Bölüm +48
AYNALI MARATONU
SON 3 BÖLÜM!
Bombaların patladığı sokaklara, cam kırıklarına, kan ve gözyaşına dönüyoruz yeniden. Sona yaklaşmanın haklı gururluyla resim konusunda epey bonkör davrandım bu bölüm. Bir film izler gibi okuyacaksınız ;)
ve kendinizi beklenmedik sona hazırlamanızı tavsiye ederim.
Keyifli okumalar
E.Ç.
***
See you at the bitter end.
***
BÖLÜM: +48
ÇUKUR
Caner'den
"Durun! Hayır, hayır! Ateş etmeyin! Durun!"
Bağırıyordum. Gırtlağım parçalanmak üzereydi. Ama kalp çarpıntımdan başka tek kelime duymuyordu kulaklarım. Bombanın ardında bıraktığı uğultu sağır olmaktan çok daha kötüydü. Çığlıklar vardı o bulutun içinde, Beren'in çığlıkları... Demir'in lanet kahkahası, kırılan cam, ezilen metal, havaya savrulan parçalar... Kurşunlar vardı, vızır vızır uçan, dört bir yanımda... ama en çok uzaklaşan motorun sesi yankılanıyordu beynimin içinde.
Ufukta küçük, koyu bir gölge olana dek takip etmiştim o motoru. Bacaklarım hayatının en önemli maratonuymuş gibi koşmuştu kilometreleri. Kaslarım yanıyor, her adımda tendonlarım parçalanıyordu. Sonunda dizlerimin üstüne yere düştüğümde bedenimde harcayacak azıcık bile enerji kalmamıştı. Bir binanın yıkılmasından farksızdı çöküşüm. Deprem yerin altında değil kendi kalbimde yaşanmıştı.
Güçlü eller beni yeniden ayağa kalkmaya zorluyorduysa da yaşam çekilmişti uzuvlarımdan. Kan içindeydi yüzüm, gözlerimin önündeki dünya. Patlamayla savrulduğumda başıma aldığım yaradan boşalan kızıl yaşam ensemden aşağı akıyordu hala. Sıcaklığı adım adım yaklaştığım cehennemi hatırlatır gibiydi. Ölüyor muydum? Ağladığımı bile duyamayacak kadar işlevsizdi kulaklarım.
Az sonra soğuk asfalta çarpmıştı yüzüm. Bir kez daha yerdeydim. Gözlerimi kapamanın vakti gelmişti belki. Karanlık bu renk cümbüşünden çok daha huzurlu olmalıydı. Ruhumun ağır ağır uzun bir yolculuğa doğru kaydığını hissediyordum zaten. Ama Hayır! oldu o an gaipten gelen cevap. Beren! diye eklemişti harfleri bir kanca gibi tenime batırıp. Gidemezdim, hayır! Onun hala bu dünyanın bir köşesinde olduğunu bile bile göze alamazdım yok olmayı.
Zaten o sırada bir kez daha beni yukarı çekmişti inatçı eller. Bir şekilde ayağa kalkmamı sağlamışlar, bununla da yetinmeyip eve doğru sürüklemişlerdi. Sağımdan solumdan akan kaos çok daha belirgindi artık. Babamın adamları sokağı yeni bir saldırıya karşı çevrelemişler, siyah lekeler gibi her bir köşeye yayılmışlardı. Birkaçı evin önünde yanan arabayı söndürmeye çalışıyor, diğerleri evinden çıkmaya cesaret etmiş meraklı site sakinlerini kovalıyordu.
Fişek gibi geçtik aralarından. İkinci kez arkama bakmama bile müsaade etmeden bahçeye sokmuştu adamlar beni. Babam yarı yolda, annemse evin kapısının önünde bekliyordu gelişimi. İkisinin de bir şeyler söylediğine emindim, bana, yanımdaki adamlara, birbirlerine... ama hala tam anlamıyla geri gelmemişti işitme duyum. Sadece yaşamsal fonksiyonların çalışmasına izin veren beynim acıya dayanmam için özellikle kapatmıştı algılarımı belki de. Aldığım yaralardan çok daha büyük bir ateş kavuruyordu organlarımı.
Beren... gitmişti.
"Bırakın!" diye bağırdım kendimi adamların elinden kurtarmak için çırpınarak. Uğultuyu delip bozuk bir televizyonun cızırtıları gibi ulaşmıştı kendi sesim kulağıma. Gücüm yavaş da olsa geri geliyordu. "Bırakın!" dedim yeni bir çabayla. Gitmeliydim, onu bulmalı, Demir'i yakalamalı, Beren'i...
"Caner!"
Duymayı başardığım ikinci ses babamındı. Yüzü tam karşımdaydı şimdi. Henüz düşmüş, alev alev yanan bir meteor gibiydi önümde, gözlerinde hala kıvılcımlar vardı. Suratımı güçlü elleri arasına aldığında dünyayı bizimle birlikte ortadan ikiye bölecek gibi duruyordu.
"Dur!" diye emretti. "Otur şuraya, yarana bakacaklar!"
Baba... demek istedim. Anlamıyorsun... Anlamıyordu. Şu ana kadar hiçbir şey anlatmamıştım ki ona neden koşmam gerektiğini bilsin. Neden bekleyemeyeceğimi, neden geçen her saniyenin ölüm demek olduğunu... Ama hasarlı bedenim ona ve adamlarına direnemeyecek kadar bitik haldeydi. Bir kez daha sürükleniyordum şimdi evin içinde. Salona vardığımızda koltuğa bırakmıştı korumalar beni. Annem yanı başımdaydı iki adım sonra. Elleri yüzümde, gözleri sırılsıklam.
"Oğlum... Osman..."
Bir mucize yaratmasını bekler gibi kocasına baksa da çoktan bize arkasını dönmüş babam telefonda emirler yağdırmakla meşguldü. Doktor kelimesini yakalamıştım ilk. Polis, avukat, amcam... Bir kez daha ayağa kalkma girişimim annem tarafından engellendiğinde başım koltuğa düştü pes edip.
"Neden anlamıyorsunuz?" dedim ağlamaklı. Hayır, gerçekten ağlıyordum. "Beren'i götürdü. Onu... onu götürdü!"
Annesinden yardım dilenen bir çocuktan farksızdım. Ters dönmüş bir böcek gibi olduğum yerde debeleniyordum, elim kolum bağlı. Patlamanın yarattığı ilk şok dağıldıkça daha da açılıyordu algılarım, daha da katlanılmaz oluyordu gerçekler. Kolumdaki alçı çatlamıştı sanırım, ensemdeki zonklama bedenimin geri kalanına yayılmış hasarın tamamından çok daha şiddetliydi. Boynumda kurumuş yapış yapış kanı hissediyordum başımı her oynatmaya kalktığımda. Tenim kesiklerle dolu, yüzüm yara bere içinde, ama en önemlisi... ruhum delik deşikti.
"Tamam." dedi babam yeniden yanıma döndüğünde. Koltuğa çöküp başımı dikkatlice arkaya çevirmişti. Onu görmesem de annemin yüzüne yansıyan dehşetten aldığım darbenin boyutunu tahmin edebilirdim. "Sadece kesik." dedi yine de babam sakince. Korkuyorduysa da her zamanki gibi bunu yansıtmıyordu. Onunla yüzleşmem için beni kendine çevirdi bu kez. Kafamı taşımama yardım etmek ister gibi eli boynumda, baş parmağı yanağımın üstündeydi. "Ne oldu, anlat Caner." dedi. Sözleri bir emir gibi duyulsa da adamlarına kullandığı o tehditkar ton yoktu sesinde. "Kim yaptı bunu? Neler oluyor?"
Onca zaman toprağın altına gömdüğüm tüm sırlar gözlerim önünde sallanıyordu şimdi. Daha fazla gerçekleri saklayamayacağım o kaçınılmaz sondaydım. Ve ben de "Beren..." diyerek başladım anlatmaya. Sesim hala bir yabancınınki gibiydi kulağımda. Ama daha garip gelen, tüm yaşananları korkutucu bir masal dinler gibi kendimden duymamdı. Beren, Demir, Demir'in karanlık bağlantıları, onu durdurmak için yaptıklarım, ailemizin ismini bu işe karıştırmamak için giriştiğim çocukça oyunlar, sonunda geldiğimiz nokta...
Beren'in Demir'in motorunun üzerinde ellerimden kayıp gidişini anlattığım anda gelmişti amcam Tuğçe'yle. Bakışlarından onun da tüm hikayeyi kendi kızından dinlediği belli oluyordu. Kıpkırmızıydı kuzenimin kan çanağına dönmüş gözleri. Beni görmesiyle hayatım boyunca tanıdığım o güçlü kadın kaybolup korkak bir kız çocuğuna dönmüştü sanki.
"Caner..." dedi bir özür gibi. Hiçbir şey onun hatası olmadığı halde önüme çöküp elimi tuttuğunda pişmanlık vardı ifadesinde. Ağlıyordu. Bizim ailemizin biricik prensesi ilk kez, çaresizlikten ağlıyordu.
Doktor sonunda eve ulaşıp herkesi etrafımdan kovalayana kadar bir an olsun ayrılmamıştı yanımdan. Amcam ve babamın sorularını cevaplamaya gücümün yetmediği yerlerde o araya girmiş, bir kuzen gibi değil de bir suç ortağı gibi savunmuştu beni. Maalesef aileminkinden çok daha sert bir sorgulama bekliyordu bizi kapıda. Polislerle aynı anda eve ulaşan avukat bir şekilde ifademi daha sonra vermem konusunda onları ikna etmiş, babam ve amcamsa bunun düşmanlarımızca ailemize yapılmış bir saldırı olduğunu anlatmışlardı.
Beren'in ismini özellikle geçirmediklerini, kaçırılma olayını itinayla örtbas ettiklerini biliyordum. Bu işleri çok daha içinden çıkılmaz bir hale sokardı. Zaten... biz ulaşamadıktan sonra polisin Beren'i bulma şansının olmadığına emindim. Yine de, profesyonelce söylenmiş tüm yalanlarımıza rağmen dava burada kapanmayacaktı. Savcı şimdilik bunu iş dünyasında yaşanan bir sürtüşmeye -muhtemelen bir ihale kavgasına- bağlamayı kabullenmiş gibi dursa da patlayan bombaların ve çıkan çatışmanın üstünü kolay örtemeyeceğimizin farkındaydım.
Doktor, polis, avukat derken ancak iki saat sonra yeniden yalnız kalabilmiştik salonda. Artık ensemde bir dikiş, kollarımda sargılar, kaşımın üstündeyse bir bandaj vardı. Çatlak alçıya evde bir şey yapamayacağından doktor sabaha kadar fazla hareket etmemi önermişti. Vücudum bu haldeyken koltuktan bile kalkamayacağımı düşünüyordu şüphesiz. Oysa ben karıncalanan uzuvlarımı zar zor zapt ediyordum. Koşmak istiyordu bacaklarım. Onları bulmak, o pisliği topuğumun altında ezmek... Kaybettiğim her saniye biraz daha uzaklaştırıyordu beni Beren'den. Çok fazla beklemiştim. Çok...
"O halde ne yapacağız baba?" dedim sinirle. Bir süredir annemin tüm itirazlarına rağmen ayaktaydım. Bir meclis gibi etrafımı sarmış ailemin ortasında volta atıyordum kontrolsüzce. Tuğçe her an bana müdahale etmesi gerekebilirmiş gibi koltuklardan birinin kolunda, yarı ayakta duruyordu. Babam ve amcam uzun divanda yan yana, annemse köşedeki berjerdeydi. Durmadan bana beklememi söyleyen seslereydi öfkem. Sabırlı olmamı, bu işi onlara bırakmamı tekrarlayıp duruyorlardı bir papağan gibi.
"O çocuk hasta!" diye bağırdım tahammülüm kalmadığında. "Ne bekliyorsunuz benden, Beren'i Demir'in merhametine bırakıp öylece durmamı mı?"
"Kimse durmuyor Caner!" dedi amcam tok sesiyle. "Herkesin her şeyden haberi var. Adnan da o iti arıyormuş zaten. Yediğiniz halt yüzünden mimli zaten çocuk. Kaçak... Şimdi bir de bize yaptığı bu saldırı... Yaşatır mı Adnan onu? Riske eder mi bir fare için bizi karşısına almayı? Bulacaklar eninde sonunda, buldukları ilk köşede de bitirecekler işini!"
Allah'ım delirmek üzereydim. "Ya neden anlamıyorsunuz?" dedim yalvarırca. "Adnan'ın adamları o şerefsizi bulana kadar Beren'e ne olacak peki, hiç düşünüyor musunuz bunu? Neredeler, neden onu kaçırdı Demir, hiçbir şey bilmiyoruz. Bir şey planlamasa bu işe girmezdi Demir. Hele de patronu kellesini almak için peşindeyken... Türkiye'ye döndüğünden beri Beren'in peşinde bu çocuk. Neden? Ne istiyor ondan?"
"Neyse ne!" diye bağırdı babam. Sonunda onun da sabrını tüketmiştim. "Sen daha fazla bu işe karışmayacaksın Caner! Konu kapanmıştır! Yeterince tehlikeye attın kendini de ailemizi de zaten! Bundan sonrasını amcan ve ben halledeceğiz."
"Ama amca..." diye araya girmeyi denedi Tuğçe. Oturduğu yerden heyecanla sıçramıştı ki babamın havaya kalkan eli sihirli bir gücü varmış gibi durdurdu onu.
"Yeter. İkiniz de kesin artık! Odana git Caner! Sen de Tuğçe! Caner'in dinlenmesi lazım, yalnız bırakma kuzenini."
"Hayır!"
Cevabım bu kadar kısa ve çarpıcıydı işte, ama ardında bıraktığı iz bir ömür kalacak türdendi. Babamın gözlerinin koyulaşmasını, amcamın ifadesinin sertleşmesini, anneminse kaşlarının hayretle yukarı kalkmasını izledim kıpırdamadan. Tuğçe hemen solumda yay gibi gergindi.
"Hayır." dedim bir kez daha sözlerimi sindirdiklerine emin olmak için. "Adnan'ın onu bulmasını bekleyemem. Madem siz yardım etmiyorsunuz, o halde ben kendim bulurum Beren'i."
Kapıya yöneldiğimde sadece Tuğçe hareketlenmişti arkamdan. Babamın ya da amcamın peşimden koşmasını beklemiyordum elbette, ama küstahlığıma tek kelime bile etmemelerinin sebebini az sonra karşıma etten bir duvar dikildiğinde anlamıştım. Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu babamın, adamları çoktan gerekli talimatları almıştı ondan.
"Hiçbir yere gitmiyorsun Caner!" dedi babam yine de bu gerçeği anlamamışım gibi. "Odana çık. Derhal!"
Sinirle güldüm ona dönerken. "Ben kızdığında odasına gönderebileceğin küçük bir çocuk değilim artık baba!"
"Hayır değilsin." dedi babam hemen. "Ama olgun bir adam gibi de davranmıyorsun. O yüzden aklın başına gelene ve biz bu işi kapatana kadar gözüme gözükmeyeceksin."
Onunla saatlerce daha münakaşa edebilirdim. Tanrı biliyor ya duvarları indirecek güçte bir öfke yanıyordu kalbimde. İstesem Demir gibi ben de toza dumana katardım bu evi belki. Ama babama ya da amcama laf anlatmaya çalışmak zaman kaybından başka bir şey değildi. Kendi doğrularının ötesini görmeyi asla kabul etmeyeceklerdi. O yüzden bu son ana kadar onları her şeyden uzak tutmamış mıydım zaten? Şimdi aynısını yapamayacağımı kim söylüyordu?
Yalnız... diye düşündüm. Madem öyle olması gerekiyordu, o zaman yalnız devam edecektim ben de. Tek kelime etmeden arkamı döndüğümde annemin hüzünlü iç çekişini bilerek görmezden gelmiştim. Bir füze gibi yardım babamın adamlarını, merdivenleri ışık hızıyla tırmanıp odama attım kendimi. Tuğçe'nin bana yetişip kapıyı ardımızdan kapaması birkaç dakika almıştı.
"Caner..." dedi kaygıyla. "Sakin ol biraz, berbat haldesin zaten!"
"Evet berbat haldeyim!" diye bağırdım. "Çıldıracağım Tuğçe! O köpek götürdü Beren'i! Hiçbir şey yapamıyorum, elimden hiçbir şey gelmiyor!" Deli dana gibi odamı adımlarken Yoda onunla oynadığımı sandığından etrafımda hoplayıp zıplıyordu.
Kendini önüme atıp omuzlarımdan tuttu Tuğçe ve beni durdurdu. "Tamam, haklısın. Ama bir yolunu bulacağız! Sen ve ben!"
Her ne kadar gözlerindeki kararlılıktan kuzenimin kendi sözlerine inandığını görebilsem de ben o kadar hayalperest değildim. "Babalarımızın rızası olmadan kimse bize yardım etmez." dedim umduğumdan daha umutsuz çıkan sesimle.
"Babamları unut!" olmuştu Tuğçe'nin cevabı anında. "Biz ikimiz halledebiliriz. Onları biz bulabiliriz Caner!"
Şimdi daha da delice parlıyordu kuzenimin gözleri. "Nasıl?" diye sorduğumda benim can çekişen sesime karşılık onunki gür ve kendinden emindi. Askerlerine ileri atılmasını emreden bir komutan edasıyla "Önce o pisliğe ölmediğini göster!" dedi. "Hala hayatta olduğunu duyması lazım!"
"Demir kayıp Tuğçe." dedim bezgince. "Herkesten kaçıyor. Allah bilir hangi deliğe saklandı. Benim telefonlarıma çıkar mı dersin..."
Kendi sözlerimle bin kat daha bıçaklamıştım kalbimi. Omuzlarımın iyice çökmesine engel olamadım. Ama nasıl oluyorduysa beni çarpan doğrular kuzenimin delilik sınırını aşamıyordu bugün. "Hayır." dedi iyice başını dikleştirip. "Demir senin telefonlarına çıkmaz, ama telefonlarına çıkacağı biri var ve biz ona nasıl ulaşacağımızı biliyoruz."
Bir an onun neden bahsettiğini anlamadım. Tuğçe'nin sabırla aklımı kullanmamı beklediği saniyeler sonunda ise başımın içinde yanan ampulü görmüş olsa gerek, dudağının kenarı keyifle kıvrılmıştı. En başta Demir'i kandırmak için kullandığımız çocuktan bahsediyordu elbette. İsmini, cismini Beren'den aldığımız, bizi dosdoğru o pisliğe götüren çocuktan... Demir'e teklifi ileten de, onu ayağımıza getiren de aynı kişiydi. Bir şekilde o çocuğa güveniyordu Demir. Ve biz sahiden de bu yemi kullanabilirdik. Bu kadar açık bir şeyi ben nasıl düşünememiştim ki? Bombanın tahmin ettiğimden daha ağır bir etkisi olmuştu üzerimde korkarım.
Neyse ki Tuğçe benim yerime tüm savaş stratejisini çizmeye devam ediyordu. "O çocuk üzerinden Demir'e haber uçurmamız yeter." dedi. "Karşısına çıkmak istediğini duyduğu an gözü dönecek zaten. Söz konusu sen olduğunda mantıklı davranması imkansız Demir'in. O çocuğun hayatını mahvettin sen Caner. Adnan senin yüzünden onun peşinde. İtibarını, gücünü, Beren'i aldın elinden. Yani... azıcık damarına basarsan..."
"Onu benimle buluşmaya ikna edebilirim." diye tamamladım kuzenimin sözlerini.
Mavi gözlerinde şeytani bir ışık yanıp söndü Tuğçe'nin. "Basit bir buluşma değil." dedi kaşlarını çatıp. "Beren'in gözleri önünde öldürmek isteyecek seni. Kendi ayaklarınla onun inine geldiğini düşünüp işini bitirebileceğine inanacak. Ama tam da o anda biz onun işini bitireceğiz."
İşte yine kuzenimin düşünce hızına yetişemiyordum. "Nasıl?" dedim bir ahmak gibi hissederek. "Babamları duydun Tuğçe. Bana yardım etmeyecekler. Adamlarını kullanmama izin ver..."
Gözlerini devirdi. "Sana babalarımızı unut demedim mi? Bu işi ben halledebilirim. Onca yıl elim armut toplamadı benim de herhalde."
"Gerçekten ne dediğini anlamıyorum." Gerçekten anlamıyordum.
Tuğçe bir adım daha sokuldu bana ve sesini alçalttı. "İstediğimde bana yardım edecek adamlar var. İyiliğim dokunmuş adamlar... Bu işi bana bırak! Oraya yalnız gitmeyeceğiz."
İçinde olduğum duruma tamamen tezat, bir anlık bir kahkaha koptu dudaklarımdan. Böyle bir anda, dünyanın tüm öfkesi benim bedenimde toplanmışken, içimdeki sevginin açığa çıkması imkansız olmalıydı. Yine de öne uzanıp sarılıvermiştim Tuğçe'ye. Boynumdaki acıya rağmen çenemi bastırmıştım omzuna. "Teşekkür ederim." diye mırıldandım. Benim inancımdaki çatlakları elleriyle, tek tek yapıştırdığı içindi bu minnetim. Gücümün tükendiği yerde bana nedenlerimi yeniden hatırlattığı için... Normalde sululuk yapmamamı söyleyip bu samimiyeti anında noktalardı Tuğçe, bugünse elini saçlarıma koyup şefkatle sevmişti. Geri çekildiğinde benden bile gözünü karartmış görünüyordu.
"Şimdi... seni bu evden nasıl çıkartacağımızı bulmamız lazım."
Bu kez hünerlerini kullanma sırası bendeydi. "Onu bana bırak!" dedim hızla. Gözüm pencereme kaydığında Beren'in eşikten sallanan görüntüsü tüm hücrelerime yeni bir enerji dalgası pompalamıştı. Öyle bir güçtü ki bu kesiklerimi, kırıklarımı, eziklerimi hissetmiyordum artık.
Üzerimdeki kanlı kıyafetlerden kurtuldum ilk. Çalışma masasının çekmecesinden silahımı çıkarıp belime soktuğumda da ceplerimi, çorabımın içini bilumum kesici aletle doldururken de Tuğçe tek kelime etmemişti. Başka bir kız olsa şimdiye çoktan korkudan aklını kaçırırdı muhtemelen. Ama o herhangi bir kız değildi. Kendimizi savunmak, yeri geldiğinde ailemizi tüm kötülüklerden korumak için yetiştiriliyorduk çocukluğumuzdan beri. Ve bugün, bildiğim öğrendiğim her şeyi ailemin en yeni üyesini korumak için kullanacaktım.
Üstüme bir ceket alıp gecenin karanlığına atılmadan kuzenimin karşısında durdum. "Bana biraz zaman kazandırman lazım. Bahçeden çıkabilmem için."
Bunu zaten biliyordu Tuğçe. "Git hadi." dedi. "Ben sana yetişirim."
"Bir dakika, bir dakika!" Bu kesinlikle planım değildi. "Sen benimle gelmiyorsun!" dedim öfkeli bir abi gibi.
Tuğçe bıkkın bir nefes verip kapıya yönelmişti bile. "Gerçekten bu bomba senin kafana bir şey yaptı herhalde, ha? Seni oraya yalnız göndereceğim öyle mi?"
"Tuğçe!" diye seslendim ardından, ama kuzenim beni umursamadan kapıyı açtığından bağırışım bir fısıltıdan yüksek çıkamamıştı.
"Hadi!" diye ağzını oynattı pencereyi işaret ederek. Hemen ardındansa koridora çıkıp kapıyı kapamıştı arkasından. Lanet olsun! Lanet! Hayatımdaki kadınlardan birini korumaya çalışırken diğerini tehlikeye atıyordum. Lanet, lanet, lanet! Ama durup detayları düşünebileceğim bir zaman değildi bu. Kuzenimin sesi salondan gelmeye başlamıştı bile. Tam ne dediğini duyamasam da gitmekten bahsettiğine emindim. Çoğu zaman onu çekilmez kılan şımarıklığı bugün bizim anahtarımız olacaktı.
Oyalanmadım. Bir an sonra ayağım pervazda, üst bedenim dışarıdaydı. Beren tırmanma işini nasıl yapıyordu emin değildim, benim tercihimse su borusuydu. İki dakika içinde ayaklarım toprağa değmişti bile. Sayıları her zamankinin beş katı olan korumalar tüm bahçeyi tutmamış olsa doğrudan kapıya koşabilirdim belki. Oysa ağacın dibindeki gölgeye çöküp kuzenimin bir mucize yaratmasını beklemem gerekiyordu.
Beş dakika sonra hala Tuğçe'yi görmediğimde aklım alternatif kaçış yolları arasında gidip geldi. Muhtemelen hiçbir işe yaramayacak seçimlerden birini yapmak üzereydim ki kurtarıcı meleğim bir kez daha görünmüştü. Onun saçlarını savurarak korumaların önünden geçişini izledim. Ve tam ne yapacağını düşündüğüm anda bir çığlıkla kendini yere attı Tuğçe. "Bileğim, bileğim!" diye bağırdığında beş altı adam ona koşmuştu. Sonraki emirleriyse benim üzerime patlayan bombanın etkisinden farksızdı. "Buz getirin, su getirin, kaldırın beni yerden, çabuk, salak mısınız siz, tut beni, hayır dokunma, evet kaldır! Şimdi indir!"
Aferin Tuğçe! diye düşündüm yarattığı kaosu keyifle izlerken. Tüm ilgi ona çevrilmişken çitlerden sıçramam için otuz saniyem ancak vardı. Ve bu atlayışı yapmak için kolu kırık, çoğu yeri kesik hasarlı bir bedenim... Yine de parmaklarım tellerdeydi az sonra. Kendimi insan üstü bir çabayla yukarı çektiğimde ensemden gelen acı muhtemelen taze dikişlerimi patlattığımı haber veriyordu. Ah... Artık çok daha yaralı, ama en azından evin dışındaydım. Kuzenimin sahte gözyaşları ardımda uzaklaşırken ona bakmaya cesaret edemeden ağaçların gölgeleri arasında usulca ilerledim.
Ama Beren'lerin evinin önündeki hareketlilik bir kez daha durmama neden olmuştu. Benim küle dönmüş cipimin etrafı gibi onların bahçesini çeviriyordu şimdi sarı polis bantları. Midem ağzıma geldi gördüğüm manzara karşısında. Kırmızı mavi ışıkları geceyi delen arabalar, bir ambulans, bir sedye ve üstünde bir... ceset... Aklımdan geçen tonla dehşet verici görüntü saklandığımı unutup öne atılmama neden olmuştu. Beren'in ailesinden biri miydi ölen? Demir onu kaçırırken evdekilere zarar vermiş olabilir miydi? Babasına, annesine...
Bu panikle kendimi ifşa etmek üzereydim ki Tayfun Bey girdi görüş açıma. Anında geri attım kendimi ağacın arkasına. İyiydi, daha doğrusu... hayattaydı. Böyle bir durumda insan nasıl iyi olurdu ki... Evin içinden ikinci bir ceset torbası çıktığında Nilüfer Hanımın hıçkırıkları bana kadar ulaşmıştı. Üzerlerindeki şık kıyafetlere bakılırsa Demir Beren için geldiğinde dışarıdalardı. Kızları kayıptı, evleri kan gölüne dönmüştü, kapılarında olanları sorgulamak için sayısız polis bekliyordu.
Demir...
Dişlerimi öyle bir sıkıyordum ki ağzımın içine döküleceklerdi neredeyse. Onu öldürmem için daha kaç neden verecekti hayat bana? Peki ya Beren'e bir şey olursa... o zaman ölüm beni tatmin edecek bir ceza sayılır mıydı? Tam o an kulağıma ulaşan kesik korna sesi derhal bu korkunç düşünceyi bırakıp önümdeki işe odaklanmamı hatırlatır gibiydi. Kuzenimin arabası gerçek olamayacak kadar mükemmel bir zamanlamayla birkaç adım ötemde duruyordu şimdi. Başarmıştı sahiden de. Babalarımızı, babalarımızın korumalarını, babalarımızın gücüyle birlikte ardımızda bırakıyorduk böylece. Korkmam gerekirdi muhtemelen. Bunun yerine iyice çömelip arabaya kadar yerde sürünmüş ve arka koltuktan içeri dalmıştım.
"Yerde kal!" oldu Tuğçe'nin komutu anında. Ve ben de kendimi iyice zemine yapıştırıp siteden çıkana kadar nefes bile almadan bekledim. Üç sokak sonra sonunda başımı kaldırmaya cesaret edebildiğimde siren sesleri hala kulaklarımda çınlıyordu.
Arkamızdan kimsenin gelip gelmediğini son bir kez kontrol edip "Kenara çek Tuğçe!" dedim. "Ben kullanacağım!"
Tuğçe'nin dikiz aynasından benimkini bulan bakışlarından bu fikirden hoşlanmadığını görebiliyordum, yine de ikiletmeden durmuştu az sonra. Birer kaçak olmasak ve zamana karşı yarışmasak bana arabayı adam gibi kullanmamla ilgili nasihatleri olurdu şüphesiz. Şimdiyse hızla direksiyonu bana bırakıp yanımdaki koltuğa yerleşmişti.
"Caner başın!" dedi anında enseme uzanıp. Boynuma değen parmakları benim kanımla kırmızıydı. "Dikişin açılmış!"
"Biliyorum." diye mırıldandım ona bakmak yerine gaza basıp. "Çantanda iğne iplik yoktur herhalde değil mi?"
Gülmemişti Tuğçe. Ama bana annelik yapmaya çalışıp canımı sıkacak bir kız da değildi. Arka koltuktaki kıyafet yığını arasından bir fular çekip enseme bastırdı. "En azından gidene kadar kan kaybından bayılma!"
Onun sözlerindeki doğruluk payını görmezden gelip "Şu çocuğa ulaşmamız lazım bir an önce." dedim.
Tuğçe'nin gözü telefonundaydı. "O işi hallettim ben." dedi hızlıca bir şeyler yazıp. "Kuzey haber verecek çocuk döndüğünde."
"Kuzey..." diye mırıldandım kendi kedime. Dudağımın hafifçe yukarı kıvrıldığını fark eden kuzenim yandan ölümcül bir bakış atmış ve mesajlarına geri dönmüştü. Sonraki bir saati Demir'le ilgili bir şeyler duymayı bekleyerek geçirdik. O arada boş durmayan Tuğçe iyilik yaptığı adamlara ulaşmış, çağırdığı yere gelmeleri için hazır olmalarını emretmişti. Her telefon görüşmesi arasında ekranı kıracak gibi söylenerek gönderdiği mesajların muhatabının Kuzey olduğuna emindim. Zaten sonunda Demir'den haber aldığını söylemek için onu aradığında Tuğçe'yi neyin kızdırdığını da anlamıştım. Kuzey de bizim yanımızda olmak istiyordu elbette. 'Bizim' değil Tuğçe'nin... diye düzeltti iç sesim hemen. Telefonun ucunda oraya yalnız gitmemize izin vermeyeceğini, bizimle geleceğini bağırdığını ben bile duyabiliyordum oturduğum yerden. Kuzenimse bir keçi gibi inatçıydı bu konuda.
"Hayır dedim Kuzey!" diye bağırdı telefonu kapamadan önce bir kez daha. Kuzey bir şeyler daha söylemek istediyse de telefon yüzüne kapanmıştı.
"Senin için endişelendiği için ona kızamazsın." dedim en olgun bakışlarımdan birini burnundan soluyan kuzenime atıp. Tuğçe bu olgunluğu bana yedirecekti ki o an çalmaya başlayan telefonum ikimizin de dikkatini darmaduman etti. Vitesin önünde duran aletin ekranı ben bombayla ölüm kalım mücadelesi verirken kırılmıştı, ama çatlakların arasından arayan bilinmeyen numara görünüyordu. Bunun tek bir anlamı olabilirdi.
"Kuzey Demir'in sana ulaşacağını söylemişti." dedi Tuğçe benim gibi gözlerini telefondan ayıramadan.
Elbette... Bana işkence çektirmek varken neden bu işi kolay yoldan halletmeyi seçsindi ki Demir? Önce zulmedecekti sözleriyle, sesiyle, yılan diliyle... Telefonu parçalayacakmış gibi sıktım parmaklarımın arasında ve "Alo!" dedim.
Beni karşılayan korkunç kahkahayı derin birkaç iç çekiş ve inleme izledi. Şarkı söylüyordu sanki Demir. "Caner, Caner, Caner..."
"Neredesin?" oldu tek dediğim. Sesini duymaya tahammülüm yoktu o itin. Ve Demir bunu öyle iyi biliyordu ki biraz daha kahkaha attı kulağımda. Ağzından çıkan her nota tenimi boydan boya yaran bir kesik gibiydi.
"Demek bana geliyorsun ha?"
"Demir!" dedim her hece dişlerimin altında ezilmeye mahkum bir lokmaymış gibi. "Neredesin?"
Dilini damağında şaklatıp iç çekti yeniden. "Sahiden karşıma mı çıkacaksın? Dokuz canlı olabilirsin ama... buraya gelirsen bu kez gerçekten öleceğinin farkındasın değil mi... Kral? Sana tezahürat edecek bir kalabalık yok burada. Seni elimden alacak arkadaşların ya da babacığının adamları... Bir ben varım... Bir de..." Kıkırdadı ve beni iyice taciz etmek için kelimeyi sonsuzluğa uzatarak fısıldadı. "Beren..."
Dudağımı ısırdım. Delirmemi ve küfürler savurmamı bekliyordu Demir. Ona bu hazzı yaşatmamak için iyice kendimi sıkıp "Yine de geliyorum." dedim. "Yerini söyle, bu işi bitirelim. Sadece sen ve ben!"
"Ah..." olmuştu tepkisi. Kabul edeceğini biliyordum, yine de yeniden konuşana kadar kıvrandığıma emin olmak için kendi kendine mırıldanıp durmuş ve olabildiğince beklemişti. Sonundaysa "Akıllı ol Caner." dedi. "Senin yüzünden bebeğime bir şey olsun istemem. Eğer bu bir oyunsa, Beren'in başına ne geleceğini..."
"Oyun yok!" dedim hemen. "Geliyorum! Yalnız!"
Kahkaha attı yeniden ve ardından telefon yüzüme kapanmıştı. Bir an benimle alay ettiğini, yerini asla söylemeyeceğini düşündüm. Ama... Üç sonsuz saniye sonunda hedefim ekranımdaydı. Konum... Demir... Beren... Onları bulmuştum. Sonunda... Yine de mesajın üstüne tıklayamadan öylece kasılı kaldı parmaklarım. O an dudaklarımdan dökülen kelimelerin kendi düşünceleri vardı sanki, benden bağımsız hareket ediyorlardı.
"Ya gerçekten ona bir şey yaparsa?"
Tuğçe neden bahsettiğimi anında anlayıp başını iki yana salladı. "Ona ihtiyacı var Demir'in Caner. Neden bilmiyorum, ama aksi olsa çoktan öldürürdü Beren'i zaten. Kaçırmasının bir nedeni olmalı. Ona bir şey yapmayacaktır."
Haklı olmalıydı. Haklı olması için yalvarıyordum tanrıya. "Yine de oraya adamlarla gitmek çok tehlikeli." dedim. "Yalnız olmadığımı fark ederse..."
"Fark etmeyecek." dedi Tuğçe hemen. "Adamlarla ona yakın bir yerde buluşabiliriz. Sen tek gidersin. Biz de arkadan gelip etrafınızı çeviririz."
Ah... ne kadar da kolay ve kusursuz geliyordu her şey kulağa Tuğçe anlatırken. Gerçekte hiçbir şeyin öyle olmayacağını ise vücudumdaki her bir sinir ayrı ayrı bağırıyordu. Derin bir nefes alıp konuma tıkladım. Önüme açılan haritaya baktığım an Ne alaka? olmuştu ilk düşüncem. İstanbul'un leş semtlerinden biriydi bu. Bir gecekondu mahallesi... Kendi çöplüğüne mi saklanmıştı yani Demir? Belki de sokaklarda büyüdüğü, itliği öğrendiği çukurdan daha güvenli bir sığınak bulamamıştı kendine. Onu o çamurun içine gömmeye geldiğimi bile bile bana adresini vermişti. Bunun hayra alamet olmadığını idrak edip tam şu an vazgeçmem akıllıca olurdu. Bense telefonu kalan işleri halletmesi için kuzenime uzatıp gaza abanmıştım bir kez daha.
Gece beni, ben Demir'i kovalıyordum artık. Planın ilk kısmını tıpkı Tuğçe'nin önerdiği şekilde gerçekleştirmiş, adamlarla mahalleye on dakikalık mesafede buluşmuştuk. Üç siyah araba ve sekiz silahlı koruma... Ne diyebilirdim ki... Bu kadar kısa sürede, bunca adamı, babamlara rağmen toplayabilmek için kuzenim sahiden büyük bir iyilik yapmış olmalıydı birilerine ve ben bu kadar zeki olduğu için onunla gurur duyuyordum.
Az sonra Tuğçe'yi adamlara emanet edip yeniden binmiştim arabaya. Peşimde olduklarını bilmek beni rahatlatmalıydı belki. Oysa şu an rahat kelimesinin zıttı tüm sözcüklerin vücut bulmuş hali gibiydim. Sabaha karşı dörde geliyordu saat. Terk edilmiş sokaklardan, yıkık dökük evlerin arasından ilerledim hedefime doğru. Duvarların üstündeki nefret dolu grafitiler ruhumun bir yansımasıydı sanki. Yolları kaplayan cam kırıkları, şişeler, çöpler ve diğer her şey saplanmak üzere olduğum pisliğin ön izlemesiydi.
Yine de gidiyordum işte. Az sonra evlerin arasından yıkılmış binaların enkazları arasına sapmıştım. Yanımdaki vadi muhtemelen bir zamanlar bir dereye aitti. Şimdiyse kurumuş yatak bir grup sokak serserisinin evi haline gelmişti. Toplandıkları ateşin başından beni ve arabayı kesiyordu varlığımı fark ettiklerinden beri. Yolunu kaybetmiş bir ceylan olduğumu düşündüklerine emindim. Ah ah... Şu an Tuğçe'nin tatlı Mini'si yerine kendi cipimde olmak için neler vermezdim... Oğlanlar birer birer ayaklanmaya başladıklarında biraz daha hızlanıp köşeyi döndüm ve yıkık binaların arasında daha da derine daldım.
Harita hedefime ulaştığımı söylediğinde zar zor ayakta duran eski bir hangarın önündeydim. Adımımı dışarı attığım an sabah serinliğine rağmen bir balçık gibi tenime yapışmıştı isli hava. Mide bulandırıcı kokuyu umursamamaya çalıştım. Paçalarıma bulaşan çamuru, her an çökecekmiş gibi duran kolonları, uzaktan gelen küfürleri ya da uluyan köpekleri... İçeri dalmadan son kez etrafı kolaçan etsem de serseriler peşimden gelmemiş gibi görünüyordu. En azından şimdilik.
Karanlıktı içerisi. O kadar karanlık ki, bana yanlış yerde olduğumu düşündürecek kadar... Ya da belki, tam da Demir'in olmamı istediği yerdeydim. Şimdi başımın arkasından bir kurşun yesem ne kaçabilir ne de karşılık verebilirdim. Delice bir şuursuzlukla bu noktaya kadar gelmiştim Beren'in peşinden, ama bu terk edilmiş depoda ne Beren ne de herhangi bir yaşam belirtisi vardı.
Öyle görünüyordu ki kuzenim de ben de Demir'i tanıdığımızı düşünecek kadar şuursuz birer ahmaktık. Kandırılmak değil, Beren'e ulaşamamış olmaktı beni delirten. Öfke damarlarımda cayır cayır yanarken elim belime gitti. Silahın kabzasını kavramak kesinlikle iyi hissettirmemişti. Etrafımda bir tur dönüp gölgelerin arasından üstüme atlayacak düşmanlar görmeyi denedim. Yoktu. Bu lanet depoda benden ve salaklığımdan başka hiçbir şey yoktu.
Fakat sonra, bana yeni bir bomba patladığını düşündüren bir sesle yere çöktüm. Ne olduğunu anlamam iki, kendimi daha da salak hissetmem üç saniye almıştı. Tavana asılı ışıklardan hala çalışan bir iki tanesi ortalığı aydınlatıyordu artık. Duvarları kaplayan resimler ve deponun içindeki malzemeler gün yüzüne çıkmıştı bu sayede. Şalteri indiren karanlık siluet ise boyunu aşan ahşap kutuların arasından bana bakıyordu şimdi.
"Caner..." diye şakıdı ses. Demir... Bana doğru birkaç adım atmasıyla aşağılık suratı görünür olmuştu. Demek yalan söylememişti bana yeriyle ilgili.
"Beren nerede?" dedim hemen.
Telefondakiyle aynı iğrenç kahkaha bu kez hangarda yankılandı. "Beren... Beren... Beren..." dedi düşünür gibi. "Beren... burada bir yerlerdeydi ama..." Kıkırtılar. "Diyor ki... elindeki o küçük oyuncağı bırakmazsan dışarı çıkmayacakmış! Ne kadar narin bir kız biliyorsun. Pamuk gibi... o bembeyaz teni... ah..." Kıyamet gibi bir kahkaha daha koptu. Onu ilk gördüğümden sonra birkaç vidasını daha kaybetmişti Demir kesin. Artık deli demek için bile fazlasıyla hastaydı.
"Demir!" dedim sakin kalmaya çalışarak. "Bu seninle benim aramda. Ve ben buradayım. Beren'i bırak. Sonra ikimiz istediğin kadar birbirimizi yiyebiliriz."
"Hımm..." Demir dudaklarını büzüştürmüştü. "Aslında... tam olarak bu dediğini yapmayı düşünüyordum ben de ama... sen... sözünü tutmadın Caner. Kurallara uymadın, yasakları çiğnedin, hata yaptın, çok büyük bir hata!"
"Hayır!" dedim hemen. "Dediğin gibi yalnız geldim işte."
Demir köşedeki eski sandalyeye çökmüş, bacak bacak üstüne atmış ve tek kaşını kaldırmıştı. "Sahiden mi Caner?" dedi baştan aşağı beni süzüp.
Gözlerinde öyle zehirli bir ışık parlıyordu ki ona sahiden diyemedim. Konuşmadığı halde buz gibi etmişti tüm tenimi Demir. Blöf mü yapıyordu? Yoksa gerçekten... Cevabı beklememe gerek kalmadan başka sesler geldi hangarın ilerisinden. Ve sonra sırtımdan... Ben panikle bir önüme bir arkama bakarken içerisi boy boy çocukla dolmuştu. Sokak serserileri... diye düşündüm hayretle. Az önce gördüğüm oğlanlar ve onlar gibi daha pek çoğu hangarın içinde, etrafımdaydı az sonra. Ama beni neredeyse korkudan bayıltacak olan onların arasında duran kuzenimdi.
"Tuğçe!" dedim anında ona doğru atılıp, ama onu kolundan yakalamış iki çocuktan iri olan silahını kuzenimin alnına doğrultup sırıtarak olduğum yere mimlemişti beni.
"Bence yanlış bir hareket yapmak istemezsin." dedi Demir kenardan sakince. "O yüzden bir kaza çıkmadan bırak şu elindekini. Üstünü de çıkar. Çıkar, çıkar! Ayakkabılarını, çoraplarını. Görelim ceplerini boşalttığını güzelce. Hadi Caner'cim, uğraştırma bizi."
Demir'in alaycı tonu etrafımdaki çocukları güldürmüştü. Onlar çaresizliğimle eğlenirken bir cevap, bir umut bulabilmek için Tuğçe'ye baktım. Ama gözlerinde sadece dehşet vardı kuzenimin.
"Arabalara saldırdılar Caner." diye mırıldandı. "Bize tuzak kurmuşlardı. Adamlar... öldü."
Aramızdaki mesafeye ya da onun kırık dökük sesine rağmen sonumuzun geldiğini gayet iyi okumuştum dudaklarından. Laz Adnan yoktu artık belki arkasında, ama kendi çöplüğünde, kendi çetesini kurmayı başarmıştı Demir. Bu çocukları kendine bağlamak için Allah bilir neler veriyordu yıllardır arkadan arkadan. Ben değil, ama o gerçek bir kraldı bu çukurda.
Gözlerim bir kez daha Demir'e kaydığında beni avucunun içine aldığını o kadar iyi biliyordu ki herhangi bir sözle canımı daha da yakma gereği bile duymadı. Ve ben de kaderime lanet eder gibi attım elimdeki silahı yere. Vurduğum tekme onu düşmanımın ayağına kadar sürüklemişti. Sonra ayakkabılarım geldi, içindeki bıçak... Ceketim, ceplerimdeki çakılar, hatta tişörtüm...
Tam da Demir'in beni görmek istediği o sefil adamdım artık. Hiçbir şeysiz... Ama oyunun en can alıcı anı şimdi başlıyordu. "Güzel..." deyip eliyle çocuklardan birine işaret ettiğinde oğlan büyük kutulardan birinin yanına gitmiş ve önündeki ahşap kapağı kaldırmıştı.
Kalbim yerinden çıkacaktı o an neredeyse. Beren'di bu. Bir hayvan gibi kafese kapatılmıştı. Ona koşmak istedim, parmaklıkları tutmak, ellerimle bükmek... Ama bu yapacaklarımı gayet doğru tahmin eden Demir'in talimatıyla etrafımdaki tüm silahlar havada, tüm namlular bana çevriliydi şimdi. Çocukların bazılarının yaşı on üç, on dört olmalıydı en fazla. En büyüğü yirmilerindeydi belki. Korkutucudan çok gülünçlerdi ellerine büyük gelen silahlarla. Yine de silahtı ellerindeki. Ve ateşlemeleri gerektiğinde mantıklarını değil az ötemde oturan akıl hastasını dinleyeceklerine emindim.
"Caner..." diye inledi Beren. "Neden... Neden geldin?"
Ona cevap veremedim. Suratına bakacak bile yüzüm yoktu ki. Sözde kahramanlığım suya düşmekle kalmamış, Beren'inkiyle birlikte Tuğçe'nin hayatını da bir psikopatın merhametine bırakmıştı. Onun yerine Demir'e döndüm ben de.
"Ona ne yapacaksın?"
Sözlerime alınmış gibi suratını ekşitti Demir. "Kime? Beren'e mi? Beren benim her şeyim. Ben neden ona bir şey yapmak isteyeyim ki?"
Eliyle verdiği ikinci işaretle bu kez emrindeki oğlan Beren'i kapalı tutan kilidi açmış ve onu sertçe dışarı çekmişti. Demir'e doğru sürüklenirken attığı her adımda biraz daha küçülüyordu Beren. Ve ben biraz daha kaybediyordum insanlığımı. Bedenim avına kilitlenmiş bir kaplan gibi öne eğilmişti, ama hafifçe onlara meylettiğim an bir el silah sesi inletti hangarı. Havaya açılmış bir uyarı ateşiydi bu... Hareket edersem bir sonrakini kafama yiyeceğimi hatırlatan bir işaret...
"Sakin... sakin..." dedi Demir yavaşça yerinden kalkıp. "Hanımefendileri korkutuyorsunuz çocuklar."
Beren'in arkasına geçip ona sarılmış, başını bana bakacak şekilde omuzlarına yerleştirmişti. Özellikle görmemi istiyordu her hareketini, her dokunuşunu, her mimiğini. Ama ben gözlerimi onun kollarında bir kuş gibi titreyen kızdan alamıyordum. Yaralanmıştı Beren. Yanağındaki morluk, alnında kurumuş kan, kenarı şişmiş dudağı... Cehennem tam olarak böyle bir yer olmalıydı. Sevdiğin kadını acı içinde izlemek, etrafını kuşatan iblisleri görüp yine de kıpırdayamamak...
"Şimdi..." diye mırıldandı Demir. "Tahmin edeceğiniz üzere Beren burada kalıyor. Kendisiyle... daha doğrusu babasıyla halletmemiz gereken küçük bir iş var. Bir tanecik kızına karşılık karlı bir ticaret yapacağız. Bu kadar istekli olacağını ben bile tahmin etmezdim doğrusu. Ama sonuçta söz konusu olan Beren olunca... normal sanırım... insanın delice şeyler yapası geliyor onun için..."
Demir onu ne kadar arzuladığını saklamadan dudaklarını yanağında gezdirdi Beren'in. Onun gözleri zevkten kapanırken benimkiler binlerce bıçak saplanmış gibi acıyla yanmıştı. Tüm bu kurşunları aynı anda yemeye hazırdım Beren'i o ahtapotun kollarından çekip alabilmek için. Hemen şimdi ölebilirdim. Ama cesedim ne Demir'i durduracak ne de yaptığı işkenceye bir son verecekti. Bir şeyler düşün Caner! Bir şeyler düşün!
"Size gelince..." diye devam etti Demir. "Korkarım yollarımızı burada ayırmak zorundayız."
Sözleriyle aynı anda harekete geçmişti çocuklar. "Hayır!" diye bağırdı Beren çığlık çığlığa. "Hayır, Dur, hayır! Demir yapma, lütfen! Lütfen yapma Demir!" Çabası nafileydi. Oğlanlardan birkaçı benim üzerime meylederken Tuğçe'yi tutanlar onu benim yanıma sürüklemişti saniyeler içinde. Az sonra ikimiz de dizlerimizin üstüne çömelmiş halde oturuyorduk yan yana. Silahlar çok daha yakındı artık suratımıza. Geri saymaya başlama zamanı gelmişti.
"Özür dilerim." diye mırıldandım gözlerimi yerden kaldıramadan. Öyle tükenmiştim ki gözyaşım bile dökülmüyordu. Tuğçe'nin parmaklarını elimin üstünde hissettiğimde ancak başımı çevirip bakabildim ona. Çatıktı kaşları. Deli deli bakıyordu suratıma, böyle bir anda görmeyi ummayacağım bir kararlılıkla hem de. Bir şey anlatmak istiyordu sanki. Ona her şeyin bittiğini, pes etmesini söylerdim konuşabilseydim. Ama o sırada saçlarımdan kavrayan parmaklar başımı patronlarına çevirmişti.
"Şimdi..." dedi Demir sonunda Beren'i bırakıp karşımıza yürüyerek. Çocuklardan birinin silahını alıp elinde ağırlığını tarttı ciddiyetle. "Sana söylemiştim kral." dedi şarjörü çıkartıp. "Dokuz canlı da olsan, buraya gelirsen öleceğini bilmen gerekirdi."
Aletin ağzına kadar kurşunla dolu olduğunu gördüğünde keyifle sırıtıp geri yerine taktı. Belki de bizim görmemiz için yapıyordu. Mutlak sondan kaçamayacağımızı anlamamız ve kabullenmemiz için... Bir rulet değildi bu, kaybettiğimize emindim. Bitmişti her şey ve bitiren de bendim. Hatalarımla, attığım yanlış adımlarla, çocukça kararlarımla... Ama kuzenim öyle düşünmüyor olsa gerek yavaşça ayağa kalktı yerden.
"Tuğçe!" dedim dehşetle. Kalan sınırlı ömrünü tek bir kurşunla harcayacaktı bu hareketiyle.
Demir'in kaşları hayırdır der gibi havaya kalkmıştı bile. "Bir yere mi gidiyorsun güzellik?" dedi alay ederce.
Etrafımızdaki kalabalık yine kıkırdadı, ama Tuğçe gülmüyordu. Sessizce beklediği saniyelerden sonra ise "Ben değil." dedi dişleri arasından. "Ama senin için bir şey diyemem."
Anlamamıştı Demir. Anlamamıştım ben de hiçbir şey. Tuğçe hala gözleriyle parçalara ayırabilirmiş gibi bakıyordu düşmanına. Aklını mı kaçırmıştı korkudan yoksa? Tuğçe! demek istedim. Kapa çeneni ve kendini öldürtmeden otur şuraya! Fakat sonra, gözüm Demir'in arkasında, hangarın karanlığında sıra dışı bir hareket yakaladı. Muhtemelen Tuğçe'nin benden çok önce yakaladığı bir hareket... Siyah gölgeler yayılıyordu kutuların arasından. Onlarca... düzinelerce... Ağır, ağır, bir hastalık gibi... Ve bu gölgeler bizim ışığımız olacaktı.
"Kimse aileme zarar veremez!" dedi Tuğçe birikmiş tüm nefretiyle. Sözleriyle kıyamete kopması için emrediyordu sanki.
Ve saniyeler içinde dilekleri yerine gelmişti. O andan sonra zaman iki kurşunun arasında akıyordu artık. Dört bir yandan hangara dalan siyahlı adamlar birer Terminatör gibi önlerine çıkan kim varsa öldürürken yüzlerce çapraz ateş arasında kalmıştık biz. İlk refleksim Tuğçe'yi yanıma, yere çekmek olmuştu. "Ne oluyor?" diye bağırdım vücudumu ona siper etmiş güvenli bir köşeye sürüklerken. Ama durup cevabı dinleyecek vakit yoktu. "Kendini koru!" diye bağırdım onu bir varilin arkasına saklayıp.
Sonraki hamlem nefes bile almadan Beren'e koşmaktı. Bir kez daha kurşunlar sağımdan solumdan geçiyor, bir kez daha ben sadece önümdeki kızdan başka bir şey görmüyordum. Elleriyle kulaklarını örtmüş delice bağırıyordu Beren sığındığı sandalyenin dibinde. Kollarından tutup kendime çektiğimde önce kim olduğumu anlayamayıp dirense de gözlerimiz buluştuğu an "Caner!" diye inlemişti.
"Gel!" dedim oyalanmadan ve emekleyerek köşedeki kutuların arkasına sürükledim onu. "İyi misin? Bir şey oldu mu?"
Delice başını salladı Beren iki yana. Şoktaydı, titriyordu. Yine de hayattaydı ve bu, bugün belki de ilk kez nefes almamı sağlamıştı. Onu kendime çekip sıkıca sarıldım ve bir an için dudaklarım başının üstünde, gözlerim kapalı durdum. İki saniye tanımıştım kendime sadece. İki eşsiz saniye... "Sakın buradan ayrılma." dedim gözlerimi yeniden açtığımda. Ayaklandığımı görüp paniklemişti Beren.
"Sen... nereye..."
"Sakın buradan ayrılma!" diye yineledim. Ona Demir'in peşinden gideceğimi de, ne pahasına olursa olsun o pisliği geberteceğimi de söylemeyecektim. Ama komutu almış bacaklarım çoktan koşmaya başlamış, ellerim yerde başı boş bulduğu ilk silahı kavradığı gibi şarjörü kontrol etmişti. Kolonlardan birinin arkasına yapışıp kaosun içinde tek gerçek düşmanımı aradım. Renk cümbüşünün ortasında onu bulmak neredeyse imkansızdı. Eğer canları pahasına onu savunan zavallı çocukları bir yem gibi kurtların önüne atıp kendisi kaçmaya çalışıyor olmasaydı...
Demir'in kapıya yöneldiğini gördüğümde benim için de gidecek tek bir yön vardı artık. Kutuları, varilleri, önüme siper olabilecek ne varsa kullanıp çıkışa varmıştım az sonra. Tazı gibi kaçıyordu it, ama benim ondan çok daha güçlü bir yakıtım vardı. Sevdiklerime zarar vermişti Demir, yanıyordum nefretle. Yaralı bedenime rağmen çok geçmeden onu yakalamamın nedeni de bu nefretti işte. Üstüne atladığımda birlikte devrilmiştik çamura. Düşünmeden indirdim silahın kabzasını kafasına. Karşılığında mideme sert bir tekme yemiştim.
İkimiz de silahlarımızı düşürmüştük. Yine de durmadı Demir, durmadım ben de. Fırlayarak kalktık yerden, meteor gibi çarpıştık. Ama karşı karşıya kaldığımızda benim aksime saldıracağı yeri çok iyi biliyordu Demir. Bir elini ensemdeki açık yaranın üstüne koyduğunda acıdan iki büklüm olmamı fırsat bilip alçılı kolumu tutup ters çevirdi. Öyle keskindi ki acı, dünya durmuştu sanki bir anlığına. Karşımdaki Demir olmasa bayılırdım bile belki. Oysa bedenim hızla dönüp sağlam bir yumruk indirmişti çenesine.
Aptalca bir kahkaha kopardı Demir. Dudağı patladığından ağzına dolan kanı yere tükürmüştü. Ve attığı savaş narasının ardından yeniden üstümdeydi. Yere düşerken onu yakalayıp ters çevirmeyi başarmıştım. Toprağa yapıştığımızda ben üstte, Demir'se bir böcek gibi altımdaydı. Suratı tam karşımdayken tamamen yitirmiştim akıl sağlığımı artık. Öldürmek ve sadece öldürmek için indirdim yumruğumu. Ama tek kolum tamamen işlevsizken onu kontrol altında tutmam imkansızdı. Zaten Demir de aldığı birkaç darbenin sersemliğini atıp yeniden boynuma sarılmıştı.
Önce acı geri geldi, bu kez ilk seferkinden bile keskin, çok daha yok edici... Sonraysa nefesim kesilmişti. Boynum Demir'in kolu arasındaydı artık. Öyle bir sıkıyordu ki havasızlıktan değil de başımı kopartarak öldürmeye çalışıyordu sanki beni. Sağlam elimle bileğine asılıp kendimi kurtarmayı denedim. Az sonra sakat kolum bile yardıma yetişmiş, ama milim oynamamıştı hapsolduğum zindan. Beyaz benekler uçuşmaya başlamıştı gözlerim önünde. Uzakta bir yerde güneş doğuyorduysa da ben görmüyordum artık. Muhtemelen de bir daha görmeyecektim.
Tam o an bir el silah sesi duyuldu. Zaten ölmekle meşgul olduğumdan tepki verememiştim ben. Demir'se panikle eğilmiş, bu sayede de ciğerlerime yeniden oksijen dolması için gerekli saniyeleri kazandırmıştı bana. Yavaş yavaş görmeye başlayan gözlerim metal bir ışıltı seçti önce, sonraysa onu tutan eli.
"Anlaşılan seni öldürecek kişi benim!" dedi Tuğçe düşmanına doğrulttuğu silahı milim oynatmadan. Hemen yanımda, çamurun içinde yerdeydi Demir de. Gücüm kalmış olsa ve ona saldırabilsem de hiçbir yere kaçamazdı artık. Hayatının kuzenimin ellerinde olduğunu biliyordu.
"Dikkat et de kendini incitme." dedi gülerek. Alay ederek hala pes etmediğini göstermeye çalışıyordu elbette. Tuğçe'yse cevabı onu kıl payı sıyıran bir kurşunla vermişti. Benden çok daha iyi bir nişancıydı ve Demir biraz daha şansını zorlarsa ikinci hedefinin onun beyni olacağına emindim. Buna rağmen gülüyordu Demir. Her zamanki zehirli, mide bulandırıcı sırıtıştı bu.
"Sen yine de kendine dikkat et güzelim." dedi gözlerini kısıp. Tuğçe'nin onun blöf yaptığını sandığını biliyordum. Tam o an arkasından yaklaşan çocuğu görmesem ben de aynı şeyi düşünürdüm şüphesiz. Oysa can havliyle "Tuğçe!" diye haykırmıştım. Silah sesi geldiğinde kolum kuzenimi kaçınılmaz kaderinden kurtarabilirmiş gibi ona uzanmıştı.
Zaman tamamen önemini yitirdi o an. Tuğçe kayarak dizlerinin üstüne düştüğünde görebildiğim tek şey bana kilitlenmiş ıslak gözleri ve bir şey demek ister gibi aralık kalmış dudaklarıydı. Kuzenimin eli karnında giderek büyüyen kırmızı lekeye dokundu bir an. Kan hızla onun tişörtüne yayılırken karanlık da benim çevremi sarıyordu an be an.
Birkaç el daha silah sesi duyduğuma emindim. Bağırışlar, koşturmaca... Demir, kuzenimi vuran çocuk... başka adamlar, başka sesler... Hiçbirinin önemi kalmamıştı. Ben de kalan son gücümle Tuğçe'ye doğru süründüm.
***
-BÖLÜM SONU-
Uyarmadığımı söyleyemezsiniz. Bölümleeerdir size spoi ler veriyorum. Ve işte olan oldu. Ailesine bir şey olmasına sahiden de izin vermedi Tuğçe. Peki ya ona ne olacak? Demir de hala hayatta üstüne üstük.
Devamı yarın!
Tahminlerinizi duymayı bekliyorum :)
Sevgiler
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top