Bölüm 1.4

Bazen bulunmak için önce kaybolmak gerekir...

******

Sometimes you gotta get lost so you can get found...

******

Ertesi sabah sıra dışı bir hengameyle başlamıştı. Minik Ali'yle ablası Lale odaları dolaşıp ev halkını uyandırırken anneleri Ayşe kadın da terastaki sofrayı hazır etmişti. Bayram seyran olmadıkça sabah kahvaltılarını birlikte etmez olmuşlardı ya epeydir, belli ki Ruhi Dede o sabah tüm ailesini bir arada görmek istiyordu.

Yemek boyunca eniştesinden gözünü kaçırıp sevimsiz kuzenine tutulan, teyzesinin her daim asık suratıyla iyice keyfi kaçan Cemre tüm dikkatini önündeki böreğe vermeye çalışmıştı. Dedesinin aile olmanın önemiyle ilgili yaptığı duygusal konuşma bile bu sevimsiz insanlara karşı ufacık bir yakınlık hissettirmemişti ona.

Ruhi Dede'nin gözlerindeki hüzünlü ışıltı ise tek başına Cemre'nin kalbini eritmeye yeterdi. Can gibi o da yemek boyunca yaşlı adamı izlemiş, lokmaların adamın ağzında büyüyüp boğazında düğümlenişine tanık olmuştu. Dede önceki günden bile üzgün görünüyordu. Cemre elinde olmadan bu hayatta Sultan Hanım'ı gerçekten seven tek kişisinin dedesi olduğunu düşünüyordu odasına dönerken. Yaşadıkları dillere destan aşkı sadece bir kereliğine Ruhi dededen dinleme şansı yakalamış, bir daha da bu konuyu açmasına izin verilmemişti. Öyle görünüyor ki zaman geçse, yaralar iyileşse de kalp sızlamaya devam ediyordu.

Cemre günün anlam ve önemine uygun siyah bir kot ve tişört giyip aynanın karşısında kendini inceledi. Dışarıda huzurla parlayan eylül güneşini sinir edecek kadar depresif ve karanlık görünüyordu. Beyaz teni siyah kumaşla tezat oluşturup olduğundan da soluk, hastalıklı bir hal almıştı. Neyse ki turuncu dalgaları ışıl ışıl omuzlarından aşağı dökülüyor, güneş istedikçe pembemsi altın pırıltılar saçıyordu. Çoğu zaman ona ateş demelerinin sebebi küçüklüğünde çıkardığı yangın olsa da, saçları da bu lakabı hakkediyordu doğrusu. 

Biraz daha aynaya sokulup dudağının kenarındaki kabuklaşmış yaraya ve gözünün yanındaki şişliğe baktı. Kahvaltıya inmeden sürdüğü kapatıcı fena iş çıkarmasa da yakından biri Cemre'nin yüzündeki yersiz tümsekleri fark edebilirdi. Şişko çocuk istemsizce gözlerinin önüne geldiğinden ağız dolusu bir küfür savurmaya hazırlanıyordu ki arkasından gelen sesle irkildi. 

"Hazırsan çıkıyoruz."

Cemre kapıdan içeri uzanan abisine bakıp başıyla onayladı. Az sonra onun peşine takılmış merdivenleri iniyordu. Matem kıyafetleri içindeki teyzesi ve biricik ailesi çoktan çıkış kapısının önüne dizilmişlerdi. Babasının yanında telefonuyla oynayan kuzeni Duru bir cenaze yerine defileye gideceklerini düşünmüş olsa gerek mini siyah bir elbise ile rugan babetler giymişti. Altın sarısı saçları her zamanki gibi kusursuzca fönlenmiş, çilek rengi parlatıcısı ve büyük mavi gözlerini iyice ortaya çıkaran rimeli yüzündeki daimi yerlerini almıştı. Duru zar zor ekrandan kaldırdığı küçümseyen bakışlarıyla onu süzünce Cemre kıza sataşmamak için alt dudağını ısırdı. Birbirlerini bu kadar sevmeyen iki kuzen daha yeryüzüne gelmiş miydi bilmiyordu.

"Herkes hazır mı?"

Ruhi Dede jilet gibi takımıyla merdivenin başında belirmişti. Eski Türk filmlerindeki jönler gibi görünüyordu. Cemre elinde olmadan ayağındaki eski Converse'lere baktı, sonra da etrafındakileri inceledi. Can bile kotunu siyah bir gömlekle tamamlamıştı. Belki de hata eden Duru değil, Cemre'ydi. En azından spor ayakkabılarının tozunu almayı akıl etseydi...

"Arabalar hazır değil mi Rıfat?"

"Hazır beyim, hazır."

Rıfat abi kapıyı açıp bahçeye fırlamıştı. Dediği gibi onları kasabanın merkezindeki camiye götürecek iki araç da evin önünde bekliyordu. Teyzesi elbette Duru'yla birlikte siyah cipin arka koltuğuna yerleştiğinden Cemre Can ve dedesiyle arkadaki arabaya binmişti. Eniştesinin sesini duymadığı sürece at arabası olsa da fark etmezdi zaten.

Kasabaya uzanan ağaçlı yol onlar gibi cenazeye giden arabalarla dolmaya başlamıştı. Merkeze yaklaştıkça kalabalık Cemre'nin uzun süredir görmediği uzun bir konvoya dönüştü. Yaşarken herkesin arkasından konuştuğu bir kadının ölümüne neden bu kadar insanın geldiğini bilmiyordu Cemre. Kasaba, çevre köyler hatta şehirden gelen eş, dost, akraba caminin girişinde izdiham yaratmıştı neredeyse.

Cemre Can'ı ve dedesini kaybetmemeye çalıştığı halde bir süre sonra cami avlusunda bir başına dikiliyordu. Onları yeniden bulma umuduyla dolanmaya başladı çaresiz. Çoğu tanıdığı, neredeyse her gün gördüğü insanlardan oluştuğundan kalabalığın içinde zorla ilerliyordu. Sohbet etmek isteyen yaşlı teyzeler, sorular soran eski öğretmenler, manav Arif, kasap Osman...

Geçmek bilmeyen on dakikalık bir mücadelenin sonunda Cemre Burak'ı görünce derin bir nefes almıştı. Okyanusun ortasında bir ada bulmuş gibi kendini akıntıya bıraktı. Nihayet başardığında Leylim'in ve Ece'nin de Burak'la birlikte olduğunu görüp sevindi.

"Cemre geldi!" dedi Ece neşeyle ama beklediği karşılığı alamamıştı.

"Havasızlıktan bayılacağım sanırım." dedi Cemre eliyle kendini yelpazelerken.

Burak sırıtıyordu. "Kollarımı açayım da benim üzerime bayıl bari." dedi. Her zamanki uslanmaz aşık rolünü oynuyordu.

Cemre onu duymazdan gelip Leylim'le Ece'ye döndü. "Daha çok var mı?"    

"Birazdan namaz kılınacak." dedi Leylim. "Aile hala tabutun başında duruyor. Can da sizle geldi değil mi? Göremedim de..."

"Yok onu evde bırakmışlar." diye alay etti Burak.

Cemre onların alışkanlık haline gelmiş bu kavgalarına karışmamayı öğrenmişti. Leylim'in gösterdiği yöne bakınca başta sadece yeşil örtüyü seçebildi. İnsanlar devamlı hareket ettiğinden tanıdığı bir yüz yakalamakta zorlanmıştı. Derken hiç beklemediği bir sima onlarca insanın arasından gözüne ilişti. Daha net görmek için hareketlenmiş, Ece'nin ayağına bastığını kız bağırana kadar fark etmemişti. Yanıldığını düşünmek istese de az ileride duran çocuğu bir başkasıyla karıştırmak mümkün değildi.

"Bu kim?" dedi merakla.

Elbette Ece de Leylim de onun kimden bahsettiğini hemen fark edip sırıtmaya başlamışlardı. "Bir rivayete göre ismi Toprak." dedi Ece. "Sultan'ın torunu. Hani şu yatılı okula gönderdikleri."

Cemre'nin alnı düşünmekten kırışmıştı. Ece'nin bahsettiği kara saçlı çocuğu elbette hatırlıyordu, ama anılarındaki veledin şimdi karşısında duran genç adamla uzaktan yakından alakası yoktu.

"Beş yıl insanı epey değiştiriyormuş demek." dedi Leylim kıkırdayarak.

İkisi de beğendiği için Cemre'nin kilit vaziyette çocuğu izlediğini düşünüyor olmalıydı. Hoş kim görse bu çocuğa takılıp kalırdı ya... Cemre'nin derdi başkaydı. Önceki gün hayatını kurtaran kişiden başkası değildi karşısındaki adam. Alevlerin arasından Cemre'nin çıkmasına yardım edip üstüne bir de onun azarını işitmişti. Ve o çocuk Toprak'tı. Cemre'nin saçlarını çekiştirip, ona çilek diyen o küçük velet... Cemre midesine oturan yumrunun yanmaya başladığını hissediyordu. Eski bir kabus taptaze bir sırla birleşip boğazında düğümlenmişti.

"Cenaze için mi gelmiş?" dedi gözlerini Toprak'tan ayıramadan. Aslında sormak istediği geldiği yere ne zaman geri döneceğiydi. Henüz karşı karşıya bile gelmedikleri halde Cemre çocuğun varlığından aşırı derecede huzursuz olmuştu. Onu görmek yüreğindeki kayıkhanenin tekrar tekrar yanmasına neden oluyordu. Cemre'nin unutup gizlemeye çalıştığı hatasını yüzüne çarpmak için hayat onu yollamıştı sanki.

"Sen niye bu çocukla bu kadar ilgilendin ki?" dedi Burak ters ters. Cemre'nin Toprak'a olan ilgisinden rahatsız olduğunu saklamaya çalışmıyordu. Neyse ki o sırada namaz vakti geldiğinden erkekler kadınlardan ayrılmaya başlamışlardı. Burak kıskanç bakışları ve homurtularıyla kalabalığın peşine takılırken Cemre Toprak'ın da abisi ve babasıyla camiye girişini izledi. Ancak kendi ismini duyduğunda Ece'yle Leylim'in bir süredir kendi hakkında konuştuklarını fark etmişti.

"Ne gülüyorsunuz?" dedi kaşlarını çatıp.

Leylim güneşin altında ışıl ışıl parlayan kömür karası saçlarını neşeyle savurdu. "Sana benim Can'a bakışımla dalga geçmemeni, bir gün bunun senin de başına geleceğini söylemiştim."

"Saçmalama." dedi Cemre sinirle. "Sandığın gibi bir durum değil."

"İyi ki değil." dedi Ece gözlerini devirip. "Bir platonik aşık bu ekibe fazlasıyla yetiyor zaten." Leylim Ece'nin kumral buklelerinden birini çekiştirince Ece bülbül sesiyle şakıdı.

"Kesin artık!" Cemre duvar kenarında bir köşe bulup gölgeye sığınmıştı. "Onunla zaten karşılaştım." dedi. "Dün gece... Yangında..."

"Ne?" diye fısıldadı Leylim. Korkulu gözleri duyan biri var mı diye etrafı tarıyordu.

"Bir dakika ne yangını?"

Cemre Ece'ye nereden başlayıp ne kadarını anlatacağını bilmiyordu. "Dün bir çocukla kavga ettim." dedi. "Yalnız gelmek yerine arkadaşlarını da getirince işler biraz karıştı."

"Bana Toprak'ın da orda olduğundan hiç bahsetmedin!" diye araya girdi Leylim sitem dolu bir sesle. "Seni döven çocuklardan biri miydi yoksa?"

Cemre başını salladı. "O sonradan geldi. Sanırım sadece kayıkhanenin oradan geçiyordu. Çocuklar onu görünce korkup kaçtı. Ben de çıkıp senin yanına geldim."

"Bekle kayıkhanedeki yangını siz mi çıkardınız yani?" dedi Ece şok içinde. Sonra gür sesini kimlerin duymuş olabileceğini fark edip eliyle ağzını örttü.

"Ben değildim." dedi Cemre sıkıntıyla. "O çocuklar beni korkutmak için salak bir oyun oynamaya çalıştılar ve ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Olan da zavallı kayıkhaneyle benim bisikletime oldu." Eli gayri ihtiyari ensesindeki sargı bezine gitmişti. Aslında sözleriyle kendini rahatlatmaya çalıştığının farkındaydı. "Neyse..." dedi dehşet içinde onu izleyen arkadaşlarıyla göz göze gelmemeye çalışarak. "Siz kimseye bir şey söylemeyin. Burak'a bile." Sıkıntıyla nefes verdi. "Toprak'ın da kimseye bir şey diyeceğini sanmıyorum. Zaten beni hatırlamamıştır bile."

"O saçlarla hatırlanmamak biraz zor ama..." diye mırıldandı Leylim. Gülecektiyse de Cemre'nin bakışlarını görünce kendini durdurdu. Namaz bitip imam dua ederken hiçbiri bir daha bu konu hakkında konuşmadı. Yine konvoy halinde cenazeyi defnetmeye gideceklerinden dua sonunda Cemre arkadaşlarından Can'ı ve dedesini bulmak için ayrılmıştı. O kargaşanın arasında nasıl olduysa arabalarına binmeyi başardılar ve Karasuların aile mezarlığına giden araçların peşine takıldılar.

Kendi zeytinliklerini gören sakin bir tepede onları bekliyordu ailenin önceden ölmüş fertleri. Rüzgar bu yükseklikte keskin, ama bir o kadar huşu doluydu. Duru uçuşan eteğini zapt etmeye çalışırken Cemre'nin içinden delice gülmek geldiyse de ağzını açmadı. Çok daha az insan defne katıldığından Cemre zaten kabak gibi ortada kaldığını hissediyordu, bir de dikkatleri üzerine çekmesine gerek yoktu. Cenaze aracı ve aile geldiğinde özellikle dedesinin arkasına gizlenip izlemeye devam etmişti.

Toprak elbette ailesinin yanındaydı. Simsiyah bir takım elbise giymiş abisi ve en az onun kadar şık görünen babası yanında sıradan görünse de üzerindeki sade, siyah gömlekle onlardan daha çekici olduğuna kimse itiraz edemezdi. Koyu kahve saçları yaşananlara isyan ederce başının etrafında farklı yönlere dağılmıştı. Gözleri dışında Cemre onda çocukluğundan tanıdık hiçbir nokta bulamıyordu. Boyu uzamış, omuzları genişlemiş, yüz hatları keskinleşmişti. Bir an için bakışları Cemre'den yana kaydığında Cemre nefesini tutup yeniden dedesini kendine siper etti.

Sultan Hanım son yolculuğuna uğurlanırken dedesi dışında göz yaşı döken pek olmamıştı. Kadının dillere destan terörüne maruz kaldığı halde o tepede dikilen her bir insan muhtemelen son görevini yerine getirmek için ordaydı. Belki de Sultan Hanım'ın ellerinin öteki taraftan bile onlara uzanmasından korkuyorlardı. Kadını düşününce Cemre bunun pek de olasılık dışı olmadığını kabul etti.

"Baş sağlığı dileyip dönelim artık." dedi dedesi o sırada onu düşüncelerinden koparıp. Şimdi insanlar mezarın başında dikilen ailenin önünde kuyruk olmuştu. Cemre bu şekilde ifşa olmaktan inanılmaz rahatsız olsa da el mahkum abisinin arkasında sıraya girdi. Aile fertlerinin tek tek elini sıkarken başını olabildiğince yerde tutmayı başarmıştı. Sıra Toprak'a geldiğinde ise öne uzattığı elinin titremesine engel olamadı.

"Başın sağ olsun." dedi zar zor duyulan bir sesle.

Toprak tepkisiz suratıyla onu izliyordu. Sanki bile bile hareketlerini ağırdan alır gibiydi. Cemre'nin uzattığı eli tutarken başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı. "Geldiğin için teşekkürler."

Cemre gülümsemeye hiç benzemeyen bir çabanın ardından elini kurtarıp Can'ın peşinden arabaya yöneldi. Tiz bir sesin arkasından seslendiğini işittiğinde neredeyse araca binmek üzereydi.

"Cemyeee!" diye bağırıyordu biri. Minik bir kız çocuğuydu bu. Cemre arkasını dönmeden göreceği tatlı surat zihninde canlanmıştı.

"Su?" dedi ona doğru koşmakta olan kıza ama Su onu duymuyor gibiydi. Bakıcısının elinden kurtulmuş tek gayesi Cemre'ye ulaşmakmış gibi düşme pahasına hızla koşuyordu. Nihayet yanına ulaştığında kendini Cemre'nin kollarına attı ve ağlamaya başladı.

"Su, canım!" dedi Cemre göğsünde titreyen kızın saçlarını okşarken. Toprak'ın kardeşinin peşinden koşup geldiğini fark etmemişti. Göz göze geldiklerinde Toprak çaresizce omuzlarını kaldırdı. Ölümü küçücük bir çocuğa nasıl açıklayacağız biz der gibi hüzünle bakıyordu. Cemre Su'yu kendinden uzaklaştırıp yüzüne düşen saçları geri taradı.

"Ben babaannemi göymek istiyorum Cemye." dedi Su dudaklarını büzüştürüp. Keşke ona bu isyanın faydasız olduğunu anlatabilselerdi. Şimdi Toprak da yanlarına çömelmiş, kardeşinin tombul yanaklarını okşuyordu.

"Prensesim." dedi yumuşacık bir sesle. "Sana anlattım. Babaanne artık çok daha güzel bir yerde."

"Neyde?" dedi Su kaşlarını çatıp. "Niye o zaman bizi de yanına almıyor? Ben de gidicem!"

Cemre ve Toprak bir kez daha göz göze geldiler. Toprak'ın dudakları bulamadığı sözcükler yüzünden aralık kalmıştı. Annesi ve babası o çok güzel yere gittiğinde Cemre de beş yaşındaydı. O yüzden bu masallara kendi inanmadığı gibi Su'yun da inanmayacağını biliyordu. Kendini tamamen toprağın üzerine bırakıp küçük kızı dizine oturttu.

"Ben senin yaşındayken herkes gibi bir annem ve babam vardı." dedi gülümseyerek. "Sonra bir gün tıpkı senin babaannen gibi onların da gitmeleri gerekti."

"Neyeye?"

"Sanırım başka bir yerde, başka çocukların da bizim kadar sevilmeye ihtiyacı vardı. Benim annemle babam da senin babaannen de çok ama çok iyi kalpli olduklarından o kocaman sevgilerini başkalarıyla da paylaşmak istediler. İşte bu yüzden gitmeleri gerekmiş olmalı."

Su yanağında kuruyan göz yaşıyla Cemre'yi izliyordu. "Ben de babaannemin sevgisini istiyoyum." dedi sinirle ama kafası karışmıştı. Cemre onun saçlarını bir kez daha geri taradı.

"Seni seven kocaman bir ailen var Su." dedi. "Sen zaten çok ama çok seviliyorsun. Annen, baban, abilerin..."

"Toprak gidicek ama!"

Cemre ilgiyle onları izleyen çocuğa döndü. Toprak'ın yüzünde buruk bir tebessüm vardı. "Gel buraya kaçak prenses." dedi kızı kucağına alıp ayağa kalkarken. "Seni doyasıya yemeden hiçbir yere gittiğim yok benim." Burnuyla kızın karnını gıdıklayınca Su az önceki hüznünü unutup kahkaha atmaya başlamıştı.

"Teşekkürler." dedi Toprak arkasını dönmeden önce. Arabalarına yönelmişti ki bir anda yeniden Cemre'ye bakıp gülümsedi.

"Seni yeniden görmek güzel çilek."

Cemre daha tepki veremeden Toprak göz kırpıp sırtını döndü. Bir daha da ardına bakmadan Su'yla birlikte arabanın arka koltuğuna yerleşmişti.

Hatırlıyor diye düşündü Cemre panikle. Yüzünün kızardığı belli olmasın diye başını öne eğdi ve arabaya binip koltuğa gömüldü.

Hatırlıyordu.

......................

Herkese selam, umarım hikaye hoşunuza gidiyordur :)

Eğer gidiyorsa yorum bırakmayı unutmayın. Ve bir de... hikayenin çizimlerini takip etmek isterseniz Instagram hesabına göz atabilirsiniz: @bahar_uykusu

Bana ulaşmak isterseniz Instagram: @ezgicaglar

Sevgiler, kalpler, çilekler

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top