7. Bölüm
"Zaman daralıyordu, yediyi geçmiş olmalıydı, trenin kalkmasına çok çok yirmi dakika kalmıştı – ancak o istediği müddetçe onun yanında olmaya karar verdiğimden beri, gara gidişimin bir vedalaşma olmayacağını düşünerek kendimi teselli ediyordum; hemen hesabımı kapatmak için aşağıya indim. Kasadaki görevli paramın üstünü vermişti, tam yukarı çıkmak üzereydim ki, biri hafifçe omzuma dokundu. Bu, rahatsızlandığımı söyledikten sonra merak edip arkamdan gelen kuzenimin eliydi. Gözlerimin karardığını hissettim. Şimdi ona hiç ihtiyacım yoktu, her saniyelik gecikme korkunç bir kayba neden olabilirdi, fakat nezaket gereği onu dinlemem ve yanıt vermem gerekirdi. 'Yatağa gitmelisin,' diye ısrar etti, 'kesin ateşin vardır.' Öyle de olmalıydı ki, şakaklarımdaki damarların şiddetle attığını ve bazen de gözlerimde mavi gölgeler uçuştuğunu hissediyordum. Fakat kabul etmedim, her sözcük beni yaktığı halde ve onun zamansız ilgisinden kurtulmak istememe rağmen minnettarmış gibi görünmeye çalışıyordum. Ancak bu davetsiz ilgili kaldıkça kaldı, kolonya uzattı ve şakaklarımı kolonya ile ovmak için ısrar etti: Ben ise bu sırada dakikaları sayıyordum, bir yandan genç adamı düşünürken, diğer yandan kuzenimin işkence haline gelen ilgisinden kurtulabilmek için bir bahane arıyordum. Huzursuzlandıkça kuzenim daha da kuşkulanıyordu: Sonunda neredeyse beni odama çıkıp uzanmam için zorlamaya çalıştı. Tam o sırada lobinin ortasında saati gördüm: Saat yediyi yirmi sekiz geçiyordu ve yedi otuz beşte tren kalkacaktı. Umutsuz bir insanın kaba, ani ve fevkalade kayıtsız tavrıyla, 'Hoşçakal, gitmem gerekiyor,' deyip elimi uzattım, donuk bakışlarına aldırmadan ve etrafıma bakmadan şaşkın şaşkın kalakalan otel çalışanlarının önünden fırlayıp kapıya yöneldim, istasyona gitmek üzere caddeye çıktım. Orada valizlerimle bekleyen taşıyıcının heyecanlı tavrından, ta uzaktan zamanın geldiğini anladım. Öfkeden deliye dönmüş bir halde geçişe koştum, fakat biletçi beni durdurdu. Bilet almayı unutmuştum. Ve beni perona bırakması için neredeyse zor kullanarak onu ikna etmeye çalışırken, tren hareket etti. Arkasından bakakaldım, tüm vücudum titriyordu, hiç olmazsa vagon pencerelerinden birinden bir bakış, el sallama, bir selam görmeye çalıştım. Fakat hızla giden trende onun yüzünü göremedim. Vagonlar gittikçe hızlandı ve bir dakika sonra kararmış gözlerim koyu ve siyah dumandan başka bir şey görmez oldu.
Taşlaşmış gibi orada kalmış olmalıyım, kim bilir ne kadar süre, çünkü taşıyıcı kolumdan dürtmeden önce birkaç defa beyhude yere bana seslenmişti. Korkuyla irkildim. Taşıyıcı valizlerimi otele geri götürüp götürmeyeceğimi sordu. Kendime gelebilmem için birkaç dakikanın geçmesi gerekti: Hayır, bu imkânsızdı, o gülünç, apar topar ayrılıştan sonra tekrar otele dönemezdim, dönmek de istemiyordum; kesinlikle hayır: Böylece ona, yalnız kalmak için sabırsızlanarak, valizlerimi depoya koymasını emrettim. Ancak sonra istasyonda sürekli artan ve sonra azalan insan kalabalığının ortasında düşünmeye çalıştım, net bir şekilde düşünmeye, öfke, pişmanlık ve çaresizliğin neden olduğu bu umutsuzluktan ve acıdan kurtulmak istedim, çünkü –niye kabul etmeyeyim ki– kendi hatam yüzünden son buluşmayı kaçırmış olduğum düşüncesi, kor gibi yakan düşünce acımasızca içimi deşiyordu. Avazım çıktığı kadar bağırabilirdim, acımasızca içimi oyan bu kızdırılmış bıçak o kadar çok canımı yakıyordu. Sadece tutkuya yabancı insanlar, böylesi ender anlarda böyle çığ gibi, kasırga gibi birdenbire tutku patlaması yaşarlar. İşte o zaman yıllar yılı biriken her şey insanın içinde patlar. O saniyede yaşadığım şaşkınlığa ve öfkelendiren güçsüzlüğe benzer bir şeyi hayatımın ne öncesinde ne de sonrasında yaşadım, çünkü en cüretkâr şeyleri yapmaya hazırdım –hayatımdaki her şeyi, sahip olduğum, biriktirdiğim her şeyi elimin tersiyle itmeye hazırdım– , işte tam o saniyede tutkularımın kendini kaybetmiş bir şekilde başını tosladığı bir anlamsızlık duvarı yükselmişti önümde.
Sonrasında yaptığım aynı şekilde anlamsızdı, deliceydi, aptalcaydı, anlatmaya neredeyse utanıyorum – fakat kendime ve size hiçbir şeyi saklamayacağıma dair söz verdim: ve ben... ben... onu yine aramaya başladım... yani onunla geçirdiğim her ânı hatırlamaya çalıştım... içimdeki bir güç beni zorla onunla dünü geçirdiğim yerlere sürüklüyordu, onu güçlükle kaldırdığım bahçedeki banka, onu ilk kez gördüğüm oyun salonuna, evet, hatta o pis otele gittim, geçmişi bir kez olsun yeniden yaşamak için. Ve ertesi gün arabayla Cornich'e gidecek, aynı yolda yürüyecek, her sözcüğü, her hareketi içimde yeniden yaşayacaktım – evet, böyle anlamsız, böyle çocukçaydı şaşkınlığım. Fakat tüm olanların şimşek gibi birdenbire üzerime geldiğini unutmayın – beni kendimden geçiren tek bir darbe gibiydi. Fakat o karışıklıktan sert bir şekilde kendime gelmiş, yaşadığım ve kaybolup giden bu şeyi tekrar tekrar keyfini çıkararak tatmak istiyordum, 'hatırlamak' denilen, o kendini kandırmaca büyüsü sayesinde. Bunu anlamak için belki de yanan bir yüreği olması lazım insanın, kim bilir. Böylelikle ilk önce oyun salonuna gittim, oturduğu masayı aradım, böylece orada gördüğüm tüm eller arasında onun ellerini hatırlayacaktım. İçeriye girdim, onu ilk kez gördüğüm yer ikinci odada, soldaki masaydı, çok iyi hatırlıyordum. Her hareketi hâlâ canlı bir şekilde gözlerimin önüne geliyordu: Uyurgezer gibi gözlerim kapalı, ellerimi uzatmış gibi gitseydim bile onun oturduğu yeri bulabilirdim. İşte içerideydim, hemen salonun bir başından öbür başına gittim. Ve orada... kapıda, bakışlarımı içerideki kalabalığa çevirdiğimde... çok tuhaf bir şey oldu... tam orada, hayal ettiğim yerde, orada oturuyordu – ateşin halüsinasyonu!.. Oydu gerçekten... O... O... tıpkı biraz önce hayal ettiğim gibi, tıpkı dünkü gibi bakışlarını topa dikmiş, hayalet gibi bembeyaz yüzü... fakat oydu... O... kesinlikle o...
Neredeyse bağıracaktım, öyle korkmuştum. Fakat bu saçma hayal karşısında korkumu yatıştırdım ve gözlerimi kapattım. 'Sen çıldırmışsın... rüya görüyorsun... sayıklıyorsun,' dedim kendi kendime. 'Bu mümkün değil, halüsinasyon görüyorsun... Yarım saat önce buradan ayrıldı.' Sonra yine gözlerimi açtım. Fakat korkunç: Biraz önce olduğu gibi orada oturuyordu, canlı canlı ta kendisi... milyonlarca elin arasından o elleri tanırdım... hayır, rüya görmüyordum, gerçekten oydu. Bana yemin etmesine rağmen gitmemişti, çılgın adam orada oturuyordu, ben yüreğim umutsuzca çırpınarak onu ararken, o evine gitmek için verdiğim parayı yeşil masaya koymuş, tamamen kendini unutmuş bir halde tüm tutkusuyla oynuyordu.
İçimdeki dürtüyle ilerledim: Gözlerim öfkeden çakmak çakmaktı, ateş gibi bir öfkeyle, yeminini bozan, güvenimi sarsan, duygularımı ve kendimi ona verişimi hiçe sayan bu adamın gırtlağına sarılmak istiyordum. Fakat kendimi tuttum. Bilhassa yavaş yavaş (benim için ne kadar da güçtü) masaya yaklaştım, tam karşısına geçtim, bir bey kibarca bana yer verdi. İki metrelik yeşil bir bez vardı aramızda ve ben balkondan sahnedeki oyuna bakar gibi, daha bir saat öncesine kadar minnettarlıkla parlayan, Tanrı'nın lütfettiği ışıkla aydınlanan, şimdi ise tutkunun tüm cehennemlerinde titreyip yok olan yüzüne bakışlarımı diktim. Ellerine gelince; daha bugün öğleden sonra kilise kürsüsüne yapışıp en kutsal yemini eden elleri kana susamış bir vampir gibi paranın içine çullanmıştı. Çünkü kazanmıştı, çok ama çok kazanmış olmalıydı: Önünde jeton, Louis altınları ve banknotlardan bir yığın parlıyordu, dağınık ve ilgisizce yığılmıştı, titreyen sinirli parmakları keyifle aralarına dalıyor ve adeta içinde yüzüyordu. Banknotları nasıl da okşayarak katladığını, bozuklukları çevirdiğini ve sevdiğini ve birdenbire bir hamleyle avucunu doldurup karelerden birinin üzerine koyduğunu görüyordum. Ve hemen burun delikleri titremeye başlıyordu, krupiyenin sesini duyduğunda açgözlülükle parıldayan bakışlarını paraların üzerinden sıçrayan topun üzerine kaydırıyor, dirsekleri yeşil çuhaya çivilenmiş gibi görünürken sanki ruhu bedeninden dışarıya fırlayacakmış gibi oluyordu. Hırsı bir önceki akşamdan daha korkunç, daha dehşet vericiydi, çünkü her hareketi, yüreğimde safça yer verdiğim ve adeta bir altın zemin üzerinde parlayan imajını öldürüyordu.
Birbirimizden iki metre uzaklıkta nefes alıyorduk: Gözlerimi ona dikmiştim, fakat o beni fark etmemişti. Beni görmüyordu, hiç kimseyi görmüyordu, bakışları yalnızca paraların üzerindeydi ve dönen topla huzursuzca titriyordu: Tüm duyuları bu çılgın, yeşil yuvarlağa kenetlenmiş, oradan oraya koşuşturuyordu. Bütün dünya, bütün insanlık bu kumar tutkunu için gergin dörtgen çuhanın içinde eriyip kaybolmuştu. Ve ben burada saatler boyunca dursam bile benim varlığımın hiç farkına varmayacağını çok iyi biliyordum.
Fakat daha fazla katlanamadım. Ani bir kararla masayı dolaştım, arkasına geçtim ve sert bir şekilde elimle omzuna dokundum. Bakışları sendeledi – bir saniye cam bilye gibi gözlerini bir yabancıya bakar gibi bana dikti, güçlükle uykudan uyandırılmış, içindeki acıyı gri ve dumanlı bir şekilde ortaya koyan bakışlarıyla tıpkı bir sarhoşa benziyordu. Neden sonra beni tanıdığını anladı, dudakları titreyerek açıldı, mutlu bir şekilde bana baktı, şaşkın ve gizemli bir samimiyetle alçak sesle kekelemeye başladı: 'İyi gidiyor... içeriye girdiğimde ve onu burada gördüğümde anladım... Hemen anladım...' Ne dediğini anlamamıştım. Sadece oyundan sarhoş olduğunu, bu çılgının her şeyi unuttuğunu, yeminini, randevusunu, beni ve dünyayı unuttuğunu fark ettim. Fakat bu hırslı tavrında bile öyle sarhoş edici bir hali vardı ki, ister istemez etkilendim, söylediğini anlamaya çalışarak kimi kastettiğini sordum.
'Oradaki eski Rus generali, tek kolu olan,' diyerek fısıldarken gizemli sırrı kimsenin duymaması için iyice yanaştı bana. 'Orada, şakakları kırlaşmış olan, arkasında bir uşak duran. Hep kazanıyor, dün onu izledim, bir sistemi olmalı, ben de aynı yere koyuyorum parayı... Dün de hep kazanmıştı... ancak ben bir hata yaptım, o gittiğinde oynamaya devam ettim... bu benim hatamdı... dün yirmi bin frank kazanmış olmalı... bugün de her defasında kazanıyor... şimdi ben de onun koyduğu yere koyuyorum... Şimdi...'
Konuşmayı ortasında birdenbire kesti, çünkü krupiye, 'Faites votre jeu!' diye bağırıyordu, derken bakışlarını, ciddi ve kayıtsız bir şekilde oturan ve dikkatli dikkatli önce birinci sonra ikinci altını dördüncü kareye koyan beyaz sakallı Rus'un bulunduğu yöne çevirdi. Sonra hırslı elleri gözlerimin önünde yığının içine daldı ve bir avuç altını aynı yere fırlattı. Bir dakika sonra krupiye sıfır diye bağırdığında ve küreğiyle bir hamlede masanın üstündekileri süpürdüğünde genç adam paraların yok olup gitmesi mucizeymiş gibi bakakaldı. Fakat sanıyor musunuz ki bana döndü: Hayır, beni tamamen unutmuştu; ben onun hayatından çıkmıştım, kaybolmuş, gitmiştim, gerginleşen tüm duyuları, tamamıyla kayıtsız bir şekilde iki altın parayı elinde tartan ve hangi sayı üzerine koyacağı konusunda kararsız olan Rus generale çevrilmişti.
Kızgınlığımı ve umutsuzluğumu size anlatamam. Fakat benim duygularımı bir düşünün: Uğruna bütün hayatımı bir kenara atmaya hazır olduğum bir insan için, elinin tersiyle kovalayacağı bir sinek kadar değerim yoktu. Yine bir öfke dalgası çökmüştü üzerime. Bütün gücümle kolundan öyle bir tuttum ki, yerinden fırladı.
'Hemen ayağa kalkacaksınız!' diye yavaşça, fakat emredici bir tonla fısıldadım. 'Bugün kilisede neyin üzerine yemin ettiğinizi anımsayın, sizi yemin bozan sefil insan.'
Gözlerini bana dikti, söylediklerimden etkilenmiş, yüzü bembeyaz kesilmişti. Gözlerindeki ifade birdenbire dayak yemiş bir köpeğinkine döndü, dudakları titriyordu. Birdenbire tüm geçmişi hatırlar gibi oldu, adeta kendinden korkmuştu.
'Evet... evet...' diye kekeledi. 'Aman Tanrım, Tanrım... Evet... geliyorum... affedersiniz...'
Bunu söylerken tüm paraları toplamaya başlamıştı bile, önce çabuk çabuk, ateşli bir hareketle, fakat sonra sanki karşıt bir görüş tarafından çekiliyormuş gibi ağır ağır. Bakışlarını şimdi de biraz önce para koyan generale çevirmişti.
'Bir dakika daha...' Beş altını çabucak aynı kareye koydu. 'Sadece bu oyun... Yemin ederim, hemen geleceğim... Sadece bu tek oyun... sadece bu...'
Sesi yine gitti, top yuvarlanmaya başlamıştı ve onu kendine çekiyordu. İhtiraslı adam benden ve kendinden uzaklaşmıştı. Kaygan zeminin içinde topaçla birlikte dönüyordu. Krupiye yine seslendi, kürek yine beş altınını önünden toplamıştı; kaybetmişti. Fakat adam bana doğru dönmedi. Beni unutmuştu, yeminini, bir dakika önce söylediği sözü unutmuştu. Açgözlü eli eriyip giden paranın ardından titredi ve sarhoş bakışları iradesinin mıknatısına, kendine şans getirene doğru yönelmişti.
Sabrım tükenmişti. Onu tekrar sarstım, bu kez şiddetli. 'Şimdi hemen kalkıyorsunuz! Hemen... Sadece bu oyun demiştiniz...'
Fakat o anda hiç beklenmedik bir şey oldu. Birden bana döndü, fakat bana bakan yüzü artık o utanan ve çaresiz insanın yüzü değildi, aksine öfkeli, öfkeden gözleri çakmak çakmak olmuş, öfkeden dudakları titreyen birinin yüzüydü. 'Beni rahat bırakın!' diye adeta hırladı. 'Gidin! Bana uğursuzluk getiriyorsunuz. Siz burada olduğunuzda hep kaybediyorum. Dün de böyle yaptınız, bugün de. Gidin buradan.'
Bir an donup kaldım. Fakat onun kudurmuş hali benim öfkemi de dizginlenemez hale getirdi.
'Size uğursuzluk getiriyorum öyle mi?' dedim, 'Sizi gidi yalancı, yemin eden hırsız...'
Fakat devam edemedim, çünkü bu kudurmuş adam yerinden fırlayıp etrafına doluşan insanlara aldırmayarak beni geri itti. 'Beni rahat bırakın!' diye hiç çekinmeden bağırdı. 'Benim vasim değilsiniz... işte... işte... işte paranız,' dedi ve birkaç yüz frankı yüzüme fırlattı... 'Şimdi de beni rahat bırakın!'
Etrafındaki yüzlerce kişiye aldırmadan kudurmuş gibi yüksek sesle söyledi bütün bunları. Herkes bize bakıyor, fısıldaşıyor, bizi işaret ediyordu, hatta yan salondan meraklı insanlar koşup geliyordu. Ben, elbiselerim parçalanmış ve çırılçıplak kalmış gibi hissettim kendimi tüm bu meraklı insanların önünde... "Sessizlik, hanımefendi, lütfen." dedi krupiye yüksek sesle ve emredici bir tonla, sonra da küreğiyle masayı tıklattı. Banaydı bu, bana, bu sefil adamın sözleri. Aşağılanmış, utanç içinde kalmıştım, fısıldaşan bu meraklıların önünde, yüzüne para fırlatılan bir orospu gibi orada öylece durdum. İki yüz, üç yüz utanmaz göz yüzüme bakıyordu, ve orada... bu aşağılanma ve utançtan uzaklaşayım derken bakışlarımı yana çevirdiğimde ne göreyim, şaşkınlıktan kalakalmış bir çift göz bana bakıyordu – bu kuzenimdi, taş gibi orada duruyordu, şaşkınlıktan ağzı açık kalmış, korkmuş gibi elini kaldırmıştı.
Bu içime kadar işleyen bir darbe oldu: Daha o toparlanmadan, bu olayın şaşkınlığını üzerinden atmadan, ben apar topar kendimi dışarıya attım: Güçlükle kumar çılgını genç adamın dün yığılıverdiği banka gittim. Aynı onun gibi güçsüz, aynı onun gibi bitkin, yıkılmış bir halde sert ve haşin tahtanın üzerine yığıldım.
Bütün bunlar yirmi dört yıl önce oldu, ancak onun hakaretleriyle binlerce insanın önünde aşağılandığım o ânı her hatırladığımda damarlarımdaki kanın donduğunu hissediyorum. Kibirle, şımarıkça, ruh, fikir, duygu dediğimiz, ıstırap dediğimiz şeylerin aslında ne kadar da zayıf, zavallı, acı veren şeyler olduğunu korkuyla hissediyorum, çünkü bunlar en üst düzeyde bile olsa acı çeken, kıvranan insan bedenini tamamen yok edemiyor, çünkü böyle anlarda dahi insan üzerine yıldırım düşen bir ağaç gibi yere yığılmak yerine, damarlarındaki kan akmaya devam ediyor. Bu acı, sadece bir an, bir dakika bedenimi sarmıştı, nefes alamamış, tıkanmış ve ölümün soluğunu hissetmiş bir halde banka yığılmıştım. Fakat biraz önce dediğim gibi, tüm acılar korkaktır, kendisinden daha güçlü olan yaşama isteği karşısında geri çekilir, çünkü bedenimizin her hücresinde yerleşmiş olan yaşama isteği, ruhumuzdaki ölüm tutkusundan çok daha güçlüdür. Duyguların böyle parçalanması benim için de açıklanmaz bir şeydi: Fakat yine de ayağa kalktım, ne yapacağımı bilmiyordum. Derken birden valizlerimin istasyonda olduğunu hatırladım, bunu hatırlar hatırlamaz içimdeki bir ses, uzaklaş, uzaklaş, uzaklaş, yeter ki uzaklaş buradan, bu kahrolası cehennemden, diyordu. Kimseye aldırmayarak istasyona gittim, Paris'e ilk trenin ne zaman kalktığını sordum; saat onda, dedi görevli; derhal valizlerimi getirttim. Saat on – o korkunç karşılaşmanın üzerinden tam yirmi dört saat geçmişti, bu yirmi dört saat tutarsız, saçma duyguların değişen dalgalarıyla öyle doluydu ki, iç dünyam bir daha toparlanamayacak şekilde dağılmıştı. Fakat başlangıçta içimde çekiç gibi vuran bir tek sözcüğü hissediyordum: Uzaklaş! Uzaklaş! Uzaklaş! Alnımdaki damarlar bir bıçak gibi şakaklarıma iniyordu. Bu kentten uzaklaşmak, kendimden uzaklaşmak, eve, kendi insanlarıma, eski yaşamıma, benim olan yaşama dönmek. Gece trenle Paris'e gittim, orada bir istasyondan diğerine geçip dosdoğru Bologna'ya gittim, Bologna'dan Dover'a, Dover'dan Londra'ya, Londra'dan oğlumun yanına – bütün bunları kaçarcasına, düşünmeden, tartmadan, kırk sekiz saat uyumadan, tek bir kelime konuşmadan, hiç yemek yemeden yaptım; kırk sekiz saat boyunca tüm tekerlekler tek bir sözcüğü söylüyordu: Uzaklaş! Uzaklaş! Uzaklaş! Sonunda, hiç kimsenin beklemediği bir anda oğlumun çiftliğine vardığımda herkes korkuyla irkildi: Yüzümde, bakışlarımda, beni tanınmaz hale getiren bir şeyler olmalıydı. Oğlum bana sarılmak, beni öpmek istedi. Geri çekildim. Kirlendiğini düşündüğüm dudaklarıma değecek olması katlanılmaz bir şeydi. Hiçbir soruya yanıt vermedim, sadece banyo yapmak istedim, çünkü yolculuğun kiriyle birlikte tüm pisliğini, o alçak, şerefsiz insandan vücuduma yapışmış her şeyi temizlemek, üzerimden atmak istiyordum. Sonra bedenimi yukarıya, odama sürükledim, on iki on dört saat ağır, taş gibi bir uyku çektim, daha önce ve o günden sonra bir daha hiç öyle uyumadım, bu, tabutun içinde yatmak ve ölü olmak gibi bir şeydi. Akrabalarım bana hastaymışım gibi ihtimam gösteriyorlardı, fakat onların bu şefkatli ilgisi benim yalnızca canımı acıtıyordu, onların bana duydukları saygı karşısında ben utanç duyuyordum, kuduruk ve çılgınca bir tutku yüzünden hepsine ihanet ettiğimi, onları unuttuğumu ve neredeyse terk etmek üzere olduğumu haykırmamak için sürekli kendimi tutuyordum.
Amaçsız bir şekilde, hiç kimseyi tanımadığım küçük bir Fransız kentine gittim, çünkü her insan daha ilk bakışta yaşadığım utancı, değişikliği anlar diye çılgınca bir fikre sahiptim, ruhumun ta derinliklerinde aldatılmış ve kirletilmiş hissediyordum. Bazen, sabahları uyandığımda gözlerimi açmaya korkuyordum. Birdenbire yabancı, yarı çıplak bir adamın yanında uyandığım o geceyi hatırlıyor ve tıpkı o zaman olduğu gibi tek bir şeyi arzu ediyordum: ölmek.
Fakat neyse ki zamanın çok derin bir gücü var ve yaşlılık tüm duyguları silebilecek güçte. İnsan ölümün yaklaştığını hissedebiliyor, ölümün gölgesi yolun üzerine kapkara düşüyor, işte o zaman her şeyin rengi soluklaşıyor ve insanın içindeki duyulara o kadar sert işlemiyor ve tehlikeli gücünden çok şey kaybediyor. Bana gelince; yavaş yavaş bu şoku üzerimden attım ve yıllar sonra Avusturya elçiliğinin verdiği bir davette bir ataşe ile tanıştım, Polonyalıydı, ona o gencin ailesini sorduğumda, ailenin oğlunun –kendisinin de kuzeni oluyormuş– on yıl önce Monte Carlo'da kendini vurduğunu anlattığında hiçbir şey hissetmedim. Hiç canım yanmadı: Hatta belki de –bunun egoizmini niye inkâr edeyim ki– bana iyi gelmişti, çünkü böylece onunla bir daha karşılaşacağım korkusunu da duymayacaktım. Kendimden ve hafızamdan başka tanık kalmamıştı. O günden beri daha sakin bir insan oldum. Zaten yaşlanmak da geçmişten artık korkmamak demektir.
İşte şimdi siz de, niçin birdenbire sizinle yazgım hakkında konuşmak istediğimi anlıyorsunuzdur. Madame Henriette'i savunduğunuzda ve yirmi dört saatin bir kadının yazgısını tamamen belirleyeceğini ısrarla vurguladığınızda bunların adeta benim için söylendiğini düşündüm. İlk kez davranışımın nedenini benim gibi değerlendiren biri çıkmıştı, bunun için size minnettarım. İşte o zaman şöyle düşündüm: Tüm bunları bir kez anlatarak ruhumdan atabilirim, belki de böylece o ağır yükü ve sonsuzca hatırlanan katılığı silebilirim; belki de yarın yazgımla karşılaştığım oraya gidebilir, aynı salona girebilirim, ondan ve kendimden nefret duymadan. İşte o gün, ruhumun üzerindeki taş yuvarlanacak, bütün ağırlığıyla tüm geçmişin üzerinde duracak ve onun yeniden dirilmesini engelleyecekti. Bütün bunları size anlatabilmek bana iyi geldi: Şimdi kendimi daha hafiflemiş, hatta mutlu hissediyorum... bunun için size teşekkür ederim."
Bunları söyledikten sonra aniden ayağa kalktı, öyküsünün sonuna geldiğini hissediyordum. Biraz çekinerek bir şeyler söylemeye çalıştım. Fakat neler hissettiğimi anlamış olacak ki, hemen araya girdi:
"Hayır, lütfen hiçbir şey söylemeyin... bana bir şey söylemenizi ya da bir yanıt vermenizi istemiyorum... Beni dinlediğiniz için size teşekkür ettiğimi bilin, iyi yolculuklar."
Karşımda durmuş, vedalaşmak için elini uzatmıştı. Elimde olmayarak yüzüne baktım, soylu ve aynı zamanda biraz utanmış bir şekilde karşımda duran bu yaşlı kadının çehresi fevkalade sevecendi. Geçmişteki tutkunun bir yansıması mıydı, yoksa birdenbire yanaklarından ak saçlarına kadar yükselen ve huzursuzca kızaran şaşkın hali miydi, bilmiyorum – fakat tıpkı bir genç kız gibiydi, anılardan kafası karışmış, kendi itiraflarından utanmış bir gelin gibiydi. Elimde olmayarak duygulandım ve ona duyduğum saygıyı bir sözcükle ifade etmek istedim. Fakat bir şey diyemedim. Yerlere kadar eğilip saygıyla solgun, sonbahar yaprağı gibi kuru ve hafifçe titreyen elini öptüm.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top