Bölüm 77


!!!FİNALE SON 3 BÖLÜM!!!

Size öyle bir bölüm yazdım ki... ne desem az kalır...

En iyisi mi ben çekileyim, siz keyifle okuyun.

Ama hazır olun.

Bu adı gibi kıpkırmızı bir bölüm. 

***

Fear on fire...

***

BÖLÜM 77:

KIRMIZI

Kan...

Çok kan...

Baktığım her yerde kan...

Ve kırmızı...

Dünyada başka renk kalmamışçasına koyu, kopkoyu bir kırmızı...

Göz yaşlarıyla kapanmış kirpiklerimin ardındaki bulanık dünya bundan ibaretti işte. Ağlamaktan nefes almaya takatim kalmamış, ama kabus bir türlü bitmemişti. Bitmeyecekti de. Şeytanın kulağıma fısıldadığı gibi, daha yeni başlıyorduk...

Rüzgar tam karşımda oturuyordu şimdi. Meriç onu bir anda bıçaklayıp yere serdikten sonra bambaşka bir boyuta sürüklenmiştik hep birlikte. Salona dalan adamlar kesinlikle bizim dünyamıza değil, Meriç'in karanlığına aitlerdi. Beraberlerinde getirdikleri sandalyelerin birine beni, diğerine de Rüzgar'ı bağlayıp başımıza gelen her şeyi görebilelim diye birbirimize bakacak şekilde oturtmuşlardı bizi. 

Bedenimi kavrayan güçlü eller karşısında benim hiç şansım yoktu. Ama Rüzgar direnmişti. Direnmiş, şu an vücudundaki yaraların pek çoğunu da bu mücadele sırasında almıştı. Kolları arkasında bağlı durduğundan kazağının üstünde giderek daha da büyüyen kan lekesi rahatça görülüyordu. Hala Meriç'e kafa tuttuğu halde onun da gücünün sonuna geldiğinin farkındaydım. Başı aldığı darbelerle önüne düşmüş, saçları yara içinde kalmış yüzünü kapamıştı.

Onu öldürecek... dedi cam kırığı gibi içimi kesen bir ses. Benim önümde onu öldürecek...

Kulağımın dibinde o an işittiğim ses hayalimdeki canavarı silip gerçeğiyle değiştirdi. Meriç bir kez daha yanımdaydı şimdi. Bir süredir kendince uydurduğu hastalıklı bir soru-cevap oyunuyla bize işkence ediyordu ve sıra yine bana gelmişti işte.

"Evet güzelim..." diye mırıldandı burnunu yanağıma sürtüp. "Bir sonraki soruna hazır mısın?"

"Lütfen dur artık Meriç!" diye inledim; ama o, gözümden süzülen yaşları baş parmağıyla silip sırıtmıştı önceki seferlerde olduğu gibi. Bana beni köşeye sıkıştıracak sorular soruyor, verdiğim her evet cevabı için Rüzgar'a zarar veriyordu. Sözcükleri öyle güzel seçiyordu ki ilk birkaç soruya hayır deme şansım olmadığı halde sırf bize acı çektirmek için sormuştu Meriç.

Onunla hiç dans ettin mi?

Onunla baş başa kaldınız mı?

Benden onunla ilgili bir şey sakladın mı?

Bu, tüm adımlarını onun kurguladığı, kurallarını kendi uydurduğu, sonu belli bir satrançtı. Ve biz göz göre göre, çaresizce mutlak finale sürükleniyorduk.

"Evet şimdi en merak ettiğim soru..." dedi Meriç elinde evirip çevirdiği bıçağı yüzümde gezdirerek. Batırmıyor, ama acının bir nefes uzağımda olduğunu bilmemi istiyordu. Tam önümde durduğunda, koyu gözleriyle tenimden ötesine bakar gibi süzdü beni. "Söyle bakalım sevgilim... Rüzgar seni hiç öptü mü?"

Korkudan titredim, ama gözümü kaçırma şansım yoktu. Şu an en çok Rüzgar'ı görmek istiyordum belki. Ona baktığım an Meriç'in tuzağına düşecek olmasam ne yapmam gerektiğini onun gözlerinde bulmayı deneyebilirdim. Oysa Meriç kendi dışındaki tüm renkleri yutmuştu. "İyi düşün İrem." diye uyardı beni. "Bu çok ama çok önemli bir soru. Ve dürüst olmazsan Rüzgar'ın başına gelecekleri biliyorsun."

Başımıza ne dersem diyeyim iyi bir şey gelmeyeceği aşikardı. Ben de dişlerimi sıkıp "Hayır!" dedim. "Hayır, beni öpmedi!" Teklememiş, tereddüt etmemiş, ikinci kez düşünmemiştim. Bu tam olarak yalan sayılmazdı üstelik. Rüzgar beni öpmemişti. Onu öpen bendim.

Meriç yalanımı yakalamak için gözlerini kısıp bir süre daha yüzüme baktı. "Hımm..." demişti sadece. Benden uzaklaşıp parkenin üstünde ağır ağır ilerlediğinde ondan kurtulduğumu düşünüp rahatladım, ama o an bakışları yeniden bana çevrildi. "Akıllı kız..." dedi sinsi bir ifadeyle. "Demek Rüzgar seni öpmedi. Peki... O halde şöyle bir daha sorayım." Şimdi yeniden üzerime doğru geliyordu. "Sen güzelim... sen hiç onu öptün mü?"

Keşke dişlerimin birbirine çarpmasına engel olmanın bir yolu olsaydı. Ya da sağ gözümden kopup dudağıma doğru ilerleyen göz yaşından kurtulmanın... Meriç "Seni dinliyorum İrem..." dediğinde kalbim kulağımda atıyordu artık. Muhtemelen Meriç o her şeyi gören gözleriyle doğru cevabın ne olduğunu çoktan öğrenmişti zaten. Yalan söylemek, onu kandırmayı denemek sadece daha acımasız bir karşılık bulacaktı.

"Seninle birlikteyken değil." dedim dürüstçe. "Sen ve ben... biz... ayrılmıştık. Sen beni aldattık..."

"Hiş..." diyerek sözümü bıçak gibi kesti Meriç. "Sadece evet ya da hayır diyebilirsin İrem biliyorsun. Kuralları yeniden mi anlatayım?"

Gözlerimi yumdum tüm çaresizliğimle. Bir kez daha hıçkırıklarla göğsüm titriyordu. Sesim azıcık da olsa güçlü çıkmış olsa belki onu kandırabilirdim, ama Meriç tüm gerçekleri kendi dilediğince çarpıtacak, benim dudaklarımdan o duymak istediği kelimeyi söke söke alacak zekaya sahipti. Ona teslim olmaktan başka şansım yoktu, biliyordum. Peki bir kez daha Rüzgar'a vurduğunda o ne yapacaktı? Nasıl dayanacaktı bu şiddete?

"Meriç... yalvarırım..." dedim. "Yalvarırım..."

"Evet ya da hayır İrem!" O iyice üzerime eğildiğinde başımı geri çekmeye çalışsam da kaçacak hiçbir yer yoktu. Keskin alkol kokusu bir kez daha genzimi yakıyordu şimdi. Boynumu sıkıp beni kendine çekti sertçe. "Evet mi hayır mı?"

"Meriç!"

Rüzgar zor da olsa başını kaldırıp bağırmıştı. Bayılmamak için direndiği o kadar belliydi ki. Canının son zerresiyle direniyordu artık. Bunu benim için yaptığının farkındaydım ve bu vicdan azabı içten içe yok ediyordu beni de onunla birlikte. Keşke hiç gelmemiş, hiç yardımıma koşmamış olsaydı. Hemen başındaki adam Meriç'in komutuyla saçından çekerek onu bize bakmaya zorladığında bakışlarında belki de ilk kez çaresizliği yakaladım. Göz altları mosmor, teni ölüm kadar beyazdı, evet, ama şimdiye kadar hep direnmişti Rüzgar. Aldığı yaralara rağmen savaşmıştı. Oysa yavaş yavaş onun yaşam ışıltısı da kayıp gidiyordu artık. Son gelmek üzereydi.

"Cevap?" dedi Meriç bakışlarını ondan yeniden bana çevirip. Artık gülümsemiyordu. Zar zor "Evet..." dediğimde bir süre beni izlemeye devam etmiş; sonra bir anda boğazımı bırakıp Rüzgar'ın üzerine yönelmişti.

"Hayır, hayır, hayır!" diye bağırdım arkasından. "Hayır, dur artık ne olur Meriç dur! Onu öldüreceksin! Yapma! Yapma lanet olası! Dur!"

Oturduğum yerde öyle bir tepiniyordum ki el ve ayak bileklerimi saran halatların altındaki tenim yarılmıştı. Umursamadım. Çığlık atıyor, çırpınıyor, ağlıyor, haykırıyordum. Bunların biri bile gözü dönmüş iblisi yavaşlatmaya yetmemişti. Rüzgar'ın karşısına geçtiğinde kollarını önünde bağlayıp başını hafifçe yana eğerek ona baktı. Sanki arkadaşına son darbeyi nasıl indireceğini düşünür gibiydi.

"Vay be kardeşim..." dedi. "Sen ki beni herkesten iyi tanıyorsun. Nasıl yaptın bu hatayı? Nasıl benim olana el uzattın? Hem de ikinci kez..."

Rüzgar yüzünü çevirmek istediyse de saçlarından tutan hayvan buna izin vermemişti. Onun bir şey demesini, kendini savunmasını bekledim; ama artık pes etmiş olsa gerek Meriç'in karşısında sessiz kaldı. Onun da aslında kendini suçladığını biliyordum. Bana karşı duyduğu hisleri onca zaman inkar ettiğini, buna direndiğini, kalbine karşı koyduğunu kendi söylemişti. Halbuki ben yaptığı tüm iğrençliklere rağmen hala Meriç'in elini tutarken o bana tek kelime etmemiş, asla bu duygularının arkadaşlığının önüne geçmesine izin vermemişti. Meriç'i hayatımdan tamamen çıkardığımda bile hemen uzanmamıştı eli bana. Ela'nın babası yüzünden ölümle yüzleşmemiş olsam benimle konuşmaya cesaret edebilir miydi ona bile emin değildim. Ama... kendini hala ona ait olduğuma inandırmış bir psikopat, Meriç, asla anlamayacaktı bu özveriyi.

"Seni ben terk ettim!" diye bağırdım bu düşüncenin kalbimde yarattığı öfkeyle. "Seni ben hayatımdan çıkardım Meriç! O kadar iğrenç, o kadar sefil bir adamsın ki seni ben istemedim! Kalbimdeki tüm sevgiyi çürüttün sen! Bencilce yaptığın şeyler, yalanların, ihanetin... Her şeyi sen yok ettin kendi ellerinle! Rüzgar elimi tutmadan çok önce ben silmiştim seni kalbimden. O yüzden sakın kendinden başkasını suçlayayım deme! Ona dokunma Meriç! Duydun mu beni! Rahat bırak Rüzgar'ı!" 

Meriç isyanımı duyuyorduysa bile bana bakmaya tenezzül etmemişti. Tepkisizce Rüzgar'ı izlemeyi sürdürdüğü dakikaların ardından "Pekala." dedi bir anda. "Beni ikna etmeyi başardın."

Hıçkırığımın boğazımda düğümlendiği kısacık bir an için ona inandım. Beni ikna etmeyi başardın sözleri kulaklarımda çınlıyordu tekrar tekrar. Pekala demişti.

Ama sonra...

"Bu durumda ikiniz de aynı oranda suçlusunuz sanırım." diye devam etti Meriç. "Ve cezayı da birlikte çekmeniz en doğrusu olur."

O salonun dışındaki oturma grubuna doğru ilerlerken korkuyla Rüzgar'a baktım. Az sonra elinde iki koca bidonla yanımıza geri dönmüştü Meriç. "Beyler..." dedi elindekileri başımızda bekleyen fedailerine uzatıp. Adamlar prova edilmiş gibi aynı anda bidonları kapıp salonun iki yanına dağıldılar. Ben ne olduğunu anlayana kadar keskin benzin kokusu burnuma ulaşmıştı.

Zihnimde bir fırtına koptu: Bizi yakacak!

En başından beri planı buydu elbette. Sadece biraz canımızı yakmak, büyük finalden önce yeterince acı çektiğimize emin olmak istemişti. Okulu başımıza yıkmaktan, bizi diri diri alevlere terk etmekten daha güzel bir son nasıl kurgulanırdı? Her şeyin başladığı yerde, her şeyi küle çevirecekti Meriç. Oyunu tam da ona göre bir sonla bitiriyordu.

Adamları yerleri, duvarları benzinle yıkamaya devam ederken "Düşünsenize ne kadar romantik." dedi. Aramızda ileri geri yürürken bir bana bir Rüzgar'a bakıyordu. "Birlikte, bir dans salonunda baş başasınız. Birbirinizin gözlerine bakıp içinizde kalan her şeyi söyleyebilirsiniz. Mesela nasıl bu hale düştüğünüzü konuşabilirsiniz. O asla sahip olamayacağınız hayatın hayalini kurabilirsiniz. Bana attığınız kazığı düşünüp son bir günah çıkartabilirsiniz. Kim yapardı ha bunu? Söyleyin hadi! Sizin için kim yapardı böyle bir şey?"

Meriç pantolonun cebinden çakmağını çıkarana kadar hala imkansız... demişti beynim. Bunu yapamaz. Bu kadarına cesaret edemez! Oysa şimdi sonumuzu getirecek ölüm silahını alay ederce suratıma sallıyordu Meriç. Ben çılgına dönmüşken Rüzgar'ın hala tepki vermeden oturuyor olması sinirine dokunmuş olsa gerek onun ayakkabısını dürtüp "Hey!" dedi. "Bayıldın mı lan yoksa?"

Ben de aynı şeyi sorguluyordum. Rüzgar'ın başı yine önüne düştüğünden saçlarından yüzünü görmem mümkün değildi, ama hareketsiz duran bedeni ve garip bir açıyla kıvrılmış boynu bilincini kaybettiğini gösteriyordu. Allah'ım yardım et! diye inledim içimden. Az sonra burada ölüp gidecektik ve o farkında bile olmayacaktı.

"Bu iyi olmadı..." diye söyleniyordu bir yandan Meriç kendi kendine. "Gördün mü bana tercih ettiğin adamı..." dedi o ukala bakışıyla bana dönüp. "Seni yapayalnız bıraktı işte. Şimdi ne yap..."

Ama Meriç sözlerine devam edemedi. Ben şok içinde Rüzgar'ın bir anda ayağa fırlayıp arkadan onun boynuna sarılmasını izlerken Meriç hiç beklemediği bu saldırı karşısında kolunu bile kıpırdatamamıştı. Arka cebinde sakladığı bıçağı şimdi Rüzgar elinde tutuyordu ve ucu kolunun altına kıstırdığı çocuğun gırtlağını hedef almıştı.

Nasıl becerdiğini bilmiyordum, ama onca zaman sessizce Meriç'in aşağılamalarını dinlerken bu ana hazırlanıyordu Rüzgar demek. Onu sandalyeye bağlayan düğümü çözmüş, düşmanının en zayıf anını beklemiş ve en doğru zamanda saldırmıştı. Hala ağladığım halde histerik bir kahkaha koptu dudaklarımdan. Umudun böyle bir durumda yeniden kalbimde yeşerebileceğini hiç düşünmemiştim.

"Şimdi o itlerine söyle, defolup gitsinler!" diye tısladı Rüzgar Meriç'in kulağına. "Söyle gitsinler, yoksa yemin ederim seni burada delik deşik ederim!"

Düştüğü duruma rağmen hala gülümsüyordu Meriç. "Hiç sanmıyorum kardeşim." dedi sakince. "Senin hamurunda yok o."

Eğer kendi içindeki gibi bir kötülükten bahsediyorduysa Meriç, evet haklıydı, Rüzgar'ın hamurunda asla onunki gibi bir şeytanlık yoktu. Ama kardeşim diyecek kadar onu tanıdığını düşünüyorsa bir şeyi de akıl etmesi gerekirdi: söz konusu sevdikleri olduğunda onları korumak için her şeyi yapardı Rüzgar. Şu an onu izlerken simsiyah olmuş gözlerinde her şeyi göze almış bir adam görüyordum ben. Belki de bu yüzden bıçağıyla Meriç'in boynuna bir çizik attığında buna şaşırmamıştım.

"Ah!" diye bağırdı Meriç acıyla öne eğilip, ama Rüzgar elinden kurtulmasına izin vermemişti. "Bir daha beni kışkırt, o boğazını boydan boya keseyim!" dedi dişleri arasından.

Meriç bu hareketi kesinlikle beklemiyordu. Yine de hızla kendini toplayıp "Tamam." dedi. "Tamam. Gidin siz." Belki de gecenin başından beri ilk kez sesindeki o sevimsiz öz güven yok olmuştu.

Adamlar bir an tereddüt edince "Hadi!" diye bağırdı Rüzgar. Bıçağı biraz daha tenine batırdığında Meriç'in çıkardığı acı dolu inilti hareket etmeleri için adamlara itici güç olmuştu. Ve onlar arkalarını kollayarak ağır ağır salondan çıktıklarında en baştaki gibi üçümüz kaldık yine. Tek fark şimdi hepimizin üzerinin kan, etrafımızınsa ağır bir benzin kokusuyla kaplı olmasıydı.

"Valla kardeşim hakkını vereyim. Senden böyle bir hamle beklemiyordum."

Meriç içinde bulunduğu duruma kesinlikle uymayan, sinir bozucu bir kahkaha koyverdiğinde Rüzgar onu sertçe yere itti. Hala hıncını alamadığını, onu delik deşik etmemek için kendini zor tuttuğunu görebiliyordum. Sanki bunun farkındaymış da hoşuna gidiyormuş gibi bir de düşüp kaldığı yerde gülmeye devam ediyordu Meriç. İnadına inadına, Rüzgar'ı daha da kışkırtmak için kasten sergilediği bir oyundu bu da elbette. Kim olsa böyle bir tahrikten etkilenir, kendini kaybederdi; ama Rüzgar bunun yerine benim yanıma gelmeyi seçmişti.

"İyi misin?" dedi bıçağını bedenimi saran halatların arasına daldırıp. Kaygıyla yüzümü incelerken bile bir gözü daima Meriç'in üzerindeydi. Bugün avantajın bir kez daha ona geçmesi halinde kesinlikle öleceğimizi gayet iyi biliyordu. İpi kesmek için fazlasıyla güç kullanması gerekince muhtemelen karnında hala açık duran yarayı zorlamış, yüzü acıyla kasılmıştı.

"Asıl sen iyi misin?" dedim korkuyla. Sonunda beni sarıp sarmalamış iplerden kurtulduğumdan sandalyeden kalkmıştım, ama yarasına bakmak için Rüzgar'a uzandığımda o beni tek hamlede arkasına geçirdi. Meriç'le aramda bir duvar olmak istemiş gibi bir eliyle beni, diğeriyle bıçağı tutuyordu.

"Kalk!" diye emretti Meriç'e. "Gidiyoruz buradan."

Dışarıda Meriç'in fedaileri bizi beklerken elbette bu okuldan onsuz çıkamazdık. Ama karşımızdaki adam hiçbir yere gideceğe benzemiyordu. Bir dirseğini yere yaslamış, diğerini dizinin üstüne yerleştirmişti şimdi. Bu haliyle evin en rahat koltuğunda keyifli bir şov izler gibiydi. Başını ağır ağır iki yana sallarken öyle pis bir sırıtış vardı ki yüzünde korkunun yeniden kalbimde çarpmasına engel olamadım. Hala neden gülüyordu ki Meriç? Nasıl gülebiliyordu? Ne düşünüyor, nasıl bir kötülük planlıyordu?

Sanki iç sesimi duymuş gibi "Kimse bir yere gitmiyor." dedi sakince. "Buraya her şeye bir nokta koymaya geldik sonuçta değil mi? O zaman hep birlikte koyalım o noktayı."

Aynı anda dışarıdan gelen silah sesleriyle yerimden sıçradım. Rüzgar'ın bileğimi tutan parmakları kaskatı kesilmiş, savunma iç güdüsüyle bedeni öne eğilmişti. Oysa Meriç bizim aksimize bunu bekler ve bundan zevk alır gibi abartılı bir kahkaha attı.

"Bak sen..." dedi Rüzgar'la alay ederek. "Seninkiler sonunda gelebildiler demek. O kadar da yollarına taş koydum halbuki... Helal olsun valla! Helal olsun da... biraz geç kaldı sanki senin destek ha?"

Yine bir kahkaha. Daha çok silah sesi. Bağırışlar...

Meriç hafifçe doğrulup iki dirseğini de dizlerine yerleştirdi bu kez. "Çok geç..." diye mırıldandı. "Her şey için çok... çok... geç Rüzgarcığım."

Avucunun içinde parlayan metali tam o an gördüm. Kurtulmaya çalışmakla öyle meşguldük ki onca zaman Meriç'in parmakları arasında sakladığı ölüm aletini ne ben ne de Rüzgar fark etmişti. Bir kez daha bizi tam kazandığımıza inandığımız anda kurnazlığıyla sırtımızdan vuruyordu Meriç.

Şah mat! 

Ve oyunu kaybetmiştik.

"Çakmak!" diye bağırdım çaresizce, ama benimle aynı anda bu korkunç gerçeği fark eden Rüzgar çoktan öne atılmıştı bile. Yine de yeterince hızlı değildi. Meriç çakmağı yakıp salonun kenarına doğru fırlattığında bir anda alevler yükseldi dört bir yanımızdan. Ben kollarımla kendimi korumak için öne eğilmiştim, ama Meriç hızla yerinden fırlayıp Rüzgar'ın üstüne atladığından onun böyle bir şansı olmamıştı.

İki oğlan alt alta üst üste birkaç metre öteme düştüklerinde kendime artık yabancı gelen bir çığlık döküldü dudaklarımdan. Alevler, silahlar, haykırışlar, kavga, kan, ölüm... Bir kez daha kopkoyu bir kırmızıya bulanmıştı etrafım. Rüzgar bıçağın kontrolünü kaybetmemek için çırpınıyor, ama Meriç sanki tüm amacı onu yok etmekmiş gibi vicdansızca saldırıyordu. Altındaki adamın zaten yaralı olduğunun ve gücünün son zerreleriyle mücadele ettiğinin elbette farkındaydı. Onun işini bitirmek için vuruyor, her defasında ölümcül darbeler savuruyordu. 

Sonunda bıçağı eline geçirmeyi başardığında dehşetle ben atladım bu kez üstüne. Onu sırtından çektiğimde beklemediği bu atağım karşısında sadece birkaç saniye sersemlemiş, yüzüme indirdiği dirsekle kolayca benden kurtulmuştu Meriç. Düştüğüm yerde etrafımda sallanan dünyayı yeniden algılamayı denedim, ama zehirli gazdan her saniye daha çok etkilenen beynim kontrolü tamamen kaybetmek üzereydi. Ceketimle ağzımı örtüp parkeden aldığım destekle ayağa kalkmaya çalıştım. Belki de yerde kalmalı ve sessizce ölümü beklemeliydim. Son nefesime kadar aklıma kazılı kalacak dehşeti görmezdim belki o zaman.

Meriç'in bıçak tutan eli bir an için havada parlamış, sonra hızla Rüzgar'ın üzerine inmişti. Hayır! Olmadı! Böyle bir şey olmadı! Haykırdığım halde bu kez sesimin çıktığını sanmıyordum. Ve sonra bir kez daha kaldırmıştı Meriç bıçağı. Tereddüt bile etmeden ikinci kez Rüzgar'ın göğsüne sapladığında gerisin geri yere devrildim. Ayakta duracak, nefes alacak, hayata tutunacak takatim kalmamıştı artık. Dünya başımıza yıkılıyordu zaten. Duvarları sarmış alevlerin bizi de yutmasına ramak kalmıştı.

Yutsun diye düşündüm içimde koca bir boşlukla. Ne önemi vardı ki? Ölmek atmaktan vazgeçmiş bir kalple hayata tutunmaya çalışmaktan daha kolay olmalıydı. Belki de bu yüzden Meriç'in ağır ağır Rüzgar'ın cansız bedeninin üstünden kalkıp bana doğru gelmesine tepki veremedim. Sessizce Azrail'i bekleyen bir ruhtum artık. Çoktan başka diyarlara göç etmiş aklım gördüklerinin yarısını algılıyordu. Zehirli gaz ciğerlerimdeki oksijenle birlikte bilincimi de tüketmek üzereydi.

"Buraya kadar." diye fısıldadığını duydum Meriç'in üzerime eğilirken. Rüzgar'ın kanıyla kırmızıya boyanmış bıçak hala elindeydi. Koca bir kalas çatıdan kopup birkaç adım ötemize düştüğünde bile ikimiz de gözlerimizi birbirimizden ayırmamıştık.

"Buraya kadar!" dedim tıpkı onun gibi ruhsuz bir sesle.

Güldü. Gülüşü o an patlayan bir silah sesiyle öylece asılı kaldı suratında. Yine tepki veremedim. Gerçeklik siliniyordu. Meriç'in bedeninin olduğu yerde sallanmasını izlerken ikinci bir silah patladı. Gözlerim kapanmadan son anda elindeki bıçağın düşüp yanı başıma saplandığını gördüm. Bir an için ileri geri yalpalayan Meriç diğer yanıma devrildiğinde buraya kadarmış diye düşündüm son kez.

Baktığım her yer kırmızıydı.

Dünyada başka renk kalmamışçasına koyu, kopkoyu bir kırmızı...

Kan...

Çok kan...

Ve sonra... alevler her yanı sardı.  

***

Üç kalp, üç ruh, kayan üç yıldız...

Hikayenin üç ana karakteri, tam da her şeyin başladığı yerde, aynalı salonda birlikte yumdular gözlerini. 

Her yer karanlık, her yer kan revan. 

Okul yanıyor. 

Dışarıda silahlar patlıyor. 

Peki şimdi ne olacak? Ne dersiniz, İrem, Rüzgar ya da Meriç... yeniden gözlerini açabilecekler mi bu hayata? Yoksa Meriç'in istediği gibi hepsi birlikte mi veda edecekler yaşama?

Bana istediğiniz sonu yazın, ben de sizin için ne yapabilirim bakayım ;)

Bence bol yorumu hakeden bir bölüm oldu. Düşüncelerinizi bekliyorum.

Kocuman öpücükler 

E.Ç.




Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top