BYÖ - 2. Bölüm


Yaşlı adam ağır adımlarla küçük kente doğru yürüdü, bir vitrinin önünde birdenbire durdu; turistlerin ihtiyacını karşılayacak çeşit çeşit eşya vardı: gömlekler, ağlar, bluzlar, balık avlamak için gerekli malzemeler, kravatlar, kitaplar, öylesine üst üste konulmuş ve bir piramit oluşturmuş fırın kapları. Fakat onun gözü sık eşyaların arasında silik kalan bir şeye takıldı: kalın, kaba ucu demirli, elde tutması zor, ama vurdun mu karşısındakini yere indiren bir bastona. "Bir vuracaksın... Vuracaksın o köpeğin kafasına!" Bunu düşünmek bile zevkten başını döndürmeye yetti, bu zevkle dükkâna girdi ve o kalın bastonu ufak bir para karşılığında satın aldı. Bastonu eline alır almaz, kendini daha güçlü hissetmeye başladı: Silah, fiziksel açıdan güçsüz olanların kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Bastonu tuttuğunda adalelerinin gerildiğini hissetti: "Kafasına kafasına indirmeli o hayvanın!" diye kendi kendine mırıldandı, derken farkında olmadan sendeleye sendeleye yürümeyi bıraktı, yere daha sert, daha sağlam basmaya başladı, hızlandı, yürümeye devam etti. Kumsal boyunca bir aşağı, bir yukarı yürüdü, ter içinde kalmıştı, ama hızlı yürümekten değil, aklından geçenler nedeniyle. Çünkü bastonu avucunun içiyle gittikçe daha sert tutuyordu.

Elinde silah gibi tuttuğu bastonu, lobinin mavimsi gölgeli serinliğinin içine daldı, öfkeli bakışları görünmez düşmanını aradı. Gerçekten de bir köşede, hasır koltukların yumuşak minderlerine kurulmuş, bir arada oturuyordu hepsi, ince kamışlarla viski ve sodalarını içiyor, dünyayı umursamadan neşe içinde sohbet ediyorlardı, karısı, kızı ve hep yanlarında olan o üç adam: "Hangisiydi o, hangisiydi?" diye içinden geçirirken ağır bastonu iyice sıkıyordu. "Bunların hangisinin kafasını parçalasam?.. Hangisinin... hangisinin?" Ancak onun böyle huzursuzca aranmasını yanlış anlayan Erna kalkıp yanına geldi: "Buradaymışsın işte babacığım. Her yerde seni aradık. Biliyor musun, Bay Medwitz bizi Fiat arabasıyla gölün çevresinde gezdirecek, Dezensano'ya kadar gideceğiz." Bunu söylerken onu yavaşça masaya davet ediyor ve sanki daveti için teşekkür bekliyor gibiydi.

Masadaki beyler kibarca kalkıp tokalaşmak için ellerini uzattılar. Yaşlı adamın tüm vücudu titriyordu. Fakat kızı yumuşak, yatıştırıcı varlığıyla koluna girmişti. Kafası bambaşka düşüncelerle meşgul adam, gayrihtiyari kendisine uzatılan elleri bir bir sıktı ve usulca oturdu, bir puro aldı ve öfkesini birbirine vuran dişlerinin arasında yumuşattığı tütünden çıkardı. Diğerleri onu adeta yok sayarak sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler ve hep birlikte kahkahalar attılar.

Yaşlı adam koltuğa büzülmüş, sessizce oturuyordu, tütünü öyle çiğniyordu ki, dişlerinin arası kahverengi sıvıyla doldu. "Haklılar... haklılar," diye geçirdi içinden. "Yüzüme tükürmeli benim... bir de elimi uzattım ona!.. Hem de üçüne birden, fakat onlardan birinin o hayvan olduğunu biliyorum... sesimi çıkarmadan onunla aynı masada oturuyorum... kafasına bir tane indirmiyorum, hayır, kafasına indirmiyorum, aksine büyük bir nezaketle elimi uzatıyorum ona... Haklılar, benle alay ediyorlarsa çok haklılar/... Ve sanki hiç burada değilmişim gibi kendi aralarında konuşmakta haklılar!.. Sanki ben çoktan toprağın altına girmişim gibi... oysa ikisi de, Erna da annesi de, benim tek kelime Fransızca anlamadığımı biliyor... ikisi de biliyor, ikisi de, fakat en azından burada öyle gülünç bir şekilde oturmayayım diye bir şey sormuyorlar... Onlar için hiçbir şey ifade etmiyorum, hiçbir şey... onlar için bir yüküm, rahatsızlık veren, huzursuz eden biriyim... utandıkları, ancak para getirdiği için atamadıkları biriyim... para, para, o pis ve iğrenç para... vererek ahlaklarını bozduğum para... Tanrı'nın laneti üzerinde olan para... Tek kelime konuşmuyorlar benimle, karım, kendi kızım bu aylak züppelerden ayıramıyor gözünü... nasıl da heriflere gülücükler dağıtıyorlar, sanki adamların elleri vücutlarında geziniyormuş da gıdıklanıyorlarmış gibi gülüşüyorlar... Ve ben, ben hepsine katlanıyorum... Burada öyle oturmuş, nasıl gülüştüklerini dinliyorum ve hiçbir şey anlamıyorum, bir yumruk indireceğime burada oturmuş, bekliyorum... gözlerimin önünde çiftleşmeye başlamadan önce bastonuma indirip kafalarını dağıtacağıma... bütün bunlara izin veriyorum... burada öyle oturuyorum, sesimi çıkarmadan, şapşal gibi, korkak... korkak... korkak..."

"İzin verir misiniz?" diye sordu tam o anda İtalyan subay yarım yamalak Almancasıyla ve çakmağa uzandı.

Öfkeli düşüncelere dalmış yaşlı adam birden irkilerek ayağa fırladı ve hiçbir şeyin farkında olmayan İtalyan'a dik dik baktı. İçindeki öfkesi hâlâ sıcaktı. Bir an eliyle bastonunu kavradı. Fakat dudaklarında çarpık bir sırıtışla, "Rica ederim buyurun," dedi, sesi keskindi. "Tabii izin veririm, heh he... her şeye izin veririm... sahip olduğum her şey emrinize amadedir... benim her şeyime izin var..."

Subay şaşkın ona baktı. Dili iyi bilmediğinden söyleneni anlamamıştı. Fakat bu çarpık ağız, sırıtkan gülümseme onu huzursuz etmişti. Alman bey gayriihtiyarı yerinden fırladı, iki kadının yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmişti – bir an aralarında şimşek ve gök gürültüsüne benzer bir hava esti.

Fakat sonra yüzünün vahşi ifadesi gevşedi, sımsıkı tuttuğu baston avucunun içinden kayıverdi. Yaşlı adam tekme yemiş bir köpek gibi köşesine çekildi, cüretkârlığından utanmışçasına hafifçe öksürdü. Bu nahoş gerginliği yumuşatmak için Erna yarım kalan konuşmayı başlattı aceleyle; Alman baron gözle görülür bir çabayla neşeli yanıtlar verdi, birkaç dakika sonra gürültülü konuşmaları tasasızca devam etti.

Yaşlı adam çene çalanların arasında çevreyle tüm ilgisini kesmiş bir halde oturuyordu, onu gören uyuduğunu sanırdı. Elinden kayan ağır baston bacaklarının arasında öylesine sallanıyordu. Eline yasladığı başı öne düşüyordu hep. Fakat kimse ona dikkat etmiyordu. O suskun suskun otururken, diğerlerinin konuşmaları devam ediyordu, bazen espriler ve kahkahalar çınlıyordu başının üzerinde; fakat o bunların altında, utanç ve acıya boğulmuş, sonsuz karanlığın içinde hiç kımıldamadan oturuyordu.

Üç bey ayağa kalktı, Erna aceleyle onlarla gitti, anne de ağır ağır peşlerinden. Yapılan bir teklifi kabul ederek neşe içinde yan taraftaki müzik odasına geçtiler, orada oturup kalmış adamı çağırmak kimsenin aklına gelmedi. Aniden çevresini saran boşluğu fark eden adam kendine geldi, tıpkı geceleyin üzerindeki yorgan düşüp de çıplak bedenine soğuğun vurmasıyla uyanan biri gibi. Farkında olmadan bakışları boş koltuklara takıldı; tam o sırada yandaki piyano salonundan gürültülü ve çekici bir caz sesi geldi, kahkahalar ve neşeli sesler duydu. Yan tarafta dans ediyorlardı. Evet dans, her zaman ederlerdi, dansı, bunu iyi becerirler. Kanları kaynayıncaya kadar, birbirlerini kızıştırıncaya kadar birbirlerine sürtünürler. Bu tembeller, bu aylaklar gece, gündüz demeden dans ederler, böylece kadınları baştan çıkarırlar.

Öfkeyle kaba bastonunu aldı ve onların peşine düştü. Kapıda durdu. Alman binici piyanonun başına oturmuş, çalıyordu. Dans edenleri de görmek için biraz yana dönmüş, bir Amerikan sokak şarkısını çalıyordu ezberden. Erna subayla dans ediyordu, hantal ve ağır karısını ise uzun boylu Kont Ubaldi ritmik hareketlerle döndürmekte güçlük çekiyordu. Fakat yaşlı adam sadece Erna ve partnerine bakıyordu. Tazı gibi adamın elleri hafif ve okşarcasına Erna'nın yumuşak omuzlarında geziniyordu, sanki bu varlık her şeyiyle ona aitmiş gibi. Kızın vücudu tahrik edercesine kıvrılıyor ve kendini adamın kollarına bırakıyor, onun gözleri önünde adamın bedenine bastırıyordu. Evet, işte o bu adamdı – çünkü böylesine taşkın iki bedenin birbirlerini daha önceden tanıdığı, ortak bir ihtirasın kanlarını alevlendirdiği belliydi. Evet, o adam buydu – ondan başkası olamazdı, gözlerinden okunuyordu, yarı kapalı, ama coşkulu, şu kaçamak süzülüşte o sıcak zevkin hatırası ve parıltısı vardı. Kızının incecik, uçuşan giysisinin altındaki bedenine sokulan, geceleyin onu ateşli ateşli saran işte bu hırsızdı.

Elinde olmadan kızını çekip kollarından koparmak için onlara yanaştı. Fakat kızı babasını fark etmedi. Her hareketiyle kendini müziğin ritmine ve baştan çıkarıcı adamın kollarına bırakmıştı. Başı arkaya eğik, aralık dudakları nemli, kendinden geçmiş, kendini unutmuş bir halde müziğin yumuşak dalgalarında sallanıyor, mekânı, zamanı ve çevresindeki insanları unutmuş, dansa devam ediyordu, titreyen, güçlükle nefes alan, kan hücum etmiş bakışlarını öfkeyle dikmiş yaşlı adamı görmüyordu. Sadece kendisiyle ilgiliydi, gürültülü ve karışık dans müziğine bıraktığı genç bedeninden başka bir şeyin farkında değildi; sadece kendisinin farkındaydı, bir erkek nefesinin kendisini arzuladığının, güçlü bir kolun bedenini sardığının ve bu yumuşak süzülüş sırasında şehvetli dudakları ve kendini teslim etme isteğiyle adama sarılmamak için kendini tuttuğunun farkındaydı. Yaşlı adamsa tüm bunları sanki büyülenmişçesine allak bullak olmuş bir halde hissediyordu; dans kızını kendisinden uzaklaştırdıkça, onu tamamen kaybettiğini düşünüyordu.

Birdenbire müzik, bir telin kopması gibi gürültülü bir şekilde parçanın ortasında sustu. Alman baron yerinden fırladı: "Sizin için yeteri kadar çaldılar."  diyerek güldü.  "Şimdi tek başıma dans etmek istiyorum." Herkes ona hak verdi, dans eden çiftler sohbet için bir araya toplandı.

Yaşlı adam yine toparlandı: Şimdi bir şeyler yapmalı, bir şeyler söylemeli! Beceriksiz, acınacak, lüzumsuz biri gibi burada durmakla olmaz. Biraz önce karısı salına salına yanından geçmişti, yorgunluktan nefes nefese kalmıştı kalmasına ancak memnuniyetin sıcaklığı vardı yüzünde. İçindeki öfke birdenbire karar verdi. Karısının yanına gitti. "Gel," dedi soluğu tıkanmış gibi ve sabırsızca, "seninle konuşacaklarım var."

Karısı şaşırmış gibi baktı kocasına. Adamın solgun alnında ter tanecikleri parlıyordu, çıldırmış gibi bakıyordu. Ne istiyor şimdi? Neden şimdi rahatsız ediyor? Tam ona gelmeyeceğini söyleyecekti ki, kocasının davranışlarında tehlikeli bir şeyler sezdi, biraz önce yaşadığı öfke patlamasını hatırlayarak istemeye istemeye adamın peşinden gitti.

   "Affedersiniz, beyler, bir saniye."  diyerek beylerden özür diledi önce. "Onlardan özür diliyor," diye geçirdi içinden, öfkeden kudurmuş adam, "masadan kalkıp beni yalnız bıraktıklarında, benden özür dilememişlerdi. Benim onlar için bir köpekten, üzerine basılıp geçilen bir paspastan farkım yok. Ama hakları var, ben bunlara katlanırsam, hakları var."

Karısı kaşlarını sert bir şekilde kaldırmış, onu bekliyordu, adam öğretmeninin karşısında dudakları titreyen bir öğrenci gibi karşısında duruyordu.

"Evet, derdin ne?" diye sordu kadın.

"İstemiyorum... İstemiyorum..." diye çaresizce kekelemeye başladı adam. "İstemiyorum, sizin... sizin bu insanlarla ilişki kurmanızı."

"Hangi insanlarla?" diye sordu kadın, kasten anlamazlıktan gelerek ve hakarete uğramış gibi yaparak.

"Onlarla," dedi adam öfkeyle, eğik başıyla müzik odasının bulunduğu yeri işaret ederken, "bana ters geliyor... istemiyorum..."

"Peki neden?"

"Hep bu acımasız ses tonu," diye geçirdi aklından "sanki hizmetkârıymışım gibi." Daha da heyecanlanarak kekelemeye başladı: "Nedenlerim var... Uygun görmüyorum... Erna'nın bu insanlarla konuşmasını istemiyorum... Her şeyi açıklamak zorunda değilim."

"O zaman üzgünüm," dedi kadın adama tepeden bakarak. "Bu üç bey de fevkalade kibar insanlar, bizim tanıdıklarımızdan çok daha üstün bir tabakadan."

"Üstün tabaka ha... İşi gücü olmayan bu serseriler... bu... bu..." Gittikçe öfkeden boğulacakmış gibi oldu. Ve birdenbire ayağını yere vurarak, "İstemiyorum... yasaklıyorum... anladın mı?" dedi.

"Hayır," diye yanıtladı kadın soğukkanlılıkla. "Hiçbir şey anlamadım. Çocuğun keyfini neden kaçıracakmışım, anlamadım..."

"Keyfi!.. Keyfi ha..." Yaşlı adam darbe almış gibi sendeledi, yüzü kıpkırmızı kesildi, alnından ter boşaldı – elleri boşlukta ağır bastonu aradı, dayanmak ya da kadına vurmak için. Fakat bastonu yanına almamıştı. Bu onu kendine getirdi. Kendini zorladı – sıcak bir dalga birdenbire yüreğine esti. Elini tutmak istercesine kadına yaklaştı. Sesinin tonu alçalmış, yalvarışa dönüşmüştü. "Sen... sen beni anlamıyorsun... ben kendim için bir şey istemiyorum ki... sizden sadece rica ediyorum... bu yıllardır benim ilk ricam; buradan gidelim... Floransa'ya, Roma'ya, nereye isterseniz oraya gidelim, benim için fark etmez... siz nereye istiyorsanız oraya... yeter ki buradan gidelim, rica ediyorum... gidelim... uzaklaşalım, bugün... bugün... ben... ben daha fazla katlanamayacağım... dayanamıyorum."

"Bugün mü?" dedi kadın yüzünü buruşturup alnını kırıştırarak. "Bugün mü gidelim? Bu nasıl tuhaf bir fikir... sırf sen bu adamları antipatik bulduğun için... Onlarla arkadaşlık etmek zorunda değilsin."

Adam orada ellerini yalvarırcasına kaldırmış, öyle duruyordu. "Katlanamıyorum artık, sana söyledim... yapamıyorum, yapamıyorum. Bana soru sorma, sana rica ediyorum... fakat inan bana, tahammül edemiyorum... katlanamıyorum. Bir defa olsun benim için bir şeyler yap, bir kez olsun."

Bu sırada piyanonun gürültüsü başlamıştı yine. Kadın adama baktı, yakarışından ister istemez etkilenmişti; fakat bu kısa boylu şişman adam ne kadar da gülünç görünüyordu, yüzü tokat yemiş gibi kıpkırmızıydı, gözleri deli gibi ve şişkindi, aşırı kısa kollu gömleğinin içindeki ellerini boşluğa uzatmıştı: Onu böyle acınacak halde görmek, kendisini rahatsız etmişti. Yumuşayan duyguları, söze döküldüğünde sertleşti.

"Mümkün değil," dedi kadın kararlılıkla, "bugün gezmek için söz verdik onlara... üç haftalığına kiraladığımız otelden yarın ayrılmak... insanlar güler bize... buradan ayrılmamız için tek bir neden görmüyorum ben... ben burada kalacağım, Erna da burada kalacak..."

"Ve ben gidebilirim, öyle mi?.. Ben burada rahatsızlık veriyorum sadece... keyfinizi... kaçırıyorum."

Bu boğuk çığlığıyla kadının sözünü kesmişti. Çökmüş, iriyarı bedeni doğruldu, yumruklarını sıktı, alnındaki damarlar öfkeden titriyordu. İçinden bir şeyler çıkacaktı, bir şeyler söyleyecek ya da vuracaktı. Fakat birdenbire sırtını döndü, ağır bacaklarını sürüye sürüye hızla merdivenlere doğru yürüdü, arkasından biri kovalıyormuşçasına basamakları hızla çıktı.

Yaşlı adam soluk soluğa basamakları tırmandı: Odasına girmek, yalnız kalmak, kendine engel olmak, sinirlerini yatıştırmak, aptalca bir şeyler yapmaktan kaçınmak istiyordu. Tam üst kata çıkmıştı ki, –kor haline gelmiş bir pençe bağırsaklarını parçalıyormuş gibiydi– sendeleye sendeleye duvara yaslandı. Ah, bu şiddetli, yakıcı, ezici sancı, haykırmamak için dişlerini sıktı. Birden bastıran sancının kıskaç altına aldığı bedeni inleyerek büküldü.

Adam neler olduğunu anladı hemen: Safrakesesi krampıydı, son zamanlarda ona sık sık acı veren o korkunç sancılardan biriydi, ama şimdiki gibi korkunç acı vermemişti hiç. Doktorun, "Heyecanlanmayın," dediğini hatırladı acılar içinde kıvranırken. Ve sancısının ortasında öfkeyle kendi kendine şöyle dedi: "Heyecanlanma demesi kolay, nasıl heyecanlanmayacağımı da göster bakayım profesör bey, eğer insan... ah... ah..."

Kor haline gelmiş görünmez pençe, acılar içinde kıvranan bedeni öyle oyuyordu ki, yaşlı adam inliyordu. Güçlülükle bedenini dairesinin kapısına kadar sürükledi, kapıyı açtı ve kendini divana attı, acıdan yastıkları ısırdı. Uzanınca sancının şiddeti azalmıştı, pençenin yakıcı tırnakları, yaralı iç organlarını o kadar şiddetli deşmiyordu. "Kompres yapmalıyım," diye hatırladı, "damla alayım, o zaman hemen geçer."

Fakat ona yardım edecek kimse yoktu, hiç kimse. Onun da öteki odaya gidecek ya da zile basacak gücü yoktu.

"Hiç kimse yok," dedi acıyla, "günün birinde bir köpek gibi gebereceğim... bana acı veren şeyin ne olduğunu biliyorum, safrakesesi değil... içimde büyüyen ölüm bu... ben yaralı bir adamım ve hiçbir profesör, hiçbir kür bana yardım edemez... altmış beş yaşında insan artık sağlıklı değildir... içimi neyin oyduğunu, deştiğini biliyorum, ölüm bu, bundan sonra yaşayacağım birkaç yıl yaşamak olmayacak artık, sadece ölmek, sadece ölmek... Fakat ben ne zaman, ne zaman yaşadım ki?.. Kendim için, kendim için ne zaman yaşadım ki?.. Nasıl bir hayattı bu: Sürekli, yalnızca para kazandım, para, para, ve hep başkaları için, ve şimdi, şimdi bana ne yardım edecek?.. Bir karım oldu, gencecik bir kızdı onunla evlendiğimde, ona ilk ben sahip oldum ve bana bir çocuk doğurdu, yıllarca aynı yatakta aynı havayı soluduk... ve şimdi, şimdi nerede o... yüzünü tanıyamıyorum artık... bir yabancı gibi konuşuyor benimle ve benim hayatımı hiç düşünmüyor, hislerimi, acılarımı, düşüncelerimi... her geçen yıl bana daha da yabancılaşıyor... Nereye gitti, nereye... Bir çocuğum vardı, büyüyüp serpildi, sandım ki yeniden yaşamaya başlayacağım, kendime layık bulduğumdan daha aydınlık, daha mutlu bir hayatım olacak, ölmeyeceğim... o ise geceleri benden uzaklaşıyor ve başka adamların kollarına atılıyor... Bir başıma öleceğim, yalnız başıma... çünkü onlar için çoktan öldüm... Tanrım, Tanrım, hiç bu kadar yalnız olmamıştım..."

Ağrının pençesi arada bir onu yeniden yakalıyor, sonra yine bırakıyordu. Fakat öbür ağrısı, şakaklarına gitgide daha şiddetle vuruyor, düşünceler, bu sert, bu sivri, acıması olmayan bu kor gibi çakıl taşları şakaklarına batıyordu: Şimdi düşünme, sakın düşünme! Yaşlı adam ceketinin ve yeleğinin düğmelerini açmıştı – gömleğinin altındaki şişkin, hantal ve biçimsiz bedeni titriyordu. Dikkatlice elini ağrıyan yere bastırdı. "Burada ağrıyan şey benden başkası değil," dedi içinden, "sadece bu kadarım ben, ateş gibi yanan şu ten parçasıyım sadece... şu bedenin altında kıvranan şey yalnızca, sadece o ait bana, benim hastalığım bu, benim ölümüm... sadece buyum ben... bu, artık komisyon temsilcisi değil, artık bir karısı ve çocuğu, parası ve evi ve işi yok... gerçek olan sadece bu, parmaklarımla hissettiğim bedenim ve onun içindeki acı veren ateş... geri kalan her şey delilik, hiçbir anlamı yok artık... çünkü orada acı veren, sadece bana acı veriyor... beni endişelendiren sadece beni endişelendiriyor... onlar artık beni anlamıyorlar ve ben de onları... insanoğlu yapayalnız, insanın bu kadar yalnız olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Fakat şimdi uzandığım şurada bunu hissediyorum işte, ölümün tenimin altında büyüdüğünü hissediyorum, çok geç, altmış beşine geldiğim, ölüme çok yaklaştığım şu sıra, şimdi onlar dans eder, gezmeye gider ya da orada burada keyfederken, o aşağılık kadınlar... şimdi biliyorum, sırf onlar için yaşadım, bana bir kez olsun teşekkür etmeyen bu kadınlar için, tek bir saat bile kendim için yaşamadığımı biliyorum şimdi... Fakat onlardan artık bana ne... beni ne ilgilendirir ki... beni hiç düşünmemiş o insanları niye düşüneyim ki?.. Onların merhametini beklemektense, geberip gideyim daha iyi... onları niye düşüneyim ki artık..."

Acısı gitgide, yavaş yavaş geçti: O öfkeli el pençe gibi, kızgın bir kor gibi acılar içindeki adamın içini deşmiyordu artık. Fakat ne olduğu belirsiz bir şeyler kalmıştı, sanki acı hissetmiyordu da, yabancı, içeriye doğru dibini oyan bir şeyler bastırıyor, sıkıştırıyor gibiydi. Yaşlı adam gözlerini kapatmış, gergin bir şekilde, hafif hafif içini kemiren, yiyip bitiren şeyi dinliyordu: Sanki bu yabancı, tanınmaz güç önce sivri, şimdi ise küt bir aletle içinde bir şey oyuyordu, gevşetiyor, bırakıyordu, parça parça bedenini didikliyordu. Artık vahşice yapmıyordu. Artık acımıyordu. Fakat içinde bir şeyler yanıyordu, yavaş yavaş çürüyordu, bir şeyler ölmeye başlamıştı. Yaşadığı her şey, sevdiği her şey bu ağır ağır tükenen alevde sönüp gidiyordu, umursamazlığın gevşek çamurunda ezilip kömürleşmeden önce, kapkara oluncaya kadar için için yanacaktı. Bir şeyler oluyordu, bir şeyleri belli belirsiz hissediyordu, orada öylece uzanırken ve heyecanla yaşamını düşünürken bir şeyler oluyordu. Bir şeyler sona ermişti. Neydi o? Kendini dinledi, içini dinledi.

Böylece yavaş yavaş yüreği ölmeye başladı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top