Bölüm + 44
AYNALI MARATONU BAŞLIYOR
SON 7 BÖLÜM!
Finale yürüyoruz birlikte, adım adım. Önceki bölüm ağzınıza çaldığım balı silip gerçek hayata dönme zamanı. Şeytanla yüzleşmeye hazır olun. Kıyametler birer birer koparken bakalım bu fırtınadan kim sağ çıkacak?
Keyifli okumalar.
E.Ç.
***
I'd break the back of love for you.
***
BÖLÜM: +44
DÜĞÜM
Sola kay, kalçana otur. Geriye, öne. Sağa kay, kalçana otur. Ve öne ve geriye... Ve tekrar sağa...
Yansımam benden bağımsız hareket ediyordu müzikle. Benim izlediğim, onun dans ettiği tek kişilik bir gösteriydi sanki bu. Havaya kalkan kollarımı, kıvrılan belimi, sıkışan sırtımı ya da parkeyi arşınlayan adımlarımı hissetmiyordum. Bedenim stüdyoda olsa da aklım bir hayli uzakta, o köşkün girişindeydi hala. Düşünüyor, düşündükçe daha da uzaklaşıyordum kendimden. Gecenin tüm yorgunluğuna ve sabah atlattığım travmaya rağmen dans etmek için kendimi zorlamamın nedeni de buydu. Fiziksel efor geride kalmış sınırlı enerjinin zihnimden kaslarıma akmasını sağlıyordu en azından. Tükenmek, ayık kalıp yaşadıklarımızı anlamlandırmaya çalışmaktan çok daha kolaydı.
Yeniden uzadım yana doğru. Rumba şarkısı tenimden kayıp parmaklarımdan salona yayılıyordu her hareketimle. Dört-bir... ki, üç ve dört-bir. Rüzgar az ötemde, kendi düşüncelerinde yüzüyordu tıpkı benim gibi. Tekniği her zamanki gibi kusursuzdu, ama hareketleri çok daha yumuşaktı bugün. Yorgundu, hem de çok. Yine de bitap diyemezdim. Uzun süredir savaşan, cepheden zaferle evine dönmüş bir askerin dinginliği vardı artık duruşunda, gözlerinde. Ne kadar zor olursa olsun verdiği kararla başının etini yiyen şeytanları sonunda susturmuşa benziyordu.
Köşkten ayrılıp arabaya bindiğimizde uzun süredir hasret kaldığım o zahmetsiz huzur vardı üzerine. Bir süre amaçsızca yol aldıktan sonra ona salona gelmeyi önerdiğimde evinin yolunu yeniden hatırlamış gibi bakmıştı suratıma. Meriç'e kal dediğine, Meriç'in kaldığına, Meriç'in onun isteğiyle hala aramızda olduğuna inanamıyordu şüphesiz, yine de... Şimdi onu sakince dans ederken izlerken tekrar ve tekrar emin oluyordum doğru şeyi yaptığımıza.
Tüm kozlarını paylaşmıştı Rüzgar sonunda. Kendi korkularıyla ilk kez bu kadar açıkça yüzleşmiş, aylardır vicdanıyla verdiği mücadeleden ilk kez gerçekten galip çıkmıştı. Toprağın altından bize her an elini uzatabilecek bir hayalet yoktu artık. Ya da seçimleri yüzünden durmadan onu suçlayan o karanlık ses... Kararını vermişti Rüzgar. Ve böylece hem geçmişi hem de geleceğimizi tamamen değiştirmişti.
Peki sen? diye sordum kendime. Aklımın bir köşesi Rumba adımlarını saymakla meşgulken diğer yarısı doğru cevabı arıyordu kuytu köşelerde. Kalbimde hissettiğim sakinlik sevgilimin dinen dalgalarının sükuneti miydi, yoksa ben de barışmış mıydım kendi seçimlerimle? Affetmenin hafifliği miydi uzuvlarımı pelteye döndüren? Kabullendiğimi söyleyebilir miydim? Barıştığımı, bıraktığımı, özgürleştiğimi... Sanırım onu da yol gösterecekti bana. Şimdiyse Rüzgar'ın az ötemdeki varlığıyla huzur bulup başardıklarımızla mutlu olma zamanıydı.
Derin bir nefesle temel adımdan Alemana'ya geçtim. Bir yarım saat daha kendi halimizde sessizce çalıştıktan sonra miniklerle olan dersine gitmek için yanımdan ayrılmış, ama gitmeden önce yanağıma sıcacık bir öpücük bırakmayı ihmal etmemişti Rüzgar. Birbirimizden ne kadar uzak kalırsak kalalım bundan sonra bir daha aramıza soğukluk giremeyeceğini hem kendine hem bana hatırlatmak ister gibiydi. Bunu ben de biliyordum elbette. Yine de tam arkasını dönecekken onu durdurup aynı öpücüğü dudaklarına kondurmuştum.
Rüzgar'ın yüzüne yayılan ve havada asılı kalan gülüşü uzun zaman sonra yeniden kötü hissetmeden salonda yalnız kalmamı sağlamıştı. Acele etmeden, zorlamadan, müzikle aktım ben de. Daha iyi bir dansçı olmak değildi bugün amaç. Kim olduğumu, kim olmayı seçtiğimi hatırlamak; ulaştığım zirveden dünyama yeniden bakmaktı. Ben de öyle yaptım.
Hareketlerim gibi düşüncelerim de sakince süzülüyordu gözlerim önündeki görüntüler arasında. Ben değil de aynadaki yansımam dolanıyordu sanki aldığım ve alamadığım tüm eski kararlarımın arasında. Görüyor, anlıyor, sorgusuzca kabulleniyordu. Şarkının romantik sözlerine anlamsız kelimeler karışana dek arkamda biri olduğunu fark etmemiştim bile. Davetsiz misafirim de bunu anlamış olsa gerek, müziği kapatıp bir anda boşlukta bırakıverdi beni. Yeniden şu andaydım artık.
"Ev bastı kendinizi dansa mı verdiniz?"
Arkama dönmeme kalmadan Tuğçe'nin ışığı aynadan suratıma çarpıp kör etti gözlerimi. Gece en son onu bıraktığım halinden bir hayli farklıydı şimdi. Duş almış, yeni kıyafetler giymiş, altın buklelerine her zamanki kusursuz şeklini vermişti. Gözlerim bir anlığına hemen çaprazındaki Kuzey'e kaydığında ilgiyi derhal üzerine çekmek için bana doğru birkaç adım attı.
"Haber vermeden çıkmışsınız sabah?"
"Evet." diye mırıldandım yardım için Kuzey'e kaçamak bir bakış atıp. Barbie'nin küçücük bir kaş hareketi bile kendimi suçlu hissetmeme yetmişti. Yaptığımız şeyi onlara en masum şekilde nasıl anlatacağımı düşünüyordum ki gözlerini devirdi Tuğçe.
"Kıvranma boşuna. Nereye gittiğinizi tahmin etmek o kadar zor değil. Hele dün Rüzgar'ın söylediklerinden sonra..." Sıkılmış gibi sesli bir nefes verdi. "E? Kalmaya ikna ettiniz mi bari?"
Ha? İşte bu beklediğim bir tepki değildi. "Biz... evet... son anda..." diye geveledim.
"Uçağa binmedi yani?" diye sordu Kuzey cümleyi benim yerime tamamlayarak. Yüzünden ne düşündüğünü okuyamıyordum. Tuğçe'nin aksine berbat görünüyordu o. Darmaduman saçları, uykusuz yüzü, kırışık tişörtüyle Meriç'le ilk karşılaştığı anın şokundaydı sanki hala. Çekinerek başımı salladım bir tepki vermesini bekleyerek. Ama konuşan yine Tuğçe'ydi.
"Doğrusu buydu." dedi bir öğretmen edasıyla. "Onu affetmek zorunda değiliz, ama göz göre göre ölmesini de izleyemezdik. Bu kimse için iyi olmazdı!"
Başımı salladım; ama sözleri benden çok yanındaki çocuğaydı sanırım. Bakışları omzunun üstünden Kuzey'e çevrildiğinde o da karşılık vermişti anında. Şu an sessiz kalsalar da buraya gelmeden önce bu konuyu aralarında konuştuklarını görebiliyordum yüzlerindeki ifadelerden. Muhtemelen Rüzgar kadar berbat hissediyordu Kuzey de kendini. Arada kalmıştı o da vicdanı ve mantığı arasında. Hayatını bağışladığımız adamın bir canavar değil de çocukluğunu paylaştığı dostu olduğuna ikna etmeye çabalıyordu belki kendini. Zaten beni şaşırtan da arkadaşımın yaşadığı bu duygusal dalgalanma değil, onu toparlamak için yanında hazır bekleyen kızdı.
"Doğrusu buydu." diye tekrarladı Tuğçe gözlerini Kuzey'den ayırmadan. Her zamanki patroniçe tavrının altında çok daha derin bir mesaj vardı bugün. Ondan beklemeyeceğim bir anlayış geziniyordu gözlerinde. Hisleri yüzünden Kuzey'in daha fazla kendini suçlamasına müsaade etmeyeceğini haykırıyordu sanki duruşu. Benim kadar Kuzey de farkındaydı elbette bunun. Bariz bir minnetle bakıyordu partnerine bugün. Dilinden dökülmeyen teşekkür başını yere eğmeden önce gözlerinde yanıp sönmüştü.
"Doğrusu buydu." diye onayladım ben de, gerçekten inanarak.
Bana dönen Tuğçe'nin dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm gezinmiş, hemen sonraysa saçını savurup arkasını dönmüştü. "Ben hazırlanmaya gidiyorum. Biraz dans edelim de şu ölü toprağı gitsin üzerimizden. Yeter!"
Kuzey'le göz göze geldiğimizde tüm kırıklarına rağmen gülümsüyordu. Bana göz kırpıp soyunma odasına doğru partnerini takip etti. Az sonra salona geri geldiklerinde gecenin izlerini siyah antrenman kıyafetleriyle örtmüşler, profesyonel birer dansçıya dönüşmüşlerdi. Tuğçe'nin içini şişirdiği yorumuyla son verdiği Rumba albümünün yerini Cha Cha şarkıları aldığında aynanın karşısında onlara katıldım ben de. Yarım saat sonra dersi biten Rüzgar da yanımıza gelmiş, bu kez de onun isteğiyle Samba çalışmaya geçmiştik.
Dansın iyileştirici bir gücü vardı, kesin! Sessiz başlayan adımlar, çok geçmeden ikili atışmalara, sonundaysa cüret edip dudaklarımızdan kaçan kıkırtılara dönüşmüştü. Duruyor, ilerliyor, sağa sola kıvrılıyor, her döndüğümde sevgilimin elini buluyor, onun gülüşüyle aklımdaki kötü izleri teker teker siliyordum. Tuğçe ve Kuzey'in yanımızdaki varlığının da yadsınamaz bir desteği vardı şüphesiz. Hiçbirimizin olanları unutmaya hazır olduğunu sanmıyordum, ama deniyorduk en azından. Ve birlikteyken bu çok daha kolaydı. Tuğçe'nin bu yeni -kısmen daha uyumlu, daha insani, daha normal- haliyle iyi arkadaş bile olabilirdim belki. Belki...
Evde düşünerek asla geçmeyecek zaman parkenin üstünde farklı bir hızla ilerliyordu. Saatler sonra Güney, Ela ve Mert ile birlikte salonun kapısında belirdiğinde yorgunluktan çalışmaya ara vermiş, farklı köşelerde soğumaya geçmiştik. Ama fazla oturamayacağımız bir anda salonu inleten coşkulu bağırışlardan belliydi.
"O.M.G! O.M.G! O.M.G!"
Aman tanrım! Aman tanrım! Aman tanrım! Mert'in durmadan söylediği şey buydu. İçine bir tavşan kaçmış gibi oradan oraya sıçrıyor; her köşe, her eşya için ayrı ayrı heyecanlanıyordu. "Ben nereye düştüm böyle söyler misiniz?" diye bağırdı aynanın önünde bir tur dönüp kollarını yana açarak. "Delireceğim. Hayal mi bu? Rüyada mıyım? Böyle dans okulu mu olur? Saçmalık!" Histerik kahkahalar attı ve yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk gibi kapıya koşturdu. Yeni okul binamızla ilgili öyle heyecanlıydı ki onu tek bir noktada zapt etmek imkansız olduğundan az sonra peşinden koridorları arşınlıyorduk biz de.
"Kendi haline bırakın!" demişti Güney gülerek. "Kapıdan girmemiz bile yarım saat falan sürdü. Herhalde bir yarım gün sürer tüm okulu gezmesi!"
Haklı olduğunu biliyorduk, yine de hiçbirimiz Mert'in yanından ayrılmaya yeltenmemiştik. Okulu onunla yeniden keşfetmeye ve sahip olduklarımızı hatırlamaya hepimizin ihtiyacı vardı sanırım. Mert saklama gereği duymuyordu bir gün yeniden bizimle antrenmanlara dönme arzusunu. Kapısını açık gördüğü her stüdyoya dalıp ucundan derse katılma çabasını durdurmaya çalışmaktan vazgeçmiştik bir yerden sonra. Zaten onu hatırlayan herkes büyük bir coşkuyla karşılıyordu Mert'i.
Ve Ela'ya gelince... İlk kez gerçekten bir parçası olabilirmiş gibi bakıyordu o da salonlara. Farklı bir ışık vardı gözlerinde. O da Mert gibi Meriç'in onlara hediye ettiği özgürlüğün hafifliğini taşıyordu bugün üzerinde. Onlar bunu kime borçlu olduklarını asla dile getirmeyecekler, bizse sabah yaptığımız seçimden bahsetmeyecektik. Konuşulmamış tüm cümlelere rağmen herkes tüm gerçekleri biliyordu zaten. Bugünse, önümüze bakma ve sonunda mutlu olma zamanıydı.
Mert ve Ela'nın aramıza katılmasıyla ancak şimdi tam bir bütün olmuştuk. Alev Hoca bile bizi bahçede hep birlikte gördüğü an ikinci kez düşünmeden akşamki antrenmana katılmalarını emretmişti onlara. Bir milattı sanki içinde olduğumuz bu özel an. Hala bir yerlerde nefes alıyordu Meriç. Dönüşü gerçekti. Kalışı gerçekti. Kalbimizde bıraktığı yaralar açıktı. Belki hep açık kalacaktı. Yine de... Buradaydık işte. Aynaların karşısında, yeniden birlikte... Dans ediyorduk. Düne, bugüne ve geleceğe inat...
"Çok güzel bir çift olmadılar mı?" dedim az ileride Alev'in verdiği Samba kombinasyonlarından birini yapan Ela ve Mert'i hayranlıkla izlerken.
Rüzgar bakışlarımı takip edip neden bahsettiğimi anladığında sıcacık gülümsemişti. "Fazla güzel olmuşlar bence. Bize rakip olurlar mı dersin?"
Onun espri yaptığını bildiğimden kaşlarımı çatıp oyununu sürdürdüm. "Yol yakınken aralarını bozalım o zaman bence. Sen Ela'nın kötü huylarını anlat, ben de Mert'in!"
Gülüp beni kendine çekti ve saçımın üzerine öpücük kondurup yeniden karşısına geçirdi Rüzgar. Alev'in yaklaştığını fark ettiğimiz an mutluluğa dair tüm izleri suratlarımızdan silip tüm ciddiyetimizle harekete başlamıştık. Adımları elimden gelen en iyi şekilde yaptığıma emindim. Yine de payıma düşen paparayı yemekten kurtulamamıştım.
"O ne biçim bir duruş İrem. Bir sırtın olduğunu unuttun herhalde. Kullan kaslarını. Kullan, evet! Sıkıştır, sıkıştır! Topla burada. Ve şimdi açıl."
Antrenörümüzün uzun tırnaklı parmakları hareketi doğru yapmam için beni sağdan sola çekiştirirken kan ter içinde kalmıştım. Elleri üzerimden çekilmiş olsa da nefesinin sıcaklığını hala ensemde hissettiğimden değil rahatlamak, nefes bile alamıyordum şimdi. Fakat o an Alev dahil hepimizin dikkati kapıdan gelen sese kaydı ve beni korkunç kaderimden kurtardı.
Beren? oldu ilk düşüncem. Aniden salonun eşiğinde beliren kızın suratındaki dehşet hemen ikinci bir ismi aklıma getirmişti. Caner!
"Ne oluyor Beren?"
Aklımdaki soruyu benim yerime dillendiren Alev'in sesi bir balyoz gibiydi. Bir süredir derslere gelmeyen Caner'e, ama özellikle buna sebep olduğu için Beren'e fazlasıyla kızgındı. İyi çiftlerini kaybetmekten nefret ederdi Alev ve Beren'le Caner'in arasındaki çözümsüz aşk oyununu öğrenmesi sadece onlara daha çok sinirlenmesine yol açmıştı.
"Ne oluyor?" diye üsteledi Beren'e doğru ilerleyip. "Derse girmek için biraz geç kaldın. Nerede partnerin? O da teşrif etti mi okula sonunda?"
Memoji akıl edip müziği kapadığından salonda yankılanmıştı Alev'in sözleri. Ve susmasıyla ölüm sessizliği çökmüştü üzerimize. Beren ona cevap vermek yerine gözleriyle salonu tarıyordu korkuyla. Sonunda bakışları Tuğçe'nin üzerinde durduğunda söyleyemediği her şeyi yüzündeki dehşette gördüm. Bir şey olmuştu. Kötü bir şey.
"Caner nerede?" dedi Tuğçe ona doğru bir iki adım atıp. Benimle aynı şeyi düşünüyordu. "Caner nerede Beren?"
Beren kapıdan destek almasa yıkılacaktı korkarım. Ağzını açtığı an yaşlar da gözlerinden kurtulmuştu. "Onu durdurmamız lazım." dedi nefes nefese. "Ölecek! Demir onu..."
Daha fazla devam edemedi Beren. Kendini kaybettiğinde bedeni kapıdan kayarak parkeye düşmüştü. Hepimiz ona koştuk anında, ama ilk ulaşan ve yanına çöken Tuğçe'ydi.
"Su verin!" diye bağırdı Güney Beren'in başını yerden kaldırıp dizinin üstüne koyarken. Beliz getirdiği şişedeki suyu ellerine döküp Beren'in yüzüne sürmüştü ikiletmeden. Tuğçe onunla yetinmeyip kendi kaptı şişeyi, önündeki baygın kızın saçlarına ve ensesine döktü kalan suyu. Neyse ki sadece bir anlık bir kayıptı Beren'inki, gözleri hızla geri açılmıştı. Panikle yerden kalkmaya çalıştığında Rüzgar oldu bu kez onu durduran.
"Beren bir sakin ol!" dedi dingin sesiyle. "Sakince anlat bize. Caner Demir'le mi? Neredeler?"
Beren kötü bir görüntüden kurtulmaya çalışır gibi salladı başını iki yana. "Bilmiyorum." dedi ağlayarak. "Caner telefonlarımı açmıyor. Ben... ben hatırlayamıyorum. Sadece bir defa gittim. Onda da... kendimde bile değildim. Uzaktı, deniz kenarı. Bir ev vardı. Ama bulamam. Nasıl gidilir bilmiyorum, Allah kahretsin, bilmiyorum!"
Tuğçe'nin bu histeri krizinin geçmesini beklemeye sabrı kalmamıştı. Beren'i çenesinden yakalayıp yüzünü sertçe kendine çevirdi. "Caner nerede Beren?"
Bir sonraki hamlesi karşısındaki kızı tokatlamak olacaktı, tabi eğer Rüzgar müdahale edip Beren'i onun elinden kurtarmasaydı. Bense Beren'in sözlerinden yakaladığım ipuçlarına takılmıştım. Rüzgar'ın yanına çöküp nazikçe Beren'in bileğini tuttum.
"Caner yine yarışa mı gitti Beren?"
Sorum daha da kıvranmasına yol açmıştı Beren'in. "Dem... Demir..." diye kekeledi. "Beni o aradı. Söylemek için... ölecek... ölecek dedi. Bu gece yarışacaklarmış. Sadece... Sadece ikisi."
Haklı çıkmak hiç bu kadar berbat hissettirmemişti daha önce. Caner'le uçurumun dibinden kıl payı döndüğümüz o korkunç anlarda geziyordum şimdi bir kez daha. Gece, far lambalarının aydınlattığı yol, kana aç kalabalığın tezahüratları... Ve bu kez yalnızdı Caner. Sadece ikisi... diye düşündüm. Bu bir yarış değildi artık. Yalnızca bir kişinin kazanacağı ölümcül bir düelloydu. Bu düşünceyle öyle büyük bir korkunun içine saplanmıştım ki Rüzgar'ın benimle konuştuğunu ancak ikinci tekrarında idrak edebilmiştim.
"Peki sen İrem?" diye soruyordu sevgilim. "Sen hatırlıyor musun yolu?"
"Ben... ben..." Ağlamak üzereydim ben de. Tüm gözler umutla bana bakarken bildiğim her şeyi unutmuştum sanki. "Ben sanmıyorum. Yani bir yere kadar belki ama..."
"Lanet olsun!" diye bağırdı Tuğçe ayaklanıp. İkizler aynı anda farklı küfürler savurmuş, Rüzgar onlara katılmamak için alt dudağını ısırmıştı.
"Alo!" dediğini işittim Tuğçe'nin salonun diğer köşesinden birkaç saniye sonra. Telefonun ucundaki zavallıya emirler yağdırırken onu daha önce hiç görmediğim bir hiddet vardı üzerinde. Karşısındaki adam istediği cevabı vermemiş olsa gerek "Araba yarışı!" diye haykırdı. "Bu gece! Hemen, hemen buluyorsun! Gerekirse hepiniz sokağa dökülün, İstanbul'da bakılmadık delik bırakmayın. Caner'in nerede olduğunu söyleyeceksiniz bana. Derhal!"
Titredim. Titredik. Ona yaklaşmaya en çok cesaret edebilen Kuzey bile güvenli bir mesafe koymuştu Tuğçe'yle arasına.
"Babanı arıyorum." dedi tüm olanları kaygıyla izleyen Alev.
"Hayır!" olmuştu Tuğçe'nin cevabı anında. Kolu tehditkar bir silah gibi havadaydı. "Onlara tek kelime etmiyorsun! Sakın! Caner'in hayatını bitirirler bu yaptığını öğrenirlerse. Caner yarışmamak için yeminli. Bunu ben halledeceğim!"
Tuğçe burnundan soluyarak kapıya yöneldiğinde bunu halledebilecek biri varsa sahiden de o olduğunu düşündüm istemsizce. Diğerleri de benimle hemfikirdi şüphesiz, yine de hepimiz ayaklanmıştık onun ardından. Başta Beren, sonra Kuzey, peşlerinde biz diğerleri soyunma odasına gidip üstümüzü değiştirmiştik dakikalar içinde. Kimse birbiriyle konuşmasa da herkes aynı savaşa gitmeye hazırlanıyordu. Bu Beren'in ya da Tuğçe'nin mücadelesi değildi artık. Haber geldiği an hep birlikte dalacaktık muharebeye. Birlikte kurtaracaktık arkadaşımızı düşmanın elinden.
Nitekim öyle de olmuştu. Okulun kapısında sigarayı, tırnaklarımızı, ya da kendimizi yiyip bitirerek geçirdiğimiz bir buçuk saatin sonunda beklenen konum nihayet Tuğçe'nin telefonundaydı. "Bulduk!" diye duyurdu heyecanla ekranına bakıp. Öyle heyecanlıydı ki kimseyi beklemeden arabasına yönelmişti bile. Ama Kuzey ondan çok daha hızlıydı. Çevik bir hamleyle anahtarı Tuğçe'nin elinden kapıp şoför koltuğuna yerleşmiş, Barbie'yse savurduğu tüm tehditlere rağmen sonunda bu yardımı kabullenmek zorunda kalmıştı. Böylece biz diğerleri de arabalara dağıldık ve muhteşem takip başladı. Beren, Ela ve Mert bizim arabaydı. Memoji Beliz, Oya ve Güney'i almış, Alev'se kendi arabasına binmişti.
Bu yaptığımıza, Caner'in böyle aşağılık bir tuzağa düştüğüne ve en çok da Alev'in bizimle böyle bir maceraya atıldığına inanamıyordum. Deneyimi olmayan amatör bir kurtarma ekibi gibiydik adeta. Kuzey'in ardından makaslar atarak katlediyorduk İstanbul trafiğini. Gece yarısına yarım saat kalmıştı sadece. Hedefe zamanında yetişemeyeceğimizi haykırıyordu Rüzgar'ın ekrandaki harita. Biz Caner'e ulaştığımızda o çoktan hayatı pahasına yollara düşmüş olacaktı. Aptal çocuk, aptal!
Ne olmuştu, ne yaşanmıştı Beren'le aralarında da yine Demir'le karşı karşıya kalmıştı Caner soramıyordum bile. Başını iki koltuk arasından öne uzatmış titreyerek yolu izleyen Beren bambaşka bir boyuttaydı artık. Bu yaşananların kendi suçu olduğunu düşünüp her saniye biraz daha yok oluyordu koltukta. Bembeyazdı, Caner'den daha bile yakındı sanki ölüme. Dikiz aynasından ara ara onu izleyen Rüzgar da benimle aynı şeyi düşünüyor olsa gerek kaygılı bakışları benimkileri bulmuştu ne yapacağız? der gibi. İşte buna verecek tek bir cevabım yoktu.
Saatlerimiz gece yarısını vurduğunda stres arabanın içindeki tüm havayı karbondioksite boğmuştu. Biri gırtlağımı sıkıyordu sanki. Boğulmamak için pencereyi açmaya yeltendiysem de bu hızla giderken bunun pek mantıklı bir seçim olmadığını fark edip kapamıştım anında. Şehir artık iyice ardımızda kaldığından yolda bir kamyon şoförleri bir de bizim konvoy vardı artık. Kuzey'in arkasında biz, bizi takip eden Alev, en sonda Memoji...
"Tam saatinde başlamıyordur böyle yarışlar herhalde, değil mi?" diye sordu Mert çekinerek. O da koltukta öne kaymıştı artık. Hepimiz diken üstünde bekliyorduk ufukta bir ışık görmeyi. Az çok hatırlıyordum geçtiğimiz bu yolu, ama o gün yanımda Caner varken bir daha aynı evi bulmam gerekeceği aklımın ucundan geçmediğinden hiç dikkat etmemiştim. Zaten aklım başımıza gelecek felaketlerle öyle meşguldü ki istesem de gördüklerimi tutamazdım hafızamda. Şimdi neyi ne kadar algılayabiliyordum ki sanki? Yine tek bir hedefe kilitlenmişti tüm düşüncelerim. Caner'i bul, yarışı durdur, Demir'den kurtul!
Allah'ım yardım et bize! Yardım et, lütfen!
"Söylediğin ev şu mu?" diye sordu Rüzgar gözlerini kısıp. Onun gibi öne eğildiğimde gecenin içinde tepeye oturmuş küçük bir yıldız gibi parlayan noktayı seçmiştim ben de.
"Evet!" dedim heyecanla.
"Evet bu o!" diye onayladı Beren solumdan. O kadar öne gelmişti ki iki koltuğun arasından fırlayıp gitmek ister gibiydi. Daha da abandı Rüzgar gaza onu doğrulamamızla. Aynı şeyi fark etmiş olan Kuzey aramızı açmaya başlamıştı bile, Tuğçe'nin yan koltukta ona daha hızlı olması için emirler yağdırdığını hayal edebiliyordum. İlk kez ona kızamayacağım kadar haklıydı. Sadece kuzeni değildi Caner Tuğçe'nin. Kardeşi, en iyi arkadaşı, ailesi... Yaşadığı korkuyu sadece tahmin edebilirdim.
"Yarış başlamış! Başlamışlar!"
Ev artık tam önümüzde olduğundan Beren'in neden böyle söylediğini anlamıştım ben de az sonra. Başlangıç çizgisi eli maytaplı izleyicilerle doluydu. Bu da arabalar çoktan yola çıktı anlamına geliyordu. Önceki seferin iki, belki üç katı insan vardı bu gece yarışı izleyen. Ama böyle bir kalabalık koca bir malikaneye bile sığmayacağından bahçeye dağılmıştı yüzlerce insan. En şanslı olanlar karınca sürüsü gibi üst üste, alt alta terastaydılar. Zirveye ulaşamayanlarsa evin balkonlarından bellerine kadar sarkıyorlar, tezahüratlarıyla geceyi inletiyorlardı. Ellerindeki dürbünlerin doğrultusundan takip etmek için delirdikleri iki yarışmacının nerede olduğunu az çok kestirmek mümkündü. Ormanın içinde bir yerde olmalıydı Caner'le Demir şu sıralar. Kıran kırana mücadele ettiklerine şüphe yoktu.
En azından hala hayatta! diye geçirdim içimden. Yarışın devam etmesi iyi bir şeydi, en azından Caner'in hala mücadele ettiği anlamına geliyordu bu; ama bu düşüncemi sesli söylemeye cesaretim yoktu. Zaten az sonra acı bir frenle kayarak durduğumuzda beni dinleyecek kimse kalmamıştı arabanın içinde. Arkadaşlarımı takip edip ben de sökerek açtım kemeri ve dışarı attım kendimi. Kuzey ve Tuğçe'ye yetişmişti bile Beren birkaç adım sonra. Malikanenin kapısından giren ilk oydu.
"Holy shit!" diye inledi ben ve Rüzgar'ın ardından eve dalan Mert. Ha siktir! İnsanların çoğu yarışı görmek için birbirini yese de hala hatırı sayılır bir kalabalık partiliyordu içerde. Tam da aklımda kaldığı gibiydi görüntüleri, havadaki ağır duman, baş döndürücü koku... Rüzgar'ın eli ikinci kez düşünmeden benimkini bulmuştu bile. Peşinden sürüklerken bir pençe gibi sımsıkı tutuyordu beni. Kuzey'in de Tuğçe'yi kolundan yakaladığını görsem de Barbie'yi zapt etmek o kadar kolay değildi, hele de Caner'in hayatı tehlikedeyken. Beren'in hemen ardından basamaklara atılmıştı korkusuzca. İki kızın can havliyle nereye gittiklerini tahmin edebiliyordum. Bu saçmalığın kalbine, hayır hayır, beynine ulaşmaya çalışıyorlardı. Ki o çarpık beyin tam da tahmin edilebileceği üzere terasın en ucunda, herkesin önündeydi.
"Levet!" diye bağırdı Beren insanların arasına daldığında. Kimse onu duymamış, arkasını dönüp bakmaya bile tenezzül etmemişti. Tezahüratlar bu mesafeden sağır ediciydi. Kral, kral, kral! Yine o lanet güne dönmüştüm işte. Tek farkıysa bu kez ölümü tekerlerin üzerinden değil, kuş bakışı izliyor olmamdı.
"Levent!" diye bağırdı Beren bir kez daha. Tek başına ona ulaşmasının da sesini duyurmasının da imkanı yoktu. Ve biz de tam bu noktada devreye giriyorduk. Kuzey'in omzuyla yardığı insan yığınını ite kaka genişletmişti Rüzgar. Güney Memojiyle birlikte arkamızdan aynı tüneli devam ettiriyor, ben açtıkları boşluktan önüme kim gelirse ittirerek ilerliyordum. Ela bir pantere dönmüştü. Mert herkesle kavga etmeye hazır, Beliz tam bir yelloz, Alev'se kimsenin bulaşmak istemeyeceği bir ateş topuydu. Bir Oya tepkisizdi sanırım, belki de şoka girmişti.
Neyse ki etrafımızda bize dur diyebilecek kadar aklı başında bir Allah'ın kulu yoktu. Kafaları bir trilyon olmuş oğlanlar ve kızlar yarışı görmek isteyen heyecanlı gençler olduğumuzu sanıyorlardı şüphesiz. Oysa Levent, bizi gördüğü an gerçeği anlamıştı. Bakışları önce Beren'i, sonra beni buldu. Hemen sonra bir meteor gibi karşısına dikilmiş arkadaş grubumuza kaydı gözleri. Çirkin gülüşü yüzünde çarpık bir açıda asılı kalmıştı. Bugün bol desenli gömleğiyle uyumlu pembe camlı gözlükler takıyordu, ama bu onu öncekinden daha az çirkin yapmamıştı maalesef.
"Bu yarışı düzenleyen sen misin?" dedi Tuğçe kimseyi beklemeden onun üzerine yürüyüp.
Levent ukalalığından ödün vermemek için gülümsemeye çalışsa da panikten kaşı gözü oynuyordu. "Evet benim." dedi olabildiğince kendinden emin. "Hayırdır, siz kimsiniz?"
Tuğçe hiçbirimizin ağzını açmasına müsaade etmeden çocuğu yakasından yakalamıştı iki eliyle. "Ben Caner'in kuzeniyim geri zekalı!" dedi iyice yüzüne yanaşıp. Onu her daim bir prenses olarak görmüş bizler için yeterince büyük olan bu şok Levent'i tamamen serseme çevirmişti. "Seni bu uçurumdan aşağı atmadan hemen bu yarışı bitiriyorsun!" dedi Tuğçe dişleri arasından. "Duydun mu beni pislik! Şimdi! Hemen!"
Levent bir kızın ellerinde düştüğü durumu idrak ettiğinde Tuğçe'yi bileklerinden tutup üzerinden silkeledi. Ama hareketi anında Kuzey'in yumruğuyla karşılığını bulmuştu. Bu kez onu boğazından yakalayıp pençelerine kıstıran Kuzey'di ve yüzündeki ölümcül ifadeyle kesinlikle şaka yapıyor gibi durmuyordu. "Onu duydun!" dedi çenesini sıkarak. "Yarışı durdur! Şimdi!"
Levent o kadar da kendinden emin görünmüyordu artık. "Yapamam!" dedi panikle. "Herhangi bir yarış değil bu. İçlerinden biri kaybedene kadar devam edecek. İstesem de durduramam."
Bu kez kendini kaybedip Levent'in üstüne atılan Beren'di. "Durduracaksın!" diye bağırdı onu hiç duymamış gibi. Kuzey'in üzerinden onun yüzüne ulaşıp saçına asılmış ve başını geri çekmişti. "Önlerine atla, bayrak salla, fişek at, ne yaparsan yap! Durdur yarışı! Durdur!"
Levent çırpınıyordu onu kıskacına almış ellerden kurtulmak için. "Siz kafayı mı yediniz?" diye inledi acıyla. "Hiç mi yarışa gelmediniz, ha? Düğüm denir buna. Dü-ğüm! Biri ölmeden bitmez. Bana bağlı değil. Ben... ben bir şey yapamam!"
Levent kesinlikle canına susamış olmalıydı. Tuğçe'nin yeniden üzerine hamle yaptığını gördüğümde bu kez sahiden onu terastan aşağı atacağını düşündüm, ama hesaba katmadığımız bir şey vardı. Bu pisliğin çöplüğünde yabancı olan bizlerdik ve ne kadar uyuşturucu etkisinde olurlarsa olsunlar patronlarını koruyacak kadar kafaları çalışıyordu köpeklerinin.
Adamlardan biri Beren'i, diğeriyse Kuzey'i kenara çektiğinde ne yöne bakacağımı bilememiştim bile. Rüzgar harekete geçmek konusunda benden çok daha hızlıydı. Beni arkasına aldığı gibi Beren'i adamın elinden çekip kurtarmış, onu da insanların üzerine ittirmişti. Karamboldü artık etrafımız. Kim kime vuruyor görmüyordum bile. Tek düşünebildiğim bağırış çağırış içinde darbelerden kaçmaya çalışmaktı.
Fakat sonra, tek bir silah sesi yardı geceyi. Biri zamanı durdurmuş gibi asılı kalmıştı tüm hareket havada. Ve toplu olarak felç geçirdiğimiz bu korkunç anda tek bir kolu seçmişti gözüm. Elinde ay gibi parlayan gümüş silahı yıldızlara doğrultmuş öylece duruyordu Tuğçe. Avucunu zar zor dolduran bu kadar küçük bir aletin böyle bir kıyamet kopartabilmesi ne acayipti. Beynim sonsuz soru soruyordu aynı anda. Tuğçe'de silah ne arıyordu? Kullanmayı nereden biliyordu? İkinci hamlesi ne olacaktı? Diğer adamlarda da silah varsa biz ne yapacaktık?
"Şimdi Levent..." dedi Tuğçe namluyu doğrudan düşmanının alnına doğru indirip. "Sana kim olduğumu tam anlatamadım ben galiba. Ben bir Kalyoncu'yum. Ve orada ölmek üzere olan da bu soyadının tek veliahttı." Başıyla ormanı işaret edip biraz daha dibine girdi Levent'in. "Şimdi sen söyle bana, Caner'e bir şey olursa ne yaparlar sana? Ne yaparız? Hayal edebiliyor musun? Mutlu mesut yürüttüğün bu aptal eğlencelerden birinde mi bulurlar cesedini sence, yoksa millete pazarladığın uyuşturucular gözlerinden fışkırırken bir çöplüğün dibine atılmış halde mi? Ha Levent?"
Kan ter içinde kalmıştı çocuk. Buğulanan gözlükleri bakışlarını saklasa da geriye doğru garip bir açıyla kıvrılmış bedeni yaşadığı paniği yeterince anlatıyordu. Zaten sonunda "Tamam!" dedi pes eder gibi ellerini havaya kaldırıp. "Tamam, bir şey düşüneceğim!"
Tuğçe zaferi karşısında gülümsüyordu ki Levent'in son sözleri motor sesleri altında ezilmişti. Çığlıklar yükselirken korkuluklara saldıran kalabalığın akıntısıyla kenara sürüklendim ben de. Az sonra bu çılgınlığa yol açan iki araba da görüş alanımızdaydı. Paslı bir kırmızı ve sararmış bir mavi... Hangisi Caner'di anlamam imkansızdı, ama şimdi bir kez daha Kral! sesleri yükseliyordu geceye.
"Caner kırmızıda." diye bağırdığını duydum Güney'in arka çaprazımdan. Bunu nasıl anladığını düşünüyordum ki plakaları fark ettim. Demir için DMR ve Caner için KRAL. Buna bile uğraşmışlardı demek. Nasıl hastalıklı bir düzendi bu, insanların canıyla ticaret yapıyordu Levent resmen ve en iyi müşterisi Azrail'di.
"Caner öne geçti!" diye bağırdı diğer yanımdan Mert heyecanla. Ama bir duvar gibi hemen arkamda duran Rüzgar'ın cevabı kısa, hızlı ve sertti.
"Bu yarışta önde olmanın bir anlamı yok. Önemli olan hayatta kalabilmek."
Delilikti bu. O yollardan ben de geçmiştim. Bir sefer bile yeterince zor ve yorucuyken, pes etmek için kaç tur atması gerekecekti Caner ya da Demir'in? Bizi uçurumun dibine gönderirken bir an bile tereddüt etmeyen Demir kim bilir ne bel altı planlar yapıyordu böyle kuralsız bir oyunda.
Sanki bana cevap vermek istemiş gibi tam o an direksiyonu Caner'in arabasının üstüne kırdı. Aynı anda frene basıp geride kalmış ve darbe almaktan son anda kurtulmuştu Caner, aksi halde sonu metrelerce altındaki kayalıklar olacaktı. Beren elleri yüzünde zar zor izliyordu olanları. Ona en yakın duran Ela her an terastan düşebilirmiş gibi sıkıca sarılmıştı beline, ama yarışı durduramazsak bu gece sadece Caner'i kaybetmeyeceğimize emindim. Şimdi bile yavaş yavaş yok oluyordu Beren.
"Şimdi Levent!" dediğini işittim Tuğçe'nin bir kez daha. Bu son görüntü onun da canına tak ettirmişti. Elindeki silahla değil çıplak elleriyle parçalayacaktı karşısındaki çocuğu biraz daha istediği olmazsa. Levent de bunu anlamış olsa gerek "Gelin." dedi bize saldırmış adamlarına işaret edip. Onlar kalabalığı yararak kapıya ilerlerken biz de anında peşlerine takılmıştık. Kendi kendime hareket etmiyor da dalgayla sürükleniyordum adeta. Bir yukarı, bir aşağı... Dışarı, içeri ve şimdi yeniden dışarı...
"Ne yapacaksınız?" dedi Tuğçe sonunda start çizgisine gelip birbirimizi yeniden duyabildiğimizde.
"Bir sonraki tura döndüklerinde yolu bloke edeceğiz." dedi Levent.
Sözleri diğerlerine bir şey ifade ediyorduysa da ben hiçbir şey anlamamıştım. Zaten Beren de "Nasıl?" demişti hemen. Bu kez Güney vardı kolunda. Yere yığılmaktan onun kolu koruyordu Beren'i.
"Ormanda onları durdurma şansımız yok." diye açıkladı Levent sıkıntıyla. "Ama açıklığa çıktıklarında önlerini kesebiliriz."
Rüzgar'ın kaşları çatılmıştı. "Yola neyle bariyer kuracaksınız ki?"
Levent omuz silkti. "Başka arabalarla."
"Sen delirdin mi?" diye çıkıştı Tuğçe hemen. "O hızla bir şeye çarparlarsa ne olur biliyor musun?"
"O uçurumdan düştüğünde olacaklardan çok çok daha azı!" diye cevabı yapıştırdı Levent hemen. Artık onun da sabrı kalmamıştı. Muhteşem hayallerle başladığı geceden bir an önce kurtulmaktan başka isteği yok gibiydi onun da. Sözleri ne kadar acı olursa olsun haklıydı maalesef. Gözü dönmüş iki deli oğlan çocuğuna üç yüzle giderken durmalarını rica etmenin başka bir yolu yoktu ne yazık ki. "Yolun kapalı olduğunu gördüklerinde yavaşlayacaklardır." diye açıkladı Levent kendini savunmak için. "Kimse göz göre göre duvara toslamaz!"
Sen o kadar emin olma! diye geçirdim içimden. Demir'in ağzından salyalar akarken attığı deli bakışlarını asla unutmamıştım o geceden sonra. Ölüme susamış bir manyaktan her şeyi ama her şeyi beklemek lazımdı. Allah'ım bize yardım etmek zorundasın. Lütfen!
"Geri gelmeleri ne kadar sürer?" diye sordu Alev. O ana kadar hocamızın hala yanımızda olduğunu tamamen unutmuştum. Daha önce hiç görmediğim kadar beyazdı suratı. Tuğçe'yi dinleyip Kalyonculara haber vermediği için kendinden nefret ediyordu şu an şüphesiz. Ve bu gece yeğenine bir şey olması halinde muhtemelen onun da hayatı kökten sarsılacaktı.
"Altı belki yedi dakika." diye cevapladı Levent adamlarına el kol işareti yaparken. "Çek!" diye bağırmıştı sonra. "Onu da yanına çek! Hadi amına koyayım, hadi! Getir Şükür, getir! Dizin ip gibi yan yana. Kapayın yolu!"
Dört araba... Arkadaşımın kaderini belirleyecek, bu hayatta kalmasını sağlayacak şey buydu. Dört külüstür metal yığını... Altı dakika hiç daha uzun gelmemişti sanırım. Bir yandan beynimde kaçıncı turda olduklarını hesaplamaya çalışıyordum. Beş, altı... Belki de yedinci kez aynı dönemeçlerden kurtuluyor, aynı uçurumun kenarından dönüyorlardı. Caner'in asla Demir gibi adileşmeyeceğini bildiğimdendi sanırım bu kadar korkmam. Onun en zayıf anında bile rakibine nasıl davrandığını görmüştüm. Yarışın galibi en başından belliydi aslında. Böyle pis oyunlarda iyiler asla kazanmazdı. Ve Caner iyiydi. Maalesef.
Beşinci dakikayı doldurduğumuzda daha fazla gerilime dayanamayan bacaklarım çözülmek üzereydi ki Rüzgar'a tutundum. En güçlü durmaya çalışanımız bile hafif bir meltemde kaybolacak gibiydi artık. Nefesimizi tutmuş kaçınılmaz çarpışmayı bekliyorduk. Bir terslik olduğunu anlayan kalabalık bile tezahüratı kesmiş, sessizce olanları izlemeye başlamıştı.
Ve sonunda "Fişekler!" diye bağırdı Levent.
Aynı anda iki arabanın da ucunu görmüştüm. Ağaçların arasından uçarak fırlamışlardı ikisi de. Bu kez Demir öndeydi santim farkla ve bu avantajı Caner'i taciz etmek için kullanıyordu. Ne kadar yorulmuştu arkadaşım kim bilir, yine de bir an olsun kaybetmiyordu kontrolü. Kırmızı fişekler karanlığı yararak gökyüzüne fırladığında bir kez daha uçurumun kenarına ulaşmıştı arabalar. Kah yan yana, kah kıç kıça kovalıyorlardı birbirlerini. Fakat bir terslik olduğunu anlayan Caner frene basmış olsa gerek geride kalmaya başlamıştı.
Aferin Caner! diye düşündüm heyecanla. Yavaşla! Yavaşla! Ama Demir ona bu imkanı tanımayacaktı. Anında sola kırıp kendini güvenceye almış ve aynı şekilde hız kesip Caner'le aynı hizaya gelene kadar beklemişti. Şimdi uçurumun eşiğindeydi Caner ve onu tek bir hamleyle aşağı itmeye hazır bekliyordu düşmanı. Hayır! Ne de tanıdıktı bu sahne. Yine tekerrür ediyordu tarih. Caner hızlanıp öne kaçmaya çalıştığında Demir uzaklaşmasına fırsat vermeden gaza basmıştı. Suratındaki sapık sırıtışı hayal edebiliyordum. Öldürmekten başka bir amacı yoktu. Ve beklenen darbe o an geldi.
Caner'in tekeri havada boş dönerken başımı Rüzgar'ın omzuna gömmekten başka bir şey yapamamıştım. Duyduğum çığlık Beren'e de ait olabilirdi, Oya'ya da, Beliz'e de, hatta kendime bile...
Asır gibi gelen saniyelerden sonra "Kurtardı!" dedi Rüzgar nefes nefese. Anında kafamı kaldırmış, Caner'in bir kez daha Demir'in önünde olduğunu görmüştüm.
"Yavaşlamak zorunda!" dedi Tuğçe yumruklarını sıkarak. Eminim ki Caner de bunu biliyordu. Fişekleri görmüş, bariyeri fark etmişti; ama arkasındaki psikopatın onu bırakacağını sanmıyordum. Rakibinin canını aldığı sürece kendine ne olduğunu umursamayan bir psikopattı Demir ve Caner'i koruması için önüne serdiğimiz arabaları ona mezar edecekti.
Aniden gelen bu idrakle "Arabaları çekin!" dedim panikle. Konuştuğuma, ses çıkarabildiğime inanamıyordum. Kimse bana bakmayınca biraz daha kuvvetli bağırdım. "Arabaları çekin geç olmadan. Duramayacak. Demir izin vermez. Sıkıştıracak onu!"
Rüzgar neden bahsettiğimi anlayıp öne atılmıştı. "İrem haklı, arabaları çekmemiz lazım."
"Çok geç!" dedi Levent panikle. "Şimdi, nası..."
Ama Rüzgar onun sözünü bitirmesini beklememişti. Kuzey'le birbirlerine baktıkları kısa bir anın ardından koşuyorlardı. Sevgilimin ismi dudaklarımın ucunda atamadığım çığlıkların arasına sıkıştı. Nefessiz, sözsüz, öylece kalakalmıştım. Kuzey'in arabalardan birine, Rüzgar'ınsa diğerine binişini izlerken zaman akmıyordu artık. Ağır çekim ilerliyordu tüm dünya. Tekerler dönüyor, Caner üzerimize geliyor, Demir ona arkadan vuruyor, Rüzgar gaza basıyor, onun arabası sola, Kuzey'inki sağa kayıyor, ama arayı açmaya yetmiyor zaman. Yetişemiyor.
"Caner!"
Çarpışma, kıvılcımlar, çığlıklar, bir takla, iki takla, üç takla... Caner...
"Koşun, yardım edin koşun!"
Öylece duruyordum. Yer çekimi yön değiştirmiş, etrafımda ne varsa metrelerce öteye savrulmuş kırmızı arabaya doğru sürüklerken ben nasıl direniyordum akışa emin değildim. Her şeyi izlemiş, sonu gözlerimle görmüştüm. Demir'in nasıl son anda Caner'in arabasına çarptığını, o hızla kontrolünü kaybedip yan dönen kırmızı arabayı, Rüzgar ve Kuzey'in içinde olduğu araçların üstünden defalarca takla atışını, ters düştükten sonra sürüklenmeye devam etmesini...
Öldü! Öldü! Öldü!
Lanet ses bunu tekrarlayıp duruyordu kulaklarımda. Neredeydi Kral! Kral! diye bağıran kalabalık şimdi? Neden bastırmıyordu zihnimdeki bu katlanılmaz uğultuyu? Neden sadece çığlıklar duyuyordum. Rüzgar da Kuzey de inmeyi başarmışlardı hafif hasarlı araçlardan, ayakları yere basar basmaz da kendilerini Caner'in tepe taklak duran arabasının yanına atmışlardı diğerleri gibi. Ayaklarım onları taklit etmek istese de karşılaşacağı görüntüden ödü kopan beynim uzuvlarımı kontrol etmeyi reddediyordu.
Bayılacağımı fark etmiş olsa gerek Ela elimi tutmuştu sonunda arabanın yanına yanaşabildiğimde. Beren çoktan yerdeydi; ağlıyor, bağırıyor, onu arabadan uzak tutmaya çalışan Memoji ve Güney'le mücadele ediyordu. Levent ve Kuzey aynı anda kapıya asılmıştı. Kafamı çevirebilsem Caner'in ne halde olduğunu görebilecektim muhtemelen. Bunun yerine az ötede üstünü başını silkeleyen Demir'e sabitlenmişti bakışlarım. Onun da arabasının önü tamamen göçmüştü, ama alnındaki kesikten ve kanayan burnundan başka sapasağlam görünüyordu Allah'ın cezası. Suratında görmeyi beklediğim sinsi sırıtışın yerinde aç bir merak vardı gözlerinde. En az bizim kadar heyecanla Caner'in arabasını izliyordu. Öldürmeyi başarmış mıydı düşmanını? Yoksa...
"Caner! İrem Caner!" dedi o an Ela yanımda. Elimi öyle bir sıkmıştı ki sonunda kaçınılmaz görüntüye çevirmek zorunda kaldım başımı. Ama... Karşılaşmayı beklediğim dehşetin ortasında bir ceset değil, arkadaşım Caner vardı. Hem de ayakta... Rüzgar vardı bir kolunda. Kan içinde kalmıştı yüzü, evet. Muhtemelen garip bir açıyla kıvrılmış kolu kırıktı. Ama hayattaydı işte. Nefes alıyor, görüyor, duyuyor, yaşıyordu. Histerik bir kahkaha koptu dudaklarımdan tıpkı Ela gibi. Aynı anda Beren'in sesi bastırmıştı tüm uğultuyu.
"Caner!"
Onun Güney'le Memoji'nin elinden kurtulup Caner'e koşuşunu bir filmin en acıklı sahnesini izler gibi izledik hepimiz. Beren onun boynuna atıldığında sanki ölümden dönen o değilmiş gibi gülmüştü Caner. Kırık olmayan kolu anında Beren'i sarıp kendine çekti. Acısını anında unutmuş, tüm ilgisi onun için gözyaşı döken kıza kaymıştı.
"Bir şey yok." dedi Beren'in saçını, yanağını, gözlerini okşayıp. "Sakin ol, iyiyim Beren. Hiş. Sakin ol!"
Onları izlerken ben de ağlıyordum artık. Yaşadığım stresin ardından tüm bastırılmış duygularım boşa çıkmış bir yay gibi serbest kalmıştı. Caner Beren'in yüzüne buseler kondururken bir kez daha aşkın gücü sersem ediyordu beni. Bu gece Caner'i Azrail'le burun buruna getiren duygu da aşktı, Beren'i deliliğin sınırına sürükleyen korku da... O yüzden Beren bir anda Caner'in yakasına yapıştığında dehşete düştüm.
"Aptal!" diye bağırmıştı Beren. "Nasıl... nasıl böyle bir aptallık yaparsın Caner? Nasıl bu yarışı kabul edersin. Ya... ya sana bir şey olsaydı? Ya öl..."
Caner onu konuşturmadı. Dudaklarına kondurduğu öpücükle Beren gibi hepimizin de sesini kesmişti Caner. Bu, sonunda birlikte oldukları anlamına geliyordu sanırım. Adrenalinle kafayı iyice bulmuş olan kalabalık bu şov karşısında kendinden geçmişti tamamen. Tezahüratlar, ıslıklar, anlamsız seslerle kıçını yırtanlar... Biraz daha burada kalırsak kafayı yiyen biz olacaktık korkarım. Caner de böyle düşünmüş olsa gerek son kez Beren'in yanağını okşayıp kulağına bir şeyler mırıldandı ve elini kavrayıp onu yanına çekti.
Bu sayede hesaplaşma sırası kuzenine gelmişti. Tuğçe'nin Beren'den bile sert sözler hazırladığına emindim, ama Caner'in kaşlarını kaldırıp ona özür diler gibi bakması Barbie'nin tüm duvarlarının çmkmesine yetmişti. "Gel buraya baş belası, gel!" dedi kollarını Caner'in boynuna dolayıp. "Bir daha böyle salakça bir şey yaparsan seni ben atarım şu uçurumdan aşağı, anladın mı beni!"
Caner canı yandığı yüzünden açıkça belli olsa da Tuğçe çekilene kadar onu bırakmamış, sonra da "Tamam." demişti. "Bir daha böyle bir salaklık yok."
Ne yazık ki bu sözlerinin aksini kanıtlamak isterce az ötede bekliyordu Demir. İlk şoku atlatmamızı izlemiş; doğru zamanı geldiğindeyse sinsice, ağır ağır yanımıza gelmişti. Verdiği zarardan sonra onun biraz olsun tatmin olmasını beklerdim; ama artık kesinlikle gülmüyordu.
"Oyun bozanlık yaptın Kral!" dedi tiksintiyle. "Kurallara göre yarışmadın."
"Ben sana o kuralları yedirmeden defol git buradan pislik!" dedi Tuğçe anında Caner'in önüne dikilip. Saniyeler içinde çalışılmış bir koreografi gibi Caner'in önünde, yanında, arkasında yerimizi almıştık biz de. Ona kafa tutmak hepimizi karşısına almak demekti. Ama bu Demir'in gözünü korkutmak yerine daha da kışkırtıyordu sanki. Bakışları Caner'den Beren'e kaydığında sapkın bir kıvılcım çaktı gözlerinde. Yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu aslında. Yine de sözleriyle tüylerimizi diken diken etmeyi seçmişti Demir.
"Bu iş burada bitmedi Kral. İkimizden biri ölmeden de bitmeyecek."
Lanet olsun ki haklıydı. Ve hiçbirimiz bunu itiraf edemeyecek olsak da kalplerimizde bu gerçeği biliyorduk.
-BÖLÜM SONU-
Kitabın sonuyla ilgili muhteşem bir ipucu içeren tehdidi de duyduğumuza göre bölümü bitirebiliriz bence. Caner bir kez daha canını Demir'in elinden kurtarmayı başardı. Peki kitabın sonunda ne olacak? Sağ kalmayı başarabilecek mi sizce? Ya da... Azrail başka bir karaktere uğrayacak olabilir mi?
Son kapıda. O zamana kadar bahisleri alayım buraya alayım :)
Şimdilik öppücükler
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top