Özel Numara arıyor... Ya bu kaçıncı?
Balkonda oturmuştu genç kadın; omzunda raks eden siyah saçlarının bir kısmı, intihar edercesine sırtına düşmüş, sırtıyla koltuk arasında sıkışmıştı. Elindeki kalın gövdeli kitabın kapağında, ‘Konsey’ ismi yazılıydı; belli ki yeni başlamıştı genç kadın, ilk birkaç sayfasını okuyor, bazen yüzü şekilden şekle giriyordu. Derin bir nefes alırken göğsünün inip kalkması, içinde bir sıkıntı taşıdığına işaretti. Kitabın kapağını kapatıp yan taraftaki sehpaya bırakırken koyu yeşil gözlerini gecenin karanlığına mahkum edercesine ufka dikti. Belli ki sıkıntısı büyüktü, yutkunarak geçeceğine inansa da geçmedi. Sessize aldığı telefonun titremesiyle, adeta havaya zıplarcasına irkildi. Ekrandaki ‘Özel Numara’ yazısı; ellerinin titremesine, nefesinin sıklaşmasına, çenesinin hafifçe bükülmesine, kaşlarının kavisli bir hal almasına ve alnının kırışmasına neden oldu. Gerginlik, sımsıcak bir sıvı gibi başından aşağı dökülürcesine bedenini ablukaya alırken titreyen elleri, usulca telefona uzandı. Elini geri çekti.
“O arıyor, evet, o arıyor!” diye fısıldadı genç kadın; elleriyle saçlarını yolarcasına çekiştirip durdu, içinde biriken endişe ve korku, ter olarak suratında parladı ve genç kadın, açıp açmamak arasında tereddütler yaşasa da ekrandaki ‘Özel Numara’ yazısı, beni aç dercesine sallanıp duruyordu. Nerden geldiği bilinmeyen bir cesaretle genç kadın, hızla telefonu kaptığı gibi açarak kulağına dayadı.
“Açtın?” diye boğuk, boğazı sıkılmışçasına derinden gelen bir ses duyuldu. Genç kadının tüyleri, dikenli teller gibi vücudunu örerken sesi, titreyerek zor bela çıkabildi.
“Kim-kimsin sen?”
“Bunu öğrenmek, senin elinde Nigar!”
Birden parladı Nigar, avazı çıktığı kadar bağırırcasına:
“Ya yeter artık, lütfen arama! Ya ne istiyorsun sen?” diye sorarken telefondaki şahsın hırıltılı sesi, bedenini buz kalıbına döndürmüştü.
“Beni bulmanı Nigar! Bul beni!”
Hışımla ayağa fırladı Nigar, gözlerinde beliren nemler, birazdan yağacak yağmurun provası gibiydi.
“Ya arama bir daha beni, arama!” diye sayıkladı Nigar. Telefondaki şahsın,
“Aramamı istemiyorsan, bul beni!” demesiyle yutkundu. Kaç zamandır arıyordu bu adam? Adam mı, kadın mı bile belli değildi. Kimdi bu? Yaklaşık bir aydır, mütemadiyen arıyordu, her gün, belki günde on sefer ve bıkmadan, beni bul diyerek kadının ruhuna azaplar edercesine tıslıyordu.
“Tamam!” diye sayıkladı Nigar, telefondaki şahsın köpek gibi hırıldayarak nefes alışını, gözlerini yumarak dinledikten sonra:
“Nasıl bulayım, söyle!” deyince telefondaki şahıs,
“Bilmece ve ipuçlarını takip et!” dedi. Sıkıntıyla aldığı derin nefes, göğüs kafesine baskı yaparken Nigar, bundan kurtulmak için:
“Ya ne bilmecesi, ne ipucu be? Kimsin sen?” diye gürledi.
“Sakin ol Nigar, sakin ol! Böyle bağırmak, sana yakışmıyor!”
Tekrar koltuğa çöktü Nigar, teslim olmak istemiyordu ama bu heriften ya da karıdan kurtulmak istiyordu. Bir eliyle saçını yolarcasına çekiştirirken diğer elindeki telefona,
“Söyle Allah’ın cezası!” diye fısıldadı.
“Toplamda altı bilmece ve her bilmece, bir ipucu olacak! Son bilmece ve son ipucu, beni bulmanı sağlayacak Nigar!”
“Dinliyorum!” diyen Nigar, demin bıraktığı ‘Konsey’ adlı kitabın boş bir sayfasını açıp eline kalem alarak not almak için hazırda bekliyordu.
“İlki geliyor! ‘Kara üzüm habbesi, habbede Kabe’si, okur üfler ses çıkar, el şaklatır ebesi…’ Bilmece bu! Bunu çöz, ipucuna ulaş!”
Kapandı telefon ve Nigar, aldığı nota şöyle tepeden baktı. Hiçbir şey anlamamıştı. Ne diyordu bu bilmece, ne demişti bu herif ya da karı? Derin bir nefes alarak başını her iki elinin arasına aldı ve gözlerini yumdu.
Sabah evden çıktığında, güneş yüzünü yalamış, sıcak bir tebessümle onu karşılamıştı; Nigar, avludaki ağacın yapraklarına baktı ve hafifçe kıpırdadığını gördü. Adımlarını merdiven basamaklarından atarken burnuna dolan kokuyla ferah bir nefes almayı da ihmal etmemişti. Avlu kapısından çıkarken, aklını yerinden söküp atan bir feryatla yerinde çakıldı kaldı. Bir kadının avazı çıktığı kadar bağırması ve onun ismini anması, aklını hayalini dondurmuştu. Ruhu yerinden çıkarcasına, bedenini terk edercesine yerinden zıplarken etrafına bakındı. Yukarı komşusu Nermin Hanım’ın,
“Nigar, kız Nigar!” diye seslenmesi, damağını çekmesine ve korkusunu bastırmak için derin bir nefes almasına neden olmuştu.
“Ay ödümü kopardın be abla, ne oldu?”
“Kız, Ebe Hatun’a ses et! Yengem doğuruyor be!”
Nigar, alnını karışladı ve bir iki ev aşağısındaki avlulu müstakil eve doğru adımladı. Aklı bulanık, bedeni hâlen deminki korkudan dolayı titriyor ve tüyleri resmen diken bahçesine dönmüştü. Kapının önünde durduğunda, kapının hafif aralık olduğunu gördü. Seslense de içerden ses seda gelmeyince mecburen içeri girmişti. Burnuna dolan rutubet kokusu, çiğ et kokusu ve çamur kokusu, midesinin horon tepmesine yol açarken boğazına dek gelen balgamı geri yuttu ve eliyle ağzını örttü. Bir müddet bekledi, burnu kokuya aşina olurken Nigar, bir müddet gözlerini de yumduktan sonra salon kapısına yaklaştı. Kapının ortasında durduğunda; yüzü kıbleye dönük, elinde tespihiyle zikir eden yaşlı kadını gördü. Kadının aniden tespihi bırakıp hızla ayağa fırlaması, Nigar’ın korkudan kapıya çarpmasına neden olsa da Ebe Hatun, ona doğru hızla süzülürcesine yaklaştı.
“Doğuruyor mu?”
Başını sallamasıyla ebenin aniden el çırpması bir oldu. Sanki tuttuğu alkış, içerde yankı yapmıştı. Sonra da onun yanından geçmiş ve kapıya doğru koşarcasına ilerlemişti. Döndü Nigar, çıkmak için kapıya yöneldi ve birden yerinde dikildi. Arayan şahsın söyledikleri, otomatik olarak beyninde yankılandı.
‘Kara üzüm habbesi, habbenin Kâbe’si, Okur üfler ses çıkar, el şaklatır ebesi…’
Yutkundu, ebenin hafif esmer olması takılmıştı aklına ve gözleri hemen seccadeye ve üstündeki tespihe kaydı; parçaları birleştirmek için mırıldandı.
“Ebe çıkarken el çırptı, ses çıktı; esmer tenliydi ebe, dua ederken okuyup üflüyordu.”
Durakladı. Kâbe? Kâbe ne? Döndüğü taraf, olabilir mi acaba? Adımlarını usulca atarken beyninde adamın söyledikleri yankılanıyordu; her adımda çınlıyordu kulakları, tüyleri dikenlere yem olmuş gibiydi ve gelip seccadenin başında durdu. Tespihi alırken irkildi, imamesi kıble biçimindeydi ve ortasında, iri bir yazı vardı. ‘T’ harfi yazılıydı. Gözleri nemlendi, başı döndü ve düşmemek için duvara tutunsa da telefonu, ruhunu kabzetmiş gibi çalmaya başlayınca korkudan hafif sıçradı. Ekrana bakar bakmaz irkildi.
“Yine o, o arıyor!” diye sayıklayarak ve korkusunu yenmeye çalışarak açtı.
“Söyle!”
“Sanırım ilk ipucunu buldun?”
“T mi?”
“Doğru! Sırada ikinci bilmecen var. İyi dinle!”
“Dur, bekle biraz!” diyen Nigar, hemen çantasından çıkardığı ‘Konsey’ isimli kitabın malum sayfasını açtı ve kalemi de bularak hazırlığını bitirdi.
“Söyle!”
“İkinci bilmecen, ‘Buzluğa kondu leşim, ya üçüm ben ya beşim’…”
***
Kanepeye yayılmış ve televizyonun ekranına dalmıştı; bir film izliyordu, her ne kadar gözleri filmde olsa da aklı bilmecede, arayıp duran gizemli şahısta ve ona yaptıklarındaydı. Başparmağıyla saçlarını dolayıp oyalanırken bir gözünün nemlenmesi, boğazının kuruması ve yutkunması, gayri ihtiyari gerçekleşiyordu. Birden bir sahne dikkatini çekti. Hızla geri sardı, yerinde doğruldu ve bütün algılarını sadece filmdeki o sahneye odakladı. Filmde soyguncular, çaldığı parayı bir hastanenin morguna saklamışlardı. Şimdi de aynı hırsızlar, morgdan paralarını almak için geri gelmişlerdi. Beyninde yankılanan ses, gözlerinin parlamasına neden olmuştu. Hızla ayağa fırladı.
“Evet, evet ya! Buzluğa kondu leşim derken, morgu kast etti! Ya üçüm ben ya beşim, işte bunlar ne? Bunu anlayamadım!”
Tekrar oturdu, saçlarını karıştırdı; aklı bilmecedeyken gözleri, donuk bir şekilde filme takılmıştı ve gördüğü sahne, ona hayatının en büyük ödülü gibi gelmişti. Morg bölmelerinin üstündeki sayılar, onun hafızasını yalayıp geçmişti. Yerinden fırladığı gibi kapıdan çıkmış, arabaya binmiş ve hızla bir yola koyulmuştu.
En yakın hastaneye gelmişti; burası mı, değil mi hiç düşünmeden hastanenin acil girişinden içeri girdi ve güvenliği hiç umursamadan malum bir hastaymış gibi koridorda ilerledi. Başka bir koridora saparken ortamın git gide kararmaya başlaması, onun tüylerini tel örgülere benzetmişti. Merdivenlerden aşağı inerken gözleri, duvarın üstündeki ok işaretine takıldı. ‘Morg, Mescit, Kan Alma’ gibi yerleri gösteriyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Bu kabustan ne çabuk kurtulsa o derece iyi diye düşünerek adımlarını hızlandırıyordu. Bodrum katta ilerliyordu; yarı karanlık bir ortamdı, bazı ışıklandırmalar, bir açılıp bir kapanırken tüyler ürpertici bir görüntü oluşturuyordu. Sanki arkasından biri ensesine yapışacak ve vücudundaki bütün kanı yutacakmış gibi hissediyordu. Yutkunarak yerinde çakıldı durdu, morg tam karşısındaydı Nigar’ın ve bütün cesaretini toplamak zorundaydı. Kapıyı çevirip açınca içerden gelen donuk bir koku, burnunu mıncıklayıp onu ürkütmüştü. İçeri girip kapıyı kapatırken damarlarındaki kanın donduğunu, hatta buz kütlesine döndüğünü hissetti. Derin nefesler alması, göğsünün inip kalkması ve arada bir saçlarını karıştırıp durması, ne denli korktuğunu açıklıyordu. Bir adım atmıştı ki köşede beliren fare, bütün duvarlarını yıkmış gibi oldu. Tiz bir çığlık atacakken ağzını hızla kapadı ve çığlığını, midesinden ve böbreklerinden başka duyan olmadı.
“Acele etmeliyim, evet çabuk olmalıyım!” diye fısıldayıp hızla 3 numaralı bölmeye yaklaştı. Kapıyı açar açmaz hızla masayı kendine doğru çekti. Üstünde beyaz örtülerle bezenmiş bir ceset vardı. Tepeden şöyle bir baktı, bir şeyler aradı ama bulamadı; daha doğrusu neyi aradığını bilemiyordu ve örtünün ucundan tutup yavaşça kaldırdı. Gördüğü şey, ömrü hayatı boyunca hafızasından silinmeyecekti; yanmış ve kızarmış bir surat, tanınmaz bir hale dönmüş bir çehre görünce az önceki çığlığı bu sefer de avazı çıktığı kadar attı. Elleriyle yüzünü örterken korkudan titriyor, çenesi zangırdıyor ve midesi bulanıyordu. Neden sonra kendine gelmeyi başardı. Hızla cesedin suratını örtüp masayı yerine itekledi. Karşıdaki 5 numaralı bölmeye yaklaşırken vücudundaki titremeden dolayı zor bela yürüyordu. Bölmenin kapısını açtığında, içerisinin boş olmasıyla rahat bir nefes aldı. Ama bu ipucu nerdeydi? Telefonun fenerine ihtiyaç duydu. Feneri yakmasıyla, bölmenin arka duvarına asılmış harfle yüzgöz olması bir oldu. ‘E’… Çalan telefonu hızla açtı.
“E mi, E mi?”
“Evet Nigar, bulmuşsun! Şimdi sıra üçüncü bilmecende!”
Hemen çantasından ‘Konsey’ adlı kitabı çıkardı ve malum sayfayı açıp kalemi de hazır ederek:
“Söyle!” diye tısladı.
“Üçüncü bilmecen, ‘Çamuru toprağa gömdük, başına taş yasladık, hem de değer verdik, ağlayıp mırıldandık!’…”
***
Öğleden sonra uyanabilmişti ancak; gözleri kıpkızıl olmuş, saçı başı dağılmış, yüzü gözü solmuş ve bitkin bir hale düşmüştü Nigar. Yataktan zor bela doğruldu, saatin üçe geliyor olması, alnının kırışmasına neden olmuştu. Etrafına bakınırken gözleri, giderek sararmakta olan perdelerine takıldı. Uzun bir zamandır yıkamamıştı onları, çok da kirlendikleri belli oluyordu. Derin bir nefes alarak yataktan kalkarken uzun ve derin bir esnemeyle perdelere doğru yürüdü. Perdenin ucundan tutarken uykuyla mahmurlaşan gözleri, yan taraftaki komşusuna takıldı. Ellisine merdiven dayamış Rüstem Amca, bahçede saksılara ektiği domateslerin toprağını değiştiriyordu. Gülümsedi, içi cız etti, balkon kapısını aralayarak dışarı çıktı ve üstünün müsait olmasından dolayı, pek de rahatsız olmadan:
“Kolay gelsin amca!” diye seslendi.
“Sağ ol kızım!” diyen Rüstem Amca, alnında boncuklaşan terleri silerken gülümsemişti ona.
“Çıktı mı ki domates, toprağını değiştirirsin?”
“Yedik birkaç tane be kızım! Değişmek lazım!”
“Doğru dersin amca, değişmek lazım!”
“Bilir misin Nigar kızım, insan da böyledir? Özü çamurdur insanın, değişmesi için toprağa gömülür ve vakti geldiğinde de değişir.”
“Haklısın amca, aynen öyle! Neyse, benim çıkmam gerek! Kolay gelsin tekrardan!”
“Sağ ol kızım, rastgele!”
İçeri giren Nigar, perdeleri unutmuş bir şekilde yatağına yaklaşıp düzeltmeye çalışırken birden irkildi. Ne demişti Rüstem Amca? İnsan çamurdur, toprağa gömülür demişti; peki ya o gizemli şahıs ne demişti? Çamuru toprağa gömdük, başına taş yasladık… Gözleri parladı, nevresimi bırakıp yatağa otururken derin bir nefes aldı. Çamur, toprak ve taş… Birden sıçrarcasına irkildi.
“Mezar… Evet, mezar tabi! Ama kimin mezarı? Of!”
Sayıklaması, önündeki boşlukta savrulup giderken saçlarıyla oynaması, olmadı sırtüstü yatağa uzanması ve tavana bakması, beynini ne kadar yorduğunun temsiliydi. Kendi kendine bilmeceyi mırıldanırken aniden doğruldu ve doğrulurken de belini hafif incitti. Belini ovalarken:
“Değer verdik, benim değer verdiğim mezar, annemin mezarı… Evet, orası!” diye sayıkladı ve yutkunup bir noktaya baktı. Gözlerinde biriken nem, yaş olup yanaklarına atlarken Nigar, elinin tersiyle yaşlarını silip ayağa kalktı.
“Ondan kurtulmalıyım!” diye fısıldayıp aracı çalıştırdı. İkindi ezanı okunurken Nigar, dikiz aynasından arkasına bakıp hızla gaza yüklendi. Ara caddeden anayola çıktığında trafiğin hafif sıkışık olması, derin bir iç çekmesine neden olmuştu. Başka bir yoldan gitse, baya geç olur diye düşündü; mecburen aracını trafiğin arasına saldı ve akan trafiğe ayak uydurmak zorunda kaldı.
Akşam namazıyla yatsı namazı arasındaki o dar vakitte varmıştı mezarlığa; ıssız bir geceye yakalanmıştı Nigar, ürkütücü bir sessizlik hakimdi ve Nigar, attığı her adımla adeta ölüme gidercesine ilerliyordu. Her yerde mezarlar, kabirler vardı; EL-Fatiha yazıları, korkudan titreyen göz bebeklerine çarpıp duruyordu ve her tarafın kapkara olması, iyice kadını tedirgin etmişti. Kafasındaki yazma, onun her adımıyla sallanıyor ve titremesine ayak uyduruyordu.
Geniş bir alana çıktığında, telefonun batarya zayıf uyarılarıyla muhatap olması, şansızlığın ona merhaba demesiydi. Fenerin sönmesiyle, iyice karanlıkta kaldı. Ne yapacağını bilemiyordu. Bir müddet bir ağaca tutunarak bekledi, gözlerini yumdu, derin nefesler alıp verdi ve tekrar gözlerini açarak yavaşça yürüdü.
Bir mezarın başında durdu, bulutların dağılıp ayın hafif görülmesiyle peyda olan ılık bir aydınlıkla kolayca mezarı seçebiliyordu; evet, annesinin mezarıydı ve elini toprağa daldırıp nemli gözlerle annesinin isminin yazılı olduğu koca mezar taşına baktı. Birden gülümsedi, ‘Melahat’ isminin ‘M’si, yuvarlak bir dairenin içine alınmıştı. Sevinçle gülümserken iki kedinin birbirini kovalayıp yanından geçmesiyle avazı çıktığı kadar bağırdı ve sıçrarken sırtüstü yere düştü. Telefonu çalarken ayağa kalkıyordu.
“M mi, M mi?”
“Doğru, onu da buldun! Dördüncü bilmeceni dinle!”
Yanında çantası ve kitabı olmadığı için sesi ahizeye verip telefonun notlar uygulamasını açıp:
“Söyle!” dedi.
“Dördüncü bilmecen, ‘Her gözü oymak gerek, göze göz koymak gerek’…”
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top