Bölüm +45

AYNALI MARATONU DEVAM EDİYOR

SON 6 BÖLÜM! 

Uçurumun kenarından kurtardık Caner'i, ama bunun uzun sürmeyeceğini tahmin etmişsinizdir :) Su uyur düşman uyumaz ne de olsa. Ve bizdeki düşmanın Demir olduğu düşünülürse bir süre daha kimsenin gözüne uyku gireceğe benzemiyor ;)

E hadi sustum. Keyifli okumalar.

E.Ç.

***

Hаyаtın tek bir gerçeği vаr, o dа yаşа öl

Amа ölmediysen henüz, şimdi mаçа dön

***

BÖLÜM: +45

HAYALET

Caner'den

Bu sıralar kendi yatağım yerine hastane odalarında sabahlamak yeni alışkanlığım olmuştu. Bundan zevk aldığım falan yoktu, ama az ötemde odayı tavaf eden güzellik yanımda olduğu sürece halimden pek şikayet edeceğimi de sanmıyordum.

"Hayır." diyordu Beren bilmem kaçıncı kez. "Hayır ikimiz de iyiyiz, söyledim ya anne. Basit bir kazaydı sadece."

Beren'in gözleri azarlarca bana döndüğünde gülümsemem daha da büyüyüp onu iyice delirtmişti. Demir'in teklifini kabul ederek yaptığım aptallık yüzünden hala kızgındı bana. Ölmediğimi gördüğü halde, yanı başında oturmuş elimi tutuyor olmasına rağmen yol boyunca ağlamayı sürdürmüş, ne söylersem söyleyeyim rahatlamamıştı. Bu gece sahiden öbür tarafı boylayabilirdim ve bunu onun için yaptığımı, gerekirse yine yapacağımı biliyordu Beren.

Tanrım, nasıl garip bir hazdı bu. Birinin beni bu kadar sevmesi, uğruma bu kadar gözyaşı dökmesi... Beren'in üzüldüğünü görmekten mutlu olmuyordum elbette. Yine de... daha önce hiç yaşamadığım bir ateşle sarmalanmıştı kalbim ve ben sonsuza kadar bu şekilde yanabilirdim.

"Küçük bir kırık var." diye açıklamaya devam ediyordu Beren odanın kapısı açıldığında. Tam o sırada annesi hoşuna gitmeyen şeyler söylemiş olsa gerek "Anne!" deyip kendini eşikte duran Tuğçe'nin yanından koridora atmıştı Beren. Onun gidişiyle bu gece ilk kez baş başa kalmıştık kuzenimle. Ve bunun başımın belada olduğu anlamına geldiğinin farkındaydım.

Berbat bir haldeydi Tuğçe. Daha önce onu hiç böyle gördüğümü sanmıyordum. Kıyafetlerinde ve yüzünde benim kanım kurumuştu. Toz toprak içindeydi. Saçları dağınık, maskarası akmış... Ama kalbime en dokunan ağlamaktan şişmiş gözleriydi. Bu gece delice korkuttuğum insanlardan biriydi Tuğçe de, ama onun elinden diğerleri kadar kolay kurtulamayacaktım.

"Herkes gitti mi?" diye sordum asıl konudan olabildiğince uzaklaşmak için.

"Evet." dedi Tuğçe. "Gittiler. Kuzey burada sadece. O kalmak istedi."

Dudaklarım muzip bir tebessüme kıvrılmıştı. "Hımm... Kuzey tabi... Farkında mısın hiç yalnız bırakmıyor seni. Aferin, gözüme girdi yani benim."

Tuğçe'nin gözlerinde mavi şimşekler çakmıştı. "O ima ettiğin şey yüzünden diğer kolunu da benim kırmamı ister misin?"

"Levent'i de böyle tehdit ettin değil mi? Ondan öyle üç buçuk atıyordu çocuk."

Tuğçe gülmemişti. "Aptal esprilerle bu gece olanları unutturamayacağının farkındasın değil mi!"

"Ben iyiyim Tuğçe. Sadece bir..."

"Peki biz oraya gelmesek de iyi olabilecek miydin? O geri zekalı seni uçurumdan aşağı atmadan kaç tur daha atmayı düşünüyordun?"

"Bak, haklısın a..."

"Tabi ki haklıyım!" diye bağırdı Tuğçe. Aldığı nefesle sakinleşmeyi denediyse de yapamıyordu. Sanki kötü görüntülerden kaçabilirmiş gibi gözlerini odanın uzak köşelerine çevirdiğinde gözyaşlarını da benden saklıyordu aklınca. Diğerleri etraftayken bastırdığı tüm öfkesi bir şelale gibi üzerime boşalmaya hazırdı. Muhtemelen bu gece ilk kez gerçekten serbest bırakıyordu kendini ağlamak için. Onu sahiden çok ama çok korkutmuş olmalıydım.

"Hey..." dedim en yumuşak sesimle. "Gel buraya. Gel hadi." Alçıda olmayan kolumu kuzenime doğru uzatmıştım. "Hadi ama..." Başta inat etse de sonunda homurdanarak yatağın köşesine koydu poposunu. Anında tutmuştum elini ve hala yanında olduğumu hissetmesi için sıkıca kavramıştım parmaklarını.

"Bir daha asla kendi başına böyle bir işe kalkışmayacaksın!" dedi çatık kaşlarının altından. "Anladık aşıksın. Ama aptal olmana gerek yok! Hayatın ortaya koyabileceğin bir kumar değil Caner. Senin bir ailen var. Seni seven insanlar var."

"Biliyorum..." diye mırıldandım. Bu gece bunu yeniden gözüme sokmuştu yaşadıklarım. Bir zamanlar suratıma küfreden arkadaşlarımın, hatta Alev'in bile benim için yarışa geldiğini, hayatımı kurtarmak için yaptıklarını, sonrasında hastane kapısında beklediklerini kabullenmemekte ısrar ediyordu beynim hala. Bir Oya'yı görmemiştim yarıştan sonra bir daha, ama aramızda olanlardan sonra bu da anlaşılırdı sanırım.

"Demir işini bana bırak." dedi Tuğçe dikkatimi yeniden üzerine çekerek. "Babamla da amcamla da ben konuşurum."

"Hayır!" dedim hemen. Panikle doğrulmak isteyince zedelenmiş kaburgalarımdan bedenime bıçak gibi bir sancı yayılmıştı. "Hayır!" diye tekrarladım nefes nefese. "Onları asla bu işe karıştırmayacağız. Olay o kadar büyürse..."

"Az daha ölüyordun Caner! Sence daha ne kadar büyüyebilir olay?"

"Hayır dedim Tuğçe!" Biraz daha sıktım kuzenimin elini. "Bu konuda beni dinleyeceksin. Demir'in eli düşündüğünden daha uzun. Ailemin kimseyle karşı karşıya gelmesini, kimseye borçlanmasını istemiyorum o it yüzünden. Onun işini ben kendim görürüm."

"Bu gece gördüğün gibi herhalde..." diye homurdandı Tuğçe. Sinirle başını çevirmek isteyince çenesini yakalayıp ona engel olmuştum. Bu kadar sevdiği için kendinden nefret ettiği küçük kardeşi gibi bakıyordu suratıma. Yine de sözlerimdeki haklılık payını biliyordu. Aynı ailede büyümüş, aynı tehlikeleri göğüslemiştik geçmişte. Karanlık insanların gölgelerini etrafımızda hissetmeye alışıktık ikimiz de. Tam da bu yüzden babamın ya da amcamın açacağı basit bir telefonun ileride bize nasıl dönebileceğini öngörmek zorundaydık.

"Bir yol bulacağım." dedim onu rahatlatmak için.

"Bir yol bulacağız!" diye düzeltti beni tek kaşını kaldırıp. "Bundan sonra gözünü kırpsan haberim olacak Caner. Peşine adam taktırtma bana!"

Başımı geri yastığa bırakıp huzurlu bir tebessümle kuzenime baktım. Tüm sivri köşelerine rağmen onu öyle çok seviyordum ki... Ama bu duygularımı paylaşıp onu sinir edemeden kapı bir kez daha açılmıştı. İşte şimdi gerçekten gülümsüyordum. Beren ikimizi baş başa görünce bir an özel bir konuşmayı böldüğünü hissedip paniklemişti.

"Ben... koridorda bekleyebilirim."

Öyle tatlıydı ki bu masum halleri... Tuğçe yüzümdeki şapşal sırıtışa gözlerini devirdi, ama onun da dudakları yukarı kıvrılmıştı. "İlacın geldiğine göre..." dedi yataktan kalkarken. "Ben de içine ettiğin gecemi en azından kendi yatağımda sonlandırabilirim sanırım." Tam kapıdan geçerken son anda durup elini Beren'in omzuna koymuştu. "Kuzenim sana emanet. Başka bir salaklık yapmadığından emin ol, olur mu?"

Son kez bana bakıp odadan çıktığında gülüşü artık tüm yüzüne yayılmıştı Tuğçe'nin. Sahiden de aklını yitirmiş aşık bir ergen olduğumu düşünüyordu. Ama benim için gerçekten mutluydu, biliyordum. Kapıyı ardından kapatamadan ben de onun arkasından seslendim.

"Kuzey'e selam söyle."

Arkasını dönmediği halde orta parmağını kaldırmayı ihmal etmemişti Tuğçe. Verdiğim mesajı gayet iyi almış olsa da herkesin gördüğü gerçeği inkar etmeye devam edecekti. En azından benim gibi aşkın tokadını yüzünde hissedene kadar...

Halbuki ne güzeldi kendini bu duygunun içinde kaybetmek. Yanıma gelip yatağa oturan Beren'i izlerken kalbimden mutlu olmaktan başka duygu geçmiyordu. Hem de yaşadığım her şeye rağmen... Onun mavi gözleri ölümle burun buruna geçirdiğim dakikaları, arabanın içinde döktüğüm terleri, kazayı, acıyı, karanlığı ve tüm kötü ihtimalleri silivermişti tek kalemde.

Yanağını okşadığımda başını elimin üzerine bıraktı Beren. Gözlerinden yaşadığı korkunun izlerini kolayca silebilseydim keşke. Bunun yerine o izler benim dudaklarımdaki tebessümü silivermişti bir süre sonra. Ne kadar çok insanı hırpalamıştım bu gece tek bir seçimimle. Demir'in teklifini kabul etmek o kadar da mantıklı görünmüyordu artık gözüme. O yarışta sahiden ölebilir, uğruna mücadele ettiğim her şeyi göz açıp kapayıncaya kadar kaybedebilirdim. Akıl sağlığımı korumak için bu ihtimali hiç düşünmemiştim belki. Oysa şimdi açıkça görüyordum gerçeği. Gittiğimde geride kalacak ve ardımdan gözyaşı dökecek onca insanın elleri boğazımdaydı.

"Özür dilerim." dedim bir anda. İlk söylemem gereken şeyi o ana kadar ertelediğimi fark etmiştim. Beren'in bakışları alçılı koluma kaydı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra mırıldanmıştı.

"Sana zarar veriyorum ben Caner. Ben hayatına girdiğimden beri..."

"Sen hayatıma girdiğinden beri her şey değişti." diye tamamladım onun yerine cümlesini. Merakla bana çevrilmişti ıslak gözleri. Gülümsedim. "Sen hayatıma girdiğinden beri bambaşka bir adam oldum ben. Her şeyi sildin. Yeni baştan yarattın beni." Başıyla itiraz etti Beren. Ama konuşmasına izin vermedim. "Evet, saçmaladım. Evet, bugün gerçekten kötü bir şey olabilirdi. Ama bu senin değil, benim suçum Beren. O yüzden de özür dilerim. Bir daha böyle bir korku yaşamayacaksın, söz veriyorum."

Bir an beni duymamış gibi tepkisiz kalmıştı Beren. Ama sonra dizlerini yatağa koyup doğruldu, üzerimden kayarak sağ yanıma geçti ve alçısız kolumla bedenim arasına kıvrıldı. Hah... bir kahkaha kaçıvermişti dudaklarımdan. Allah'ım... daha ne kadar sevebilirdim onu? Başımı saçlarının üstüne bıraktığımda gözlerim kendiliğinden kapanmıştı bir rüyaya dalar gibi. Bir süre sadece Beren'in kokusunu çektim ciğerlerime. Oksijenden daha kuvvetliydi etkisi, çarpılmıştım çok geçmeden. Bu şekilde sabahı, geceyi, ertesi günü, ertesi ayı edebilirdim hastane odasında olduğumu umursamadan. Ama Beren'in başına daha fazla dert açmak istemiyordum.

"Annenlere ne söyledin?" dedim usulca.

İç çekmişti Beren. "Antrenman çıkışında eve dönerken küçük bir kaza geçirdiğimizi. Diğer arabanın kırmızı ışıkta geçtiğini, senin tarafından bize çarptığını, kolunun kırıldığını, işimiz bitince döneceğimizi..."

Ofladım. "Bu bir daha seni arabama bindirmeyecekleri anlamına gelmiyordur umarım."

"Bu az daha hastaneyi basacakları anlamına geliyor." dedi Beren buruk bir tebessümle. "Neyse ki onları ikna etmeyi başardım iyi olduğumuza. Korkutmamak için sizinkilere bir şey anlatmadığımızı da söyledim ama..." Dudaklarını büzdü. "Annemin ne yapacağı pek belli olmaz."

Omuz silktim. "Sabah annemler kolumu gördüklerinde bir yalan uydurmam gerekecekti zaten. Beni büyük bir zahmetten kurtarmış oldun. Şimdi tek yapmam gereken arabaya soldan bir darbe almak..."

Bu kez Beren'i gerçekten güldürmeyi başarmıştım. Biraz daha dibime sokulup başını göğsüme koydu ve kolunu belime doladı. İkimiz de hastanede işimin kalmadığını, sadece rutin prosedürler gereği beni müşahede altında tuttuklarını biliyorduk. Ve bu, bir gece için de olsa Beren'in camımdan içeri sızmasına ya da benim onların balkonlarına tırmanmama gerek kalmadan sabahı birlikte karşılayabileceğimiz anlamına geliyordu.

Sabah yediye gelirken açmıştık gözlerimizi yeniden. Hala aynı yatakta, hala yan yanaydık. Artık hastane odalarında hemşirelerin bizi uygunsuz hallerde basmasını alışkanlık haline getirdiğimizden kız kıkırdayarak kahvaltı tepsisini ayak ucumuza bırakırken toparlanmak için acele etmemiştik bile. Yine vasattı yemek ve bu kez Beren üstlenmişti reçelli ekmek hazırlama işini. Hangisi daha tatlıydı, ağzımdaki şekerli hamur mu yoksa her lokma arasında Beren'den kaptığım öpücükler mi emin değildim. Ama ikincisi ağır basmış olsa gerek, doktor kontrol için odaya geldiğinde hala pembeydi Beren'in dudakları.

Kolumdaki kırık, kaburgamdaki çatlak ve vücudumdaki ezikler dışında domuz gibi sağlıklı olduğumu öğrenmemizin ardından taburcu olmaya hazırdım. Gece arabamı Güney hastaneye kadar getirmiş olsa da yalanımızın ortaya çıkmaması için bir taksi çağırmış, önceki günle ilgili tek kelime etmeden eve dönmüştük. Elbette sadece kısa bir süreliğine... Birkaç saat için de olsa Beren'den ayrı kalmaya tahammülüm yoktu. Hele de Demir'in bir yerlerde intikam planları yaptığını bile bile...

Tabi planlarım babam beni kapıda yakalayıp kan içinde kalmış tişörtümü, yırtık kotumu ve son olarak da alçılı kolumu görene kadar sürebilmişti. Sonrasıysa annemle ikisine sadece basit bir kaza geçirdiğimi anlatmaya çalışarak ve babamın bize çarpan o şerefsiz adamın hayatını bitireceğiyle ilgili bağırışlarını dinleyerek geçirdiğim koca bir saatti. Allah'tan sonunda annem Beren'in ailesine geçmiş olsun demesi gerektiğini düşünüp telefonuna sarılmış, ben de dinlenme bahanesiyle odama kaçabilmiştim.

Evden çıkışım girişime göre çok daha sorunsuzdu neyse ki. Çoktan iş için ayrılmış babamın ve bahçede telefonda konuşan annemin ruhu duymamıştı bile kapıdan sıvıştığımı. Otoparktaki arabalardan birine atladığımda Beren'e iki dakikaya yanında olduğumu yazmıştım bile. Beni kapıda görmeden dışarıya çıkmamak konusunda bin kez tembihlemiştim onu. Demir'in bir kez daha Beren'e elini uzattığını düşünmek bile dikenli teller örme isteği yaratıyordu içimde. Ama heyecanına kapılıp çoktan yola çıkmıştı bile Beren evlerinin önünde durduğumda.

"Özür dilerim..." dedi suçlu bir kedi yavrusu gibi yüzüme bakıp. Ona kızamayacağımı öyle iyi biliyordu ki... Ağzımı açmaya yeltendiğimde öne uzanıp dudaklarını benimkilere bastırdı. "Biliyorum, haklısın, bir daha olmayacak!" dedi burnunu benimkine sürtüp. "Söz veriyorum."

Onu azarlamalı ve beni dinlemesinin neden önemli olduğunu anlatmalıydım. Söz konusu Demir'ken hiçbir riski göze alamazdık. Yine de... Güneş gözlerinde ışıl ışıl parlar, saçları açık camdan giren meltemle uçuşurken öyle büyülü bir peri kızı gibi görünüyordu ki onu mutsuz etmeye kıyamamıştım.

"Bu halde araba kullanman doğru mu?" dedi gaza bastığımda. Kolumu, bacağımı oynattıkça etime batan kaburgamın acısını kendime saklayıp gülümsedim.

"Bir süre yarış pistlerinden uzak kalacağım kesin, ama bu kadarını kaldırabilirim, merak etme."

Şakam kesinlikle güldürmemişti. Beren elleriyle beni o piste götürüp üstümden kamyonla geçecekmiş gibi bakıyordu şimdi bana. "Ettiğin yemini gerçekten tutacaksın Caner!" dedi sertçe. "Bir daha yarışmak yok! Bir daha Demir'e bulaşmak yok! Söz ver bana, ne olursa olsun ondan uzak duracaksın!"

Yüzümü buruşturdum. Bu sözü vermek göz göre göre günaha girmeye benziyordu. Ben ettiğim yeminin arkasında dursam bile Demir atardı beni cehennem çukuruna. Yine de Beren "Caner!" diye üstelediğinde başımı salladım. Böylesi yalanımı ağzımla itiraf etmekten çok daha kolay gelmişti. Bir süre daha kuşkuyla beni izlese de sonunda ikna olduğunda yüzünü yeniden güneşe döndü Beren. Uzanıp elini tuttuğunda bana bakmamış, onun yerine gülümseyip gözlerini kapamıştı. Benimle olduğu sürece nereye gittiğimizin önemi yoktu sanırım. Sormamıştı bile.

Ben de onu kendi hayalleriyle baş başa bırakıp sessizce okula sürdüm. Bu hasarlı bedenimle dans etmek gibi bir düşüncem yoktu elbette. Ama olayın şokuyla ettiğim teşekkürlerden fazlasını hak ediyorlardı arkadaşlarım. Ve ben gece akıl edip söyleyemediğim ne varsa onlara söylemek zorundaydım. Özellikle de son ana kadar bizimle kalmış ve sırrımı saklamayı kabul etmiş Alev Hoca'ya...

Muhtemelen gerçek amacımı anlamayan Beren okulun önüne park ettiğimde şüpheyle bana bakıp "Vay be!" demişti. "Böyle bir dans aşkı hiç görmedim! Sen bu halde bile antrenmana koş... Diyorum ki, bence Samba'yla başlayalım çalışmaya. Kaburgandaki çatlaklar yerine oturur bir güzel. Ya da iyice un ufak olur, kurtulursun tamamen. Yapamadığın hareket kalmaz valla! Pamuk gibi esnek olur vücudun."

Beren'i eskisi gibi bana sataşırken görmek öyle keyifliydi ki normalde laflarının altında asla kalmayacağım halde onu şapşalca izlemekten fazlasını yapamamıştım. "Bugünlük sadece teori çalışmayı düşünüyorum." dedim kendimi topladığımda. "Biraz zayıf geldi senin Rumba tekniğin bana yarışmada. Onun üzerine mi gitsek? Ne dersin?"

"Hımm..." dedi Beren abartılı bir tebessümle. Açtığım savaşı görmüş, atağa geçmişti. "Bence sol kolunla beni taşıdığın pozlarımızı çalışalım biz." dedi düşünür gibi ciddileşip. "Baya zayıf senin solun. İnceldiği yerden kopar kolun hem. Bunu atıp yenisini alırız sana."

Bu şekilde saatlerce süründürebilirdi Beren beni cevaplarıyla. Bu ana kadar ne zaman girdiğimiz söz düellolarını kazanmıştım ki şimdi buna cüret edeyim. Ben de yapabileceğim en iyi şeyi yapıp onu öptüm ve "Hadi!" dedim. "İçeride karar verirsin yapacağın işkenceye."

Kazanmanın haklı gururuyla keyifle sırıttı Beren, ama suratındaki özgüvenli ifade tam okulun kapısının önünde ben elini tutana kadar kalabilmişti. Şaşkınlıkla yüzüme baktığında bu kez sırıtma sırası bendeydi. Sanki onu neyin dehşete soktuğunu anlamamış gibi. "Ne var?" dedim. "Sevgilimin elini tutamaz mıyım?"

Sorum Beren'in kalbindeki tüm kuşları bir anda havalandırmıştı sanki. Gözlerine yansıyan baharı, yanaklarında çiçek açan kirazları gördüm. Şu ana kadar sadece ailelerimize söylediğimiz bir yalandı bu kelime. Şimdiyse, ilk kez gerçek anlamını buluyordu birbirimize bakarak aldığımız her nefeste.

Gözlerini kaçıran Beren olmuştu sonunda, ama dudakları aynı baharın esintileriyle kıvrıktı. Bir şey söylemese de elimin üzerine daha da sıkı kapanan parmakları her şeyi anlatıyordu. Ve biz bu şekilde attık okulun girişinden adımımızı. Yıllar sonra bambaşka bir kız uğruna döndüğüm dans okulum bana gerçek aşkı vermişti. Hem de en umulmadık şekilde, en beklenmedik anda...

Koridorda yürürken bize çevrilen bakışlar meraktan olmalıydı. Alev'in yıldızlarından biri olmak belli bir ünü de beraberinde getiriyordu şüphesiz. Rüzgar'la İrem'in dillere destan aşkından sonra yeni bir malzeme vermiştik okulumuzun dansçılarına. Gülüp geçmeliydim ardımızdan fısıldayanlara. Umurumda olmamalıydı gözünü üzerimize dikmiş yiyecek gibi bakanlar. Tam tersi nispet eder gibi kendime çekip öpmeliydim sevgilimi gözlerine soka soka.

Ama Beren'in yanımda huzursuzlandığını hissettiğimde ben de en az onun kadar rahatsız olmuştum insanların tepkilerinden. Bir gariplik vardı. Çocuksu bir ilgi değildi üzerimize çevrilmiş oklar. Kulağıma gelen sözcükleri birleştirip anlamlandırmaya çalışıyordum ki çalan telefonum dikkatimi dağıttı.

"İrem." diye açıkladım merakla bakan Beren'e. Hemen sonra telefonu açıp kulağıma götürmüştüm. "Alo."

"Caner!" dedi İrem'in sesi karşı tarafta heyecanla. "Caner Beren yanında mı?"

Kaşlarım çatılmıştı. "E...evet." diye kekeledim.

Başka soru sormama kalmadan "Onu okuldan uzak tut Caner!" dedi İrem. "Sakın okula gelmeyin!"

Bakışlarım kontrolümden çıkıp Beren'e kaymıştı. "Ne oluyor?"

Hattın ucunda sessizlik uzarken aklımdan tonla ihtimal geçiyordu. Elbette Demir ortak parantezi içinde. Burada mıydı? Dünün üzerine benim çöplüğümde karşıma çıkacak kadar kafayı mı yemişti sahiden?

"Caner bunu nasıl söyleyeceğimi..." diye başladı İrem. Kıvranıyordu baklayı ağzından çıkarabilmek için. Ama Beren ağır ağır koridorda yürümeye başladığında dikkatim istesem de kulağımdaki seste değildi artık. Köşede durmuş gülüşerek bir ellerindeki kağıda bir ona bakan iki kıza doğru ilerliyordu Beren. Sanırım "Fotoğraflar..." demişti İrem aynı anda. Ya da beynimin bir oyunuydu bu. Çünkü başka bir çift geçiyordu şimdi yanımdan, onların da elinde kağıtlar vardı, onlar da Beren'i kesiyorlardı ilgiyle. Ama beni sonunda harekete geçiren bariz bir açlıkla Beren'i süzen iki oğlan olmuştu.

Telefonu kulağımdan indirdiğimi bile fark etmeden yanlarında bitmiştim çocukların. Ağızlarını kapatıp salyalarını toplayana kadar baktıkları kağıtları çekip almıştım ellerinden. Aynı anda nasıl alevler yükselmemişti parmaklarımdan, nasıl ateşe vermemiştim bu okulu bilmiyordum. Fotoğraf elimden kayıp düşerken hala sağlam olan dirseğim oğlanlardan birini boğazından kıstırıp duvara yapıştırmıştı.

"Nereden buldunuz bunları?" diye kükredim. "Konuş! Nereden buldunuz?"

Oğlan korkudan kıpkırmızı olmuş, konuşamıyordu. Yardımına yetişen arkadaşı "Abi bahçe bunlarla dolu." dedi beni omzumdan tutup geri çekmeye çalışarak. Çocuğun eli ağır olmasa da dokunuşu hasarlı kaburgama bıçaklar saplanmasına neden olmuştu. Yüzüme yansıyan acıyı gizlemeye çalışarak arkama, Beren'e döndüm. Ama o da benimle aynı şeyi duymuş, çoktan bahçeye yönelmişti.

"Beren, dur!" diye bağırdım ardından. Nafileydi. Beni duymuyor, etraftan ona laf atanlara aldırmıyor, tek bir hedefe doğru koşturuyordu. Ona yetişip kolundan yakaladığımda açık alana çıkmıştık bile ve esas curcunanın merkezinde bulmuştuk bir anda kendimizi. Bahçe bunlarla dolu... diye yankılandı az önceki çocuğun sözleri zihnimde. Yalan söylememişti. Çimenler, masaların üzerleri, yürüyüş yolları yüzlerce, binlerce fotoğrafla kaplanmıştı sahiden.

İrem bir köşede, Rüzgar diğer köşede, Ela Mert'le ortada dört bir koldan toplamaya çalışıyorlardı bir başkasının günahın kalıntılarını. Ama kucaklarındaki kağıt tomarlarına, içi çoktan dolmuş çöp torbalarına rağmen izleri silmeleri mümkün değildi. Bahçeye girenleri itinayla kovalasalar da sansasyona aç dansçıların elinden böyle dev bir malzemeyi almak kolay değildi. Okulda olup skandalı duyan kim varsa buraya akın ediyordu ikinci kez düşünmeden.

Üşenmeden, tek tek o fotoğraflara bakan gözlerini oymalıydım hepsinin. Sağlam kolum parmaklarını kırmaya yeterdi. Ama Beren'in yanından ayrılamıyordum. Kendini yere bıraktığında onu tutmakta geç kalmıştım. "Beren gidelim buradan!" dedim onun yanına çöküp. Değil kolundaki baskıyı hissetmek beni duymuyordu bile. Birbirinden çirkin görüntülere kilitlenmişti bakışları. Ağlayamıyordu, dudakları dile dökemediği kelimelerden aralıktı.

"Beren!" dedi o sırada bizi fark edip yanımıza koşan İrem. Anında kendini yere, onun diğer yanına atmıştı. "Beren güzelim..." dedi şefkatle yüzüne düşen saçı geri çekip. "Burayı bize bırak. Bunu görmek zorunda değilsin. Biz icabına bakarız, söz veriyorum. Caner, götür onu buradan!"

Bu benim elimde olsa şimdiye çoktan uzaya ışınlanmıştım Beren'le. Ama değil onu okuldan götürmek fotoğrafların yanından ayırabileceğimi bile sanmıyordum. Transtaydı adeta Beren. Görmüyor, duymuyor, zihninde kilitlendiği o tek bir anın içinde aynı berbat dehşeti yaşıyordu tekrar tekrar. Arkamızdan tanıdık bir ses geldiğinde hepimiz kapıya dönmüş, bir Beren yere diktiği bakışlarıyla kalakalmıştı.

"Hemen geldik!" dedi Güney nefes nefese. İkizi ve kuzenim hemen onun ardındaydılar.

"Gerçekten böyle bir ibnelik yapmış mı Demir?" diye sordu Kuzey doğrudan İrem'e. Benim gibi onları da arayıp yardım için çağırmış olmalıydı İrem. Ona kesinlikle minnettardım, ama teşekkürlerimi başka zamana saklamam gerekiyordu. Önce önümüzdeki korkunç sorunu çözmek zorundaydım.

Tuğçe'nin anında beni bulan bakışlarından aklından binlerce tilki geçtiğini görebiliyordum. Zaten bir dakika geçmeden "Böyle olmaz!" demişti. "Önce şu insanlardan kurtulalım."

Daha ona ne planladığını soramadan bahçenin ortasına geçmişti bile Tuğçe. Masalardan birinin üstüne çıkıp "Bugün tüm dersler iptal!" diye bağırdı. "Okulumuza böcek ilacı yapılacağından yarına kadar kapalı kalacak. Şimdi herkes dışarı! Dışarı dedim, hadi!" Ben şok içinde yaptıklarını izlerken bununla yetinmeyip içeri koşturmuştu Tuğçe. Peşine taktığı sekreter ve iki güvenlikle geri geldiğinde "Hadi!" dedi bize. "Ne duruyorsunuz, yardım etsenize, boşaltalım okulu!"

İlk kez kuzenimin bu köle taciri tavrı için minnettardım. Anında harekete geçmişti herkes. Yarım saate kalmadan önce bahçe, sonra stüdyolar, en son da soyunma odaları boşalıp sahipsiz kalmıştı. Bir biz vardık artık koca okulda. Ama bu arada, iki kez o karambolün arasından sıyrılıp kaçmaya çalışmıştı Beren.

"Bırak!" diye bağırıyordu dişleri arasından onu son anda kapıda yakalayan Rüzgar'a. Yanına yetişmemle bana yönelmişti öfkesi bu kez. "Bırakın beni! Onu ben öldüreceğim! Ellerimle boğacağım! Bırakın!"

Kimsenin Beren'i bırakacağı falan yoktu elbette. Diğerleri insanlardan kurtulurken özellikle başında bekleyip dil dökmüştüm sakinleşmesi için. Ama başımı çevirdiğim ilk anda yine ayaktaydı Beren. Daha önce de gördüğüm, kontrolsüz bir hiddet vardı gözlerinde. İsterse en az onun kadar manyak olabilecek tek insan, kuzenim, bir anda karşısında dikilmese bu kez hiçbir güç onu durduramazdı sanırım. Oysa Tuğçe yönetmek için doğmuş bir kraliçeydi.

"Saçmalamayı kes!" diye emretmişti anında Beren'e. "Şimdi gidip ne yapacaksın ona? Seni beklemiyor mu sanıyorsun? Tam da böyle delirdiğini görmek için yaptı zaten bunu! Bu hazzı yaşatmak mı istiyorsun sahiden Demir'e? Kaybettiğini görmesine izin mi vereceksin? Yoksa..."

Yoksası bizim kazandığımız, onunsa kıçına tekmeyi yediği harika bir hayaldi. Ama kulağa ne kadar imkansız gelirse gelsin Beren'i sakinleştirmeyi başarmış gibi görünüyordu Tuğçe'nin anlattığı masal. "Ona hak ettiği cezayı vereceğiz!" dedi Tuğçe bir savaş çağrısı yapar gibi. Son sözleri kesinlikle Beren kadar banaydı da. Üzerime kilitlediği bakışları akıllı ol! diyordu resmen. Bu defa bir başımıza aptalca bir adım atmamıza asla izin vermeyecekti. Ne benim ne de Beren'in...

Ama kuzenimin bile kusursuz bir plan için vakte ihtiyacı olduğundan bir saatin sonunda hala bahçede, elimiz kolumuz bağlı oturuyorduk. Beren yerde, fotoğrafların üzerinde... Biz elinden bir şey gelmeyen zavallılar onun etrafında, bazılarımız ayakta, bazılarımız masaların tepesinde... Bir Tuğçe durmayı başaramamıştı. Tüm bahçeyi bilmem kaç kez tavaf ettiği halde hala ileri geri yürümeyi sürdürüyordu.

"Hayır anlamıyorum." dedi sonunda durup elleri belinde bana baktığında. "Demir resimleri nasıl içeri sokmuş olabilir ki? Güvenlik tanımadığı birini okula sokmaz."

"Demir bu Tuğçe..." diye homurdandım. Sonraki küfrü kendi içime söylemiştim. "Sence kapı ya da güvenlik onu durdurur mu?"

Tuğçe'nin gözleri kısılmıştı. "Haklısın durdurmaz, ama bu işi daha kolayca halletmek varken neden bu zahmete girsin ki?"

Kuzey dikkatle onu dinliyordu. "Aklından ne geçiyor?" diye sordu kuşkuyla.

Ben de tam olarak bunu merak ediyordum. Ama kuzenim "Şimdi anlayacağız." deyip ortadan kaybolmuş, yarım saat boyunca da gelmemişti. Sonunda Kuzey dayanamayıp onu aramaya yeltenmişti ki yeniden bahçenin girişinde belirdi Tuğçe. Bu kez bir hayalet görmüş gibi bembeyazdı yüzü. Ağır ağır attığı adımlara rağmen hızla bedeninde yükselen elektriği hissedebiliyordum. Burnundan soluyor, gözleri öfkeyle parlıyordu.

"Hayır olsun inşallah." diye mırıldandı onun halini fark eden Güney. Diğerleri kaygıyla ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu. Bense çok daha sabırsızdım.

"Ne oldu? Ne buldun?"

Ortamıza gelene kadar ne bana bakmış, ne de soruma cevap vermişti Tuğçe. Sonunda masanın üstüne, Kuzey'in yanına çöktüğündeyse "Kameralar..." dedi dişleri arasından. "Görüntülerde Demir yok. Ama..." Gözleri benimkileri buldu. "Oya buradaymış."

"Ne?"

"Ha?"

"Oya mı?"

Herkes kendince şaşkınlığını ortaya koyarken ben beynimde tüm korkunç bağlantıları yapmakla meşguldüm. Dün gece Oya da yarıştaydı. Onu gördüğüme emindim. Ama sonra... herkes, Alev bile hastanede yanımdayken o ortalıkta yoktu.

"Nasıl Oya?" diye üsteledi Güney. "Anlamadım, o mu yapmış bunu yani?"

"Saçmalamayın ya!" dedi Ela. "Oya neden böyle bir şey..." Ama gözleri bana kaydığından aklına birkaç mantıklı neden gelmiş olsa gerek cümlesine devam edememişti. Bense Oya'nın neden böyle bir şey yapabileceğini o kadar iyi biliyordum ki. Çocukluktan süre gelen düşmanlık bir yana, Beren sahip olduğunu sandığı her şeyi almıştı Oya'dan. Önce Kaan'ı, yarışmada kürsüdeki yerini, en sonunda da beni...

Beren çok daha öfkeliydi artık. Bir anda ayağa kalktığında fırlayıp yanında bitmiştim hemen. Sinirden dudakları titriyor, gözlerine dolan yaşları zar zor zapt ediyordu. Ona sarıldığımda onu içine çeken delilikten kurtulmak ister gibi asılmıştı tişörtüme. Bıraksam bu kez kimse, Tuğçe bile durduramayacaktı onu. Peki benim katil olmamı kim engelleyecekti? Beren bu kadar kırık dökük olmasa ondan önce ben gidip boğazına yapışmayacak mıydım Demir'in, Oya'nın, ona elini uzatmaya çalışan herkesin...

Bunun yerine dudaklarımı Beren'in saçlarına bastırmış ve "Hişş..." demiştim onun kadar kendimi de sakinleştirmek için. "Tuğçe haklı. Ona hak ettiği cezayı vereceğiz. Yaptığı her şey için belasını bulacak! Bulacaklar. O da, Oya da..."

"Ama nasıl?" diye söylendi Güney kendi kendine. Sorusunu duymazdan gelsem de binlerce böcek benim de aklımı yiyip bitiriyordu şu an. Nasıl? Nasıl? Nasıl? Açıkçası Oya zerre kadar umurumda değildi şu an. Hayatıma girdiğine lanet ettiğim şımarık bir kız çocuğuydu benim için sadece. Ama Demir... Tuğçe'nin üzerime kilitlenmiş bakışlarında onu içine hapsettiğim çaresizliği görebiliyordum. Ailelerimizin gücü olmadan hareket etmek zorundaydık belki de ilk kez ve bu onu benden bile fazla zorluyordu.

"Siz şu işi bir baştan anlatsanıza." dedi Ela oturduğu bankın ucuna kayıp. Sorusuyla meraklı gözler bana ve Beren'e çevrilmişti. Haklıydı arkadaşlarım elbette. Onlar benim yanımda durur, bana destek olmaya çabalarken ne için mücadele ettiklerini bilmek istemelerinden daha doğal ne olabilirdi ki? Şu ana kadar yediğim haltlardan gurur duyduğum söylenemezdi. Ailemin bağlantılarını ve gerçek işlerini böyle açıkça anlatmaksa kesinlikle kolay değildi. Yine de derin bir nefesin ardından konuşmaya başlamıştım.

Demir, köpekliğini yaptığı Laz Adnan, Kızıl'la bizimkilerin bağlantısı, yer altında dönen oyunlar, onunla ilk yarışım, Rüzgar'la Demir'in mekanına yaptığımız ziyaret, Beren'e ettiği tehditler, yeniden karşıma çıktığı sabah, ölümüne yarıştığımız gece... On beş dakika sonra tüm hikayeyi biliyordu arkadaşlarım. Ve şimdi çok daha kaygılıydı yüzleri.

Rüzgar da ayaktaydı artık. Çenesini ovalayarak çözüm üretmeye çalışıyordu. "Demir yolun sonunda." dedi kendi kendine konuşur gibi. "Mekanını bastık, patronu önünde rezil ettik onu. İki kez yarıştınız, ikisinde de ağzının payını aldı. Beren'i kaybetti. O çok güvendiği çevresini Caner'e karşı kullanamaz. Bu işte yalnız artık."

"Baksana, yine de ölmüyor bir türlü şerefsiz." diye homurdandı Kuzey. "Hamamböceği sanki amına koyayım."

Rüzgar onu duymamış gibi devam ediyordu. "Aslında bir hata daha yapsa... hazır gözler üzerine çevrilmişken... patronlarına zarar verecek, onu anında gözden çıkartacakları bir hata..."

"O zaman bize gerek kalmadan onu silerler." dedi Tuğçe heyecanla ayaklanıp.

Başıyla onayladı Rüzgar. "Demir'in üstüne atlayacağı bir şey bulmalıyız. Hazır kıçını yaladığı adamların gözüne girmeye çalışırken önüne bir balık atarsak bu fırsatı kaçıramaz."

"Sonra da o balık kılçığıyla boğazında kalır." diye tamamladı Mert gülerek. Özgürlüğüme kavuştum derken bir anda kendini benim kabusum içimde bulmuştu. Yine de oyunun bir parçası olmaktan şikayetçi görünmüyordu.

Ona göre Ela çok daha temkinliydi. "Peki ne ilgisini çeker bu çocuğun?" diye sordu. "Nedir yani onu patronlarının gözüne sokacak büyük balık?"

"Uyuşturucu." dedi Beren düşünmeden. Tüm bakışlar ona çevrildiğinde o bana bakmıştı açıklama yapmak isterce. "Demir devamlı iş kovalıyor. Türkiye'ye de bunun için döndü. Daha büyük oynamak için... Tek derdi yeni müşteri avlamak. İşi büyütürse bir anda gözde olur, sadece yerini garantilemez, yükselir de."

"O halde ona o aradığı müşteriyi biz vereceğiz." dedi Tuğçe. "Sonra da işi batırmasını sağlayacağız. Çocuk oyuncağı."

Rüzgar işi o kadar kolay halledeceğimiz konusunda emin değildi. "Soyadınızı bu işe karıştıramayız Tuğçe." diye uyardı kaşlarını çatıp. "İş bittiğinde bunun sizinle bağlantılı olduğu ortaya çıkarsa bu kez olay bambaşka bir yere gider."

Dünyanın kan gölüne döndüğü bir katliam mesela diye düşündüm sıkıntıyla. İşine taş koyduğumuz Laz Adnan'dı sonuçta. Başına bir şey gelmesi halinde sadece Demir'le yetinmeyecek, elinin uzandığı kim varsa beraberinde dibe çekecekti şüphesiz. Bu düşünceyle daha da gerildim.

"Rüzgar haklı. Demir'in karşısına herhangi birini çıkaramayız. Altını kazdıklarında bir şey bulamayacakları biri olmalı."

"Tamam." dedi Tuğçe hemen. "Biz hiç dahil olmayız olaya. Aracı üzerinden ayarlarız her şeyi."

Başımı sallayarak itiraz ettim. "Yine de çok riskli. Kimi bulursak bulalım bütün şeceresini dökecekler. Bize bir hayalet lazım. Kimliksiz biri. Onu da bulmak için zamana ihtiyacımız var."

Sesimdeki umutsuzluk hızla bahçede yayılıp susturmuştu herkesi. Ama sonra İrem bir anda ayağa kalktı. Yüzündeki ifade ağzından çıkan kelimeler kadar öngörülemezdi.

"Ben bir hayalet tanıyorum."

Anladığım şeyi ima ediyor olamazdı. Dehşetle baktım suratına. Daha da dikleşti İrem sözlerinin arkasında durmak ister gibi. Delirmiş olmalıydı. Nasıl olmuştu da diğerleri, herhangi biri, ona saçmalamamasını söylememişti hala bilmiyordum. Derken ikinci şoku yaşadım.

"O hayaleti ben de tanıyorum." demişti Güney.

Kuzey hemen ekledi. "Bize de baya birikmiş borcu var kendisinin."

"Hem de nasıl..."

Ne? Doğru duyuyor olamazdım. Irem'in ateşlediği fitil gözlerimin önünde yıkıcı bir patlamaya doğru ilerliyordu. Delirmiş olmalıydı İrem, ikizler... Ama sonra kuzenim atladı aynı mayın tarlasının ortasına.

"İsteseler de onu bulamazlar." demişti gözlerinde tarifsiz bir hazla. "Yaşamayan birini nasıl araştırırsın ki?"

Tuğçe'nin dudakları yukarı doğru kıvrılırken ben son bir umutla Rüzgar'a baktım. Aklı en başında olanımız oydu, şüphesiz ki bu saçmalığa mantıklı bir yorum yapıp konuyu kapatacaktı. Ben onun bir şey söylemesini beklerken önce İrem'e dönmüştü bakışları, bir süre onun gözlerinde oyalandıktan sonraysa sesli bir nefes verdi.

"Meriç elimizdeki en iyi şans Caner. Ve hala bize sonsuz bir özür borcu var. Madem hatalarını düzeltmek istiyor, gerçekten bir işe yarasın o zaman."

"Çocuklar yapmayın." dedim dehşetle. "Meriç'ten bahsediyorsunuz. Hadi biz ona güvendik, bu işe dahil ettik diyelim; o neden böyle bir şeyi kabul etsin ki?"

"Çünkü tek isteği affedilmek." dedi İrem ikinci kez düşünmeden. "Bize yüz tane daha dosya verse de hatalarını silemeyeceğini biliyor. Ama şimdi yardım ederse, doğru söylediğini kanıtlamak için bir şansı olabilir. Meriç bu fırsatı asla kaçırmayacaktır, eminim."

Bu delilikti. Tüm dünya kafayı yemiş bir ben kalmıştım aklı başında sanki. Beren'e baktım umutla. Kuzenime, ikizlere, Ela ve Mert'e, Rüzgar'a... Bir tanesinin gözünde İrem'deki kararlılığın aksini görsem itiraz edecektim tüm gücümle. Ama bu kez onlar benim yerime karar vermişti.

"Hadi şurayı toparlayalım." dedi Tuğçe yeniden yönetimi ele geçirip. "Daha ziyaret etmemiz gereken bir hayalet var."

***

-BÖLÜM SONU-

Ve yeni bir maceranın eşiğinde bölüm bitiverir. Neyse ki hiç bekletmeden yenisini paylaşıcam iki güne :D 

Bir hayalet, eski bir canavar, dost olmaya çalışan bir düşman... Sizce Meriç Demir'e karşı tuzak kurmayı kabul edecek mi? Peki diyelim etti, böyle tehlikeli bir tuzağın sonucu ne olur? Hele de taraflardan biri Demir'ken...

Cevaplar bir gün sonra sizinle :)

O zamana kadar öppücük!

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top