Bölüm +49

AYNALI MARATONU

SON 2 BÖLÜM!

Zirvede bırakmıştım, bu bölümde son noktayı koyuyorum. Diyecek fazla bir şey yok, gözlerde bir damla yaş. Susuyor ve sizi bölümle baş başa bırakıyorum.

Keyifli okumalar

E.Ç.

***

Everything is temporary
Everything will slide
Love will never die, die, die

***

BÖLÜM: +49

ANKA

Rüzgar'ın arabasında arka koltukta oturmak alışık olduğum bir durum değildi. Ama düşününce, alışık olduğum herhangi bir durumun içinde de değildik. Güneşin ufukta belirmesine bir saat falan kalmış olmalıydı ve biz henüz insanların işgaline uğramamış, boş İstanbul sokaklarında süratle ilerliyorduk. Kuzey yan koltuğundaydı Rüzgar'ın. Sevgilimin beşinci uyarısında ancak kemerini takmıştı, ama kayışlar her an camdan fırlayacakmış gibi durmasını engellemiyordu. Bıraksak koşarak gidecekti hedefine. Onu daha önce hiç böyle... gözü dönmüş bir halde görmemiştim.

Onun aksine hayatında belki de ilk kez ağzı laf yapmıyordu Güney'in. Hemen yanımda, benimle birlikte arka koltuktaydı; ama kaygılı gözleri bir an olsun ikizini bırakmamıştı arabaya bindiğimizden beri. Şok içindeydi sanırım. Gece başını yastığına koyarken kardeşinin bir anda onu delice bir haberle uyandıracağını düşünmüş olamazdı. Hiçbirimiz düşünmemiştik. Aslına bakılırsa, ihtiyacı olmasaydı Kuzey'in bizi uyandıracağını bile sanmıyordum. Bir anda dalmıştı odama. Hiçbir şey açıklamadan, çılgınlığının nedenini söylemeden arabayı alması gerektiğini söylemişti.

Rüzgar'ın bu gece bizde kalıyor olması tamamen bir rastlantıydı. Sevgilimin arkadaşına arabayı vermek için iki kez bile düşünmeyeceğini biliyordum. Oysa benim gibi o da Kuzey'deki deliliği görüp Hayır! demişti. Önce bize ne olduğunu anlatacaksın! Kuzey'in on saniye bile kaybedecek zamanı yok gibiydi. Ama Rüzgar'ın kararlılığı onu çıldırtan korkunun nedenini üç beş cümlede bize özetlemesine neden olmuştu.

Tuğçe demişti. Tehlikede! Caner'le birlikte. Ölecekler! Sonrası benim onun zar zor yan yana gelmiş kelimelerinden ve daha fazla konuşamadığı için bana uzattığı telefonundaki mesajlaşmalardan çıkardıklarımdı. Demir Beren'i kaçırmıştı. Caner ve Beren Kuzey'in yardımıyla onu bulmuş, peşlerine düşmüştü. Ama Tuğçe'den gelen son mesaja bakılırsa işler umdukları gibi gitmemişti.

Tuzak

Yakalandk

Babma hbr ver

Yalan yanlış, belli ki alelacele yazılmış bu üç kısa mesajın sonunda bir konum gelmişti Tuğçe'den sadece. Yazılanları okuduktan sonra artık benim ya da Rüzgar'ın da sakin kalması imkansızdı. Kalamamıştık da zaten. Üstümüze geçirdiğimiz kıyafetlerle salondaydık saniyeler içinde. İkizinin haykırışı ve küfürleriyle uyandığından ters giydiği tişörtüyle takılmıştı Güney peşimize. Kuzey'in arabayı kendi kullanmak için verdiği savaşı sonunda Rüzgar kazanmış, onu çok daha aklı başında olduğuna ve bizi çok daha hızlı Tuğçe'ye ulaştırabileceğine ikna etmişti.

O andan beri yoldaydık. Sokakların boş olmasını fırsat bilen sevgilim tüm sınırları zorluyordu hedefe zamanında ulaşabilmek için. Korkudan ön koltuğun kenarlarına geçmişti benim de tırnaklarım. Kuzey'in çoktan Tuğçe'nin babasına haber verdiğini, muhtemelen onların bizden çok daha önce olay yerine varıp Demir'in işini bitireceklerini tekrarlayıp duruyordum içimden. Ama... o pisliği düşününce... hiçbir olumlu düşünce zihnimde ev bulamıyordu kendine.

"Dön abi!" dedi Kuzey az sonra elinde parçalanacak telefona bakarak. "Dön şuradan sağa! Sonra ilk sola!"

Rüzgar'ın önünde de açıktı aynı harita, ama Kuzey inatla onu yönlendirmeye devam ediyordu. Haklıydı, böyle bir anda kaybolmayı göze alamazdık. Aslına bakılırsa, oraya ulaştığımızda ne yapacağımız konusunda hiçbir fikrim yoktu. Değil silah, kendimizi savunacak tahta sopalara bile sahip değildik. Kuzey'in uyarısıyla özellikle polisi aramamış, hem kendi hem de arkadaşlarımızın kaderini zamanında yetişecek süper bir baba ve adamlarının ellerine bırakmıştık.

"Sol!" diye kükredi Kuzey o an. "Şuradan! Dön, evet! İlerden de sağa. Hadi abi, hadi abi!"

Onun yönlendirmesiyle az sonra fakir bir mahalleye dalmıştık. İnsanların zar zor ayakta kalmış evlerde yaşadığı, arabanın anca sığdığı dar sokaklı, pis, korkutucu bir semtti bu. Demir'in fiyakalı tarzına yakışmıyor gibi dursa da şeytani ruhunu tam yansıtıyordu bu çukur. Kuzey iletişim kurulabilecek bir halde olsa ona olayın başını sorup Caner ve Tuğçe'nin nasıl bu pisliğin içine düştüğünü sorabilirdik belki. Oysa şimdi kemerini de çözmüş, iyice ön cama yapışmıştı Kuzey.

"Bir dakika kaldı." dedi. Saatlerce koşmuş gibi soluk soluğaydı. "Buralarda bir yerlerde olmalılar! Neredeler? Neden hala..."

Sustu. Rüzgar'ın camını açmasıyla normal bir geceye ait olamayacak sesler ulaşmıştı kulağımıza. Silah... diye düşündüm dehşetle. Silah sesiydi bu!

"Dur!" diye haykırdı o an Kuzey! "Dur! Durdur arabayı!"

Rüzgar onun ne gördüğünü anlamamış, yavaşlasa da sürmeye devam etmişti. Oysa ben arkadaşımı çıldırtan görüntüye bakıyordum camımdan. Ta ki Kuzey el frenine asılıp bir anda arabayı olduğu yere mimleyene kadar... Güney de ben de beklemediğimiz bir güçle öne savrulmuştuk anında. Kendimi toparladığımdaysa Kuzey koltuğunda değildi artık. Her şey öyle hızlı oluyordu ki zonklayan başımı düşünemedim bile. Az sonra Rüzgar ve Güney gibi ben de kapımı açıp dışarı atmıştım kendimi.

Sokağın sonuna doğru delice koşuyordu Kuzey önümüzde. Rüzgar arkasında, ben ve Güney peşlerinde... Yaklaştıkça daha da netleşmişti hedefindeki üç gölge. İki sokağın kesişiminde, Demir ve Caner yerdeydi; Tuğçe ise ayakta, kolu havada... Ama sadece bir saniye önümde asılı kaldı bu görüntü. Başka biri, bir dördüncü kişi resme girdiği an kulaklarımı kanatan o ses de beraberinde gelmişti.

"Hayır!" diye haykırdığını duydum Kuzey'in. Çığlığı Caner'inkine katılmıştı. Açıktı benim de ağzım ama tek kelime çıkmamıştı. Rüzgar'ın durduğunu, Güney'in önümde bocaladığını gördüm. Bacaklarımın bir anda beni taşımaktan vazgeçtiği düşünülürse onların hala ayakta kalması mucize gibi gelmişti bana. Tuğçe! diye bağırıyordu bir ses içimde çığlık çığlığa. Onun dizlerinin üstüne devrilmesi gerçek değildi, anında kırmızıya boyanan tişörtü ya da sürünerek kuzenine ulaşmaya çalışan Caner'in yakarışları.

O an yeni sesler parçaladı tüm düşüncelerimi. Daha fazla silah, daha çok kurşun, bitmek bilmeyen bir gece, kan ve ölüm vardı artık sahnede. Rüzgar anında beni tutup binalardan birinin köşesine çekmiş; Kuzey Tuğçe'nin, Güney'se kardeşinin ismini haykırmıştı. Bizim gibi saklanmak yerine o kurşunların içine dalmayı seçmişti çünkü Kuzey. Hala koşuyordu, gözlerinin yere yığılmış Tuğçe dışında bir şey gördüğünü sanmıyordum. Aksi halde hızla sokağa dolan siyahlı adamların arasına atlamazdı böyle körlemesine. Ya da sokağın diğer ucundan onlara karşı ateş açmış çocukların önüne...

"Burada kal!" dedi Rüzgar öne atılmadan. Tek kelime etmemi bile beklemeden önce şok içinde yolun ortasında bekleyen Güney'i bir kapının eşiğine çekmiş, sonra da olabildiğince kenardan çatışmaya doğru koşmuştu.

Nefes almadan, bir kabusa uzaktan bakar gibi izliyordum karşımdaki manzarayı. Kuzey namluların önüne atladığında bitti dedim. Onun Tuğçe'nin yanına yığıldığı korkunç bir görüntü tekrar tekrar dönüyordu zihnimde. O ölü, Tuğçe ölü, muhtemelen Caner ve en son da Rüzgar... ölü... hepsi... ölü...

Ama kafasında benden oldukça farklı bir son kurgulamış olan sevgilim köşede duran metal çöp kutusuna abanmıştı var gücüyle. Sonunda şoku atlatıp kendine gelmiş Güney onun yanındaydı iki saniye sonra. Rüzgar'ın ne yapmak istediğini anlamıştı elbette. Anında içime dolan yeni bir umut dalgasıyla izledim onların dev tenekeyi zorla itmelerini. Birlikte sokağa daldıklarında kutuyu bir kalkan gibi sadece kendilerine siper etmekle kalmamış, açık hedef halindeki Kuzey, Tuğçe ve Caneri'de üzerlerine yağan kurşunlardan korumuşlardı.

Durmadılar. Az sonra çöp kutusunun arkasında onları yeniden benim durduğum sokağa doğru çekiyorlardı. Ancak o an Caner'in de yaralandığını fark ettim. Üzerinde hiçbir şey olmadığından aldığı hasar ve tenini kaplayan kan apaçık ortadaydı. Güney'in omuzundaydı bir kolu, zar zor yürüyordu. Tuğçe ise Kuzey'in kucağında hareketsizdi. Ben de duramazdım artık, az sonra arkadaşlarıma doğru koşmaya başlamıştım. Attıkları her adımda biraz daha hafifliyordu kalbim. Biraz daha emin oluyordum gecenin güzel bir sabaha döneceğine... Kurtulacaklardı. Bu keşmekeşten çıkacak, onları hastaneye yetiştirecektik. Derken... Bir kez daha durdum.

Tepelerinde devam eden çatışmadan kaçmaya öyle odaklanmışlardı ki, arkadaşlarımın hiçbirinin sinsice arkalarından gelen tehlikeyi fark etmediklerine emindim. Bense onu görmüştüm. Demir'i... Yerde boş duran silahı alışını, cansız bedenlerden birini kendine siper edişini... namluyu sevdiğim insanların üstüne doğrulttuğunu... ve şeytanın ele geçirdiği çarpık gülüşünü...

"Rüz..."

Daha fazlasını söyleyecek vakit yoktu. Günler sürmüyordu kıyamet, tek bir an yetiyordu yok olmaya. Fırtınanın ortasında duyulmamıştı bile Demir'in ateşlediği silahın sesi. Serbest bıraktığı kurşun sevdiğim her şeyi paramparça etmek için yoldaydı. Rüzgar bir anda yere çöktüğünde etrafımdaki dünyayla birlikte sallandım ben de. Sevgilimin ya da bir başkasının vurulduğuna emindim. O an asfalta çakılmamış olmamın tek nedeniyse o sırada hedefini bulmuş başka bir kurşundu. Ve o, hayatımda attığım en korkutucu çığlığı attırmıştı bana.

Ben, beni duyup arkasını dönmüş Rüzgar, sonra ikizler, Caner... Hepimiz aynı yere bakıyorduk artık. Doğrudan üzerimize kilitlenmiş bir çift göze... Keşke sadece onu görebilseydim. Keşke hayatım boyunca peşimi bırakmayacak bir kabus daha eklenmeseydi Meriç'ten kalanlara. Ama oradaydı işte. Ölüm, kan, gece...

Demir hedefini ıskalamış olabilirdi, ama bir başkası kesinlikle kaçırmamıştı. Demir... başının kenarında bir delik açılmamış gibi, canı kanıyla birlikte ağır ağır o delikten yüzüne akmıyormuş gibi bize bakmaya devam ediyordu. Ruhu camlaşmış bakışlarına takılı kalmıştı, tüm günahlarının bedelini çekmek için bu dünyayı terk etmeden önce yol açtığı yıkımı son bir kez görmek istiyordu sanki. Ölümün bu gece onu bulabileceğini hesap etmiş miydi? Sanmıyordum. Dizleri yere çarptığında bile bir süre daha bedeni dimdik kalmış, direnmeyi sürdürmüştü. Sonundaysa... Yüzüstü asfalta kapaklandı Demir.

Bitti dedi kulağımdaki ses bu gece ikinci kez. Ama biten biz değil, kötülüktü. Demir bitmişti. Saçtığı zehir, yaydığı nefret. Gözlerime dolan yaşlara, yaşadığım korkuya, az ötemdeki dehşet verici görüntüye rağmen yeni bir umut uyanıyordu kalbimde. Tıpkı ufukta yükselmeye başlamış güneş gibi... Ve bu heyecanla bacaklarıma pompalanan enerji sevdiklerimle aramdaki mesafeyi çabucak almamı sağlamıştı.

"İyi misin?" dedi Rüzgar benim ağzımı açmama kalmadan. Hızla başımı sallayıp Caner'e sonra da Kuzey'e ve kollarındaki kıza döndüm. Tuğçe'nin başı onu sıkıca sarmalamış oğlanın göğsüne devrilmişti. Ama... soluk yüzüne ve rengi kaçmış dudaklarına rağmen gözleri aralıktı.

"Tuğçe!" dedim bu idrakle gelen müthiş bir sevinçle.

O ana kadar bunu fark etmemiş olsa gerek, şok içinde kafasını önüne eğdi Kuzey. Yıllardır partneri olan kızı ilk kez görüyormuş gibi bir hayretle baktı suratına. Bir an dudakları aralık, işlevsiz beklemişti. Sonraysa "Sakın ölme!" dedi burnundan soluyarak. Bu, hayatı boyunca Tuğçe'ye verdiği ilk emirdi sanırım. Normal bir zamanda bu hatasının karşılığında kellesini alırdı prenses şüphesiz. Şimdiyse minik bir tebessüm geziniyordu Tuğçe'nin dudaklarında.

"O kadar kolay değil!" diye mırıldandı zar zor çıkan sesiyle.

Elbette Barbie'yi yok etmenin o kadar kolay olmadığından bahsediyordu. Hemen sonra gözleri kapanmamış olsa ben bile mutluluktan kahkaha atacaktım sözlerine. Bunun yerine korku saplandı bir anda kalbime.

"Tuğçe!" dediler Caner ve Kuzey aynı anda.

Rüzgar çoktan hareketlenmişti bile. "Çabuk! Arabaya! Hastaneye gitmemiz lazım!"

"En yakın hastane beş kilometre!" dedi bu arada telefonunu kurcalayan Güney. Sözleriyle hepimiz öne atılmış, Rüzgar yürümesine yardımcı olmak için Caner'e uzanmak istemişti. Ama...

"Siz gidin!" dedi Caner kendini geri çekip. "Onu hastaneye yetiştirin. Benim... benim Beren'i bulmam lazım. Hala içeride. Ben... onu orada... çatışmanın ortasında bıraktım."

Acı çekiyordu, sadece bedeninin dört bir yanına yayılmış yaralarından dolayı da değil. Ruhu parçalanmıştı sevdiği iki kadın arasında. İkisinin başına gelen her şey için kendini suçladığı o kadar belliydi ki... Tuğçe ölüme kafa tutuyordu önümüzde. Peki ya Beren? Ona ne olmuştu?

"Oğlum bu halde nereye?" dedi Rüzgar ona doğru eğilip. Mantıklı değildi elbette Caner'in sözleri. Daha kendi ayakta duramıyordu doğru dürüst. Ama gözlerindeki o çaresizlik... o korku... Onu bu halde görüp de asla yalnız bırakamazdı Rüzgar, bırakmayacağına adım gibi emindim. Zaten Kuzey'in panikle burnundan soluduğunu duyduğunda hızla karar verip cebindeki anahtarı Güney'e fırlatmıştı. "Siz gidin hemen, Tuğçe'yi yetiştirin. Biz Beren'i..."

Devam edemedi Rüzgar. Motor sesiyle birlikte üzerimize çöken gölgeyi hissedip başımı çevirmiştim ben de. Panik istemsizce gerilememe ve Güney'e çarpmama neden oldu. Üç koca cip birbiri ardına sıralanmış, tam önümüzde duruyordu şimdi. Daha ben ne, kim diye düşünemeden açılan kapılardan adamlar aktı dışarı, bir duvar gibi sardılar etrafımızı. Bir an bunun Demir'in son oyunu olduğunu düşündüm. Öldüğünü gözlerimle görmüş olsam da hala eli bize uzanabilirdi. Hala canımızı acıtacak bir oyunu olabilirdi. Ama sonra, karanlık adamların arasında gayet iyi tanıdığım bir, hayır iki yüz buldum.

"Amca?" dedi Caner aynı anda. Tek bir kelimeye bir ömür yetecek kadar suçluluk ve bin bir özür sığdırmıştı. "Baba?" oldu çıkarabildiği ikinci kelime. İki adam da onları davetlerde görmeye alışık olduğum hallerinden oldukça farklılardı şimdi. Siyah kıyafetleri, bellerindeki silah, yüzlerindeki ifade... Bu karanlık dünyanın bir parçasıydılar onlar da. Ama her şeyden önce birer babaydılar.

"Amca biz..." diye açıklamaya yeltendi Caner, ama adam onu durdurmuştu anında.

"Sen iyi misin?" diye sordu yeğeninin omzunu sıkıca kavrayıp. Gözleri yaşananları onun yüzünden okuyabilirmiş gibi dosdoğru üzerine kilitlenmişti. Caner başını salladığı an Kuzey'e yöneldi bu kez. Eli Tuğçe'nin saçına dokunduğunda çatlaklar belirmişti katı suratında. Gördükleri bir darbe gibiydi yıkılmaz duruşuna. Ama sadece bir an için... Sadece bir kez gözü seğirmiş, bir kez dudakları titremiş, bir kez burnunu çekmişti. Bir saniye sonraysa o bildiğimiz güçlü, yenilmez adamdı yeniden. "Arabaya!" diye kükredi üzerimize. "Hemen Kuzey, çabuk! Arabalara herkes!"

Kuzey hızla ona denileni yaparken "Hadi Caner, sen de!" dedi Osman Bey oğluna yönelip; ama bu kez de babasının elinden kurtulmuştu Caner.

"Beren'i almadan gitmiyorum!" dedi tüm kararlılığıyla. Sesi öncekinden çok daha güçlüydü. Babasının ona itiraz edeceğini, amcasının ya da adamlarının zorla onu arabaya bindireceğini düşünüyordu sanırım. Osman Bey'in sessiz kaldığı saniyeler uzadıkça ben de benzer bir hisse kapılmıştım ki önce abisine baktı, sonraysa başıyla sağındaki korumalarına işaret verdi. Yeniden Caner'e döndüğünde iki kolunu sıkıca tutmuş ve üzerine eğilmişti.

"Haklısın oğlum. Onu bırakmayacağız! Beren'i almadan kimse buradan ayrılmıyor. Bunu bize bırak."

Bu kez Osman Bey'in sesindeydi kelimelere dökemediği özrü. Zamanında oğlunun yanında olsaydı bu kıyamet belki de hiç kopmayacaktı ve bunu çok ama çok iyi biliyordu. Hatasını telafi etmek ister gibi attı kendini öne, az önce Caner'i zar zor içinden kurtardığımız cendereye ilerledi emin adımlarla. Kardeşi hemen yanında; adamları önünde, arkasında, dört bir yanındaydı.

Böylece, tam fırtınanın sonunda dindiğini düşünürken yeniden hortumun içinde kalıvermiştik. Tuğçe ve Kuzey arabalardan biriyle hastaneye, geride kalan ekipse depremin merkezine gidiyordu doğrudan. Caner babasıyla amcasının peşine takılmaya kalktığında Rüzgar ona yardım etmeye yeltendiyse de Osman Bey'in omzunun üstünden attığı tek bir bakış yetmişti Caner'i durdurmaya. Koşmak istiyordu biliyordum, bir kez daha kurşunların önüne atlamak, Beren için tüm tehlikeleri göze almak... Maalesef elinde değildi bu, her an yığılmak üzereydi yere.

Yine de bir an olsun oturmamış, onun yerine Rüzgar'ın uzattığı omuza yaslanmayı tercih etmişti. Her an ona ihtiyaç olacak, koşup müdahale etmesi gerekecekmiş gibi tetikteydi. Halbuki ne babası ne amcası ne de adamları görüş açımızdaydı artık. Neredeyse sonuna gelmiş çatışmaya dalmalarıyla darmaduman etmişlerdi karşı tarafı, oyalanmadan sonraki hedeflerine ilerlemişlerdi.

Evlerden birinin girişine çöktüm midem bu görüntüyü daha fazla kaldırmadığında. Onlarca cansız beden, sağa sola kıvrılmış eller, kollar, ortalarında Demir... Bir gözüm hala sokağın köşesindeydi. Seslerin kesilmesinden cesaretle kafalarını pencerelerinden dışarı uzatmış mahalleliler gibi ben de bir sonraki felaketi bekliyordum korkuyla.

Beren hala içeride demişti Caner. İçeri neresiydi, şu an orada neler yaşanıyordu düşünmek dahi istemiyordum. Ben bile bu haldeyken Caner'in aklını yitirmeden kalması imkansızdı. Zaten düzenli aralıklarla babasının peşinden gitmeye kalkışıyor, her defasında Rüzgar duvarına çarpıyordu. Beş dakika geçti bu şekilde, on, sonra on beş... Güneş ağır ağır yükseldiğinden gecenin örttüğü tüm pislik de su yüzüne çıkıyordu akan zamanla.

Caner bilmem kaçıncı kez "Abi gidiyorum bırak!" dediğinde bir süredir Rüzgar'a destek olan Güney'in döktüğü dillerin de faydası kalmadığını anlamış, ben de ayaklanmıştım. Derken ilk gölge belirdi ufukta. Siyahlı adamı hemen bir başkası izlemiş, onların ardından gelen grubun ortasındaysa bir mucize yanıp sönmüştü.

"Beren..." dedi Caner bir kalp çarpıntısı gibi duyulup kaybolan cılız sesiyle. Kalan gücünü konuşmak yerine ona ulaşmak için kullanmak istemişti ve bu kez ne Rüzgar ne Güney ne de ben onu durduracaktık. Babasının kolları altında titreyen, yara bere içindeki kıza doğru topallamasını izledim arkadaşımın. Başının arkası ve sırtı kan içindeydi, sol kolu ona ait değilmiş gibi sarkıyordu yandan, her adımı daha sancılıydı bir öncekinden emindim. Yine de...

Onu görünce kenara çekilen adamların arasından geçip sağlam koluyla yakaladı Beren'i, anında sarmalayıp kendine çekti. Hem ağlıyor hem de histerik kahkahalar atıyordu ikisi de. Caner'in "İyisin, iyisin, iyisin!" diye mırıldandığını duyabiliyordum. Sanki kendine ve dünyaya eş zamanlı kanıtlamaya çalışıyordu sevdiği kadına bir şey olmadığını. Beren'in dudaklarına, yanaklarını, gözlerine konan her buseyle biraz daha gülüyor, her kahkaha daha çok gözyaşı getiriyordu.

"Öldüğünü sanmıştım." dedi Beren hıçkırıkları arasında. "Bomba... bomba patlayınca... ben..."

"Hiş!" Caner onun başını tutup göğsüne çekti. "Ölmedim, buradayım. Her şey bitti Beren. Hepsi bitti. Bundan sonra kimse sana zarar veremez!"

Beren'in buna inanmak istediğini görebiliyordum. Ama elleri Caner'in kanıyla kıpkırmızıyken o kadar da kolay değildi bu korkarım. "Yaralısın Caner." dedi titreyen sesiyle. Parmakları ona daha da zarar vermekten çekinerek uzanmıştı ensesine. Daha çok kan avucuna bulaştığında cılız bir çığlık kaçtı dudaklarından. Şimdi resmin tamamını gördüğünden dehşeti bin katına çıkmıştı. "Başın..." diye inledi. "Kolun..."

Caner bir kez daha onu sağlam koluyla sarmalayıp kulağına eğildi. Ne söylediğini duymamız mümkün değildi, ama sözlerinin Beren'i yüzlerce farklı duygu arasında sürüklediğini görebiliyordum. Sonunda Caner bir adım geri çekildiğinde ağlamayı kesmemişti Beren belki, ama dudaklarında bir tebessüm vardı artık. Caner "Tamam mı?" diye sorduğunda akıllı bir kız çocuğu gibi başını salladı ve onun elini tuttu.

"Hadi." dedi o ana kadar sabırla onları beklemiş olan Osman Bey hemen. "Hastaneye götürelim sizi de."

Daha fazla itirazı kalmamıştı Caner'in. Hiçbir şey değilse de beyaza çalan yüzü tükenmek üzere olduğunu ele veriyordu. Beren'in elini bir an bile bırakmadan arabalardan birine ilerledi, önce onun binmesi için bekledi, sonraysa bize döndü dudaklarında koca bir tebessümle.

"İyi ki varsınız." demişti sadece. Gücü olsa da daha fazlasını söylemesine gerek yoktu. Etmek istediği teşekkürü de bize duyduğu sevgiyi de bundan daha güzel anlatamazdı Caner. Arkadaşları değil, ailesiydik biz onun. Ve bu bağ, bir daha kopmayacak şekilde mühürlenmişti bugün.

"Hemen arkanızdayız!" dedi Güney heyecanla. Bu çocuksu coşkusu Rüzgar ve benim gülerek birbirimize bakmamıza neden olmuştu. Aylardır evimi paylaştığım arkadaşımdaki değişime inanamıyordum. Onun bile gözleri ıslaktı şimdi. Bir zamanlar en büyük düşmanı olan Caner için canını ortaya koymuş, onun zaferiyle sevinmiş, onun kaybı için gözyaşı dökmüştü bu gece.

"Hadi o zaman." dedi Caner'in kapısının kapandığını gören Rüzgar. Arabaya yürürken kolunu omzuma atıp beni kendine çekmiş ve başımın üstüne bir öpücük bırakmıştı. "Sen iyi misin?"

Omuz silktim. İyi olduğumu söylemek fazlasıyla iddialı olurdu böyle bir gecenin sabahında. Ama... umudun yorgun kalbimi yokladığını hissedebiliyordum. "Şimdi ne olacak peki?" diye sordum o cılız kıvılcımla. Arkamızda bıraktığımız katliamdan da bahsediyor olabilirdim, hala hastanede yaşam mücadelesi veren Tuğçe'den de, bize bıraktığı yeni izlerle hayatımızdan çıkmaya karar vermiş Meriç'ten de.

Ne kastettiğimi asla sormamış, sadece "Her şey çok güzel olacak sevgilim." demişti Rüzgar. Belki bunun zaman alacağını ve muhtemelen biraz zorlanacağımızı da eklemeliydi sözlerine, ama bunlar haklı olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Arabaya binmeden saçlarıma kondurduğu son öpücük bana verdiği bir söz gibiydi. Ve onun verdiği tüm sözleri tuttuğunu biliyordum. Her şey güzel olacaktı. Nokta!

O günü ve sonraki günlerin çoğunu hastanede geçirdik. Beren'in toparlanması bir, Caner'inki birkaç gün sürmüştü. İkisinin de iyileşmeyecek yaraları yoktu neyse ki. Tuğçe'nin biz fanileri o kendinden emin bakışıyla selamlaması içinse biraz daha uzun beklememiz gerekmişti. Caner de Beren de bir an olsun ayrılmıyorlardı kapısından. Tıpkı o günden sonra gözüne neredeyse hiç uyku girmemiş Kuzey gibi... Biz geri kalanlar zamanımızın çoğunu koridorlarda ve kantinde geçirdiğimizden arkadaş olmuştuk personelin tamamıyla. Ve sonunda umutla beklenen oldu.

"Beni bu şekilde gördüğünüzü herhangi birinden duyarsam sizi yok ederim!" olmuştu Barbie'nin bizi odasında gördüğünde verdiği ilk tepki. Bu sahiden iyileştiği anlamına geliyordu korkarım. Daha önce ondan aldığımız hiçbir tehdide bu kadar sevinmemiştik hiçbirimiz. Hala solgundu Tuğçe, sınırından döndüğü ölümün izleri hala üzerindeydi. Ama... onun da söylediği gibi, o kadar kolay değildi onu devirmek. Devrilmemişti de.

Bir ay... eşittir dört hafta... eşittir otuz koca gün... eşittir hesaplayamayacağım kadar çok saat ve dakika...

Tuğçe'yi sonunda hastaneden çıkarmamızın üzerinden geçen zaman buydu. Ve birbirini kovalayan onca gün boyunca kainat tüm kötü izleri silmek için çalışmıştı sanki. Eski bir karatahtaya yıllarca işlemiş yazıları silmeye benziyordu bu. Sancılıydı, pisti, sabır gerektiriyordu. Ama sonunda tüm sırlar açığa çıkmış, tüm kozlar paylaşılmış, gerçekten ve son kez hesaplar kapanmıştı.

En başta Demir ve yol açtığı kaos yer alıyordu elbette. Planının daha Türkiye'ye ilk geldiği andan itibaren Beren'in babasına ulaşmak olduğunu öğrenmiştik hepimiz. O yüzden delice koşmuştu Beren'in peşinde. Onun kolayca elde edeceği o eski, kırık dökük, sahipsiz kız olduğuna emindi. Beren'i ve zaaflarını kullanarak Tayfun Bey'in ihracat gücünü ele geçirmekti asıl amacı. Bu sayede yurtdışına yüklü miktarda uyuşturucu kaçıracaktı.

Caner oyununu bozmasa sahiden de hayaline kavuşur, Laz Adnan'ın sağ kolu olurdu belki Demir. Ama kimsenin hesaba katmadığı bir şey vardı. Beren Caner'e aşık olmuştu. Elbette Caner de ona. Bambaşka biriydi artık Beren. Bizi tanımış, kendini keşfetmiş, yeni bir hayata adım atmıştı. Her girişiminde biraz daha dibe batan Demir ne yaparsa yapsın Caner'in duvarlarını aşamayacağını biliyordu artık. Son çareyi Beren'i kaçırıp babasına şantaj yapmakta bulmuştu. Kızının hayatına karşılık onun emrine açılacak gemiler...

Fakat son bir kez daha Caner vardı yine karşısında. O gece, Kuzey'den Tuğçe'nin babasına gelen telefon her şeyi değiştirmiş, çocuklarının tehlikede olduğunu duyan Kalyoncular için politik oynama zamanı bitmişti. Mahalleyi basıp Demir'e saldıran ilk grup bizzat Laz Adnan'ın adamlarıydı. Osman Bey'in hiddeti ona başka şans vermemişti sanırım. Sonradan gelip işi bitirense bizzat Kalyoncuların kendisiydi. Tüm bu olanlar nasıl ört bas edilmişti, polis konuyu nasıl kapatmıştı gerçekten merak ediyorduk, ama sormayın demişti Caner. Bilmeseniz daha iyi.

Merakımızı içimize hapsedip susmuştuk biz de. Neyse ki çözülmesi gereken sorunsallar bitmiyordu hayatımızda. Demir'in resimden çıkmasıyla sırada Oya ve şeytanla yaptığı iş birliğinin sonuçları vardı. Memoji onun Beren'e attığı kazığı biliyordu, ama özellikle dahil etmemiştik geri kalan hiçbir olaya. Ancak Tuğçe'yi hastanede ziyarete geldiğinde öğrenmişti tüm atlattığımız macerayı, Demir'i, oynadığı oyunları, bizim Meriç'le yaptığımız planları, sonuçlarını... Ve o gün resmin tamamını görmesiyle Oya'yı gerçekten sildi her şeyiyle. Partnerliği bitirmiş, arkadaşlığı kesmiş, hayatından tamamen çıkarmıştı. Tıpkı onun bir daha asla okula dönemeyeceğini buyuran Alev ya da Oya'yla arkadaşlığını noktaladığını ilan eden Beliz gibi.

Ama... Beren'den hepimizi şaşırtan bir hamle gelmişti tam Oya için her şeyin bittiği anda. Yaptığı tüm kötülükler için onu affetmeye hazırdı Beren. Eski defterlerin tamamen kapanmasını, Demir'le birlikte geçmişin de toprağın altına gömülmesini istiyordu. Zaten... Oya bu kadar debelenir, her birimize ayrı ayrı dil döker ve kendini affettirmek için hiçbir fırsatı kaçırmazken onu görmezden gelmek pek de kolay değildi açıkçası. Sonunda önce Caner, sonra Memoji en son da Alev ikna olmuştu Oya'yı bağışlamaya.

Ve bu da bizi şimdiye getiriyordu. Yeni bir başlangıç yapacağımız bu muhteşem yaz sabahına... Ardımızda bıraktığımız yokuşlu yolun sonundaydık, tek parça, el ele... Yaşadığımız hiçbir şey bizi koparmayı başaramamıştı işte. Üstelik artık Ela ve Mert de buradaydı, ikisi de Türkiye'de kalmaya karar vermişti. Hafızalarımızdaki kasetleri silemezdik belki, o yüzden üstlerine yeni şarkılar kaydedecektik biz de. Eski günlerdeki gibi yeniden bir araya gelmemizin zamanı gelmişti.

Fikrin ilk Caner'den çıktığına emindim. Tuğçe'nin ölümü yenmesinden ya da Demir'den ebediyen kurtulmamızdan daha çok kutlanmayı hak eden bir şey olamazdı ne de olsa. Ama başta Kuzey sonra da biz diğerleri planlamayla o kadar uğraşmıştı ki bir yerden sonra kimin ilk fişeği çaktığı önemini yitirmiş, olay herkesin varını yoğunu ortaya koyduğu çılgın bir parti organizasyonuna dönüşmüştü.

Başta oldukça gerildiğimi itiraf etmeliyim, çünkü Caner kutlamayı eski okulumuzda yapmak istiyordu. Meriç'in yaktığı, içinde az daha Rüzgar'la öldüğümüz... Berbat bir fikirdi bu elbette, o cehenneme dönmek, yeniden aynı dehşeti yaşamak... Ama sonra uzun uzun düşününce Caner'in neden böyle bir şey yapmak istediğini anlamıştık. Berbat ve zor olduğu kadar bizi tamamen özgürleştirecek büyük bir adımdı da bu. Tüm geçmişin pasından arınmaya çalışırken hala omuzlarımızda taşıdığımız tek yüktü o okul. Ve birer kuşa dönmeden önce önümüzü kesen kafesten tamamen kurtulmamız gerekiyordu.

Kabul etmiştik böylece. Hem ben hem de Rüzgar... Bizden aldığı bu onayla vakit kaybetmeden başlattı Caner tüm çalışmaları. Okulu tamamen yenileyip Tuğçe'ye hediye etmek istiyordu. Her ne kadar Alev'in babasıyla yaşadığı ilişkiyi onaylamış gibi dursa da kuzeninin içten içe yaşadığı burukluğun farkındaydı sanırım Caner. Ona tahta tek başına oturabileceği yeni bir krallık vermekti hedefi.

Ne diyebilirdim ki, bir zamanlar herkesi inandırmaya çalıştığı o kötü adamdan eser kalmamıştı. Gözünün önünden bir an bile ayırmıyordu Beren'i. Şapşal bir aşıktı tam anlamıyla. Özellikle son olaydan sonra Kuzey'le ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Ekibimizin yeni Gandalf'ı gibiydi Caner resmen. Onun liderliğinde her gün eski okulumuzda buluşuyor, işlerin bir ucundan tutuyor, yeni geleceğimizi ellerimizle inşa ediyorduk.

Katlanılmazdı okula yeniden adım atmak önceleri, nefes alamayacağımı sanmıştım o duvarların arasında. Rüzgar'ın da benden farkı yoktu, görebiliyordum. Ama koyduğumuz her taş zihnimizdeki kalıpları yıkıyor, her yeni gün öncekinden daha büyük bir ferahlık getiriyordu. Bir süre sonra hepimiz için terapiye dönüşmüştü bu tamir işi. Sonunda okul eskisinden bile güzel, biz her zamankinden daha güçlüydük. Böylece bir canavar daha eksikti artık hayatımızda.

Ve şimdi aynadaki yansımama bakarken yaşadığımız masalın kötü anlarını değil, önümüzde uzanan mutlu sonu görüyordu gözlerim sadece. Kıpkırmızı bir elbise vardı üzerimde. Kızlar olarak öyle karar vermiştik, çünkü kırmızı yeni başlangıçların rengiydi. Hareketin, enerjinin, içimizde kıvılcımlanan heyecanın... Küllerinden ayağa kaldırdığımız eski okulumuza, bir Anka kuşu misali yeniden doğmaya gidiyorduk ne de olsa. Bugün bir milattı.

"N'aptın güzellik?"

Başını kapımdan içeri uzatan Güney'e gülümsedim aynadan. "Hazırım!" dedim keyifle sağa sola dönüp kendime son bir kez bakarak.

Kapıyı tamamen açıp kenarına yaslanmıştı Güney. Kollarını önünde bağlayıp saatine baktı. "Hayır acele etmeseydin bu kadar keşke. Ben en az bir iki saat daha beklerim yani, sorun değil."

"Ha ha ha..." dedim gözlerimi devirip. Ama sözlerindeki doğruluk payı dudaklarımın yine de yukarı kıvrılmasına neden olmuştu. Ne yapabilirdim ki, sıradan bir gün değildi sonuçta bu. Hazırlık kısmını pekala abartmış olabilirdim. Güney de gerçekte kızgın falan değildi zaten. Ben kapıya yöneldiğimde abartılı bir serenat yapıp "Hemen arkanızdayım leydim." demişti.

Oyununu sürdürdüm. "Kardeşiniz beyefendiyi göremedim. Kendileri geceye hazırlanıyor benim gibi zannımca."

Bir balona üfler gibi nefes verdi Güney. "Onu hiç sorma. Çıktı çoktan okula gideceğim diye. Kontrol edecekmiş hazırlıkları. Neyin paniği bu anlamadım ki?"

Ben gayet de güzel anlamıştım ya, yine de dudaklarımı birbirine bastırıp muzip fikirlerimi içimde tutmaya karar verdim. Başta Kuzey'e karalar bağlatan derdi çözememiş olabilirdim. Ama şu son bir ay arkadaşımın da hepimiz gibi bir aşk kurbanı olduğunu açıkça görmemi sağlamıştı. Bize itiraf etmeye hazır değildi belki henüz. Sevdiği kızla konuşabildiğini ise hiç sanmıyordum. Ne yazık ki tüm bunlar gözlerinde parlayan ateşi gizlemek için yeterli değildi. Kim bilir, belki her şeye yeniden başlayacağımız bugün Kuzey için de ilk adımı attığı gün olurdu.

Bu düşünceyle kendi kendime sırıtınca Güney bir deliymişim gibi güldü halime. "Hayırdır kız? Bir haller var sende. Dökül abine bakıyım."

Omuz silktim. "Böyle bir günde mutlu olmayacağım da ne zaman olacağım Güney? Keyfim yerinde işte, elleme bana!"

"Ellemem ellemem." dedi sırıtarak. Bel altı bir espri yapmaya hazırlanıyordu ki bunu fark edip dik dik baktığım an öksürüp sözlerini değiştirdi. "E hadi, biz de gitmesek mi artık? Şövalyeniz geliyorlar mıymış, neredelermiş, bir sorsanız mı acaba?"

"Hemen!" dedim çantanın içine uzanıp, ama daha elime alamadan çalmaya başlamıştı bile.

"Şövalyeyi an kılıcı hazırla." dedi Güney espri olarak bile adlandırılamayacak sözlerine gururla sırıtarak. Neyse ki on yaşında iki erkek kardeşle yaşıyormuşum hissi hayatımın yeni gerçeği olduğundan artık tepki vermiyordum böyle durumlarda. Sabırlı, aklı başında bir abla gibi en vakur gülüşümü takınıp evden çıktım.

Biz yanlarına gidene kadar Rüzgar ve Ela arabadan inmiş, popolarını kaportaya yaslayıp muhabbete başlamışlardı. Rüzgar'ın yakmaya çalıştığı sigarayı ona içirmemek için elinden kapmaya çalışıyordu Ela. Kolunu yukarı kaldırdığında Ela'nın asla ona ulaşamamasının keyfiyle kahkaha attı sevgilim, ama beni fark ettiği an dikkati dağılmış, Ela da zıplayıp sigarayı elinden kapıvermişti.

Umursamışa benzemiyordu Rüzgar, dudaklarını aralık bırakmış tebessüm gözlerine ulaşıp iyice büyüdü beni izlerken. Bir mucizeymişim gibi bakıyordu bana. Yüzüne yansımış hayranlığı öyle çarpıcıydı ki hareket etmemi engellemişti. Aşık olduğun adam sana böyle bakıyorsa zaman dursun istersin ve ben de şu an tam olarak bunu geçiriyordum aklımdan. Hislerimizin karşılıklı olduğunu, gördüğüm en yakışıklı adamın o olduğunu söylemek için bile oynamayı reddediyordu dudaklarım.

Neyse ki Güney bu tip eşsiz anların içine limon sıkmak ve büyüyü bozmak için vardı. "Aman Allah'ım!" diye bağırdı kendini Ela'nın önüne atıp. "Bu nasıl bir güzellik yarabbi! Nasıl bir zulümdür bu! Sevip de kavuşamamak... Neden? Neden ben değil de o?"

Ela tek kaşı havada izliyordu Güney'in abartılı performansını. "Bitti mi?" dedi sonunda.

Güney omuz silkmişti. "Etkilendin mi?"

Ela iyice ona sokulup kocaman sırıttı. "Etkilenmedim Güney'cim. Ama üstüne alınma. Sana özel değil, ben hemcinslerinden pek etkilenmiyorum genel olarak."

Dudaklarını aşağı sarkıttı Güney. "Ben de onu diyorum ya? Neden ben değil de o? Niye biz değil de kızlar? Hayır, bu kadar süslenip güzel olma madem."

Ela bıkkınlıkla başını iki yana salladı. "Bin şu arabaya bin. Baş belası..."

Onlar itişe kakışa arka koltuğa yerleşirken ben de Rüzgar'ın açtığı kapıdan arabaya binmiştim. "Prensesim..." dedi elimin üzerine minik bir öpücük bırakıp. Sonra yanağını benimkine yaslayıp kulağıma mırıldanmıştı. "Bu kadar güzel olmak zorunda mıydın? Nasıl dayanacağım ben bütün gece?"

Nefesi vücudumdaki tüm tüyleri havaya kaldırmıştı. Ama cevap veremeden kendini geri çekti ve muzip bir tebessümle kapımı kapadı Rüzgar. Az sonra direksiyona geçtiğinde sihirli elbisesi içinde baloya giden bir Sinderella gibi hissediyordum. Tek fark benim prensimin yanımda olmasıydı ve bir daha kesinlikle bal kabağına dönüşmeye niyetim yoktu. 

***

-BÖLÜM SONU-

YUPPİ YAAAYYYY! diye bağırabiliriz bence artık :D 

Bye bye Demir, hoşçakal kötülük, adios hüzünlü günler. 

Muhteşem bir final ve son bir sürprizim kaldı size. 

Kalbim buruk elbette, ama bu yolculukta taaaa buralara kadar sizinle gelmiş olmak harika bir şey. Hepinize uzuuunca teşekkür edicem tabi.

Şimdilik öpüyorum :)

E.Ç.


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top