ipek takkesini giyiyor, ibadet cüppesi omuzlarında, her zaman aynı yerde, bir zamanlar babasının durduğu yerde, yorgun başını ilahiler okurken sallıyordu. Burada yarı boş, sözcüklerin yabancı ve karanlık bir şekilde, çevresinde uğuldadığı bu mekânda kendisi ile baş başa kalabiliyordu, huzur gibi bir şey, karışıklığının üzerini örtüyor ve karanlıkta yüreğine sesleniyordu; fakat ölen birinin arkasından dua okunduğunda, ölenin akrabalarının, çocuklarının, arkadaşlarının onun için Tanrı'dan rahmet dilediklerini gördüğünde gözleri nemleniyordu bazen; o son kişiydi, biliyordu. Hiç kimse onun arkasından dua okumayacaktı. Böylece o da diğerleriyle duayı mırıldanıyor ve sanki ölmüş kendisini düşünüyordu.

Bir defasında akşamleyin amaçsızca dolaşıp geri dönerken yarı yolda yağmura yakalandı. Yaşlı adam her zaman olduğu gibi şemsiye almayı unutmuştu, birkaç kuruşa araba bulabilirdi, kapı önleri ve cam saçakları yağmura karşı korunak olabilirdi, fakat tuhaf adam sallana sallana, titreye titreye hiçbir şeyi umursamadan sırılsıklam yürümeye devam etti. Ezilmiş şapkasında çamurlu su birikmişti, kollarından akan sular adımlarının önünde gölcükler oluşturuyordu; adam aldırış etmeden ağır ağır yürümeye devam ediyordu, neredeyse hiç insan kalmamış caddede tek başına. Sırılsıklam olmuş, her yerinden sular damlayan adam, kibar villasının efendisinden ziyade bir serseriye benziyordu. Evinin önüne geldiğinde uzak farlarını yakmış bir araba sert bir frenle durduğunda, bu dikkatsiz yayayı çamur içinde bıraktı. Işıkları yanan arabadan aceleyle karısı indi, arkasında ona şemsiye tutan kibar bir konuk ile ikinci bir bey. Kapının hemen önünde çarpıştılar. Kadın onu tanıdı ve onu bu durumda sırılsıklam ve her yanından sular akar bir vaziyette görünce korktu. Gayriihtiyarı bakışlarını kaçırdı; yaşlı adam hemen durumu kavradı. Karısı konuklarının yanında utanmıştı. Herhangi bir duygu, üzüntü hissetmeden karısını utanacağı bir tanıştırma faslından kurtarmak için yabancı biri gibi birkaç adım ötedeki hizmetkârların merdivenlerine yöneldi. Kaderine boyun eğerek içeri girdi.

O günden sonra yaşlı adam kendi evine hep hizmetkârların merdivenlerinden girdi: Burada hiç kimseyle karşılaşmayacağından emindi. Burada kimseyi rahatsız etmiyordu, kimse de onu rahatsız etmiyordu. Artık yemeklere de gelmiyordu yaşlı adam, bir hizmetçi, yemeğini odasına çıkarıyordu; bir defasında kızıyla karısı yanına gelecek oldular, utanarak, ama karşı konulmaz dirençle onları geri gönderdi. Sonunda onlar da onu yalnız bıraktı, onu sormaktan da vazgeçtiler, adam da hiçbir şey sormuyordu. Çoktandır yabancısı olduğu diğer odalardan kahkahalar ve müzik sesleri duyuyordu. Gece yarısı arabaların gelip gittiğini duyuyordu, fakat bütün bunlara öyle kayıtsızdı ki, pencereden bile bakmıyordu: Onu niye ilgilendirsin ki? Sadece köpek arada bir yukarıya çıkıyor ve unutulan adamın yatağına uzanıyordu.

Artık ölmüş olan yüreği sızlamıyordu, fakat bedeninin içinde kara bir solucan içini kemiriyor, etini didik didik parçalıyordu. Krizler her hafta artıyordu. Sonunda acılar içindeki adam doktorların da ısrarıyla özel bir muayeneyi kabul etti. Profesör endişeliydi, hastayı dikkatle bilgilendirirken ameliyatın şart olduğunu söyledi, fakat yaşlı adam korkmadı, sadece hüzünle gülümsedi: Tanrı'ya şükür sona geldim. Ağır ağır ölüme yaklaşmasının sonu gelmişti, şimdi iyi şey olacaktı: ölüm. Doktora, yakınlarına bir şey söylememesini rica etti, ameliyat gününü belirledi ve hazırlandı. Son kez (hiç kimsenin onu beklemediği ve onu gördüklerinde sanki bir yabancıymış gibi davrandıkları) işyerine gitti. Son kez eski siyah deri koltuğuna oturdu, otuz yıl boyunca, yaşamı boyunca binlerce saat oturmuştu bu koltukta, bir çek defteri getirtti, bir yaprağını doldurttu ve bu çeki bölgenin başkanına verdi, adam çekin miktarını görünce neredeyse korktu. Bu paranın hayır işlerinde ve cenazesi için kullanılmasını istedi: Teşekkür edilmesini beklemeden hızla ve sendeleyerek oradan ayrıldı, bu arada şapkası düşmüştü, fakat onu yerden almak için eğilmedi bile. Böylece başı açık, hastalıklı sarı ve buruşuk yüzünde hüzünlü bakışlarıyla anne ve babasının bulunduğu mezarlığa yürüdü (insanlar ona hayretle bakıyorlardı). Orada bulunan birkaç işsiz güçsüz kişi de aynı şekilde adama hayretle baktı. Adam uzun süre ve yüksek sesle neredeyse çürümüş mezar taşlarıyla insanlarla konuşur gibi konuştu. Yanlarına gideceğini mi söylüyordu, yoksa hayır dualarını mı istiyordu? Hiç kimse ne konuştuğunu duymadı, sadece sessiz dudakları hareket ediyordu ve dua sırasında başı gittikçe öne düşüyordu. Mezarlığın çıkışında adamı tanıyan dilenciler etrafını sardı. Adam bozuklukları ve kâğıt paralarının hepsini ceplerinden boşaltıp vermişti ki, yüzü kırış kırış yaşlı bir kadın gelip yalvardı. Şaşkın adam tüm ceplerini yokladı, ama hiçbir şey bulamadı, sadece parmağında yabancı ve ağır bir şeyin varlığını hissetti: Altın nikâh yüzüğüydü bu, birden bir anısı canlandı, hızla yüzüğü parmağından çıkarıp şaşkın bakışları altında kadına verdi.

Böylece adam tamamen yoksul, tamamen boşalmış ve yapayalnız, bıçak altına yattı.

Yaşlı adam narkozdan ayıldığında tehlikeli durumun farkına varan doktorların haber verdiği karısı ve kızı odaya girdi. Adam mavileşmiş gözkapaklarını güçlükle açtı. "Nerdeyim ben?" diyerek daha önce hiç görmediği yabancı ve beyaz odaya bakındı.

Tam o sırada kızı ona sevgisini göstermek için zavallı ve bitkin yüzüne doğru eğildi. Birden kör gibi etrafına bakınan gözler tanıdık birini görüp hareket etti. Bir ışık, küçük bir ışık parladı gözlerinde: Bu oydu, her şeyden çok sevdiği çocuk, bu oydu, Erna'ydı, narin, güzel çocuk. Acılaşmış dudaklarında yavaş yavaş bir gülümseme belirdi. Küçücük bir gülümseme, kapalı ağzın çoktandır unuttuğu küçücük bir gülümseme. Bu zahmetli sevinç belirtisinden sarsılan kızı, kanı çekilmiş yanaklarından öpmek için babasının üzerine biraz daha eğildi.

Fakat tam o sırada ona bir şeyler hatırlatan tatlı parfüm kokusundan mı, yoksa yarı baygın beynin unuttuğu o ânı hatırlamasından mı bilinmez, yüzündeki o mutlu çizgiler bir anda kayboluverdi. Dudakları, renksiz dudakları birdenbire öfkeyle kenetlenip isteksizliğini gösterdi, örtünün altında eli güçlükle hareket ediyor, kalkmak istiyor, iğrenç bir şeyi istemediğini işaret etmeye çalışıyordu. "Git!.. Git!" diyerek peltek peltek, ama anlaşılır sözcükler çıkarıyordu solgun dudaklarından. Kalkıp kaçacak durumda olmayan adamın titreyen yüz çizgilerindeki nefret o kadar korkunçtu ki, durumdan kaygılanan doktor iki kadını kenara çekip, "Sayıklıyor," diye fısıldadı, "şimdi onu yalnız bıraksanız, daha iyi."

İki kadın henüz dışarı çıkmıştı ki, kasılan yüzü boş bir uyku haliyle gevşedi. Kesik kesik nefes alıyordu. Yaşamın güç havasını alabilmek için göğsünden derin derin hırıltılar çıkıyordu. Fakat bir süre sonra yoruldu, bu acı insan besinini içine çekmekten. Doktor kalbini muayene ettiğinde çoktan durmuş olduğunu gördü; yaşlı adama artık acı veremeyecekti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top