4. Bölüm
Mrs. C. anlatımına bir an ara verdi. Karşımda hareketsiz bir şekilde oturmuş, o sakin ve tarafsız tavrıyla neredeyse hiç durmadan konuşmuştu, tıpkı kendini içsel olarak hazırlayıp olayları kafasında titizlikle oturtmuş bir insan gibi. Şimdi ise ilk kez duraksamış, tereddüte kapılmıştı ve birden anlatmayı bırakıp bana döndü:
"Size ve kendime söz verdim," diyerek biraz tedirgin bir şekilde devam etti, "tüm gerçeği en doğru şekilde anlatmaya. Fakat sizden samimiyetime inanmanızı ve davranışlarımdaki suskunluğa başka anlamlar yüklememenizi rica ediyorum, çünkü bunlar her ne kadar bugün belki utanmayacağım şeyler olsa da, tamamen yanlış anlaşılabilir. Yani bu darmadağın olmuş kumarbazın arkasından gitmemin nedeni, ona âşık olmam falan değildi – onun bir erkek olduğunu bile düşünmedim, gerçekten de o gün kırkını aşmış olan ben, eşimin ölümünden sonra herhangi bir adama bakmamıştım bile. Benim için böyle şeylerin zamanı geçmişti: Bunu özellikle vurguluyorum, çünkü aksi halde sonradan anlatacaklarımın korkunçluğu anlaşılmaz. Öte yandan beni bu mutsuz insanın arkasından gitmeye zorlayan nedeni açıklamak da zor olur: Bunun nedeni meraktı, her şeyden önce müthiş bir korkuydu, daha doğrusu korkunç bir şeyler olacağı korkusuydu ve bu korkunç şeylerin bir bulut gibi daha ilk saniyeden itibaren bu genç adamın üzerine çöktüğünü hissetmiştim. Fakat bu tür duyguları insan ne inceleyebilir ne de analiz edebilir, edemez, çünkü bunlar ister istemez birdenbire, aniden ortaya çıkar – bana gelince; benim yaptığım, caddede arabanın önüne fırlayan bir çocuğu tutup çekmek gibi içgüdüsel bir hareketten ibaretti. Ya da şöyle açıklayayım, kendisi yüzme bilmeyen bir insanın, boğulmak üzere olan birini kurtarmak için köprüden aşağıya atlaması gibi. Bu insanları, yaptıkları hareketi düşünmeye bile zaman bulamadan aşağıya atlamaya iten iradelerinin dışındaki istek, aşağıya çeken gizemli güç gibi, işte ben de aynı bu şekilde, neyin ne olduğunu doğru dürüst düşünüp tartmadan bu mutsuz insanın arkasından oyun salonundan kapıya, kapıdan terasa çıktım.
Eminim ki ne siz ne de çevresinde olup bitene duyarlı bir kimse bu endişeli meraktan kendini alabilirdi, çünkü aslında en fazla yirmi dört yaşında olan bu gencin yaşlı bir adam gibi güçlükle, bir sarhoş gibi sallana sallana, ayakta duramayacak kadar zayıf ve güçsüz bir şekilde merdivenlerden inip caddeye çıkışını görmekten daha korkunç bir manzara olamaz. Dışarıdaki bankın üzerine bedenini ağır bir çuval gibi bıraktı. Bu halini içim ürpererek izledim: Genç adam yolun sonuna gelmişti. Bir ölü ya da hiçbir kasında hayat belirtisi olmayan bir insan böyle yığılabilirdi ancak. Başı, bankın sırt kısmına, arkaya doğru yan düşmüştü, kolları cansız gibi aşağıya sarkıyordu, ışığı titrek sokak lambasının yarı karanlığında oradan geçenler onun ölmüş olduğunu sanabilirdi ve işte –neden önümde birdenbire böyle bir hayalin canlandığını açıklayamam, fakat aniden, sanki elimle dokunabilirmişim gibi somut, canlı, korkunç ve inanılmaz derecede gerçekmiş gibi– tam o saniyede onu vurulmuş, ölü olarak canlandırdım gözümün önünde ve gayriihtiyarı cebinde bir tabanca olduğuna ve ertesi gün bu ya da başka bir bankın üzerinde, cansız ve kanlar içinde bir ceset bulunacağına inandırdım kendimi. Çünkü kendini bankın üzerine bırakışı, tıpkı derine düşen ve dibi bulmadan durmayan bir taşın hareketi gibiydi: Bitkinlik ve çaresizliğin insan bedeninde bu denli ifade bulduğuna daha önce hiç tanık olmamıştım.
Bir de benim durumumu düşünün: Oraya öyle hareketsiz yığılmış adamın oturduğu bankın yirmi otuz adım gerisinde, ne yapacağımı bilmeden duruyordum: Bir yandan ona yardım etmek istiyordum, öte yandan aldığım terbiye, gördüğüm eğitim nedeniyle sokaktaki yabancı bir adamla konuşmaktan çekiniyordum. Sokaktaki lambaların soluk ışığı kapalı gökyüzünde titriyordu, gelip geçen tek tüktü ve onlar da acele acele uzaklaşıyordu, çünkü neredeyse gece yarısı olmak üzereydi ve ben kendini öldürmek üzere olan bu adamla parkta tek başınaydım. Beş defa, on defa tüm gücümü toparlayıp ona doğru yöneldim, fakat her defasında bir utanç duygusu ya da belki de düşen insanların kendilerine yardım elini uzatanları da dibe çektikleri konusundaki içgüdü beni bundan alıkoyuyordu – ve bu gidip gelmeler arasında bu anlamsız ve gülünç durumu kendim de fark ettim. Buna rağmen ne adamla konuşmaya cesaret edebiliyor ne de çekip gidebiliyordum. Umarım bana inanırsınız, oradan görünmeyen denizin binlerce küçük dalgası zamanı parçalarken, ben terasta kararsız bir şekilde bir saat kadar, bana sonsuzmuş gibi gelen bir saat boyunca ne yapacağımı bilmez bir halde gidip geldim; bir insanın fevkalade çöküşü beni öylesine sarsmış ve adeta olduğum yere çakmıştı.
Fakat yine ne tek kelime edebiliyor ne de bir şey yapabiliyordum, belki de gece boyunca orada bekleyip duracaktım ya da belki de bencilce davranıp eve gidecektim, hatta bu çaresizlik yumağını kendi haline bırakacaktım – fakat birdenbire ortaya çıkan bir güç kararsızlığımı yendi. Yağmur yağmaya başlamıştı. Zaten bütün akşam boyunca rüzgâr, denizin üzerine ağır, nemli bahar bulutları sürüklemişti, insan ciğerlerinde, yüreğinde gökyüzünün ağırlığını hissediyordu – birden bir yağmur damlası yere düştü, derken birdenbire rüzgârın kovaladığı ağır, nemli ve şiddetli bir yağmur başladı. Gayriihtiyarı küçük bir dükkân saçağının altına sığındım, şemsiyemi açtığım halde deli gibi bastıran sağanak yağmur elbiselerime sıçrıyordu, gürültüyle yere düşen yağmur damlalarının soğuk serpintisini yüzümde ve ellerimde hissediyordum.
Fakat –öyle korkunç bir manzaraydı ki, üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen, her hatırladığımda içim ürperir– neredeyse göğü yararcasına yağan şiddetli yağmura rağmen, o zavallı talihsiz adam bankta öylece oturuyor ve hiç kımıldamıyordu. Bütün oluklardan sular akıyordu, kentin bir yanından arabaların gürültüsü geliyordu, sağda solda paltolarının yakalarını kaldırmış insanlar yağmurdan korunmaya çalışıyordu; içinde yaşam belirtisi olan her şey korkuyla başını eğiyor, kaçışıyor ve korunacak bir saçak arıyordu – sadece bankın üzerindeki bu kapkara insan yığını kımıldamıyor ve hareket etmiyordu. Size daha önce de söyledim, bu adam her bir duygusunu bir hareket ve jestle anlatabilme gibi gizemli bir güce sahipti; fakat hiçbir şey, yeryüzündeki hiçbir şey bir insanın çaresizliğini, kendisinden böyle tamamen vazgeçtiğini, canlı bir ölü haline geldiğini bu hareketsizlik kadar sarsıcı bir şekilde ifade edemez. Orada öylece hiç kımıldamadan, boşanan yağmurun altında oturuyordu, ayağa kalkıp birkaç adım ötedeki saçağın altına gidemeyecek kadar, kendi bedenini, kendi canını umursamayacak kadar yorgundu. Hiçbir heykeltıraş, hiçbir şair, ne Michelangelo ne de Dante umutsuzluğun son noktasını, yeryüzünün son felaketini, kendini yağmurun şiddetine bırakmış, korunmak için tek bir hareket yapamayacak kadar yorgun ve bitkin olan bu canlı gibi insanın içine işleyecek kadar etkileyici bir şekilde tasvir edememiştir.
Kendimi tutamadım, başka türlü davranmam imkânsızdı. Şiddetli yağmura rağmen bir koşu yanına gidip her tarafından sular akan adamı sarstım. 'Gelin,' dedim. Koluna girdim. Güçlükle bakışlarını kaldırdı. İçinden bir şeyler kalkmaya çalışıyor gibiydi, fakat anlamadı. 'Gelin!' dedim tekrar, neredeyse kızgın bir ses tonuyla ve ıslak kolundan tutarak. İşte o zaman yavaş yavaş, isteksizce ve sendeleyerek kalktı. 'Ne istiyorsunuz?' diye sordu, buna verecek bir yanıtım yoktu, çünkü onu nereye götüreceğimi ben de bilmiyordum. Yalnızca bu soğuk yağmurdan kurtarmak istiyordum, onun anlamsız ve son derece umutsuz bir şekilde bankta çakılıp kendini öldürmesine izin vermeyecektim. Kolunu bırakmadım, aksine her şeye boş vermiş bu adamı, rüzgârın şiddetlendirdiği öfkeli yağmurdan bir nebze olsun koruması için önünde ince bir saçağı olan küçük dükkâna doğru çektim. Sonrasında ne yapacaktım bilmiyordum, bir şey istemiyordum da. Sadece kuru bir yere, bir saçağın altına çekmek istiyordum bu adamı; sonrasını düşünmüyordum.
Böylece ikimiz dar ve kuru yerde yan yana durmaya başladık, arkamızda küçük dükkânın indirilmiş kepengi, üstümüzde küçücük bir saçak vardı. Doyumsuz sağanak, şiddetli rüzgârın etkisiyle sürekli elbiselerimizi ve yüzümüzü ıslatıyordu. Durumumuz gittikçe katlanılmaz hale geldi. Sırılsıklam olmuş bu yabancı adamın yanında daha fazla kalamayacaktım. Öte yandan onu buraya sürükledikten sonra öylece bırakıp gidemezdim. Bir şey olmak zorundaydı: Yavaş yavaş doğru ve net düşünmeye çalıştım. En iyisi onu bir arabaya koyup evine göndermek, sonra da evime gitmek diye düşündüm: Ertesi sabah nasılsa başının çaresine bakar, dedim kendi kendime ve yanımda hareketsiz öylece duran ve gözlerini geceye dikmiş adama sordum: 'Nerede oturuyorsunuz?'
'Evim yok... bu akşam Nice'ten geldim... bana gidemeyiz.'
Son cümleyi hemen anlayamamıştım. Sonra ise beni koket kadınlardan biri sandığını anladım, geceleri yüzlercesi kasinonun etrafında dolanan ve kumarda kazanan adamlardan ya da sarhoşlardan para sızdırmaya çalışan o kadınlardan biri sanmıştı beni. Eh, başka türlü düşünmesi de imkânsızdı, çünkü şimdi size anlatırken durumumun ne kadar olağandışı, hatta ne kadar tuhaf olduğunun farkına varıyorum. Onu o banktan çekip sürüklemem kibar bir bayanın yapacağı bir şey değildi, bu nedenle hakkımda farklı düşünmesi beklenemezdi. Fakat bu ilk anda aklıma gelmemişti. Çok sonra benim hakkımda çok yanlış bir yargıya vardığını anladım. Çünkü aksi halde onun yargısını daha da güçlendirecek şu sözleri söylemezdim. Yani ona şöyle dedim: 'O zaman bir otele gideriz. Burada kalamazsınız. Hemen başımızı sokacak bir yer bulmamız lazım.'
Bunu söyler söylemez hakkımda ne kadar yanlış düşündüğünü hemen anladım, çünkü bana dönüp alaycı bir ifadeyle şöyle dedi: 'Hayır, benim odaya ihtiyacım yok. Benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. Boşuna zahmet etme, benden bir şey alamazsın. Yanlış adamı seçtin, benim hiç param yok.'
Bunları öyle korkunç, öyle bir umursamazlıkla söylemişti ki ve sırılsıklam olmuş, kendisi gibi yüreği de bitkin düşmüş bu adamın yorgun bir şekilde duvara yaslanması, orada öylece durması o kadar sarsıcıydı ki, bu küçük ve aptalca hakaret karşısında alınganlık yapmaya zaman yoktu. Onun kumarhaneden çıkışını gördüğümde ve yaklaşık bir saat boyunca ne hissettiysem onu hissediyordum yalnızca: Burada genç, canlı, nefes alan bir adamın ölümün eşiğinde durduğunu ve onu kurtarmak zorunda olduğumu düşünüyordum. Biraz daha yaklaştım.
'Parayı düşünmeyin ve benimle gelin lütfen. Burada kalamazsınız, size kalacak bir yer bulacağım. Sizin bir şey düşünmeniz gerekmiyor, haydi gelin!'
Başını çevirdi, çevremizde yağmur patır patır indirirken ve yere inen damlalar ayağımıza sıçrarken, karanlığın ortasında ilk kez yüzümü seçmeye çalıştığını fark ettim. Vücudu da yavaş yavaş uyuşukluğu üzerinden atıyordu.
'Nasıl istersen,' dedi direnmekten vazgeçerek. 'Benim için hepsi bir... Hem sonra niye olmasın? Gidelim.' Şemsiyeyi açtım, bana yanaşıp koluma girdi. Bu ani yakınlık hoşuma gitmedi, hatta beni dehşete düşürdü, yüreğimin ta derinine kadar ürperdim. Fakat ona bir şey yasaklamaya cesaret edemedim; çünkü onu uzaklaştırdığımda yine boşluğa düşecekti ve şimdiye kadar yaptığım her şey boşa gidecekti. Kasinodan henüz birkaç adım uzaklaşmıştık ki, bu adamla ne yapacağımı, onu nereye götüreceğimi bilmediğimi fark ettim. En iyisi onu bir otele götürmek, geceleyeceği ve evine dönebileceği kadar para vermek, diye geçirdim aklımdan, sonrasını düşünmedim. Kasinonun önünden hızla geçen arabalardan birini durdurdum. Arabacı nereye gitmek istediğimizi sorduğunda ne diyeceğimi bilemedim. Ve birden yanımda sırılsıklam olmuş adamla iyi bir otele alınmayacağımızı düşündüm, öte yandan gerçekten deneyimsiz biri olarak yanlış anlaşılacağımı aklıma bile getirmeden, arabacıya şöyle dedim: 'Sıradan bir otele!'
Yağmurdan sırılsıklam olmuş arabacı kayıtsız bir şekilde atlarını sürdü. Yanımdaki yabancı adam tek kelime etmiyordu, tekerlekler şakırdaya şakırdaya dönüyor, yağmur suları cama vuruyordu: Bu karanlık, ışıksız ve tabutu andıran dörtgen içinde bir cesetle berabermişim gibi geliyordu bana. Bu sessiz birlikteliğin tuhaflığını ve korkunçluğunu yumuşatmak için herhangi bir sözcük aradıysam da bulamadım. Birkaç dakika sonra araba durdu, önce ben inip arabacının parasını verdim, arkamdan neredeyse uyuklamakta olan genç adam inip arabanın kapısını kapattı. Küçük ve yabancı bir otelin kapısı önündeydik, başımızın üzerinde camlı küçük bir saçak, anlaşılmaz geceyi korkunç bir monotonlukla saran yağmurdan koruyordu.
Yabancı adam kaderine boyun eğmiş bir şekilde ister istemez duvara yaslanmıştı, üstünden başından yağmur suları damlıyordu. Boğulmak üzereyken nehirden çıkarılmış ve şuuru henüz yerine gelmemiş biri gibi orada öylece duruyordu ve yaslandığı yerde, üstünden akan sular küçük bir göl meydana getirmişti. Üzerindeki suları silkelemek, su içinde kalan şapkasını çıkarmak, alnındaki ve yüzündeki sulardan kurtulmak için en ufak bir gayret göstermiyordu. Hiçbir şeye karışmadan orada öylece duruyordu, onun bu halinin beni nasıl sarstığını size anlatamam.
Fakat şimdi bir şeyler olmak zorundaydı. Elimi çantama götürdüm. 'Burada yüz frank var,' dedim, 'bununla oda kirasını ödeyebilir ve yarın Nice'e dönebilirsiniz.' Şaşırmış bir halde bana baktı.
'Sizi kumarhanede izledim,' dedim tereddüt ettiğini görünce. 'Her şeyinizi kaybettiğinizi biliyorum ve korkarım ki bir delilik yapmak üzereydiniz. Size yardım etmemi kabul etmeniz ayıp değil... Alın şunu!'
Fakat adam hiç beklemediğim bir enerjiyle elimi geri itti. 'Sen iyi bir insansın,' dedi, 'fakat paranı boşa harcama. Bana artık yardım edilemez. Bu gece uyumuşum ya da uyumamışım, hiç önemi yok. Yarın zaten her şey bitmiş olacak. Bana yardım edilemez.'
'Hayır, bunu almalısınız,' diyerek ısrar ettim, 'yarın her şeyi daha farklı düşüneceksiniz. Gündüz her şey daha farklı görünür insana.'
Ancak ona parayı tekrar uzattığımda neredeyse sert bir hareketle elimi itti. 'Bırak,' dedi boğuk bir sesle, 'hiçbir anlamı yok. İçerde insanların yatağını kanla kirletmektense kendimi dışarıda gebertirim daha iyi. Yüz frankla bana yardım edilemez, bin frankla da edilemez. Elimdeki son birkaç frank da olsa yarın kumarhaneye gider, hepsini kaybedinceye kadar da vazgeçmem. Niçin yeniden başlayayım ki, usandım artık.'
Bu boğuk sesin yüreğimin ta derinine nasıl indiğini bilemezsiniz: Ama düşünün bir kere: İki adım ötenizde genç, aydınlık, canlı, nefes alan bir insan var ve tüm gücünüzle bir şeyler yapmadığınız takdirde bu düşünen, konuşan, nefes alan genç iki saat içinde bir ceset olacak. Derken bu anlamsız direnci kıracak öfke ve kızgınlıkla kolunu tuttum. 'Yeter bu saçmalık. Şimdi yukarıya çıkıp bir oda tutacaksınız, ben de yarın sabah erkenden gelip sizi trene bindireceğim. Buradan ayrılmak zorundasınız, hemen yarın evinize dönmek zorundasınız, biletinizi kesip trene bindiğinizi görmeden buradan ayrılmayacağım. Genç bir insan yalnızca birkaç yüz ya da birkaç bin frank kaybettiği için hayatından vazgeçmez. Bu korkaklık, öfke ve kızgınlık nöbetidir. Yarın siz de bana hak vereceksiniz!'
'Yarın!' diye tekrarladı garip ve alaycı bir tonla. 'Yarın! Yarın nerede olacağımı bir bilsen. Ben kendim bilsem, biraz da merak ediyorum doğrusu. Hayır, evine git çocuğum, boşuna çabalama ve paranı sokağa atma.'
Fakat vazgeçmedim. Bir tutku, bir çılgınlık gibiydi benimkisi. Zorla elini tutup banknotu avucuna sıkıştırdım. 'Parayı alıyorsunuz ve hemen yukarı çıkıyorsunuz,' dedim ve kararlılıkla kapının ziline bastım. 'İşte zile bastım, şimdi otel görevlisi gelecek, siz yukarı çıkıp hemen yatacaksınız. Yarın saat dokuzda kapıda sizi bekleyeceğim ve sizi trene götüreceğim. Siz hiçbir şeyi düşünmeyin, eve gidebilmeniz için gerekli her şeyi ben halledeceğim. Fakat şimdi gidip yatın, uykunuzu iyice alın ve başka hiçbir şey düşünmeyin!'
Tam o sırada kapı içerden anahtarla açıldı ve bir görevli çıktı.
'Gel!' dedi birden genç adam sert ve kızgın bir tonla, bileğimde çelik gibi parmaklarını hissettim. Korktum... öyle korktum, öyle kalakaldım, şimşek çarpmışçasına tüm duyumlarımı kaybetmiş gibi oldum... karşı koymak, bileğimi kurtarmak istedim... fakat iradem felce uğramış gibiydi... ve ben... Anlayacağınız üzere... ben... orada bekleyen ve sabırsızca duran otel görevlisinin önünde yabancı bir adamla güreşmekten utandım. Ve böylece... birden kendimi otelin içinde buldum; konuşmak, bir şeyler söylemek istiyordum fakat boğazım tıkanmıştı adeta... kolumun üzerinde onun ağır ve emreden eli vardı... elinin beni nasıl merdivenlerden yukarıya doğru çektiğini doğru dürüst hatırlamıyorum... bir anahtar sesi duydum... Ve birden bu yabancı adamla adını bugün bile bilmediğim otelin birindeki yabancı bir odada yapayalnız kaldım."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top