Bölüm.39. Hasret Rüzgarı
Bölüm.39. Haset Rüzgarı
"Canım yengem, biliyorum kolay değil ama biraz sabretmeye çalış. Muhtemelen ağam senin için göndermek istemiyordur Atilla'yı. Belki aranızda duygusal bir bağ neyim gelişir diye. Yoksa ağam bilmiyor mu ona yol vermesini? Sabır be yengem, birazcık sabır! Bugünlerde gelip geçecek. İnan bana hepsi birer anı olarak kalacak geçmişimizde. Sakın köylülerin patavatsız konuşmalarına kulak asma, torba değil ki büzesin ağızlarını; ağzı olan konuşuyor işte." Henüz sözlerini tamamlamıştı ki biraz daha öne doğru kaykılarak; "Hem biz dururken onlara ne oluyor? Bak demedi deme aha da buraya yazıyorum," derken kanaviçe işlemeli yastığı gösterdi, "bir gün birinin saçını başını yolacağım o olacak.
Menekşe, masumca gülümsedi. Yine iyi gelmişti can dostu ona, belli ki böyle bir sohbete ihtiyacı vardı.
"Kız vallahi senden korkulur, saç baş yolmak da ne demek oluyor?"
Zeyno, başını yukarı kaldırıp umarsızca omuz silkerken; "Akıllı olsunlar yoldurmasınlar. Biz durduk yere hiç kimsenin saçını başını yolmuyoruz!" dedi.
"Benim gözü pek görümcem, konuşmaya daldık çayı unuttuk. Hadi bakalım doldur birer bardak daha."
"Sen yeter ki çay iste benden. Bütün çaylar sana feda olsun ama bak ne diyeceğim..."
Zeyno'nun doldurduğu çay bardağını almak için uzanan Menekşe, "Söyle arkadaşım ne söyleyeceksen." dedi
"Yengem, dünyanın en güzel sohbeti nasıl olur, biliyor musun?"
"Nereden bileyim arkadaşım, söyle de bileyim!"
Zeyno, elindeki çay bardağını Ay, ışığına doğru tuttu. Bardaktaki tavşankanı çaya Ay, ışığının şavkı vurunca ezber bozdu. "Bak işte elimde gördüğün bu çayla yengem çayla." Hah hay, diye sesli olarak gülüştüler. Sesli güldüklerinin farkına varınca ikisi birden elleriyle ağızlarını kapattılar.
Menekşe, gülmeye devam ederken, "Allah iyiliğini versin kız senin, ağız dolusu güldürdün beni..."
"Napayım, seni ancak kendine bu çay bir de balkon sohbeti getirirdi. Yenge anlasana ağabeyimin ve çocukların sana ihtiyaçları var. Sen eğilirsen onları kim ayakta tutar; sen dik dur sakın ola eğilme. Her zaman onların yanında ol. Sen onların yanında ol ki, onlar da senin yanında olsunlar. Yani birlik olun yengeciğim birlik olun..."
"Haklısın arkadaşım, bu aralar her şeyi boşladım. Onları bir tarafa bırak ben kendime küstüm. Oysa onların ne suçu günahı vardı ki, bundan sonra hep onların yanında olacağım ve hiçbir zaman bırakmayacağım."
Zeyno, esnerken elini dudaklarına bastırdı. "Madem sorunumuzun ne olduğu belli, çözümü de belli. Hadi kalkalım o zaman çünkü vakit baya geç oldu. Gidelim önce öpüp koklayayım yegâne varlıklarımızı sonra da yatıp uyuyalım."
Menekşe, oturduğu sedirin üzerinden uykusuzluktan peltesi çıkmış vücudunu yavaşça kaldırdı. Belki uyku mahmuru gözlerini açacak hali kalmamıştı ama sil baştan başlamak için geçerli nedenleri vardı. Kendi usunda yaşadığı keşmekeşin içinde boğulurken silkelemesi canı bellediklerinden güç alması gerekiyordu. "Hadi ne duruyoruz o zaman, gidip sımsıkı sarılalım ve bundan böyle hiç yüzüstü bırakmayalım onları."
Balkon muhabbeti Menekşe'yi kendine getirmiş her şeyi sıfırlayıp sil baştan başlamak için sevdiklerine tutunmayı seçmişti. İki kadın, ufak tefek söylentilere göz yumup görmezden gelecekler kendilerince üç maymunu oynayacaklardı. Onlar kendilerince aldıkları kararı hayatlarına geçirmeyi planlarken, köylü kadınları sanki üzerlerine vazifeymiş gibi bir de kalkmış avukatlığına soyunmuşlardı.
İki kadın, hayatın rutini içinde yine çeşme başına su almaya gitmişlerdi. Çeşme başına geldiklerinde birkaç kendini bilmez kadın, güya kendi aralarında konuşuyorlardı ama sesli olarak:
"Bazıları hiçbir şey olmamış gibi hâlâ aramızda dolaşıyorlar. Bir insan ancak bu kadar yüzsüz olur. Bu devirde yüzsüz olacaksın anacığım yüzsüz. Bunların yüzünden koskoca ağa çam gibi devrildi gitti. Eceli oldular adamın eceli..."
Etine dolgun ve yanakları gün yanığı kadın, arsızca bir bakış atarak diğer kadının sözlerini destekler nitelikte konuşurken vicdanının sesini dile getiriyordu kendince. "Hüsnü oğlanla bacısının ne suçu günahı vardı? Onların vebalinin altından nasıl kalkıp da hesap verecekler acaba? Bak bak hiç oralı oluyorlar mı, sende bende var onlarda yok!"
Zeyno, kadınların acımasızca yaptığı eleştiriyi duydukça içten içe sabır çekiyor patlamak üzere olan öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Orta boylu sıska olanı, "Bütün suç ağa kızında. Haspam, Hüsnü'ye alalım demişler varmamış. Havalara gireceğine varsaydı çocuğa, belki şimdi hiç kimse ölmemiş olacaktı."
Zeyno, kendisinin adı geçene kadar sabır dileyip sakinliğini korumaya çalışıyordu ama bu raddeden sonra genç kadını tutmak zor işti.
"Yeter! Kapatın artık şu kopasıca çenenizi. Sizin dırdırlarınızı dinlemekten bıktım usandım. Allah aşkına sizin başka işiniz gücünüz yok mu? Sana ne hanım, ölen benim babam varmadıysam ben varmadım. Hüsnü salağı kafasına kurşunu sıktıysa ben mi dedim, sık diye? Kendi salaklığından! Hade hanım hade, daha fazla konuşup da başıma bela olmayın benim. İnsan gibi konuşacaksanız konuşun yoksa kapatın çenenizi."
Konuşmasına bir nefeslik ara vermek isterken orta boylu sıska kadının karşısına korkusuzca dikildi. "Bizimle uğraşacağınıza herkes dönüp kendisine baksın, sizin günahınız sevabınız hiç mi yok? Ben sokağa çıkıp uluorta sizin günahınızı sevabınızı konuşuyor muyum? Yani sizler sütten çıkmış ak kaşık mısınız? Şimdi saçınızı başınızı yolup elinize vermeden çekip gidin evinize. Eğer bana ve aileme bir kelam daha edecek olursanız, sonunu siz düşünün."
Kadınlar ağa kızının karşısında sus pus olurken dillerini yutmuş gibiydiler. Onlar diline kilit vurmuştu ama Zeyno'nun susmaya hiç niyeti yoktu. "Sen!" dedi etine dolgun yanakları gün yanığı kadını işaret parmağıyla gösterirken, "Sen kızını dövüp dövüp sonra da odalara hapsettin ama kızın ne yaptı; kaçıp gitmedi mi sevdiğine? Hade, varsa cevabın konuş bakalım? Konuşamazsın çünkü suçu başkalarında aramak kolay."
Birkaç adım gerileyerek bu kez çeşme başında bulan kadınların hepsinin karşısına geçip topyekûn hitap etmek istedi:
"Bundan böyle kim bizim hakkımızda ileri geri konuşacak olursa karşısında beni bulur. Hodri meydan. Yüreği yeten konuşsun bakalım!"
Bu arada öfke patlaması yaşayan Zeyno'nun sinirden eli ayağı zangır zangır titriyor. Neredeyse nefes almakta bile zorluk çekiyordu.
Menekşe, korkusuzca ailesini savunan arkadaşının koluna girdi çeşme başındaki bir taşın üzerine oturttu. Kendine gelmesi için eline yüzüne biraz su serpti. Hala öfkesi dinmeyen Zeyno, karşısına ip gibi dizilmiş kadınlara laf sokmaktan geri durmuyordu. "Hadsiz bunlar anam hadsiz. İnsan dediğin haddini bilecek. Bunlar insanlıktan nasibini almamışlar ki…"
Bizimkiler köyün kadınlarının gıybet maratonunun ardından konağa geri döndüler. Konağa geri döndüler dönmesine ama huylu huyundan hiç vazgeçmedi.
Gün geldi yüzlerine karşı fısıldaştılar gün geldi arkalarından konuştular; ama konuşmaktan asla geri durmadılar.
Menekşe'yi kıskanan bir güruh vardı ki, işte onlar pek acımasızdı. Kıskançlıklarını genç kadının yüzüne karşı hiç çekinmeden haykırıyorlardı. "Gurbet kızı ne olacak, dün kapımıza dilenmeye gelirdi bugün başımıza ağa hatunu kesildi."
Üstelik kızcağıza musallat olan serserileri de neredeyse haklı çıkaracaklardı. "Herkes o gençleri haksız gördü ama ben artık bu kızın haklı olduğuna inanmıyorum. Bana göre gençlere kuyruk sallayıp peşine takan kendisiydi. Onlar da bu kıza aldanıp kaçırmaya kalkıştılar. Belli ki, ağama da iki cilve yaptı kanına girdi. Yoksa gül gibi nişanlısı dururken, bu sonradan görme dilenci kızını kaçırır mıydı hiç? Yok, anam yok, bu gurbet kızından korkulur vallahi..."
Menekşe'nin kimi aleyhinde kimi lehinde konuştu. Hepsi de günahsız bir kadının günahına girip gıybetin dibine vuruyorlardı. Hiçbir Allah'ın kulu çıkıp da; bu masum kızcağız herkes gibi sevip sevilmek istedi ve bütün suçu günahı buydu demedi...
İnsan olan insan bu acımasız güruha karşı kayıtsız kalabilir miydi? Elbette kalmazdı. Hele ki, hassas bir ruha sahipsen hiç mi hiç kalmazsın. Üstelik her insanın bir tahammül sınırı vardır. Eğer bu tahammül sınırını aşarsan vazgeçişler başlar...
Menekşe için de tahammül sınırı aşılmış vazgeçişler başlamıştı. Bir vazgeçiş diğer bir vazgeçişi tetiklerken dolu bardağın taşmaya başlaması eylül ayı gelip ikiz kızları okula başlayana kadar sürdü...
Önceleri her şey yolundaydı fakat sonraları kızları eve sık sık ağlayarak gelmeye başladılar ve ardı arkası kesilmeyen sorular silsilesi başladı.
Gurbet ne demek anne, dilenci ne demek anne, sen suçlu musun anne, gibi akla ziyan sorular...
Her soru genç kadının kanına giriyor her soru ruhunda onarılmaz yaralar açıyordu. Biliyordu çocuklarını zehirlemekten asla vazgeçmeyeceklerini. Biliyordu onların tertemiz beyinlerini hasetle yıkayıp kapkaranlık bir çukura dönüştüreceklerini ama buna asla izin vermeyecekti; çocuklarının geleceğini karartmalarına onların beyinlerini hasetle yıkamalarına müsaade etmeyecekti. Ne pahasına olursa olsun herkesin karşısında dimdik duracaktı.
Menekşe, köşeye sıkıştıkça yeni yeni kararlar alıyor lakin bunların hiçbirini hayta geçirmeye fırsat bulamıyordu, çünkü sürekli üstüne geliniyordu, çünkü henüz otuzlu yaşlardaydı ve hayat tecrübesi yok denecek kadar kısıtlıydı, çünkü sorular tekrara düşüp kendini yeniledikçe kısır bir döngünün içine doğru yuvarlanıyordu.
Yaşananlar bir bütünün parçasıydı bir araya getirmek istedikçe dayanma sınırını zorluyordu. Teslim bayrağını çekti çekecekti zira ruhunu ele geçiren olgular dayanılmaz boyuta taşınmıştı.
Menekşe'yi saran düşünce yumağı neredeyse kördüğüm olmuştu, düğümü çözmeye çalıştıkça daha da dibe çekiliyordu. İnsanların kendini aralarına almak istemediğine iyice ikna olmuştu artık.
Gitmek...
Belki de gitmek en doğru çözümdü...
Mantığı gitme fikrine ikna olmuştu ama ya kalbi; işte sorun tam da orada başlıyordu...
Murathan'ın ve çocuklarını nasıl bırakacaktı? Peki, ya can dostunu? O, değil miydi kendileri için tatlı canını kurşunların önüne atan. Onu, biricik dostunu nasıl bırakıp gidecekti? Bu ona karşı yapılmış nankörlük olmaz mıydı? Menekşe'nin kendisine sorduğu soruların haddi hesabı yoktu. İşte tam da bu sebepler silsilesi yüzünde bir karara varamıyordu...
Gel gör ki; artık ne çocuklarının gözünde yaş görmeye ne de insanların kendisini hakir görüp hakaretlerini dinlemeye sabrı kalmamıştı.Tükenmişliği yaşıyordu aciz varlığı lakin gerekirse kendi canından vazgeçer çocuklarına ve eşine kıyamazdı.
Onlara kıyamazdı da biricik arkadaşının kendinden geçecek kadar öfkelenip sinir krizleri geçirmesine seyirci kalabilir miydi? Hayır kalamazdı...
Yetmişti artık...
Hiç kimsenin sevdiklerine zarar vermesine izin vermeyecek çekip gidecekti buralardan hem de ardına bile bakmadan. Son karar alınmıştı ve geri dönüşü yoktu. Kendisini aşağılayan hor gören bu insanların arasından bir daha dönmemek üzere gidecekti. Maalesef yol burada bitiyordu...
Bir gün önce oturup iki mektup yazdı. Biri Murathan'a diğeri Zeyno'ya.
Murathan'ım iyi yüreklim!
Ben artık çok yoruldum. Yenildim. Yaşadıklarım yüreğimi daraltıyor, boğuyor beni. Katlanmıyorum. Senin aksak bacağını her gördüğümde ben, kendimi yargılayıp suçlu buluyorum. Çocuklarımın her sorusunda kendimi yargılayıp suçlu buluyorum. Hatun ananın gözlerine her baktığımda bana olan nefreti görüyorum. Ben ne yaparsam yapayım geçmişim peşimi bırakmıyor ve hep beni suçluyor. Ben aranızdan çekiliyorum.
Murathan'ım sakın unutma ben gözümü açtım seni gördüm. İlk erkeğim ilk sevenim oldun. Bana sevip sevilmeyi sen öğrettin, dahası bana değer vererek insan olduğumu öğrettin. Başının tacı yaptın ama olmazsa olmuyor işte. Murathan'ım seni seviyorum, bunu sakın unutma... Elveda aşkım!
Menekşe...
Zeyno'm
Benim çok ama pek çok değerli arkadaşım, bilirim beni çok seversin! Her zaman koruyup kolladın. Sırası geldi kendi canından vazgeçerek gövdeni bana siper ettin. Minnettarım. Sana olan güvenim ve sevgim sonsuz, zaten bunu biliyorsun. Hayatta sırtımı dayadığım tek dostumsun benim.
İşte bu yüzden kendi çocuklarımı sana emanet ediyorum.
Kendi çocukların gibi koruyup kollayacağından eminim. Hoşça kal. Hakkını helal et...
Menekşe...
&&&
Sonbaharın asi bulutları konağın çatısına toplanmış bir türlü dağılmak bilmiyordu. Yağmur yüklü bulutlar şiddetini artırırken kara haberin müjdecisi gibiydiler. Kıyamet koptu kopacaktı...
Konak ahalisi çatılarının üzerini kaplayan sis perdesinden habersiz sabah telaşesi içinde bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlardı.
Mevsim sonbahar olunca işler bir nebze olsun azalmış buna binaen de Murathan, bugün yataktan hiç çıkmak istememişti. Hem soğuyan havadan dolayı yara almış bacağı da sızlayıp duruyordu
Zeyno ise mutfak kapısından başını koridora doğru uzatarak hâlâ yataktan kalkmamış olan ikizlere seslendi. "Kızlar, kalkın artık. Yoksa okula geç kalacaksınız. Kalkar kalkmaz hazırlanın sonra da kahvaltıya gelin!"
İkizler o gün uyuya kalmışlardı. Her gün annelerinin öpe koklaya uyandırmasına alışkındılar, zaten kendi başlarına uyanmak için yaşları da çok küçüktü. Onları anneleri uyandırmaya gelmeyince ikizler de uyuyup kalmışlardı.
İkizlerden herhangi bir ses çıkmayınca Zeyno, bu kez kızına seslendi, "Menekşe kızım, git ikizleri çağır da gel. Uyuya kalmış olmalılar, anneleri de ortalıkta görünmüyor hasta falan mı acaba?"
"Olur, anne!"
Kızının hoplaya zıplaya üst katın merdivenlerine doğru koştuğunu gören Zeyno, "Kapıyı çalmadan kimsenin odasına girme sakın. Söyle çabuk gelsinler. Kahvaltı hazırmış deyiver."
Zeyno'nun kızı bir süre sonra geri döndü. "İkizler odalarında uyuyor. Menekşe yengem de nerede ben görmedim."
"Nerede olacak kızım, odasındadır. Kapılarını çalmadın mı?"
"İki defa çaldım ama dayım kızdı. Kahvaltı yapmayacakmış uyumak istiyormuş."
Zeyno, kahvaltı hazırlamayı yarım bırakarak hemen mutfaktan çıktı çünkü içinde adını koymadığı garip bir his vardı. Murathan'ın uyumak istediğini anlıyordu da yengesi neredeydi? Üst katın merdivenlerini birer ikişer atlayarak çıktı. Hem yengesinin nerede olduğunu merak ediyordu hem de çocukları ivedi olarak okula hazırlaması gerekiyordu. Biraz çekinerekte olsa ağabeyinin kapısını çaldı zira amacı uyumak isteyen ağasını rahatsız etmemekti fakat içindeki vesveseyle baş edemiyordu.
Murathan, odanın içerisinden bezgince seslenirken sesinin rengi kopkoyuydu. "Bir uyutmadınız yahu, yine ne var?"
Zeyno, ağabeyini uyanık olduğunu anlayınca kapıyı açıp odanın içerisine geçti. "Murathan Ağam, iyi misin sen?"
"Ya bacım bir şeyim yok benim, bugün bir sabah keyfi yapayım dedim hepsi bu. Bir kızın bir sen bir türlü rahat bırakmadınız."
"Tamam, ağam da Menekşe yok ortalıkta."
Murathan, yarı uykulu, "Nasıl yok?" diye sordu.
"Yok, işte ağam, bu sabah senin ikizleri de uyandıran olmamış hâlâ uyuyorlar."
Murathan'ın çatık kaşları yukarıya doğru kavislenirken gözleri gereğinden fazla açılmıştı. "Oğlan?"
"Baksana oğlan da uyuyor."
Murathan, hâlâ hiçbir şeyin farkında değildi. "Bacım niye telaş yapıyorsun, çeşmeye su almaya falan gitmiştir."
Zeyno, dudaklarındaki mührü kaldırdı ve Murathan'ın yatağının kenarına ilişti. "Ah ağam ah, sen hiçbir şeyin farkında değilsin ama karın neler yaşıyor ancak ben bilirim!"
"Nasıl yani?"
"Nasılı var mı ağam? Kızı alenen taciz ediyorlardı. Bir yandan köylüler diğer yandan çocuklar aracılığıyla laf göndermeler. Sende hak verirsin ki, her insanın bir dayanma sınırı vardır."
"Ne tacizi?" diye sorarken Murathan'ın suratı kıpkırmızı olmuştu.
"Yanlış anlama ağam, bu taciz yaşananlarla alakalı. Herkes suçlu olarak Menekşe'yi görüyordu. Sonunda kızı canından bezdirdiler deme ki?"
Olayın iç yüzünü ağabeyine özet olarak geçerken Zeyno'nun gözü yastığın kenarına bırakılmış mektuplara takıldı. Uzanıp eline alırken, "Murathan Ağam bunlar ne ki?"
Murathan, boş gözlerle kız kardeşine bakarken, "Bilmem!" diye cevabı verdi.
Zeyno, elindeki mektupları evirip çevirdi ve zarfın üzerinde kendi isimlerini görünce nefesinin kesildiğini hissetti. Yoksa aklına gelen başına mı gelmişti? Yok, olmazdı. Yengesi bunu yapmazdı. Kolunun kanadının kırıldığını vücudunun hissizleştiğini anladığında elindeki mektupları ağabeyine uzattı. "Bak ağam, isimlerimiz yazılı üstünde. Biri bana biri sana." Susmuştu ağa kızı, elindeki zarfı köşesinden yırtıp mektubu okumak isterken. Elleri titriyordu ağa oğlunun yırtıp açmayı beceremediği zarfı parmakları arasından döndürüp dururken.
Ölüm sessizliği hüküm sürüyordu gözler bir bir satırlar arsında dolaşırken. İkisi de okuyup bitirdiklerinde gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu.
"Biliyordum işte, kızın yaşadıklarından dolayı gün gelip yorgun düşeceğini biliyordum. Bak kız alıp başını gitmiş, kim bilir nereye?"
Murathan, titreyen sesiyle, "Nereye gider ki?" diyebildi.
"Ben nereden bileyim ağam, böyle çekip gideceğini bilsem gönderir miydim hiç? Yeminle elini ayağını bağlar yine de göndermezdim."
"Benim Menekşe'm beni bırakıp hiçbir yer gitmez. Bu bir şaka olmalı, bana yaptığı kötü bir şaka." Zeyno, ağabeyinin inanmakta zorlandığını görünce kafayı yediğini falan düşündü, zira hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu şu an. Murathan'ı omuzlarından kavrayarak sarsmaya başladı. "Murathan Ağam, kendine gelir misin? Kimsenin bize şaka falan yaptığı yok." Elindeki mektupları yatağın üstüne fırlatırken, "Bak, her şeyi yazmış işte kız. Biz çok geç olmadan onu arayıp bulmalıyız."
"Yok. Menekşe bir yere gitmez. Nereye gittiyse geri gelir O."
Biraz öncekinden daha hızlı sarstı ağabeyinin kabullenmekte zorlanan varlığını. "Kendine gel. Yine aynı şeyi yapıyon, ağam."
Göz kapakları bir kereliğine kapanıp açıldı vücudu dut ağacı gibi silkelenirken. "Ne yapıyorum?"
"Yok, sayıyon. Olanı yok saymak senin huyun. Unuttun mu Menekşe'ye olan aşkını da başlarda yok saymıştın."
"Ben," dedi aceleyle yatağından kalktı kız kardeşinin orada olduğunu yok sayarak altındaki çizgili pijamasını çıkarıp pantolonunu giydi. Pijamasının üstünü çıkarırken, "Ben, gitmeliyim," diye sayıkladı.
Kız kardeşinin şaşkın bakışları altında odasından çıkıp gitti. Seslere uyanan küçük Mahmut, ağlamaya başladı. Zeyno, yeğenini kucaklayıp merdivenlerin başında ağabeyine yetişti. "Murathan Ağam, nereye? Nolur bir şey söyle." Murathan, başını yavaşça geriye doğru çevirdi ama hiçbir şey söylemedi. Gözlerindeki doluluk bariz bir şekilde görünürken bomboş bakıyordu. Sanki ruhu bedeninden çekilmiş gibiydi. Tekrar başını önüne çevirdi ve önü sıra uzanan basamakları düz yolda yürüyormuş gibi üstünkörü indi. Her basamakta Zeyno'nun yüreği ağzına geliyordu, ağabeyi yuvarlanıp düşecek diye.
"Bir şeyler yeseydin!" Konağın iki kanatlı avluya açılan kapısı önüne gelince sesin geldiği yöne baktı. "Olmaz, onu bulmadan olmaz."
Biraz önceki aynı boş bakışlar genç kadının yüreğini dağlarken, "Gelişmelerden beni haberdar etmeyi unutma." dedi.
Bir yandan babasının arkası sıra ağlayan yeğenini pışpışlayarak avutmaya çalıyor diğer yandan da ağabeyine tembihlerde bulunuyordu. "Bulmadan gelme!"
Sesleri duyan çocuklar ve konağın büyük hatunu mutfak kapısı önüne birikmişlerdi. İkizlerin bakışları annesini ararken babası ile halaları arasında mekik dokuyordu. "Babam nereye gidiyor hala?"
Murathan, kapıdan çıkıp gitmiş Zeyno'da üst kattan inip mutfak kapısı önüne gelmişti. Kollarıyla sımsıkı sardığı yeğeni olanları hissetmiş gibi hiç susmadan ağlıyordu. Oğlanı susturmaya çabalarken kızların sorusunu es geçmişti daha doğrusu verecek cevabı yoktu. "Hala babam nereye gidiyor?" Sesini yükselterek ikinci kez aynı soruyu soran karakteri ismi sahibine çeken ikizlerden Zeynep'ti.
"İşi varmış kuzum. Birazdan gelir. Hadi siz geçin yemeğinizi yiyin."
"Ne işi varmış sabahın köründe?" Kinayeli soruyu soran konağın büyük hatunu idi.
"Ne bileyim ne işi varmış. Bana işim var, dedi."
"Gelin nerede, kızları neredeyse okula geç kalacak ama gelin hanım yok ortada."
Kolları arasında tuttuğu susturmak için sürekli sağa sola salladığı yeğenini bir hışımla anasını kucağını bırakırken, "Üstüme gelme ana, git çocuğun karnını doyur."
Tombul yanaklarına yerleşen tebessüm gözlerine yansıyor gözlerine yansıyan parlaklık zafer kazanmış izlenimi veriyordu. "Gitti, değil mi? Geç bile kaldı. Ben olsaydım şimdiye çoktan gitmiştim. Her şeye sebep ben isem boynumu büküp sineye çekmez alır başımı giderdim."
Kızlar, halası ve baba-annesinin arasında geçen konuşmalardan çıkarım yapmışlar annelerini gittiğini öğrenmişlerdi. Birbirlerine sarılıp kanlı gözyaşı döküyorlardı, çünkü anneleri yoktu babaları da hiçbir şey söylemeden çekip gitmişti. Kendilerini sahipsiz sanan ikizler çareyi birbirine sarılmakta bulmuşlardı. "Gördün mü yaptığını, yok yere çocukları ağlattın!" derken anasına sert bir bakış atmıştı.
Gidip kızları sarıldı öpüp kokladı. "Siz bakmayın anama, anneniz gelecek. Biraz üzgündü ama geçince gelecek. Hem anneniz gelene kadar ben varım yanınızda. Sakın üzülmeyin."
"Babam nereye gitti hala?" Henüz bu soruya bir cevabı yoktu. Bir şeyler arar gibi etrafına bakındı. "Birazdan gelir babanız, işi varmış dedim ya." Bu yalanı söylerken ağa kızının utancından yanakları kızarmıştı, bile isteye yalan söylemek zor işti. Üstelik kızların kafasını yalanlarla doldurup kandırmak da istemiyordu.
"Kuzucuklarım ağlamayın anneniz yoksa babaanneniz var!”
Bütün gözler aynı anda aynı yöne çevrilmişti. Dilber Hatun, umursamaz bir üslupla kendisine çevrilen bakışları ekarte etmek isteyerek hafitçe gülümsedi. "Kızlar ağlamasın diye söyledim."
Giden gitmiş geride birer enkaz yığını bırakmıştı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top