12| Arkana Bakma.

15.11.2020

Güneşin o turuncu tonları boyuyorken gökyüzünü yürümekteydim bir sürü insanın arasında. Bana doğru bir savaş açmışçasına esip hafif titrememe neden olan soğuk rüzgâr bir dükkanın önündeki ufak, rengarenk rüzgâr güllerini harekete geçirmiş; gözüm o pastel tonlarından oluşan renklere ilişivermişti.

Ben, insanların arasından onlara değmemek adına büyük bir çaba harcayıp yavaş adımlarımı başımı kaldırıp gökyüzüne bakmam ve kara bulutların yavaş yavaş toplanıp, bir felakete tanıklık edeceğinin henüz daha farkında olmamam ile daha da yavaşlattırmıştım.

Rüzgâr şimdi bana çok eskiden kalma bir efsaneyi kulaklarıma doğru fısıldayıp, heceliyorken unutmamam adına kendimi soyutlamış olduğum insan kalabalığında gezindi gözlerim, inceledi.
Asık suratları, ciddi ifadeleri, sahteliğin bulaşıp izinin silinemediği pek mutlu (!) suratları, daima yüzlerinden kaybolmayan o çatık kaşları, yalnızlığını yutup boğazının ötesinden geçiremeyenleri inceledi.

Garip diye düşünmüştüm, garipti doğrusu.
Buradan günde tonlarca insan geçip gitmekte, kendi hikâyelerindeki rolleri yerine getirip ardından çekip gitmekteydiler.
Kimse ne bu hikâyeyi sorgulamakta ne de bir başını çevirip bakmaktaydılar arkalarına.
Sanki bir tek onlar varmışçasına yaşıyor, bu yazısız kuralı uygulamak için ellerinden geleni yapıyorlardı sanki.

Yüzlerine yapışıp kalmış maskelerinin arkalarındaki gerçek yüzleri görmekten mahrum bırakılmış bir toplum yapısı hüküm sürmekteydi yeryüzüne.
Gerçi bunu isteyen var mı doğru bir soru olsa gerekti.
Aslında kimsenin hoşnut olmadığı bu düzen karşısında pek hoşnut gibi gözükmek de bu oyunun parçası, oyuncuları ise yeteneklerini sergilemek adına yarıştalardı.
Karmaşanın içine sızıp, damarlarında dolaştığı bir düzenin ta kendisi idi.

Ben bu maskeli yüzler arasında kendimi kaybetmişken adımlarımın beni ulaştırmasına izin vermiştim bir yere, belki de eve.
Adımlarım evini aramaya koyulmuşken ani bir irkilme yaşayıp kalakalmışlardı sonrasında.

Rüzgâr bir sesi ulaştırdı kulaklarıma.
Bir uğultuyu kulaklarıma hızla ulaştırmak adına yıkıp geçti her yeri.
Uğultunun sahip olduğu o kara tonda renkleri bulaştırdı rüzgâr güllerine, o pastel tonlarına.
Rüzgârın dokunuşu bedenime, etrafımı sarışı ve kıstırışı beni buracıkta olmamıştı hiç bu kadar öfkeli.

Bir uyarı fısıldanıldı işitmekten aciz kulaklarıma.
Bir geç kalmışlık ve pişmanlığın getirisi göz bebeklerimin büyümesine eşlik etti.
O titreyen, korkuyla dolup taşan güçsüz bacaklarımı bir telaş ele geçirdi.

Arkamı hızla dönüp koşmaya başladığımda insanların arasından sıyrılıp geçerken kendimi soyutlamış olduğum bu topluluk şimdi bana karşı birer engel olmuş, gözlerimde bürünmüş oldukları maskeli kostümleri bana bir korku filmini anımsatıyordu.

Bu zihnimde yankılanan soğuk kahkahaları onları simsiyah gölgelere boyuyor, ben ise bir sürüyü anımsatan bu kalabalığa ters bir yönde koşuyorken adımlarım bir sola, bir sağa yöneliyor; bu gölgelerin siyahına bulaşmamak adına büyük bir çaba sarf ediyordum.

Ardından ise büyük çabalarla bu kalabalığın arasından koşar adımlarla geçmeye devam edip adımlarımın tekrardan durmasına sebep olan bir kabustu, belki de daha da kötüsü.

Bir gölge geçip gitti bedenimin içinden.
Sanki ruhum ile bedenim arasındaki o ince çizgide dolaşıyormuş gibi, kapının anahtarını bulmuş da yavaşça açıyormuş gibi o yabancı, ruhumu çalmak ister gibi benden sanki;
geldi ve gitti.

Hareket edemedi bedenim.
İçinden gelip geçen o gölgeleri içine sığdıramadı besbelli.
Gölgelerin arasından sıyrılmış bir hayalet olarak anılacaktı sonradan ismi lakin şimdi değildi vakti.
O zamanın gelmesine daha çok vardı.

Döndüm etrafımda.
İçimden geçip gitmeye devam eden o gölgelerin arasında tekrardan gezindi gözlerim.
Maskelerin bu denli çoğalışı korkuttu beni.
Bu maskeler ise iğrençliğe evrildi.

Zamanın ise bu anlarda sanki bilerek yapıyormuş gibi daha da yavaş akması benim beynimden vurulmama denkti.
Döndüm durdum etrafımda.
İçimden geçmekteyken sürüyle gölge, maskelerine sığınmış isimsizler; aradım.

Bir çıkış yolu aradım sonu evimle sonlanan.
Bir işaret aradım sonu umut ile yankılanan.
Bir ben aradım sonu sensizlikle sonlanan şimdi güneşin batışına yakın.

İçimden geçmekte olan gölgelere karşın daha da hızlandım ve koştum.
Şimdiyse benim için bir engelden çok birer hayaleti anımsatıyorlardı.

Gözlerim aramaya devam ederken her yerde o işareti nefesim yüreğimdeki o hız kesilmez telaşa yetişemiyordu yine.
Soluklanma ihtiyacı duyup dururken, soluğumu o sokakların köşelerine bir işaret timsali bırakıverdim.

Soluğum çalındı.
Kimilerin kulaklarına çalındı bu soluk, kimilerin ise o geri alamadıklarına.

Pes etmeden süreyen arayışlarımın ise minicik bir kız çocuğu ile sonlanacağını kim bilebilirdi?
Başındaki o bulutların renginden yapılma papatya tacıyla bir kaldırımın üstünde oturmuş kendi gibi minicik olan ayaklarını salladığını görmüştüm.

Bu ise peşinden tatlı bir tebessümü getirmişti yüzüme.
Saflığın ve masumluğun onun kalbine kondurmuş olduğu sevgiden bir parça, onun gözlerindeki yansımaya denkti.

Soluk alışverişimi bir düzene oturtmaya çalışırken biraz uzakta, ayakta öylecene izledim bu minik kız çocuğunu.
O hiç yok olmayan heyecanını, onun minikliğinin yanında kat ve kat minik olan karıncalara olan merhametini, kaldırım taşlarında bir umut tanesi olarak açan çiçekler ile konuşuşuna tanıklık ettim.

Bir insanın çocuk oluşuna tanık ettim sonradan o çocuk ruhun gökyüzündeki bulutların arasına karışacağını unutarak.

Onu izlediğim bu süre zarfında ise yüreğime sığdıramadığım hüznü bulutlar sırtlanmış olmalıydı.
Yoksa neden yağmur damlacıkları yeryüzü ile buluşmaya başlasındı?

Etrafımdaki gölgelerin sayısının artmaya başlaması ve bu denli maskenin çoğalması ile dikkatimi bu kız çocuğuna vermiş ardından da hızla hareket edip onun yanına gitmiştim.

"Merhaba güzel çiçek, ne yapıyorsun burada bakalım sen?" diye sordum onun boyuna gelmek adına eğilip.

Ardından o yüreğimde hissettiğim hüznün onun gözlerine bir perde olarak inişini görmem ile "Kayboldum. Annemin gelmesini bekliyorum." diye bir cevap aldım.

"Öyle mi? Anneni bulmana yardım etmemi ister misin peki?" diye sordum sonrasında.

Çekingen oluşuna ve gözlerini kaçırıp durmasına rağmen sorularımı cevapsız bırakmamıştı bu ufaklık.
"Olmaz." dedi. "Annem kaybolduğum zaman durup beklememi ve beni bulacağını söyledi. Hem sen yabancısın, annem yabancılar ile konuşma diyor."

Güldüm ve bu gülüşüm onu meraklandırmış olmalı ki bana baktı o meraklı gözleriyle.
"Öyleyse neden hâlâ benimle konuşuyorsun güzel çiçek?"

Gözlerini tekrardan kaçırdı ve ayaklarını salladı gerginlikle.
"Bilmem ki." dedi.

"Senin elinde şeker yok, kaçırmazsın değil mi beni?" diye devam etti.

Gülümsemem ise büyümüş, onun başını okşamıştım yavaşça.
"Üzgünüm güzel çiçek. Seni göreceğimi bilseydim burada bir sürü şeker getirirdim."

"Üstelik, hayır. Seni kaçırmam."

Bana baktı ve gülümsememe o da gülümseyerek karşılık verdi o tatlı hâliyle.

Sonrasında etrafıma tekrardan hızlıca bir göz gezdirdim ve bu minik kız çocuğuna bakıp elimi uzattım.
"Haydi, anneni bulmaya gidelim."

Her ne kadar tereddüt dolu bakışlarından biraz korktuğu belli olsa bile cesaretini toplamış gibiydi.
Minik eliyle elimi tutup ayaklandı.

Ardından onu bu kalabalığın arasından çıkartmak adına farklı yolları seçmiş, etrafımı ise dikkatle izlemeye devam etmiştim.
Bu yolculuğumuz sırasında ise minik kız sürekli konuşuyor, bana sorular sormaya devam ediyordu.

Bir soru sordu.
Bir soru.
ama bir sorudan fazlasıydı.

"Sen de mi kayboldun peki?"

Gülümsedim.
Sanki o hüzün hiç çıkmayacakmış gibi yüreğimden, hapsolmuş gibi oraya gülümsedim.

"Evet."

"Kayboldum güzel çiçek."

Ardından sorusunu yineledi.

"Annen seni almaya gelmeyecek mi?"

"Kim bilir?" dedim.
"Belki bir gün."

Yağmurun hızlanıyor oluşu ve takip ediliyor hissiyatının verdiği endişeyle etrafımı kolaçan ettim yeniden.

"Peşimizdeler." dedim sessizce.
"Onun peşindeler."

Bu süren sohbetimiz yeni sorulara kapı açıyorken endişemi ona hissettirmemek adına çabaladım.
O ise yeniden sordu bana:
"Sonbaharı sever misin?"

"Severim güzel çiçek. Kim sevmez ki?"
diye cevapladım sorusunu.

O ise benim elimi tutmaya devam ederken bir yandan oluşan küçük su gölcüklerine heyecanla zıplıyor, kendi kendine gülüyordu.
Saçları ve kıyafetleri ıslanmış olsa dahi umurunda değil gibiydi.
Aksine bu hoşuna gidiyordu.

"Güzel çiçek. Hızlanmamız gerekiyor.
Hem anneni daha hızlı buluruz.
Kucağıma gelmek ister misin?"
diyerek soruyu ona yönelttim.

O ise gülümsemiş ve başını iki yana sallamıştı hayır dercesine.

Biz ise adımlarımızı hızlandırmış, sonrasında koşmaya başlamıştık.
Gölgelerin bize yaklaşmış olduğunu hissediyordum, yağmur ise hızını daha da arttırıyordu.

Sonrasında ise her şey çok hızlı gerçekleşti.
Tahta köprüye ulaştığımızda ikimiz de adımlarımızı durdurmuş, nefes nefese kalmıştık.

"İyi misin?" diye sormam üzerine çok yorulduğundan ve her yerinin ıslanmış olmasından dolayı olsa gerek "Çok yoruldum." diyerek cevap vermişti.

"Üzgünüm güzelim." diyerek cevap vermiş "lakin acele etmemiz gerekiyor." diye eklemiştim.

"Neden?" diye sormuştu sonrasında bana yeniden o meraklı gözleriyle.

İç çekmiştim. Bu sorunun cevabını veremezdim. Nasıl verebilirdim ki?
Tekrardan onun boyuna gelmek adına yere çömelmiş, minik ellerini tutmuştum.
Her ne kadar hava soğuk olsa dahi sıcaklığını koruyan bu ellerin, buz ellerime değişi yüreğimi ısıtmıştı.

"Anneni bulacağız dedim ya, ondan güzel çiçek. Hemen bulalım değil mi?"

Sonra bana "Ya bulamazsak annemi? Ya evime gidemezsem?" diye sordu masumca.

"Bulacağız." dedim.

"Söz mü?"

"Söz."

Gülümsedi, gülümsedim.
Sonra etrafıma gizlice bakındım yeniden.
Bir karanlık çöktü kalbime.
O endişe, korku ve dahası yüreğimi sardı.

Bu minik elleri bırakacak olma korkusu yerle bir etti beni.

Ardından biraz uzakta görmüş olduğum bu tarafa doğru hızla gelen gölgeler ile anladım.
Onun güzelliğinin, masumluğunun, saflığının bu dünyaya nasıl ait olmadığını anladım.

Tekrardan onun gözlerine kilitledim ardından gözlerimi.
"Güzel çiçek, oyun oynamayı seversin değil mi?"

Gözleri parıldadı ve hızlıca başını onaylarcasına salladı.

Gülümsedim.
"Şimdi seninle bir oyun oynayacağız olur mu?"

Tekrardan başını salladı ve meraklı bakışlarını bana yöneltti.

"Güzel. Şimdi..."
Köprüyü işaret parmağım ile gösterdim ve devam ettim: "Bu köprüyü görüyorsun değil mi? Şimdi karşıya geçmen gerekecek hızlıca. Eğer hıphızlı bir şekilde geçersen anneni bulabileceğiz lakin bir şartım var."

"Öyle mi? Ne?" diye sordu bana.

Sakinlikle onunla konuşmaya devam ettim.

"Asla arkana ve aşağı bakmamalısın. Tamam mı? Eğer bakarsan olmaz. Oyunun kuralı bu."

"ama... ya bakarsam ne olacak?" diye sordu bana emin olamayarak.

"Yoksa anneni bulamayız da ondan."

Tereddüt etse ve oldukça korkmuş gözükse dahi bu tahta köprüye bakıp, başıyla onayladı dediklerimi.

Başımı arkama çevirmem ile ve gölgelerin bize yetişmiş oldularını görmem ile bu minik, tatlı kızı elinden tuttuğum gibi köprüye yöneltmiştim.

"Ben koş dediğim anda arkana bakmadan hızla koşacak ve öteki tarafa varacaksın tamam mı güzel çiçeğim?"

Ardından işaret parmağım ile bu sefer karşı tarafı gösterdim.

"Annen seni orada bekliyor."

Bunu demem üzerine mutluluk parıltıları gözlerini süsleyiverdi ve heyecanlı sesini duyurdu:
"Cidden mi? Beni bekliyor mu orada sahi?"

Başımla onayladım.
"Evet güzelim, seni orada bekliyor."

"Sen de geliyorsun değil mi benimle?"
diye sordu ardından.
"Belki annem seni evine götürür." diye devam etti.

Eğer yüreğimizde hissettiğimiz duyguların ağırlığı ölçülebilseydi,
bu dünyanın altında ezildiğimi söylerdim şimdi.
Yüreğimizde neler taşıyabildiğimizi görenler ise delirirdi belki.

Onun o minik, yuvarlak suratını avuçlarımın arasına aldım ve konuştum: "Hayır güzel çiçeğim, benim evim çok uzaklarda."

"Çok mu?" diye sordu.
"Çok" dedim.

Ardından onun o sıcacık ellerinden birini tutup kalbimin üzerine götürdüm.
"Ben evimi burada taşıyorum."

Bir süre kalbimi dinliyormuş gibi sessizleştiğinde kaşları havalandı.
"Hani evin çok uzaklardaydı?" dedi.

"Öyle." dedim.
"Çok uzaklarda."

Şimdiyse zamanıydı;
gitmenin ve kalmanın,
izlemenin ve özlemenin,
parçalanıp gitmenin.

"Haydi güzel çiçeğim.
Şimdi, koş!"

Onun o sımsıcak, minicik elini bırakışım ve yüreğimin bir buzul dağına dönüşmesi sadece saniyeler almıştı.

Şaşılasıydı.
Sadece saniyeler.
Saniyeler hayattan neleri alıp götürürdü?

Şimdi ise koşarken saçları havalanan, o minik ayakları ile hızlıca karşı tarafa geçmek için adımlarını daha da hızlandıran minik kız çocuğunu öylecene kalakalmış bir şekilde izledim.

Gülümsedim. Buruk bir gülümseme yüzüme yerleşti bir daha hiç gitmemek üzere.

Sonrasında arkamı dönüp o maskeli yüzlerin her birini inceledim teker teker.

İçlerinden birisi konuştu:
"Neden gitmesine izin verdin?"

Bu maskelerin iğrençliğine yüz çevirmemin ardından köprüye birkaç adım daha yaklaştım.

Minik kız çocuğunun bu upuzun, eski ve tahta köprünün üzerinde aşağıya ve arkasına bakmaması adına verdiği çabalar ile yaşadığı o korkunç duyguları sezdim.

"Çünkü o buraya ait değil, hiç de olmadı."

Ardından minik kız çocuğunun karşı tarafa varmasına yakın bir titreyiş ele geçirdi kalbimi.
Gözyaşlarım ise yüreğimdeki kurumaya yüz tutmuş çiçekleri suladı sanki.

Her şeyin kırılma noktası ise tam burasıydı.
Adımlarımın durduğu o nokta.
Gerçeklik ve hayal alemi.

Bu eski, tahta köprünün bağlanmış olduğu iplerini bir çırpıda çözüşüm ve hızlı adımlarım ile köprü üzerinde koşmaya başlayışım bir oldu.

Arkamdan iplerin çözülmesiyle bir yıkılışı devam ettiren tahta parçaları üzerine ben de sadece önüme bakmış ve minik kız çocuğunun karşı tarafa varıp arkasını dönmek üzere oluşuyla son kez sesimi duyurabilmiştim.

"Arkana bakma Sophie! Asla!"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top