Bölüm.9. Göç Zamanı Gelmiş

Merhabalar!

Nasılsınız güzellerim?

Herkes iyiyse satırların arasında buluşalım, olur mu?

Oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen!"

Bölüm.9. Göç Zamanı Gelmiş

Gözlemlere göre yaz mevsimi üç aydır fakat bu gözlem bölgesine göre değişkenlik gösterebilir. Kısacası her iklimin yazı başka olur. Hikayemize konu olan bölgenin yazını aylara bölerek hesap edecek olursak eğer yaklaşık dört ayı bulur. Burada dört mevsimi ayrı ayrı doyasıya yaşarsınız. Gel gelelim yaz mevsimi üç ay da olsa dört ayda olsa netice itibarıyla sayılı gündür, tez gelir geçer.

Kıvrım çayının kenarında serseriler tarafından çıkan arbede sırasında Murathan'ın yaralanıp sağlığının sekteye uğramasının üzerinden tamı tamına otuz günlük bir süre geçmişti. Murathan, bu zaman zarfında kendini toparlamış tekrardan işe güce koşturur olmuştu. Tabii günleri birbiri ardına nasıl tükettiğinin de farkına varamamıştı.

Uzatmalı yaz günleri tükenmiş göçebe gurbetlerin de göç zamanı gelip çatmıştı. Her türden ürün hasatı yapılmış bağlar bozulmuştu. Bu saatten sonra onları buraya bağlayan hiçbir sebep de kalmamıştı, üstelik güz yelleri acı acı esmeye başlamış kara kışın yolda olduğunu fısıldıyordu kulaklarına. Gündüzler hatırı sayılır sıcaklığa sahipti ama geceleri ve sabahın erken saatlerinde insanın içine işleyen poyraz eser kara çadırların içinde durulmaz olurdu.

***

Evrenin rüzgârına kapılan Dünya, kendi ekseni üzerinde dönmeye devam ediyor yöre halkı ise sıradan yaşamlarının her bir gününe ayrı bir çentik atıyordu. Hanımeli çiçeğinin büyülü kokusu konak ahalisini mest ederken, yazdan kalma bir günün akşamında balkon keyfi yapmak için ailecek akşam yemeği yemek istemişlerdi. Tabii yemek keyifleri sekteye uğramasaydı...

Konak eşrafı için sıradan bir günün sıradan akşam yemeği iken bir başkası için ayrılık çanları çalıyordu ama bu kimin umurundaydı. Sofra başındaki herkes iştahla metal kaşığını önündeki tavuklu pilava daldırıp midesine afiyetle indirmek isterken Zeyno, sürekli konuşuyor ve bir şeyler anlatıyordu. Fakat hiç kimse başını kaldırıp onun yüzüne bakmıyordu, baksalar gözlerindeki doluluğu görecekler derdinin ne olduğunu soracaklardı ama bakmıyorlardı işte. Yine insanoğluna has olan bencilikleri tutmuş boş midelerinin doldurma peşindeydiler.

Genç kız, elindeki metal kaşığı şak diye tabağına bıraktı, metalik ses kulaklarının pasını silerken bakışlar anında aynı yöne çevrildi. "Menekşe giller gidecekmiş diyorum. Göç zamanları gelmiş diyorum. O giderse ben yine yalnız kalacağım diyorum. Bir saattir sesimi duyurmaya çalışıyorum ama kimin umurunda."

Murathan, elindeki dolu kaşığı ağız boşluğuna bıraktı fakat aldığı lokma boğazına takılmış bir türlü yutağından aşmıyordu. Boğazını tıkayan lokmayı yutabilmek için önünde duran sürahiden bir bardak su doldurup içmek istedi ama bu kez de içtiği yudumları yutmakta zorlandı.

Konağın hatunu başını kaldırıp kızının ağlamaklı yüzüne bakınca onun ne denli üzgün olduğunu gördü. Elbette kızının derdi onun da derdiydi ama boş konulara kafa yorduğunu düşünüp umursamaz bir dille kendince olayı basite indirgeyerek onu sakinleştirmek istedi. "Ne yapalım kızım onların yaşamları bu... Onlar göçebe insanlar. Bugün buraya yarın başka yere. Sen üzülme seneye yine gelirler!"

"Yine gelirler" diyerek kızını susturmayı denemişti kadın ama girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı çünkü Zeyno'nun vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Uzanıp tabağından bir kaşık pilav aldı ve çiğnemeye başladı. "Bakın ben ne diyorum. Şu bizim alt kattaki odalardan birini onlara verelim, gitmesinler burada kalsınlar. Eğer yüzlerini görmek istemezseniz onlara ayrı bir kapı açarız hiç karşılaşmazsınız. İsterseniz Menekşe, yine evde çalışır. Yeter ki gitmesinler burada kalsınlar. "

Zeyno, kendi kendine fikirler üreterek ailesini ikna etmeye çabalıyordu ama bu nafile bir çabaydı çünkü en başta anası karşı çıkmıştı isteğine. Hatun anasından umudu kesince belki ağabeyi derdine çare olur diye bu kez bakışlarını onun üzerine çevirdi. Genç kız, Murathan'ın kendisini kırmayacağını biliyordu bütün maharetini gösterip onu ikna edebilirdi. Gülkurusu dudaklarını büzerek ela gözlerini süzmeye başladı. Arada bir göz kapaklarını kırpıştırıyor minik bir sincap yavrusu gibi melül mahzun ağabeyinin gözlerinin içerisine bakıyordu. "Ben ona çok alıştım ağam, anama söyle göndermesin!""

Genç kız, bir anasına bir ağabeyine yalvarıp duruyordu ama bilmiyordu ki, kendisi konuştukça ağabeyinin yüreğine bir ağırlık çöküyor ve o ağırlığın altında kalan yüreği eziliyor... Bilmiyordu ki, hissettiği ağırlığın altına kalan ve sıkışıp ezilen yüreği nefessiz kalıyor.

Zeyno, serzenişlerinin hiçbir işe yaramadığını kendisinin önemsenmediğini sanmıştı amma velakin onu önemseyen fakat kendini belli edemeyen biri vardı. Murathan, renk vermemek için başını önüne eğmiş, arada bir derin nefesler alıyordu alev alan yürek yangınını soğutmak için. Başını önüne eğmişti çünkü yüzünün aldığı hali ailesi ve kız kardeşi görsün istemiyordu.

Zeyno, ne anasından ne de ağabeyinden olumlu bir cevap alamamıştı ama onun lügatinde pes etmek yoktu çabalamak ve başarmak vardı. İstediğini almak vardı hem de ne pahasına olursa olsun.

Murathan, kendi içinde kendi duygularıyla cebelleşirken, asıl bombayı kız kardeşi yeni patlatıyordu. "Murathan Ağam, onu sen getirdin bu eve anama söyle de göndermesin. Biliyorsun sen istersen anam kabul eder..."

Zeyno'nun yakarışları bu kez işe yaramışa benziyordu. Murathan, hiçbir şey konuşmadan anasının gözlerine uzun uzun baktı. Bu bakışta yakarış vardı. Ben de istiyorum izin ver kalsınlar vardı... Hatta onun gitmesine dayanamam vardı...

Murathan'ın bakışlarında çok şey gördü anası ama ses etmedi, çünkü başına gelebilecekten korktu. Öyle çok korktu ki, kalbine kor ateşler düştü de belli etmedi. Böyle bir şey olmazdı değil mi? O dilenci kızına oğlunun gönlü düşmüş olamazdı? Hayır, hayır olmazdı... Oğlu sadece merhamet edip getirmişti o kızı bu eve. Cümle âlem bilirdi oğlunun merhametli biri olduğunu. Bunun başka bir izahatı olamazdı. Oğlu sınırlarını bilirdi. Şimdi durduk yere 'eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmenin' bir anlamı yoktu.

Konağın hatunu kendi içinde kısa bir yolculuğa çıkarak kendince muhasebeler yaptı. Olmaz dese çocuklarını kıracaktı. Olur dese aklına gelen belki de başına gelecekti ama bir şey daha vardı ki; yasak her zaman cezbediciydi...

Olmaz deyip yasak koymak yerine izin vermeli çocuklarını kırmamalıydı. Hem böylesi daha iyi olacaktı ne mangal yanacaktı ne kebap. Oğluna her türlü güvenirdi zaten. O gerçekten de sınırlarını bilen biriydi...

Oğlunun bakışlarından bin bir anlam çıkaran kadın, bu kez başını kızından tarafa çevirdi ve onun gözlerine bakmaya başladı. Oğlunun bakışlarında gördüğü isimsiz duyguların yardakçısı olabilir miydi kızı? Sırf bu yüzden kalsınlar diye ısrarcı olabilir miydi acaba? Kızının gözü kara biri olduğunu bilirdi çünkü. Hatun anasını gözlerini kırpmadan kendisine baktığını görünce içinden geçeni diline döküverdim Zeyno, zaten morali bozuktu anasıyla karşılıklı bakışarak aşk yaşayacak hali yoktu. "Ne bakıyon ya, sanki ilk defa görüyormuş gibi?"

Kızının art niyetli olmadığını anlaması uzun sürmedi. Bir nebze içi ferahlayan kadının, etli dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm oturdu. "Tamam, kızım. Madem bu kadar çok istiyorsun Menekşe'nin burada kalmasını; yarın ağabeyin bir görüşsün bakalım kalmayı kabul edecekler mi?"

Zeyno, duyduğundan emin olmak için önce kendi koluna bir çimdik attı. Koluna attığı çimdiğin acısını hissedince "Ah," diye inleyerek dişlerini sıktı. Cidden duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu. Kaşlarının başlangıcı birbirine yakınlaşarak şaşkınlık ifadesi oluştururken, oval alnının tam orta yerinde incecik bir çizgi belirdi. Koyu kahve gözlerini döven nemli kirpik uçları birkaç kez kapanıp açıldı. "Ne yani şimdi onların burada kalmasını kabul mü ettin?" Sorusunu sorup cevabını almayı beklemeden hızını alamayıp anasının tombul yanaklarını iki eliyle sıkarak bir teşekkür öpücüğü kondurmuştu.

Gecenin yapışkan zift karası üzerlerine kâbus gibi çökerken onlar hiçbir şeyden habersiz aldığı karardan memnun olarak girdiler yorganın altına. Huzurla uyuyup huzur içinde uyandılar seher vaktine.

Güz gelmişti ama her zamanki gibi konak ahalisi erken kalkmak zorundaydı çünkü yazı yaban işleri ne yaz bilir ne güz bilir durmaksızın devam ederdi. Zeyno, uyanmak bilmeyen ağabeyinin odasına çıkmak için merdivenleri evecen adımlarla tırmandı oda kapısı önüne gelince durdu ve kapıyı birkaç vuruşla tıklattı. İçerden ses gelmeyince destursuz itekleyip açtı kapıyı.

Niyeti ağabeyini bir an önce yataktan kaldırmaktı, zira vakitlice gitsin Menekşe'yi burada kalmaya ikna etsin istiyordu. "Uykucu kalk artık," derken pencere perdesini sağ eliyle tutup soldan sağa doğru kaydırdı. Hem tül hem güneşlik görevi yapan kalın ve renkli tülden oluşan perde aradan çekilince dışarısıyla arasında sadece şeffaf cam kalmıştı. Zeyno, elleriyle ağzını kapatıp koca bir çığlık attı. "Ay, inanamıyorum; gitmişler..!"

Kaybedişi yaşayan ruhu hezeyan seline kapılmış yağmur yüklü bulutlar göğüne toplanmıştı. Göz bebeklerinde biriken doluluk sitemle buluştu ve çiseleyen yağmurlar yanaklarını ıslatmaya başladı. Sizce kimin için ağlıyordu ruhu? Kaybedişine mi yoksa istediğini alamamış olmasına mı? Ne de olsa istediğini almaya alışkın bir ağa kızıydı.

Kıpırtısız camdan dışarıya bakan ve sağanak halinde gözyaşı döken genç kız, ilk şaşkınlığını üzerinden atınca Menekşe'nin aleyhinde sitemler yağdırmaya başladı.

"Çekip gittin demek, bir veda bile etmeden çekip gittin. Kız alacağın olsun senin. Bende seni kendime arkadaş bellemiştim."

Menekşe, nereden bilsin Zeyno'nun kendisini bırakmak istemediğini. Seher vaktinde kalkın gidiyoruz denilmiş onlarda tası tarağı toplayıp gitmişlerdi işte.

Zeyno'nun keskin çığlığı ve Menekşe'nin aleyhine sitemler yağdırışı ağa oğlunu ancak uyandırabilmişti. "Kız kuyruğuna basılmış kendi gibi ne bağırıp duruyorsun tepemde. Sabah sabah keyfimi kaçırmazsan rahat edemiyorsun anlaşılan?"

Hâlâ kıpırtısız camdan dışarıya bakıyordu. Elinin tersini kullanarak yanağını ıslatan yağmur tanelerini sildi. Sesinin her hecesinde kahır ve sitem vardı. "Kime olacak? Haber vermeden çekip giden Menekşe'ye... Hep sizin yüzünüzden, beni dinlemediniz bak çekip gitmişler. Kalk kalk da kendi gözlerinle gör ağam!"

Menekşe'nin gittiğini öğrenmek ağa oğlunun dilini damağını kurutmuştu. İçinde kopan acı çığlığı sessizce yutkunmak istedi ama başarılı olamadı. Yutağında düğümlenen kelimeler birer yumru olmuş ne ileri ne de geri gidiyordu. Kendi halini unutup kız kardeşinin derdine derman olmak istemişti. Yatağından doğrulup kalkmak isterken tek kişilik demir karyolanın başlığından kuvvet aldı. Yatak başlığının hemen yanına konumlanmış komodinin üzerinde duran su dolu bardağa uzandı bir yudum içti ve kuruyan boğazını ıslattı. "Sakin ol bacım, neden bizim yüzümüzden olsun? Sende biliyorsun bu sabah gidip konuşacaktım. Hemen çekip gideceklerini nereden bilebilirdim ki?"

Murathan'ın kendi sakinliğine bakılacak olursa uyku sersemi olduğundan gerçeği henüz idrak edememiş olmalıydı.

Mayışık bedenini yatağın kenarına doğru çektikten sonra usulca ayağa kalktı ve avuç içlerini kullanarak uyku mahmuru gözlerini ovuşturdu. Hantal adımlarla pencere önüne geldi durdu. Yüzüne vuran güneşin şavkına engel olmak için sağ elini alnına şapka gibi tutarak kısık gözlerle çadırların oraya doğru baktı.

Zeyno, hırsını alamamış gibi hırçın sözler sarf ederek sorusunu yeniledi. "Bak bakalım ağam, ne görüyorsun?" Murathan, uzun uzun baktı. Gözünün gördüğü manzara adeta vücuduna soğuk duş etkisi yapmıştı. Bu öyle bir soğuktu ki, içi üşümüş kalbi buz tutmuştu. Gurbetlerin yurdunda bir tek çadır bile kalmamıştı. Oysa daha dün mantarlar gibi öbek öbek orada sıralanmış duruyorlardı. Gözlerine inanamadı tekrar tekrar baktı. Baktıkça da üstüne karabasan gibi bir ağırlık çökmeye başladı.

Yine gitmişti ruhuna ele geçiren menekşe gözler ve yine hayatlarına damga vurup gitmişti. Kalbini yerinden söküp de gitmişti. Bir daha gelir miydi, gelirde gözünün önünde salınır mıydı? Bir an onu göremeyecek olmanın verdiği tarifsiz acıyı parmak uçlarına kadar hissetti ama hiçbir şey olmamış gibi yaparak kız kardeşine gülümsemeye çalıştı. "Sen ona mı üzüldün, seneye yine gelirler." Seneye yine gelirler derken sesi çatallaşmıştı.

Pürüzsüz dudakları büzük büzük olmuş ufkuna ıssız bir gemi yaklaşmıştı. Pusulası belli olmayan ıssız geminin tek bir yolcusu vardı Menekşe. "Ya gelmezlerse? Ya gittiği yerde evlenir de bir daha bizim eve çalışmaya gelmezse? Kim bilir, belki de evlendiği meymenetsiz herifle başka yere göç ederler." Pusulasız gemi meçhule doğru yol alırken hayal kırıklığı yaşayan ağa kızı yanaklarını şişirerek ofladı.

Zeyno, inanılmaz bir şekilde sanki Menekşe'nin büyüsüne kapılmış gibi gözyaşı döküyordu. Kız kardeşinin her sözü Murathan'ın vücuduna keskin bir bıçak gibi saplanıyor, canını yakan her kesik ruhunda onarılmaz yaralar açıyordu.

Genç adamın yüreği yangın yeri gibiydi ama bunu belli etmemeye ve umursamaz bir tablo çizmeye çabalıyordu. "Ne yapalım bacım, bizim elimizden ne gelir ki? Sana söz seneye erkenden konuşur bir daha göndermem onları." Kız kardeşine verdiği sözler bir yemin gibiydi ama bu yeminin üzerinden zaman denen kavram geçecekti ve verilen sözler muhtemelen havada kalacaktı. Zeyno, gibi zeki bir kızın bu boş vaatlere kanacağı pek düşünülemezdi.

Murathan'ın telkin edici sözleri Zeyno'yu susturamadığı gibi kendi yüreğinin figanını da susturamıyordu.

Sahi nereye göç etmişlerdi?

Bu soruya cevap vermek için küçük bir parantez açalım. (!) Bu göçebe topluluğunun içinde yörede yaşayan davulcu abdallar da var demiştik hatırlarsanız. İşte o topluluk, zamanla yerleşik hayata geçmişlerdi. Fakat yerel halktan uzak köyün kenar mahallesine yaşıyorlardı. Yaşam sürdükleri alanlar genelde tek göze veya metruk evler olurdu. Tabi onlar sepetçi gurbetlere nazaran yerel halka daha iç içe geçmiş bir yaşam sürüyorlardı.

Bu davulcu abdallar; yaşam sürdükleri köyde veya civar köylerde olsun çağrıldıkları düğünlerde şabadan pay alarak yani ücret karşılığı çalarlardı. Hem de tüm yöresel oyun havalarını bilirler ve kendi mesleklerini çok güzel icra ederlerdi. Sizin anlayacağınız davulcu abdallar dilenmiyor geçimlerini bu yolla sağlıyorlardı.

Sepetçi gurbetlere tekrar dönecek olursak eğer zaten onların çoğunun Türkiye, sınırına yakın küçük yerleşkelerde yaşıyor olduklarını belirtmiştik. Fakat bazıları Türkiye sınırını bir şekilde aşıp komşu ülkenin yani Suriye'nin sınır köylerinde yaşıyorlardı.
Menekşe, Suriye sınırını aşanlarla mı gidiyordu yoksa Türkiye tarafında mı kalıyordu, işte orası muğlaktı. Umut edelim ki, sınır aşırı yerlere gitmemiş olsun çünkü sınırı aşıp gittiyse geri dönüşü zor olabilir (!) Açtığımız parantezi kapatıp tekrar konumuza geri dönelim.

Murathan, kız kardeşini ikna etmeye çabalamıştı ama bunu başaramamıştı. Zeyno, ağabeyine gönül koymuş gerekmedikçe konuşmuyordu. Koskoca konağın son çocuğuydu. Nazlı yetiştirilmiş şimdiye kadar her istediği yapılmıştı.
İsteği yapılmadığı için miydi bunca kaprisi, yoksa yine koca evde yalnızlığa düşme korkusu muydu? Kızcağızın içine çöreklenen bu duygunun adı sizce neydi?

Her ikisi de olabilir lakin sebep yalnızca bunlar olamaz. Yani bu kadar basit sebeplerden dolayı bu kadar yaygara koparılmaz. Mutlaka başka sebepleri de vardır. Bakarsınız sahiplenme duygusu dışında bambaşka şeyler çıkar ortaya.

Öte yandan Murathan, ruhunun üzerine karabasan gibi çökmüş duyguyu hiç irdelemek niyetinde değildi, ruhunu tarumar eden kalbini yangın yerine çeviren o duygunun imkânsız bir duygu olduğunu biliyordu çünkü. Bunu ayırt edebilecek yaşta ve bilinçte bir kişiliği vardı.

Evet, yine yolcu gitmiş diyarına geriye iki buruk yürek bırakmıştı. Peki, dilenci kızı bu iki yüreği nasıl bağlamıştı kendine? Onun bir şey yapmasına gerek yoktu ki, masumiyeti ve saflığı yetmişti kalplerini fethetmeye.

Menekşe'nin gidişi Murathan'ın kalbine sonbaharı getirmiş, zavallı yüreği hüznün son demini yaşıyordu. Hüzünle demlenen kalbi acı içinde kıvranıyor, sararıp solan duyguları hicranın kapılarını aralıyordu. Menekşe'ye merhametle yaklaşan kalbi aşka dönüşmüş, aşkla çarpan kalbinde çözülmez kördüğümler oluşmuştu. Mantığı ön plana çıkıp her şeyi inkâra yeltense de duyguları içinden çıkılmaz bir haldeydi.

Menekşe'yi etrafında görememenin burukluğu her şeyin önüne geçmiş ne yaşamın tadı tuzu kalmıştı, ne yemenin içmenin. Kıvrım çayının kenarındaki yediği bıçak darbeleri bile bu kadar canını yakmamıştı. En kötüsü de acı içinde kıvrandığını kimseye belli edememekti. Kendini kötü hissetmesine rağmen canının yandığını baskılayıp içine hapsetmekti. En çok da canını bu yakıyordu.

Gel görelim ki, zaman daima insanoğlunun bir adım önündedir. Unutmam dersin unutursun. Yapmamam dersin yaparsın. Kıyametler koptu da dünya başına yıkıldı sanırsın ama her şeye yeniden başlar yeni bir hayat inşa edersin kendine. Sadece zamandır gerekli olan. İşte zamanın akışına bırakılan her şey gibi Murathan'ın kalbine düşen yangın da bir yerden sonra soğuyup sönmüştü.

İnsanoğlu zorluklar karşısında elinden bir şey gelmeyip aciz kaldığında böyle yapar. Kalbindeki yanan ateşi biraz zamana, biraz soğuyup küllenmeye bırakır. Bilir ki; yanan ateşinde bir süreci bir hükmü vardı. Ateşi harlayan odun yanıp bitecek ve sonunda ateş sönmeye mahkûm olacak.

Murathan'ın kalbindeki ateşi harlayan gitmiş, ateşi harlayan gidince yanan ateşte küllenmişti. Sebep gitmiş sonuç ortadaydı.

***
Giden gitmiş gidenin yerini uzun geceler ve kısa gündüzler almıştı. Yaşamın çarkları durmaksızın dönerken geçip giden her gün yerini bir başka güne devretmişti. Cihana dönence hâkimken güz mevsiminden çıkıp kış mevsimine girilmeye başlandığı günlerden birinde Murathan, akranı Osman'a buyurdu: "Beni rahatsız eden bir konu var Osman, biraz konuşsak mı?"

"Buyur ağam, nedir mesele?"

Murathan, konağın dış cephesinde kalan bahçe duvarına sırtını yasladı. Kendini emniyete almak ister gibi tedirgince sağına soluna bakındı. Belki de konuşulanı kimse duymasın istiyordu. "Osman, mesele unutuldu gitti ama benim içim hiç rahat değil."

Osman, ağasını endişeli halini görünce öne doğru bir adım atıp aralarındaki mesafeyi aza indirdi. Kısık bir ses tonuyla, "Hangi mesele ağam?" diye sordu.

Murathan, kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu, "Şu bizim serseri pislikler vardı ya Osman, uzun zamandır sesleri solukları çıkmıyor? Yine bir pislik peşinde olmasın bunlar?"

Osman, dirseğini duvara dayadı ve elleriyle çenesini sıvazladı. "Sanmıyorum ağam, onlar o korkudan sonra bir daha zor çıkarlar ortalığa."

Murathan, kollarını arkasına çapraz yapıp bağladı. Birkaç adım ileri geri yürüdükten sonra derin bir nefes aldı ve yanaklarını şişirerek geri bıraktı. "Bak Osman kardeş, öyle diyorsun da biz yine de tedbirimizi alalım. Bu serserilerin ne yapacağı hiç belli olmaz. Biliyorsun o masum kız gitti ama hınçlarını bizim Zeyno'dan almaya kalkışabilirler. Sen yine de git söyle onlara; rahat durmazlarsa dünyayı başlarına yıkarım."

"Niye böyle bir şey yapsınlar ki ağam?"

Murathan'ın tedirgin olduğu yüz hatlarından okunuyordu. "Osman adı üstünde serseri bunlar... Sen kendi gözlerinle gördün, nasıl gözlerini karartıp bıçağı sapladılar böğrüme. Bunları hiçbir şey durdurmaz!"

"Hakkın var ağam, doğru söylüyorsun, biz baştan hata ettik. Biz en başından onları karakola şikâyet edecektik."

"Haklısın Osman da ne diyecektik? Kendi elimizle hem bacımı, hep o masum kızı dile mi düşürecektir. Bilmiyor musun insanları, öküzün altında buzağı aramayı pek severler."

Gerçekten öyleydi, küçük bir yerdi orası dile düşmek anlık bir gafletten ibaretti. İnsanların üzerine vazife gibi bayılıyorlardı birilerinin açığını aramaya. İşine gelen işine geldiği gibi konuşurdu.

Hem köylünün ağzına laf vermemek hem de serseri takımının gözünü korkutmak için Osman, ertesi gün ilk iş olarak arkadaşı Salih'e gitti. Osman'ın amacı onlarla yüz göz olmamak araya mesafe koymaktı. Yoksa kendilerini bir şey sanır işi yokuşa sürebilirlerdi. "Salih, seni bilip yanına geldim. Git şu aylak takımıyla konuş, ağam insanlık yaptı şikâyetçi olmadı. Bundan sonra akıllı olup yaramazlık yapmasınlar, yoksa bu işin sonu kendileri için hiç de hayırlı olmaz bunu bilsinler."

Salih, arkadaşının teklifine hiç itiraz etmedi. "Sen rahat ol, her şeyi bir tamam anlatırım ben onlara."

Osman'ın uyarılarını dikkate alarak o püsküllü bela olan arkadaşlarının yanına gidip durumu olduğu gibi aktardı Salih.

Salih, anlattı ama umursayan olmadı. "Ben gözümün üstüne yediğim yumruğu unutmadım," diyen adam belli ki, hala kin güdüyordu.

"Zeyno mudur adı nedir, la kız ayağıma tekmeyi savurup kovayı başıma çaldı ya! Hem de yok yere sokağın ortasında! Bak peşinen söyleyeyim. Ben, onu elime bir geçirirsem yapacağımı biliyorum!" Kafasına kovayı yiyen gencin bir önceki arkadaşı gibi içinde yanan kin alevi hâlâ sönmemişti.

"Salih kardeş, kafama kovayı yediğim yetmezmiş gibi bir de ağası çıktı başımıza. Sen dur bekle hele, ben neler ediyorum ağa bozuntusuna!"

Salih, içinden uslanmaz bunlar diye geçirdi. "La oğlum, yapacağınızı yaptınız ya? Olum adamın karnını deştiniz, daha ne istiyorsunuz? Siz ağanın şikayetçi olmadığına şükür edeceğiniz yerde bir de kalkmış kin mi güdüyorsunuz? "

Saçları seyrek hafif göbekli olanı omuzlarını geriye doğru yayıp vücudunu dikleştirdi. Kendine kabadayı havası verirken külhan bey gibi, "Görmüyor musun Salih kardeş, adam kendisi kaşınıyor. Madem şikâyetçi olmamış şimdi ne diye haber salıyo?"

Uzun boylu sıska olanı bilmiş bilmiş başını aşağı yukarı salladı. "Salih kardeş, sen hiç meraklanma biz bekleriz! Amma zamanı gelince de son darbeyi vurmasını biliriz!" dedi ve arkadaşına dönerek "iyi demedim mi gardaş?" deyip "çak" diye elini arkadaşının eliyle çarpıştırdı.

Salih, sesinin tonunu biraz pasifleştirdi başka dilden anladıkları yoktu çünkü. "Ben aranızda elçiyim, bilirsiniz elçiye zeval olmaz. Benden söylemesi, adamlar uslu durmanız için sizi uyardılar sonra pisipisine gitmeyin derim ben!"

&&&

Günler birbiri ardına domino taşları gibi bir sonraki güne evrilirken, kara kış kapıya dayanmıştı. Kırsal kesimde soğuk kış günleri ister istemez insanları kendi kabuğuna çekilmeye zorluyordu. Tarla tapan işleri asgariye düşünce zamana ayak uyduran konak ahalisi de kendi kabuğuna çekilmişti.

"Gözden ırak olanın gönülden de ırak" olacağı gibi bütün bu gelişmelerin ışığı altına Menekşe de unutulup gitmişti. Tam zamanıydı kurulu düzeni tepetaklak etmenin. Tam zamanıydı yeşersin diye sahipsiz kalplere yeni tohumlar ekmenin...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top