Bölüm 78
!!!FİNALE SON 2 BÖLÜM!!!
Heyecanla yeni bölüm yeni bölüm diye beni sıkıştıran herkes.... bu bölüm size geliyor :)))
Yine trenlerde, havalimanlarında, havada, karada size bölüm yazdım en hızlısından :) Telefondan yüklüyorum daha da geç kalmamak adına. Yazım hatası olduysa affola:)
Öppüücükkk
***
My heart is weak
Tear it down piece by piece
Leave me to think
Deep in my structure, I think I still love her
But I need some sleep
***
BÖLÜM 78:
ARTIK OLMAZ
Rüzgar'dan...
Aklımda bir şarkı dönüyordu. İsimsiz, sözsüz, sahipsiz. Gün gibi aydınlık, gece gibi sakin. Yüzümü hissetmediğim halde dudaklarımda dolanıyordu notalar. Ellerim görmediğim bir boşluğun içinde çok iyi tanıdığım bir siluete doğru uzanmış, ama asla ona ulaşamamıştı. Öylece havada asılıydım. Kalbimi yoracak anılar, aklımı zorlayacak kaygılar yoktu. Bu andaydım. Zamanın kendisiydim hatta. Belki de hiç başka bir gün, başka bir saat, başka bir dakika olmamıştı. Sonsuzluk uçsuz bucaksız bir deniz gibi dalgalanıyordu etrafımda. Renksiz, kokusuz, sessiz. Sadece şarkı vardı. En az benim kadar kimsesiz o şarkı...
Ve sonra karanlık onu yuttu.
Aradan bir asır geçti. Ya da bir yıl. Belki bir gün. Belki de saatler. Şarkım kaybolmuştu. Sonsuz beyazlık ve huzur da...
Şimdi kulaklarım bambaşka sesler duyuyordu. Kalbim taşıyamayacağı ömürlük yükle ağırlaşmıştı yeniden. Acıyı ilk kirpiklerimde hissetmeye başladım. Ve ardından tüm bedenim zonklamaya, tüm kaslarım sızlamaya, tenim yanmaya başladı. Ses çıkarmayı denediysem de boğazıma saplı bir bıçak varmış gibi boğuk bir inilti dökülmüştü dudaklarımdan.
"Rüzgar!"
Tanıdık çağrıya karşılık vermek istedim. Başımı oynatmayı dahi başarabildiğimi sanmıyordum.
"Oğlum... Rüzgar..."
"Uyanıyor sanırım."
"Rüzgar'ım..."
Gözlerimi yeniden kırpıştırdım. Acı bu kadar keskin olmasa belki seslerin sahiplerini görebilirdim. Oysa nefes almak kadar hayati bir işi bile beceremiyordu şu an bedenim. Ciğerlerimi yüzlerce cam kırığıyla değiştirmişlerdi sanki ve ağzımı açmayı her denediğimde tekrar tekrar içimde kırılıyordu o parçalar.
"Ben hemşireyi çağırmaya gidiyorum."
"Oğlum... Bizi duyabiliyor musun?"
İki ses vardı. Babamınkini hemen tanımıştım. Ama diğeri çocukluk anılarımdan tatlı bir melodiydi. Anne... diye düşündüm ona dönme çabasıyla. Sadece boğuk bir öksürük çıkmıştı ağzımdan ve boğazımdan gelen yakıcı acıyla kavrulduğumu hissettim.
"Hiş... hiş... zorlama." dedi annem. Şefkatli elleri kolumda olmalıydı şimdi. Dokunduğu yerden tenimdeki sızıyı hafifleten bir sıcaklık yayılıyordu. Ona bakmak, ona sormak, anlamak istiyordum. Oysa sesi bir kez daha uzaklaşıyordu.
"Çok güzel..." dedi o sırada yabancı üçüncü bir ses. "Aferin sana Rüzgar. Sen çok güçlü bir çocuksun." Konuşan kişinin başımda dolandığını, elime dokunduğunu hissediyordum.
"Neden uyanamıyor?" diye sordu babam.
Ona uyanık olduğumu, her şeyi duyduğumu söylemek istedim. Yine yapamamıştım.
"Bu normal." dedi üçüncü ses benim yerime. "Verdiğimiz ilaçlar çok ağır. Böylesi daha iyi. Yoksa acıya dayanması çok güç olur. Bol bol uyuyup iyileşecek Rüzgar."
Ve ben de uyudum.
Uyandım.
Tekrar uyudum.
Acı hiç hafiflemiyor, tam tersi algılarım açıldıkça bedenimdeki tahribat kendini iyice belli ediyordu. Göğsümü parçalayan bıçak darbeleri, karnımdaki yarık, irili ufaklı kesikler, göçükler, morluklar... Hepsi için bir tedavisi vardı tıbbın. Yaralarımı dikmiş, ağrılarımı morfinle uyuşturmuş, kaybettiğim kanı yerine koymayı başarmışlardı belki. Ama etrafımda dört dönüp beni hayata döndürmeye çalışan onca doktor ruhumda açılan deliğe bir çare bulmayı akıl edememişti korkarım. Hala içten içe kanıyordum ve bu ruhani tahribatın geri dönüşü yoktu.
Konuşmayı başardığımda Meriç demiştim ilk. İrem'i, Ela'yı, arkadaşlarımı ya da alevler içinde bıraktığım okuluma ne olduğunu sorabilecekken onun ismi dökülmüştü dudaklarımdan. Neden bilmiyordum. Cevap alamadıkça öfkem daha da artıyor, bilinmezlik zaten hasarlı aklımı iyiden iyiye zedeliyordu. Gücüm olsa babamın beni geçiştirmesine izin vermezdim, ama o Merak etme... diyordu her seferinde. Herkes iyi. Sen de iyi olacaksın.
Olacak mıydım sahiden?
Yine uyudum. Kendimi ağır ilaçlara bırakıp karanlığa teslim olmak gerçek hayata dönmeye çalışmaktan daha kolaydı. Gözümü açık tutabildiğim nadir anlardan birinde "İrem iyi mi?" diye sormuştum babama.
Beni onun gerçekten iyi olduğuna ikna etmek için epey uğraşmıştı ya neden bunu kendi gözlerimle görmek varken sorularımla onu delirttiğimi anlamadığı yüzünden belliydi. Kapının ardındaydı İrem. Bir adım ötemde, bir nefes uzağımda. Yanıma gelmek, elimi tutmak için dudaklarımdan çıkacak bir küçük Tamam'ı bekliyordu umutla. İçeri girmek için annemi defalarca kez zorladığını, babama ricalar ettiğini, hemşirelere yalvardığını biliyordum.
Her seferinde aynı heyecanla "İrem seni görmek istiyor!" diyen annem bunun beni hayata döndürecek mucize olduğuna inanıyordu şüphesiz. Belki öyleydi sahiden de. Buna rağmen susmuş, uykuyu kaçınılmaz yüzleşmeye tercih etmiştim. Muhtemelen İrem onun beni böyle görmesini istemediğimden onu geri çevirdiğimi zannediyordu, halbuki onu görmek istemeyen bendim. Yarı baygın, yarı ayık geçen onca gecenin, onca günün ardından hala onun suratına nasıl bakacağımı, ona ne diyeceğimi bilemiyordum çünkü.
Annem "Rüzgar neden bunu yapıyorsun?" diye sorduğunda hala zar zor çıkan sesimi bahane edip susmayı tercih etmiştim. Anlatsam da anlamazlardı zaten. O cehennemin içinden çıkmadan, o kötülüğü bizzat görmeden ne hissettiğimi anlamazlardı.
Ben de yeniden uyudum. Ve sonra yeniden...
Bu arada doktorlarım sağlığımda gelişme görmüş olsalar gerek beni yoğun bakımdan normal bir odaya geçirme kararı almışlardı. Bir ben görmüyordum o gelişmeyi sanırım. Gözümü her açtığımda alev alev üzerime yıkılıyordu duvarlar yeniden. İrem'in çığlıklarını duymamak için daha da uyuştursunlar beynimi istiyordum. Film en kötü yerinde takılmıştı beynimde ve durmadan aynı kanlı sahne dönüyordu.
Gün geçtikçe bana verdikleri ilaçların miktarı azalmasa belki dayanmak yine de mümkün olurdu. Ama doktorlar bana nasıl bir kötülük yaptıklarını bilmiyor olsalar gerek kaçmaya çalıştığım tüm hayaletlerle gerçek hayatın ortasında bir başıma bırakmışlardı beni. Artık göğsümdeki acı değildi en büyük sorunum. Kendime, hatalarıma, hatalarımın sonuçlarına katlanmaktı. Baktığım her yerde Meriç'i görmeye devam ediyor, duyduğum her seste panikle yerimden sıçrıyordum.
Üstelik hala o ötelediğim büyük karşılaşma vardı önümde. İrem... arkadaşlarım... Ne duymayı bekliyorlardı benden emin değildim. Ne görmeyi umuyorlardı? Yaşanan onca şeyden sonra bir daha asla o tanıdıkları Rüzgar olmayacağımın farkındalar mıydı mesela? Sanırım bunu onlarla karşılaşmadan öğrenme şansım yoktu ve ben ne kadar ötelemeye çalışsam da konuşmamızın zamanı gelmişti.
Fakat onlardan önce başka misafirler daldı odama. Bu zamana kadar polislerin benimle görüşmesini engellemeyi başaran babamın gücü bir yerde bittiğinden yoğun bakımdan çıkmamı fırsat bilen adamlar anında soluğu yanımda almıştı. Belki göğsümü boydan boya kaplayan sargılar ve bedenimin her yanına yayılmış yaralar olmasa onlara istemeden okulda çıkan bir yangının ortasında kaldığımızı söyleyebilirdim. Ama ben ölümle mücadele ederken polisler çoktan araştırmaya başladıklarından benden bile fazlasını biliyorlardı.
Ne hatırlıyorsun diye sorduklarında onlara Meriç'le kavga ettiğimizi, bu arada kazara yangın çıktığını, sonra da bayıldığımı ve gerisini bilmediğimi söylemiş; bana inanmadıkları halde çaresizce yalanımı kabullenişlerini izlemiştim. Silahlı çatışmayı duymamıştım, okulun önündeki yaralı adamları tanımıyordum ve beni o binadan kimin, nasıl çıkardığını kesinlikle görmemiştim. Bu pek de yalan sayılmazdı aslında. Adamların muhtemelen Meriç'in fedaileri olduğunu tahmin etmem ve kurtulmamızda arkadaşlarımın payı olduğunu bilmem dışında...
Ve o ana kadar kimsenin bana söyleme gereği duymadığı en çarpıcı gerçekle de polisler yüzleştirmişti beni. Meriç... benden alamadığı hayatım karşılığında kendininkini kaybetmişti. Polisler İrem ve beni bulduklarında baygın bir halde yanan okulun içindeydik. Yan yana, kanlar içinde... Oysa Meriç sırtından vurulana kadar hala ayaktaydı. Benden sonra İrem'in de işini bitirmek üzereyken tam zamanında yetişmişti polisler. Karşımdaki adam tüm ruhsuzlarıyla ömürlük dostumun hastaneye hiç ulaşamadığını, ambulansta hayatını kaybettiğini anlatırken ben de kalbimin en az onun suratı kadar boş olduğunu fark etmiştim. Sadece kocaman bir araf vardı artık ruhumda. Üzülmüyor, sevinmiyor, ağlayamıyor, gülemiyordum. Her şey bitmiş olması gerekirken beni askıda bırakarak Meriç son amacına da ulaşmıştı korkarım. Teşekkürler kardeşim... diye düşündüm sessizce. Hayatımı sonsuza dek mahvettiğin için...
"Hastamızın artık dinlenmesi lazım."
İşte beni sonunda polislerin sorgusundan kurtaran bu söz olmuştu. Derin bir nefes aldım ve başımı yastığa bırakıp gözlerimi kapadım. Olayın şokuyla unuttuğum tüm detaylarla yeniden yüzleşmek, aynı cehennemin içine bir kez daha düşmüş gibi tüketmişti bedenimi. İsteksizce odayı terk eden adamlar bu işin altını kazacaklarını gösteren samimiyetsiz bir tebessümle yanımdan ayrıldıklarında artık öncekinden de umutsuzdum hayata karşı. Fakat sonra odamın kapısı bir kez daha açıldı.
"Bu kadar ileri gideceğini düşünmezdim. Sırf benden rol çalmak için şu düştüğün hale bak..."
Hayretle tanıdık sesin sahibine döndüm. "Ela?"
Ben yerimde doğrulmak için debelenirken o da duvardan destek alarak attığı acemi adımlarla bana yönelmişti. "Zaten tüm ilgi hep sende." dedi muzip bir gülümsemeyle. "Ne gerek vardı ki bu kadar maceraya? Bıraksaydın bir kerecik insanlar bana odaklansaydı. Ağzımın tadıyla yatırmadın şu hasta yatağında yemin ediyorum. Yine star sensin, tebrikler!"
Sadece tebessüm edebildim. Ela kesinlikle berbat görünüyordu. Yüzü bembeyazdı, göz altları çökmüştü ve eli acı çekiyormuş gibi karnının üzerindeydi. Ama onu böyle ayakta, uyanık, gülümserken görmek; konuştuğunu duymak... Kaybolduğunu düşündüğüm gelecekten ümit dolu kırıklar gibi parlıyordu önümde.
Ela yatağa tutunup başucuma dizini koyduğunda bir an ne yaptığını anlayamamıştım, ama o epey bir uğraştıktan sonra yanıma oturmayı başarmıştı. Zorlu bir savaştan çıkmış gibi başını omzuma bırakıp derin nefesler aldı. "En azından ikimiz de bıçak yarası ne demek biliyoruz artık. Paylaşacak bir şeyimiz daha oldu."
Kolumu kaldırabilsem onu göğsüme çekerdim. Bunun yerine elini sıkıca tutup avucumun içine sakladım. Diyecek tonla şey olduğu halde tek kelime bulamadığım dakikaların ardından "Meriç öldü." demiştim bir anda.
Ela şaşırmışa benzemiyordu. "Biliyorum." dedi bana bakmadan. "Ve biz hala hayattayız."
Bunu sanki maçı biz kazanmışız gibi bir zafer edasıyla söylemişti. Düşününce öyleydi belki sahiden de. Meriç ölümcül bir oyun oynamış, sevdiğim herkesi beraberinde cehenneme götürmeye çalışmıştı. Oysa günün sonunda hayata tutunmayı başaran biz, kendi karanlığında ilelebet kaybolansa oydu. Buna rağmen neden tüm cephelerde yenilmiş gibi hissettiğimi söyleyemezdim. Yaşamımın hiçbir gününde daha mağlup olmamıştım sanırım.
"Bizden kaçman bu gerçeği değiştirmeyecek biliyorsun değil mi?" dedi Ela yandan bana bakıp.
İşte yine en iyi yaptığı şeyi yapıp gerçekleri filtrelemeden yüzüme çarpıyordu. Ona itiraz etmemin hiçbir anlamı olmadığından başımı aşağı yukarı salladım. Ben de bunu biliyordum elbette. Yapmak istediğim de arkadaşlarımdan kaçmak değildi zaten. Sadece...
Ela yeniden başını omzuma yasladı. "İrem hem seninle hem de benimle aynı şeyleri yaşadı Rüzgar. Bizim kadar ağır bir yara almamış olabilir, ama inan bizden daha kırık dökük bir halde. Ben uyandığımdan beri kapının önünde. Allah bilir öncesinde de buradaydı ve inatla gitmiyor. Neden biliyor musun? Çünkü şu an tüm dünya onun yanında da olsa fark etmez. Onun sana ihtiyacı var. Ve sen karşısına çıkmaktan kaçıyorsun."
Keçe gibi olmuş boğazım iyice kurumuştu şimdi. Acaba bu gerçeğin İrem de farkında mıydı? Hatalarını kabullenip kendiyle yüzleşmekten aciz bir adam olduğumu mu düşünüyordu o da? Muhtemelen öyleydi. "Buna nasıl dayanacağımı bilmiyorum Ela." diye mırıldandım tüm dürüstlüğümle. "Her şey onun gözlerine baktığım an başladı zaten. Hepsi İrem'e karşı hislerimi engelleyemediğim için yaşandı. Sana olanlar, İrem... Mert bile... Az daha hepimiz ölüyorduk. Ve Meriç.... o artık yok. Her şey bitti. Benim yüzümden... Şimdi bir kez daha ona bakmaya cesaretim yok. Bunu... bunu her şeyden çok istesem de... durmadan onu düşünsem de... kendimi güçlü olmaya zorlasam da... o cesareti bulamıyorum. Yapamıyorum."
Ela dudaklarını büzmüş beni izliyordu. Yanağımı bir anne şefkatiyle okşayıp başımı kendine doğru çevirdi. "Bunu yapma Rüzgar çocuk." dedi buruk bir tebessümle. "Bunu kendine de, ona da, bana da, hiçbirimize yapma, lütfen. Seni senden bile iyi tanıyorum ben. Yine her şeyin yükünü tek başına taşımaya, herkesi korumaya çalışıyorsun. Ama yeter artık! Bu kez yardıma ihtiyacı olan sensin, sana yardım edecek olanlar da biziz! Herkes gerçek suçlunun kim olduğunun farkında. Sen kendine gel yeter!"
Yüzümü onun elinden kurtarıp bakışlarımı hala sıkıca birbirini kavramış ellerimize diktim. Ela'nın hayatımdaki varlığı mantık çizgisinden uzaklaşmamı engelleyen bir el feneri olmuştu hep benim için. Oysa belki de ilk kez sözleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. "Çok yorgunum." dedim başımı onunkinin üzerine bırakıp. Gözlerimi kapatıp yeniden huzuru sessizlikte bulmayı denemiştim. Ela'yla sonsuza dek mücadele etsek de bunun faydası olmayacaktı. İlk defa o bile beni anlayamazdı. Ne kaybettiğimi gözleriyle göremez, acımı bana dokunarak hissedemezdi.
"Rüzgar..." dedi yine de bir süre sonra. "Kendini toplamak zorundasın. Seni bu halde bırakıp gidemem." Gözlerimi aralasam da başımı kaldırmamıştım. Onun gitmekle ne kastettiğini sormak istiyordum istemesine. Ama cevabı duymaya cesaretim yoktu. Bunu Ela da fark etmiş olsa gerek sesli bir nefes verip devam etti.
"Ben gidiyorum Rüzgar. Babamın beni bir daha bulamayacağı bir yere gidiyorum. O hapishaneden çıksa bile beni bulamayacağı bir yere... En baştan hayata başlamaya... Yeniden... tek başıma..."
Yutkundum. İlk kez duyduğum bu haber karşısında deliye dönmeliydim aslında. Normalde olsa ilk saniyede binlerce soruyla isyan ederdim Ela'ya şüphesiz. Oysa kendi aklımda da sadece kaçıp gitmek varken en iyi arkadaşıma karşı gelmek adil değildi. "Ne zaman?" diye sordum sakince.
"Toparlayınca." dedi Ela. "Alev Bulgaristan'da iyi bir iş ayarladı bana. Hem partnerim olacak, hem ders vereceğim falan... Kalacak yer için de yardımcı oldu."
Sustuk. Ela'nın bir şey dememi beklediğini biliyordum. Bu zaten parçalanmış hayatımın tamamen mazide kalacağı anlamına geliyordu sonuçta. Bir kardeşim ölmüş, diğeriyse gitmeyi seçmişti. Uzuvları kopmuş, kalbi sökülmüş, yarım bir adam olarak hayatıma devam etmem gerekiyordu artık. Yine de ağzımı açamadım.
Ela huzursuzca kıpırdandı. "Bazen düşünüyorum. Benim doğumum annemin canına mal olmuş olmasa daha farklı bir hayatım olur muydu? Babam... onu bir canavara dönüştüren kalbindeki aşkı benimle paylaşabilir miydi acaba? Cüneyt baba gibi koruyup kollar mıydı beni?" Alt dudağını ısırıp bir an için bekledi. "Ama sonra kendime bunu düşünmenin hiçbir anlamı olmadığını hatırlatıyorum. Çünkü geçmişi değiştiremem. Değiştiremeyiz Rüzgar. Ne sen ne ben ne de bir başkası... Ama hala yaşadığımıza göre... hayat bize ikinci bir şans verdiğine göre... gelecek için umut edebiliriz. Ve ben umut etmeyi seçiyorum."
Gözlerimi yeniden yumdum. Belki Ela'nın bahsettiği o geleceği karanlığın ötesinde ben de görebilirdim. Belki ben de ikinci bir şansın olduğuna inanırdım derin bir uykuya dalabilsem ve tüm yaşananları o rüyalarda bırakıp yepyeni bir insan olarak gözümü açsam.
"Biliyorum." diye mırıldandı Ela kulağımda. "Bir gün seninle yeniden dans edeceğiz Rüzgar çocuk. Bambaşka bir yerde. Bambaşka bir zamanda... Ben senden daha iyi olduğum halde tüm gözler yine senin üzerinde olacak ve ben yine bu kadar yakışıklı olduğun için sana küfür edeceğim." Güldü ve biraz daha sokuldu bana. "Bu günleri konuşmayacağız. Hatırlamayacağız bile hatta. Sadece en güzel anlarımızı yad edip gelecekten bahsedeceğiz. Ama o gün gelene kadar... Sana söylediklerimi unutmaman gerekiyor Rüzgar. Hayata devam etmek zorundasın. Seni seven insanlarla birlikte..."
Gözlerimi açmadım, ona cevap vermedim, hatta düşünmekten bile vazgeçtim. Ela'nın yanı başımdaki sıcaklığı gelecekteki yokluğunu şu an için bile olsa göz ardı etmeme yardımcı oluyordu. Hasarlı bedenim ve ilaçlar beni her daim asılı kalmak istediğim uykunun o hissiz boşluğuna çekmek üzereydi zaten yine. Direnmedim.
Gerçekler tüm kalp kırıklarıyla donarken kayarak kurşun karası bir kabusa geçmiştim az sonra. Yapayalnızdım yine. Olması gerektiği gibi sessiz, sözsüz, kimsesiz... Kendi kara deliğimde kaybolmuş, etrafımı saran metal çeperlerden sekip yine tenime saplanan vicdanın okları arasından bilinmezliğe doğru acele etmeden yürüyordum. Aldığım her darbede ruhum hafifliyordu sanki. Varılacak bir yer de acelem de yoktu bu yolculukta. Uyku bir kez daha beni terk edip gerçek dünyanın kucağına bırakmasa sonsuza dek ilerlerdim bu karanlık tünelden adım adım. Oysa şimdi yeniden gözlerimi aralamıştım.
Önce tanıdık bir koku geldi burnuma. Bir an hala rüyanın etkisinde olduğumu ve hayal gördüğümü düşündüm. Sol yanımda hissettiğim sıcaklığı ya da omzumdaki ağırlığı Ela'nın varlığı açıklayabilirdi, oysa beynimi en ücra köşesine kadar uyaran bu çiçekli aroma aynı anda bambaşka bir duyguyu da uyandırmıştı kalbimde.
İrem! diye düşündüm panikle. Yerimde kıpırdanmamla onun omzuma yasladığı başı öne düşmüş, bu da daldığı rüyadan uyanmasına neden olmuştu. Bir an ikimiz de şok içinde birbirimize baktık. Onun yüzü uyku sersemliğinden kurtulmasıyla yumuşadığı halde ben hala dehşet içindeydim.
"Merhaba..." diye mırıldandı İrem ne kadar güzel güldüğünü bana hatırlatan bir tebessümle.
Ona cevap veremedim. Ne ara odaya geldiğini ne ara Ela'nın yerini aldığını kestirememiştim. Belki de hala rüya görüyordum. Yüzündeki kabuk bağlamış yaralara rağmen kusursuz bir melek gibi ışıldıyordu yine İrem.
"Aslında başta sandalyede oturuyordum, ama sonra..." dedi suçlu bir çocuk gibi dudaklarını büzüp. "Sana daha yakın olmak istedim. Gerçekten iyi olduğunu hissedebilmek için..." Doğru söylediğini biliyordum. O an bir eliyle kolumu öyle bir tutmuştu ki sanki her an onu bırakıp gideceğimden korkuyordu. Yüzü tam önümdeydi, belki birkaç santim ötemde... "İyisin değil mi?" diye sorduğunda bana öyle bir bakıyordu ki konuşmamı değil, onu öpmemi istediğinin farkındaydım. Duymak değil, hissetmek istiyordu İrem. Kabusun bittiğini, kötü günlerin geride kaldığını hissetmek... Buna rağmen başımı çevirip elime diktim.
"Daha iyiyim. Yavaş yavaş iyileşiyorum."
"Hepimiz seni çok merak ettik. Herkes burada. İkizler, Memoji, Oya, Beliz... Tuğçe'yle Caner... hatta Alev Hoca bile. Hepsi seni görmeyi çok istiyor ama doktorlar müsaade etmiyor sanırım." İrem ona gerçek nedenin bu olduğunu söylememi bekler gibi bir an durdu. Ben sessiz kalınca mecbur devam etmişti. "Aslında bana da beklememi söylediler. Ama Ela içeri girince ben... daha fazla seni görmeden duramadım. O yüzden de..."
Gözlerimi itinayla İrem'den kaçırmayı denesem de son sözlerini söylerken çatlayan sesi ona bakmama neden olmuştu. Kalbim göğüs kafesimin taşıyamayacağı kadar ağırdı şimdi. Onun ıslak kirpiklerine yapışmış yaşların kopup dökülmek üzere hazır beklediklerini görebiliyordum ve bu sadece daha da ağrıtıyordu ciğerlerimi. Karşımda kıvranan kızın yukarı kıvrılmış dudaklarından başka bir şey görmüyor, yine de uzanıp onu öpemiyordum.
"Dinlenmem gerekiyor." dedim kendi kulağıma bile kaba gelen duygusuz bir sesle. Bakışlarımı zorla ellerime çevirmiştim yine, ama her saniye solumda hissettiğim çekime direnmek zorlaşıyordu.
İrem'in yüzü bu sevimsiz tepkim karşısında düşse de kendini hızla toplayıp gülümsemeyi başardı. "Sanırım sen dinlenirken tam burada kalamam değil mi?" dedi muzipçe. Kendimi kaybedeceğime öyle emindim ki bir kez daha ona bakmaya cesaretim yoktu, ama İrem çenemden tutup yüzümü kendine çevirmişti. "Tam burada..." diye üsteledi. "Sen uyurken sessizce otursam şuracıkta mesela? Çıt çıkarmadan yanı başında bekleyiversem..."
Birkaç santim vardı aramızda şimdi sadece. Birkaç saniye... bir kalp çarpıntısı... bir göz kırpışı... Dudaklarımızın buluşması için tek bir adım... Ama o mesafe hiç kapanmadı. Kalbim o an atmaktan vazgeçti, gözlerim kör oldu ve tam İrem benim yerime o adımı atacakken "Olmaz." döküldü dudaklarımdan. Anlamışa benzemiyordu, ben de tekrarladım. "Olmaz İrem. Yapamam. Artık... olmaz."
Ağırlaşan hava aramızda asılı kaldı o an. Ben kendimi geri çeksem de İrem olduğu yerde kalakalmış, kıpırdamadan beni izlemeyi sürdürmüştü. Sanki sözlerimin ağır ağır teninden içeri süzülmesine, damarlarına sızmasına ve onu en derinden zehirlemesine kasten izin veriyordu. Gözlerinin yüzümde gezdiğini bile bile ona bakmamak için direndim. Olmazdı, biliyordum. Artık değil... Yolun en başında bunu konuşmamız en doğrusuydu. Ben kabullenmiştim, o da elbet kabullenecekti.
Ama...
İrem sonunda bakışlarını önüne çevirse de yanımdan kalkmamıştı. Gitmesi ve bir daha yüzüme bakmaması gerekirdi ya hala şoktaydı belki de. Sessizce ikimizin de aramıza giren soğuk havaya tahammül etmeye çalıştığımız dakikaların ardından "Ne yapmaya çalıştığını biliyorum Rüzgar." dedi birden. Yandan ona baktığımda o da aynını yapınca göz göze gelmiştik. "Ne yaptığını, neden yaptığını biliyorum." diye yineledi beni hayrete düşüren sıcacık bir tebessümle. "Seni düşündüğümden de iyi tanıyorum artık sanırım."
O şefkatle bana bakarken ben dehşetle onun bana bağırıp çağırmak varken neden gülümsediğini anlamaya çalışıyordum hala. "Ben bir şey yapmaya çalışmıyorum." dedim çekinerek.
İrem dudaklarını büzmüştü hüzünle. "Hayır... kasten yapmıyorsun." dedi. "Farkında bile değilsin neden benden gitmemi istediğinin. Sen aslında kendini cezalandırmaya çalışıyorsun Rüzgar. Tüm bu olanlar için kendini suçluyorsun. Bana karşı hislerin yüzünden... Beni, Ela'yı, sevdiklerini koruyamadığını sandığın için..."
"Koruyamadım zaten!" diye araya girdim istediğimden de öfkeli bir tonda. Göğsümü sıkıştıran ağırlıktan sesli bir nefesle kurtulmaya çalıştıysam da işe yaramamıştı. Vicdan azabı bir kez daha alev alev yakıyordu şimdi ciğerlerimi.
İrem beni umursamamış gibi hala gülümsüyordu. "Ben hayatta kalayım diye sen az daha ölüyordun Rüzgar. Hatırlamıyorsun belki ama kanlar içindeyken bile hala beni o cehennemden çıkarmaya çalışıyordun sen."
"En başta seni o cehenneme sokmamış olsaydım..."
"Hayır..." dedi İrem başını iki yana sallayıp. "Beni o deliğe sokan Meriç'ti. Bize bu kötülüğü yapan oydu. Arkadaşlarımıza zarar veren, oyunlar oynayan, yalanlar söyleyen, seni de beni de az daha öldürecek olan Meriç'ti ve bunu sen de biliyorsun." Parmakları yeniden yüzüme uzanmış, alnını benimkine yaslamıştı İrem. Gözünden bir damla kopup yanağında ilerlerken "Rüzgar..." dedi. "Tüm yaşananlardan sonra bana karşı hislerinden pişman olsaydın da bunu anlardım. Bir daha beni görmek istemediğin için üzülür, yine de seni bir daha rahatsız etmezdim. Ama bu doğru değil, biliyorum. Sen kendini de beni de aksine inandırmaya çalışsan da bu doğru değil Rüzgar. O yüzden de... bize haksızlık etmene izin vermeyeceğim. Sen bugün burada olmamın tek nedenisin. Her şeye rağmen elimi bırakmadığın için hala hayattayım ben. Ve şimdi ben de seni bırakmıyorum!"
İrem beni öpmek istiyor, ama sanki beni daha fazla zorlamamak için kendini sıkıyordu. Bir an için gözlerini yumup alt dudağını sertçe ısırdı. Derin birkaç nefesin ardından ela bakışları yeniden benimkileri bulmuş, zorlanarak da olsa kendini geri çekmişti. "İstediğin zamansa tüm saatler, günler, haftalar senin..." diye mırıldandı. "Yalnız kalmak, tek başına iyileşmek istiyorsan tamam. Öyle olsun... ama bir yere gitmeyeceğimi biliyorsun değil mi? Sen kendini bu odaya kapatıp haftalarca, aylarca benden kaçsan da benim bir yere gitmeyeceğimi biliyorsun..."
Ona ne diyeceğimi bulamıyordum. İrem de o an bir cevap vermemi beklemiyordu zaten. Yanağıma uzanıp dudağımın tam kenarına masum, sıcacık bir öpücük bırakıp bir an için kokumu içine çekti ve benden tamamen uzaklaştı. O, yataktan kalkıp odanın kapısına doğru yürürken ben ufacık bir dokunuşuyla serseme döndürdüğü pelte bedenimle onu izlemekten fazlasını yapamamıştım.
"Bir yere gitmiyorum." dedi odadan çıkmadan son anda bana dönüp. "Olmaz Rüzgar.. Artık... olmaz."
Benim ona söylediğim sözlerle alay ettiğini gösteren arsız bir tebessümle bana göz kırpıp arkasını dönmüştü. Dört duvar arasında bir başıma kaldıktan dakikalar sonra bile hala aynı yere bakıyor, aynı güzel yüzü görüyor, aynı sözleri işitiyordum.
Olmaz Rüzgar... Artık olmaz...
***
-BÖLÜM SONU-
Veeeeeeee finalden önce ilk gerçekler ortaya çıktıııı. Oh!
Rüzgar'ımızın kurtulduğunu okumak rahatlatmıştır umarım sizi. Yalnız kötü prens için aynı şeyi söyleyemeyeceğim:(
Ela gidiyor, Rüzgar kendini herkesten çekti... İrem'se sabretme konusunda kararlı gibi...
Ne dersiniz, bu hikayenin sonu neye bağlanır? İrem'in sabrı sonuç verir mi, yoksa yaşadığı travmadan sonra bir daha Rüzgar'ın eski haline dönme imkanı olmaz mı?
Peki ya Aynalı? Okulu ve diğerlerini neler bekliyor?
Sonraki 2 bölümde her şeyi öğrenicez, ama en iyisi mi siz önden bana düşüncelerinizi, isteklerinizi yazın:)
Hepiciğinizi öperim bol bol :)))
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top