2
13 Kasım
Saat ona doğru uyandım. Mavra Ana henüz gelmemiş. Akşama kadar geleceğini sanmıyorum... Fidel, işin farkına vardığımı anlamıştır... Mektupları ele geçirmenin başka bir yolunu bulmadan onları okumalıyım. Kuşağımın arasını yokladım. Mektuplar sağlamda... Sevincime ve heyecanıma diyecek yok.
Artık sıra mektuplan okumaya geldi. Toman çıkardım. Birinci mektuptan başladım. Yazı gayet düzgün ve okunaklı; ama yine de üzerinde köpeksi bir koku var... Meci'den geliyor.
Okuyalım:
"Sevgili Fidel,
Kızma ama senin şu basit ismine bir türlü alışamadım. Kim vermiş sana o köylü adını? Seninkiler daha soylu bir isim bulamadı mı? Neyse, bu mektup işini iyi düşündük değil mi?"
Şu cümlelerin düzgünlüğüne bak! Sanki köpek değil, Edebiyat öğretmeni... "Üniversite mezunuyum" diye övünen şube müdürümüz bile böylesini beceremez. Küçük ama okunaklı bir yazı. Noktalama ve imlâ hatası yok. Okumaya devam edelim:
"Duygu ve düşüncelerini başkalarıyla paylaşmayanlar, zevksiz kişilerdir..."
Bak hele! Almanca bir eserden aşırmış olmalı bu vecizeyi... Eserin adı şimdi aklıma gelmiyor.
"Đnsanlar, köpeklerin gerçek kabiliyetlerinin farkına var-salardı hayat ne sıkıcı olurdu... Onlar varsın ev köpeklerini efendilerini eğlendiren birer şaklaban sansınlar... Böylesi daha iyi; hayatımız bolluk ve refah içinde geçiyor. Küçük hanım benim için deli oluyor. Babası da sık sık okşar beni. Sütümü ve çayımı bol krema ile içiyorum, iyi ki kapı köpeği olarak doğmamışım... Şu bizim mankafa "Polkan"ı, koca kemikleri kemirirken görünce acıyorum. O kokmuş, pis kemiklerden ne zevk alır bilmem... Kuş ya da av etinden başkasını yiyemem. Ziyafetlerde, bazı görgüsüz misafirlerin beni çağırıp ellerinde mıncıklayarak topak ettikleri ekmeği uzatmaları yok mu; nefret ediyorum. Fakat "sevimsiz bir köpeğiniz var" demesinler diye zıplayıp ekmeği havada yakalıyorum. Salaklar da zevkten bayılıyorlar..."
Tüh sana münasebetsiz köpek! Ne saçma sapan şeylerden bahsediyor? Öbür sayfaya bakayım; belki işe yarar bir-şeyler bulurum:
"... Bana, evde olan herşeyi anlatmanı istiyorum" dedin ya; işte ben de anlatıyorum..."
Tamam! Fidel'in Meci'yi kullandığı kesin!.. Bunu ta baştan anlamıştım zaten:
"... Küçük hanım bana değer verdiği için, 'bab' da beni seviyor. 'Sofî'nin cici köpeği'diye okşuyor..." Alçak hoşhoş! Nihayet sevgilimden bahsetmeye başladı...
"... Baba, çok tuhaf bir insafı... Sanki konuşmaktan ziyade susmayı seviyormuş gibi hep susuyor. Yemek ve çay saatleri dışında odasından çıkmaz. Hep okur ve yazar..."
Sana babanı soran mı var, ukalâ köpek? Sofi'den bahset-sene!..
"... Bir hafta önce, nedense birdenbire çenesi açıldı. Hep kendi kendine konuştu durdu: "Verecekler mi, vermeyecekler mi?" Kim verecek, ne verecek; belli değil... Bir seferinde bana bile sordu: "Ne dersin Meçi, verecekler mi?" Doğrusu ne demek istediğini anlayamadım. Onu memnun etmek için, ne de olsa evin reisi, "evet" anlamında başımı salladım ve yılışarak "hav! hav!" dedim. Nasıl sevindi, görmeliydin...
Bir gün, yani bir hafta sonra, bizim baba..."
Koca bir general, hem de umum müdür, nereden senin baban oluyormuş pis köpek?
"... Çok sevinmiş olarak eve geldi. Hizmetçileri, aşçıları ic-timaya dizdi:
— Bu akşam çok kıymetli misafirlerim var, elinizden gelen en iyi hizmeti göstermenizi istiyorum! diye söze başladı ve bir sürü görgü kurallarından ve resmî formalitelerden bahsetti..."
Tamam! îşte en önemli konuya geldik. Dedim ya , bu köpeklerin siyasetle uğraştıkları kesin... Bakalım bizim "Köstebek Meçi" sevgilisine ne haberler uçurmuş:
"... Akşama kadar bir sürü üniformalı, apoletli, kılıçlı adam eve geldi. Hepsi de, bilmediğim bir başarısından dolayı babayı kutluyorlardı. Sofrada babamız sevincinden kabına sığmıyordu.
Etrafındakilere fıkralar anlatıyor, şakalar yapıyor, herkesi güldürüyordu. Misafirler gittikten sonra beni kucağına aldı. Boynunda asılı duran haçlı bir madalyayı göstererek:
— Bu nedir, biliyor musun Meçi? diye sordu.
Burnumu, madalyayı taşıyan geniş kurdelaya değdirdi; özel bir kokusu yoktu..."
Hımm... Bak sen keretaya! Bu fino oldukça zeki... "Ba-ba'da mevki hırsı var" demek istiyor.
"... Şimdilik veda etmek zorundayım şekerim... Küçük hanım Sofi beni çağırıyor..."
Allah belânı versin, alçak köpek! Tam mektup biterken Sofi'den bahsediyor...
ikinci mektuba da bir göz atalım: "Sevgili Fidel,
Bugün Pazar olduğu için herkes uykuda... Sabah erkenden kalktım ki, kimse görmeden sana mektup yazabileyim. Dün Sofi çok telâşlıydı. Giyinirken huysuzlandı durdu..." Hele şükür, nasılsa Sofi'den bahsetmeyi aklına getirebildi; çenesi düşük hoşhoş!
"... Küçük hanımım baloları çok sever; telâşı da bu yüzdendi, insanlar neden giyinir bir türlü anlamıyorum... Bizim gibi elbisesiz gezseler ne var; daha zahmetsiz, daha rahat... Balolardan da birşey anlamıyorum. Bir sürü kalabalık, bir sürü gürültü. Sofi çoğu zaman bu balolardan sabahın beşinde döner. Başının ağrıdığından, yorulduğundan yakınır. Salak kız! Madem yoruluyorsun, baş ağrısı yapıyor; sen de gitme..."
hop, hop! Salak senin anandır! Terbiyesiz hayvan!
"... Bitkin, süzgün halinden balonun iyi geçmediğini anlarım. Ben şahsen genç bir kız olsaydım, böyle balolara gitmezdim. Bir tavuk budu biraz salça, yanında da pilav olunca... Hayat bu işte! Havuç, şalgam, enginar... Nefret ederim."
Ne yapıyor bu sersem hoşhoş? Saçmalamaya başladı! Eh,
ne de olsa, köpek... Biodakika! Meçi gibi zekî bir yaratık böyle birdenbire saçma cümleler yazmaz...
Şifre! Evet, bu cümleler şifreli... Hımm... Ne ise, geçelim...
Hele şu mektuba bir göz atalım. Uzunca bir şey. Tarih de yok...
"Bahar yaklaşıyor. Kanım kaynıyor. Kalbim, birşeyler bekliyormuşum gibi, hızlı hızlı atıyor. Pencereye gidip dışarıyı gözlüyorum. Belki yoldan geçersin de seni görürüm diye... Ne yalan söyleyeyim, burada bana kur yapan çok köpek var... Hiç birine yüz vermiyorum. Bilsen, bazıları ne ucube şeyler. Bakıyorsun bir sokak köpeği; pisliği üzerinden akıyor. Fakat o bunun farkında değil. Kasıla kasıla yürüyor. Ben de gör-mezceden gelip başka tarafa bakıyorum. Bir de çirkin bir buldog var sokağımızda. Öyle hantal ve iri bir şey ki; arka ayaklan üzerine dikilse boyu bizim babaya yetişir. Hoş, o bunu beceremeyecek kadar aptaldır... Dili dışarıda, kulakları aşağı sarkmış, patlak gözlerini pencereme dikmiş öyle bekler... Sabaha kadar beklese bile yine havasını alır. Hepsine karşı ilgisiz kaldığımı söylemem... Meselâ komşumuzun şirin bir köpeği var; adı Tnezor. Ne asil bir isim değil mi? Yüzü de o kadar güzel ki..."
Tüh, palavracı kaltak! Böyle ıvır zıvır şeylerle mekutubu dolduracak ne var? Bana ne peşinde dolaşan köpeklerden! Bana insandan bahset. Manevî gıda verecek, ruhumu besleyecek insanca şeylerden bahsetsene! Bu sayfayı geçiyorum. Öbür sayfaya bakıyorum. Sofi ismini okuduğum yerde duruyorum:
"... Sofi masanın önünde nakışişliyordu; ben de pencereden dışarı bakıyordum.Birden uşak içeri girdi:
— Bay Teplov geldiler efendim! dedi. Sofi'nin sevincini görmeliydin Fidel...
— Đçeri al! Beyefendiyi beklediğimi söyle! dedi heyecanlı bir sesle: Beni kucakladı ve alnımdan öptü. Beni öptü, düşünebiliyor musun?Kulağıma eğildi:
— Gelenin kim olduğunu biliyor musun Meçi? diye sordu ve ekledi: Bay Kamer Yunker Teplov... Esmer, kara gözlü, erkek güzeli bir prens..."
Allah canını alsın emi! iftiracı köpek! Sofi, yani benim sevgilim... O melek ruh kız, bir başka erkeğe gönül verecek öyle mi?
Dur bakalım, daha ne iftiralar yumurtlayacak: "... Sonra beni yere koydu; üstüne başına çeki düzen verdi. Aynanın karşısına geçip saçını düzeltti. Az sonra içeriye siyah saçlı, uzun favorili, genç bir saray muhafızı girdi. Adet yerini bulsun diye ona hafifçe hırladım. "Aman Allahım! Erkek güzeli bu mu?" dedim içimden... Aplak suratlı, yassı burunlu, patlak gözlü, çirkin mi çirkin bir subay. Sofi bu adamın nesini beğeniyor anlamıyorum? Benim Trezor bundan daha yakışıklı..."
Olamaz! Bir general kızı, bir prenses böyle çirkin bir adamı sevemez! Bu işte bir terslik var... Hınzır hoşhoş, yine şifreli yazıyor galiba...
"... Ben birşeyin farkında değilmişim gibi davranarak pencereden dışarısını seyrediyordum; fakat kulağım onlardaydı. Ah ne saçma, ne incir çekirdeğini roldurmayan sözler ediyorlardı! Boçarov adında biri dans ederken gömleğinin kalkık yakası ile leyleğe benziyormuş... Dans ettiği kadın da figürleri kanştınyormuş. Bayan Lidine, gözleri yeşil olduğu halde, mavi olduğunu iddia ediyormuş. Bir sürü, bahsetmeye değmez saçmalıklar... Kendi kendime diyorum ki, bu Teplov mu, Tepe-lov mu her ne karın ağrgı ise Sofi'nin ilgisini çektiğine göre; babasının odasında çalışan salak memur bile çekebilir..." Kim bu memur? Acaba kimden söz ediyor? "... Ah şekerim... Generalin oda memurunu görsen, öyle komik adam ki... Soyadı da kendisi gibi tuhaf. Babanın kalemlerini yontmaktan zevk alıyor salak... Đmlâsı düzgün olmadığı için, ekselansları onu çoğu zaman ayak işlerinde kullanıyor. Odacı gibi bir şey anlayacağın. Zaten eski palto-suyla, pençesi delik ayakkabısıyla, taranmamış fırça gibi saçlarıyla onu gören odacı sanır..."
îtin dölüne bak hele! Eh, ben de senin ipliğini pazara çıkarmazsam; bana da!..
"... Sofi bu adamı görünce gülmeden edemiyor. O fakir de, kızın kendisine kur yaptığını sanıyor.
Sevincinden ağzı kulaklarına varıyor. Sofi'yi görebilmek için gizlice gelip evin çevresinde dolanıyor.
Yağmur altında saatlerce bekliyor. Sokak köpekleri gbi şırıl sıklam oluyor..."
Köpek senin babandır, itoğlu it! Bu da şube müdürü gibi beni çekemiyor!.. Zaten her şey şube müdürünün başının altından çıkıyor. Meçi ile işbirliği yaptığına kalıbımı basarım. Evet, o da casus köpeklerşebekesine çalıyıyor... Bir mektup daha var. Belki bütün sırrı bu mektup çözecek: "Şekerim Fidel,
Uzun zamandır seninle mektuplaşamıyoruz. Evimizde bir koşturmacadır gidiyor..."
Nereden senin evin oluyormuş kancık köpek? Altı tarafı yemek artıkları ile beslenen adi bir ev köpeğisin!..
"... Kemer Yunker artık her gün eve geliyor. General de bu ziyaretlere göz yumuyor. Hizmetçinin söylediğine bakılırsa, yakında evimizde düğün var..."
Şeytanın dölü, mendebur köpek! Artık gerisini okuyamayacağım. General ha! Saray muhafızı ha! Dünya nimetleri hep onlar için!.. Bizim gibi fakir takımından biri elini bir nimete uzattı mı, daha eli değmeden bir Kamer Yunker veya ciğeri beş para etmez soylu bir moruk kapıverir... Allah hepsinin belâsını versin! Benim paradan ve rütbeden başka neyim eksik, ha!
Benim iki gözüm var da generalin dört gözü mü var? Ah, şu anda general olmayı ne çok isterdim! Sofi ile evlenmek için değil; sırf şube müdürünün önümde nasıl eğildiğini, ufak memurların karşımda nasıl elpençe divan durduğunu görmek için... O zaman Kamer Yunker gibileri, ben yanlarından geçerken, esas duruş vaziyeti almak zorunda kalırdı. Ben de suratına tükürür geçerdim itin! Hepsi yerin dibine batkıs! Mendebur köpeğin mektupları canımı sıkmaya başladı, işte, hepsini de yırtıp çöp kutusuna atıyorum!
3Aralık
Hayır olmaz! Bu evlilik âdil değil! Sofi gibi bir melek, Kamer Yunker gibi bir şeytanın koynuna giremez!
Yalan bu! Şube müdürünün uydurduğu, köstebek Meci'nin de Fidel'e uçurduğu bir balon bu!.. Hem şu Kamer Yunker de kim oluyormuş? Çar hazretlerinin kapı kulu, kılıçlı bir köpek!.. Saray muhafızı oldu diye, kral olmadı ya! Benden üstün neyi var merak ediyorum? Düşündükçe aklım karışıyor... Hem neden ben yedinci dereceden bir memurum? Belki daha yüksek bir adamım da bundan haberim yok... Bir kont, bir general veya bir kralım da... Kendi kendimi tanımıyorum... Tarihte buna benzer örnekler çok... Belki gerçek adım Aksenti îvanoviç değil de daha soylu bir isimdir... Gerçek makamım ve gerçek ismim ortaya çıksa; sırtımda general üniforması, omuzum-da pml pırıl sırmalı apoletler, göğsümde çapraz kılıç madalyası ile bizim yosmaya görünsem ne yapar acaba? Babası olacak umum müdürümüz ne hallere girer, kim bilir? Ah, ne makam düşkünü, ne hırslı adamdır o! Mason... Evet, yüzde yüz mason bizim general!.. Az konuşması, çok okuması, to-kalaşırken sadece iki parmağını uzatması... Zaten çoktandır ondan şüpheleniyordum...
5 Aralık
Bugün bir gazete aldım. Okuyorum, ama aklım hep meçhul kimliğimde... Sıradan bir insan, hele yedinci dereceden bir memur olmadığım kesin!., öyleyse ben neyim ve kimim? Birden gözüm dış haberler sayfasına takıldı. Đspanya'da siyasi durum pek karışıkmış. Taht devrilmiş, devlet ileri gelenleri idareyi kime vereceklerine karar verememişler. Her yerde isyan hareketleri başlamış, bu iş bana çok garip göründü... Taht nasıl devrilmiş? Yaşlı bir senatörü tahta oturtmak isteyenler varmış... Kral kayıpmış... Bu mmükün değil! Taht kralın hakkıdır. Yaşlı bir senatörün önünde kim eğilir? Kral nasıl kaybolur? Taht kralsız, devlet başsız olur mu? Kral vardır! Arasınlar, bulsunlar!.. Fransa, ingiltere veya Almanya... Ne bileyim, bir yerlere gitmiştir...
8 Aralık
Daireye gitmeye hazırlanıyordum. Aklım yine şu ispanya işine takıldı. Gitmekten vazgeçtim. Nasıl sıradan bir senatörü kral koltuğuna oturturlardı? Her şeyden önce bir şeref 25
meselesi bu... Sonra, Avrupa da tanımaz bu senatörü!.. Başta Fransa itiraz eder. ingiltere ibe bahane arıyor... ispanya'ya ait bir iş neden beni böyle derinden etkiliyor? Elim hiç bir işe varmıyor... Yemekte çok dalgın olduğumu Mavra Ana da farketmiş. Bir ara iki tabağı birden yere fırlatmışım... ikisi de kırılmış
tabiî. Yemek yemekten vazgeçip dolaşmaya çıktım. Akşama kadar düşünmek için sakin bir yer aradım.
Geziden dönünce yattım. Yattığım yerden ispanya meselesini çözmeye çalıştım.
2000 Yılının 43 Nisan'ı
Bugün bayram var! ispanya kralına kavuşuyor!.. Kral bulundu! Bunu ancak bugün öğrendim: Kral benim! Herşey apaçık... Kendimi buldum, gerçek kimliğime kavuştum... Bir taraftan da şu yedinci dereceden memurluk işinin nereden çıktığını anlamaya ça
lışıyordum. Ne saçma şey! Benim gibi taht ve saltanat sahibi bir hanedan mensubunu kim memur diye kaydettirmiş? Hımm... Bu mutlakaşube müdürünün işidir!.. Bizm Mason generalle anlaşıp... Hımm... iyi ki tımarhaneye tıkmamışlar... Bu adamlardan herşey umulur...
Artık her şey gün gibi aşikâr! Eskiden bir sis perdesinin arkasından seyrediyordum dünyayı... Bunun sebebi de beynimizi kafatasımızın içinde zannetmemiz!.. Kafatasına hap-solmuş bir beyin nasıl düşünebilir? Halbuki beyin dediğimiz şey elle tutulmaz gözle görünmez bir esintidir. Hazar denizi taraflarından gelen bu ilahi esinti, düşüncelerimizi doğurur. Kimliğimi önce bende çok emeği olan Mavra Ana'ya açıkladım. Zavallı ihtiyar karşısında ispanya kralını görünce korkudan neredeyse altına edecekti... Haksiz da değildi hani... Cahil kadın, bu güne kadar kral görmemiş ki!.. Derhal hizmetçimi yatıştırdım. Şefkatli bir sesle ve alçak gönüllülükle korkmamasını; bazı günler ayakkabımı iyi fırçalamadığı için kendisine kin tutmadığımı, gelmediği günler için kızmadığımı anlattım.
Korkusunun sebebini de anladım: ispanya krallarının hepsinin tıpa tıp ikinci Filip'e benzediğini sanıyor.
Karacahil ne yapsın? Mavra ile böyle yüksek meseleleri tartışacak değilim tabiî... Onu rahatlatmak için ispanya krallarının ikinci Filip'le hiçbir akrabalıkları olmadığını, benimse soyumda hiçbir kara papazın bulunmadığını söyledim.
Artık daireye gitmeme lüzum kalmadı. Canı cehenneme dairenin! Beni bir daha orada zor görürsünüz dostlarım... Şube müdürü evrakları dosyalatacak başka bir enayi bulsun! General de odacıya kalemlerini açtırsın! Yağma yok, kral uyandı!..
Ekim'le Mart'ın 86'sı, gündüzle gecenin arası
Bugün dairenin odacısı geldi. Üç haftadır daireye uğramadığımı söyledi. Gelmem için yazılı bir tebligat imzalattı. Laf olsun diye imzaladım. Hafta hesabının yanlış olduğunu odacıya söylecek değilim ya...
Gerçek güneş hesabına göre bir ayda sekiz hafta olduğu halde, Yahudiler hahamların yıkanma gününe uydurup dört hafta yapmışlar...
Sırf eğlence olsun diye kalkıp daireye gittim. Şube müdürü, önünde düğme ilikleyip özür dileyeceğimi sandı. Selâm bile vermedim; ona ne kızgın ne de fazla yumuşak bir bakış fırlattıktan sonra geçip yerime oturdum. Başta şube müdürü olmak üzere, bütün memur takımı alık alık bana bakıyorlar... içimden "Şu anda karşınızda ispanya Kralı bulunduğunu bilseydiniz, kim bilir nasıl telâşlanırdınız?.." diye düşündüm, önüme dosyalamam için bir tomar evrak koydular. Bakmadım bile.
Biraz sonra dairede bir telaş başladı. Umum müdür geliyormuş... Zavallı insancıklar! ispanya Kralı geliyor; ama bilmedikleri için kılları kıpırdamıyor!.. Umum müdür geliyor diye ayaklan birbirine dolaşıyor.
Herkes masasının üzerini, çekmecelerini temizleyip düzenliyor. Ben de bıyık altından gülüp onları seyrediyorum.
Nihayet Umum Müdürü kapıdan giriyor. Şube Müdürü koşup onu karşılıyor; önünde eğilip temenna duruyor. Memurların hepsi düğmelerini iliklemiş, ayakta duruyor. Niçin kalkacakmışım? Ben ki, ispanya Kralıyım ve bir devleti temsil ediyorum... Onlar bunu bilmeseler de, sıradan bir Rus generalin önünde eğilip şerefimi iki paralık edemem!.. Umum müdürmüş! Ne müdürü, mantar o mantar! Şişenin ağzına konulan bir mantar...
Ayağa kalkmadığım hemen farkedildi tabiî... Şube müdürünün yüzünü görmeliydiniz... Renkten renge giriyor.
Biraz sonra kalem kâtibi imzalamam için önüme bir kâğıt uzattı. Okumadım bile... Adam, filan masa memuru falanca yazacağımı sanıyor. "O eski günlerin imzası oğlum..." dedim içimden. En başa, Umum Müdürü'nün üzerine, şahane bir yazı ile "Sekizinci Ferdinand" kondurdum. Kâtip imzayı okuyunca bizim Mavra gibi şaşkına döndü. Az sonra, etrafımı saran memurların saygı sessizliği görülecek şeydi. Çok duygulandım. Hafif bir eli işareti ile:
— Biz eski arkadaşız, dedim; fazla bağlılık gösterileri istemem.
Yerimden kalktım. Vakur adımlarla koridora çıktım. Doğruca Umum Müdürü'nün evine gittim. General evde olmadığı için uşak içeri almak istemedi. Ona öyle bir şey söyledim ki, herif olduğu yerde dondu kaldı... Ben de içeri girdim, Sofı'nin odasına yürüdüm. Kapı açıktı, aynanın karşısında oturuyordu. Beni görünce şaşırdı; yerinden fırladı. Ona doğrudan Đspanyol Kralı olduğumu söylemedim. Bir soyluya, bir hanedan mensubuna, kısacası bir krala yakışır üslupla dedim ki:
— Sevgili bayan! Hayalinizde, hatta rüyanızda bile görmediğiniz bir mutluluk sizi bekliyor!..
Düşmanlarınızın bütün oyunlarına rağmen yakında birleşecek ve ömür boyu birbirimizden ayrılmayacağız...
Ah, ne hain yaratıklar şu kadınlar! Kadının gerçek yüzünü ve kalbini bağladığını ancak şimdi keşfedebiliyorum... Kadın şeytana aşıktır ve kalbini şeytana satmıştır!.. Bunu ilk keşfeden benim galiba!
Evek, şaka etmiyorum: Biyologların, fizikçilerin kadın hakkında yazdıklarının hepsi saçma; o sadece şeytanı sever. Peter Locası'nda oturup dürbününü ayarlayan şu fettan dişinin, göğsü nişanlarla dolu şişko generale mi baktığını sanıyorsunuz? Siz öyle sanmaya devam edin bakalım... Hayır o, generalin arksında durup sırıtan şeytana bakıyor!.. Đblis, birazdan şişkonun frakının içine girecek, kadına parmağıyla işaretler yapacak ve onu avlayacak...
Ya şu "yurtsever" geçinen, yüksek rütbeli, kravatlı, smokinli şarlatanlara ne demeli? Onların gerçekten size hizmet etmek için mi bu makamlara geldiğini sanıyorsunuz? Vah size! Onlar, nabza göre şerbet vermeyi çok iyi bilirler... Para için değil babasını, dinini bile satar bu sözde yurtseverler. Hırs bürümüştür gözlerini. Hırs tohumuda küçük dillerinin altında, küçücük bir kesenin içinde, minik bir kurttur. Haydi bu kurdu kimin ürettiğini de söyleyeyim: Gorohova sokağında oturan bir berberi Evet, bir berber... Adını da biliyorum, ama şimdi aklıma gelmiyor. Bir ebe ile beraber çalışıyorlarmış. Asıl maksatları bütün dünyaya islâmiyet'i yaymak. Şu anda bile Fransa'da halkın büyük bir kısmı islam dinini kabul etmiş...
Tarih önemli değil; gün de öyle...
Kimliğimi her önümü gelene açıklamıyorum. Kralsam, kral gibi davranmalıyım. Nevski caddesinde gezintiye çıktığım bir sırada "Çar hazretleri geliyor!" dediler. Caddenin iki yanında dizilen halk, şapkalarını çıkarıp kralımızın arabasını selamladı. Ben de şapkamı çıkardım; ama ispanya kralı olduğumu sezdirmedim... Çarla muhatap olmama önce saray tarafından törenle tahta oturmam gerekir, iyi ama beni nasıl tanıyacaklar? ispanyol millî kıyafeti giymeliyim; yoksa beni bulamazlar... Terziye ısmarlasam burun kıvırır; adam ispanya kralı olduğumu ne bilsin. Hepsi eşek bunların!
Kafam bu günlerde iyi çalışıyor. Hazar Denizi'nden esintiler bol... Hemen aklıma geldi: Resmî günlerde giydiğim bir redingotum vardı. Onu bozup harmaniye yaptıracağım. Fakat namussuz terzi para ister bunun için... Kendim dikmeye karar verdim.
Odama girdim; redingotu sandıktan çıkardım. Kimse görmesin diye de kapıyı arkadan sürgüledim.
Redingotun dikişlerini sökmeden, makasla şurasını burasını kesip har-maniyeye benzettim.
Seneyi hatırlamıyorum, ay belli değil, günü de şeytan almış götürmüş... Bu işte bir terslik var, ama ne ise... Konu bu değil...
Harmaniyemi göydiğim^zaman, odaya giren Mavra Ana şaşırdı ve çığlığı bastı... Önemli değil onunla uğraşacak zaman değil. Saraydan beni almaya gelecek heyeti bekliyorum. Maiyetim olmadan nasıl giderim? Birden kafam çalıştı: "Hükümet binasının önünden geçeyim de beni görsüler." dedim.
Görsünler ki, Đspanya heyetine "Kralınız burada!" diye haber versinler.
Ayın On yedisi
Saray heyetinin gecikmesi beni düşündürmeye başladı. Böyle önemli bir meselede onları geciktiren sebep ne olabilir? Yoksa Fransa mı engel çıkarıyor? Evet, evet... Bu olsa olsa Fransa'nın işidir. Derhal giyinip milletlerarası postaya gittim, ispanya'dan bir heyetin gelip gelmediğini sordum. Müdür, geri zekâlının biri! Hiçbir şeyden haberi yok. "ispanya'dan heyet filan gelmedi; heyet de kim?" dedi ve ekledi:
"ispanya'ya mektup gönderecekseniz, parasını verirsiniz, biz de pullar göndeririz."
Senin de, mektubun da canı cehenneme sersem herif! Adama bak, mektup yazacakmışım! Mektubu ancak saray kâtipleri yazar; krallar değil!..
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top