Bölüm +42
MER-HA-BA!
Yeni haftaya muhteşem başlayın diye çok ama çok hızlı bir şekilde bölüm geliyor!
Bundan sonra ardı arkası kesilmeyecek bölümlerin çünküüü
SON DOKUZ BÖLÜMDEYİZ!
Sizden çok yorum, çok sevgi, pek çok da ilgi bekliyorum. Sonra birbirimizi çok özliycez... Yani, en azından ben sizi ve yorumlarınızı çok özlicem:)
Şimdilik keyifli okumalar diliyorum canlar. Accık karanlık bi bölüm olmuş olabilir. İdare edin :)
E.Ç.
**
Hold on to me...
**
BÖLÜM: +42
BAVUL
Elime bakıyordum. Rüzgar'ın elinin üstünde duran parmaklarıma... Sonra önüme, camın ötesine, yola, geceye, akıp giden ışıklara, sonra yeniden elime, yeniden parmaklarıma, yeniden Rüzgar'a... İçi çatlaklarla dolu, ama hala yıkılmamış bir duvar gibiydi sevgilim. Gözleri yolda, eli direksiyonda olsa da arabayı kullanan o değildi sanki; ruhu ardımızda bıraktığımız köşkte kalmıştı. Benim de kulaklarıma yapışmış sözler dönüyordu zihninde şüphesiz.
Elveda çocuklar. Bir anlamı yok ama, yine de özür dilerim.
Gözüm arka koltukta oturan Mert'e ve kucağında duran dosyaya kaydı istemsizce. Meriç tüm geçmişimizi tam da yaşadıklarımıza yakışacak karanlıkta, iki siyah kapağın arasına sığdırmak istemişti sanırım. Bu gece o eve giderken başımıza gelmesinden korktuğum tüm tuzaklardan daha ölümcüldü bize verdiği zarar. Akıl sağlığımı korumamı sağlayan tek şeyi, kalbimdeki nefreti sarsmıştı en derinden. Kafam karışık, kalbim huzursuz, gelecek daha da belirsizdi artık. Savruluyordum bir duygudan diğerine. Ve tutunabileceğim tek dal, Rüzgar'ım, benden çok daha kırık döküktü ilk kez.
Sen benim asla olamayacağım o mükemmel adam oldun her zaman Rüzgar. Bir fener ışığı, bir yol, her daim açık bir kapı... Ben hep seni bildim, az ötemde durduğunu, düştüğümde beni kaldırmayı beklediğini... Şimdi, varlığın olmadan yeniden Meriç olmak imkansız.
Gözlerim Mert'ten sevgilime çevrildi yeniden. Köşkten çıkıp arabalara dağıldığımızdan beri ağzını bıçak açmamıştı Rüzgar'ın. Arada bir arkamdan Ela'nın burun çektiğini işitiyor, bazen de ben sıkıntıyla ciğerlerimdeki havayı boşaltıp Mert'in oflamalarına katılıyordum. Yaşadığımız dehşeti birbirimizle paylaşmak için başka bir yol bulamamıştık hiçbirimiz. Hemen ardımızdan bizim arabayı takip eden Tuğçe ve ikizlerin durumunun da bizimkinden farklı olduğunu sanmıyordum. Meriç yine enkaza çevirmişti hepimizi, ama bu kez sadece üç beş kelimeyle...
Elveda çocuklar. Bir anlamı yok ama, yine de özür dilerim. Aklımın başımda olduğu tüm anlarda sizi çok sevdim. En azından bu sözüme güvenebilirsiniz.
Sonunda bizim evin önüne park ettiğinde ilk kez yüzünü bana döndü Rüzgar. Kaybolmuştu. Sanki tek hedefi o köşkten kaçıp buraya ulaşmaktı da bundan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Ela ve Mert arabadan indiğinde gayri ihtiyari onları taklit etse de bir yaprak gibi dalgalanıyordu kendi rüzgarında. Elini bıraktığım an savrulacaktı şüphesiz. Aynı fırtınanın eşiğinde dikiliyordum ben de, bir adım atsam aynı kasırgaya kapılacaktı bedenim. Yine de ona sıkıca sarılmış ve "Kal!" demiştim. "Bu gece burada kal. Sen de Ela! Mert! Birlikte kalalım bu gece."
Kimsenin böylesi bir günü tek başına atlatamayacağı ortadaydı. Zaten anında başlarını sallayan Ela ve Mert'ten sonra arkamıza park eden Tuğçe ve ikizler de aynı teklifi düşünmeden kabul etmişlerdi. Bir an diğerlerini de arayıp yanımıza çağırmayı düşündüysem de öyle zor gelmişti ki konuşmak, elim telefona gitmemişti.
Uzay boşluğunda kaybolmamak için birbirine tutunan birer meteordan farksızdık artık. Önümüze çıkan ilk duvarda paramparça olacağımızı bile bile o kaçınılmaz yıkımı birlikte göğüslemeye çalışıyorduk. Sözler öyle çaresizdi ki aramızda, sessizce eve çıkıp farklı koltukların farklı köşelerine çöktükten dakikalar sonra bile kimse ağzını açıp mantıklı bir cümle kuramamıştı.
On beş dakikanın sonunda bir yaşam belirtisi gösterip ayaklanan Güney oldu. Başımıza gelenleri değil tartışmak, sadece gördüklerimize katlanmak için bile fazlasıyla ayık olduğumuzu düşünmüş olsa gerek içki dolabındaki şişelerin yarısını sehpanın üstüne dizmişti. İçlerinden birini seçip kadehleri sarı sıvıyla doldurduğunda ne içtiğime bile bakmadan diğerleri gibi kadehi dudaklarıma götürdüm ben de. Acı sıvı boğazımı yakarak boş mideme ulaştığı an gerisin geri çıkmak istemişti. Direndim ve bir yudum daha aldım. Delirmek kusmaktan çok daha korkutucuydu.
"Güney!" dedi Tuğçe anında boşalmış kadehini ona doğru sallayarak. Mesajı alan Güney ikiletmeden önce Barbie'nin sonra da aynı şekilde içkileri kafaya dikmiş biz diğerlerinin kadehlerini doldurmuştu. Bu şekilde üç kez doldu ve üç kez boşaldı bardağım. Katiyen sigara içilmesine izin vermediğim evimiz duman altıydı dakikalar içinde. Sarı içkinin sonuna geldiğimizde şeffaf, daha çiçeksi aromalı bir cine geçmiştik. Ve ancak o zaman içimizden biri konuşmaya cesaret etti.
"Hiç değişmemişsiniz çocuklar."
Hepimizin başı Mert'e çevrildi. Dizlerini karnına çekmiş, koltuğun en köşesine kıvrılmıştı arkadaşım. Onun hala burada, bizimle olduğuna inanamıyordum ya, hayal olamayacak kadar gerçekti gözlerindeki ışıltı. Her şeye rağmen ürkek bir tebessüme cüret etmişti dudakları. Aramızdaki varlığı sihirli bir nesneye bağlıymış gibi hemen yanıbaşında duruyordu Meriç'in verdiği dosya. Tıpkı Ela'nın koltuğun kenarına sakladığı kendi dosyası gibi... İkisi de özgürlükleri o plastik kılıfın arasına sıkışmış da biri her an o dosyaların kapağını aralayacak ve onları elimizden alıp götürecek gibi tedirginlerdi. Tedirgindik. Belki de bu yüzden kendi dosyasını köşkte bir köşeye fırlatmış ve yanına almayı reddetmişti Rüzgar.
"Sen de hiç değişmemişsin abi." dedi Güney salonun diğer ucundan kadehini ona doğru kaldırarak. Yere oturmuş, sırtını ikizinin bacağının yanından koltuğa yaslamıştı. "Nasıl oldu peki? Nasıl geri döndün?"
Heyecandan nefesimi tuttum. Bu soruyla kendimizi korumak için bir saattir içinde dolanıp durduğumuz labirentten çıkıyorduk. Şu ana kadar öğrenmeye cesaret edemediğimiz tüm gerçeklerle yüzleşme zamanı gelmişti. Ve bu, Meriç'in bizim için yaptıklarını kabul etmek demekti. Mert'in kurtuluşu, Ela'nın babası, Tuğçe'nin okulu, Rüzgar'ın hayali... Tüm iyilikler havada asılı kalmıştı da uzanıp alamamıştık hiçbirimiz. Oysa Mert anlatmaya başladığında her kelimeyle kaçmaya çalıştığımız yollar kapanıyordu.
"Bir gün kapımda bir not buldum. Türkçe bir not. Her şeyi bildiğini yazmıştı biri. Kim olduğumu, neler yaptığımı. Ailemi, hakkımda açılmış tüm davaları, İngiltere'ye kaçışımı, Türkiye'ye dönüşümü ve sonra yeniden kaçtığımı... Acayip panikledim tabi. Kaldığım yerden kaçtım, neyim varsa bırakıp yeni bir oda tuttum. İkinci bir not geldi bu kez dans okuluna. Sadece konuşacağımızı, beni kurtarabileceğini söylüyordu. İnanmadım tabi, araba kiraladım hemen. Düşünmedim bile nereye gideceğimi. Başka şehir, neresi olursa..."
"Kimmiş ki o adam?" diye müdahale etti Kuzey çatık kaşlarla dinlediği hikayeye. İmkansız olduğunu bilsem de Meriç'in ismini duyma ihtimali tırnaklarımı koltuğa geçirmeme neden olmuştu. Ama omuz silkti Mert.
"Kimse... parayla tutulmuş biri. Ama karışma çıkana kadar bu kadarını anlayamadım tabi. Ben güya kalan paramı alacağım diye okula dönünce yakaladı beni. Koşup kaçamadım bile. Bir zarf tutuşturdu elime. Yeni bir pasaport, uçak biletleri, bir tomar para. Artık suçlu değilsin dedi, davalar düştü dedi."
"Sen de inanıp geri mi döndün?"
Bu kez çenesini tutamayan Güney'di. Başını iki yana sallayıp ona da itiraz etti Mert.
"İnanır mıyım hiç? İnanmadım tabi. Atladım ben yine arabaya, sürdüm tüm gece. Ama içime kurt düştü tabi, dosyayı geride bırakmak da yemedi. Onca para, pasaport falan... Neyse sonunda dayanamadım, hala bizim mahallede olduğunu bildiğim eski bir arkadaş vardı, onu aradım. Şaşırmadı bile. Sizinkiler çıktı hapisten, sen de dönecek misin dedi bana. Harbi harbi kurtulmuş bizimkiler anlayacağınız. Öyle kara kara düşünüp saatlerce yürüyerek geçirdim o günü de. Uçak bileti bana bakıyor, ben ona."
Bir sigara daha çıkarmak için ceketinin iç cebine uzandı Mert. Paketi kaldıramadan Ela da uzanıp içinden bir tane almıştı. Onun sigara içtiğine sadece bir iki kez, çalıştığımız barda şahit olmuştum. Bu geceyse bir tiryaki gibi götürmüştü sigarayı dudaklarına. Mert çakmağı uzattığında gözlerini kapatıp derin derin çekmişti ilk nefesi içine. Sanırım böylesi bir günde ona nasıl, neden diye sormam anlamsız olurdu.
"Neyse..." diye devam etti Mert ağzından ve burnundan süzülen gri bulutun ardından. "O gece sabaha karşı attı kafam, yeter dedim kaçtığım, hayat değil zaten böyle sığıntı gibi her daim korkarak yaşamak. Bindim yeniden arabaya. Sürdüm gerisin geri, doğrudan havalimanına bu kez. Yanımda bir çanta, bir de yeni pasaportum... Üç buçuk atıyorum ama, girmişim artık o yola, istesem de dönemem. Neyse bindim ben uçağa, sonra indim. Olmadı hiçbir şey. Çevirmedi kimse. Geçtim gümrükten de. Ağlıyorum ama sevinçten. Delireceğim nasıl olabilir böyle bir şey."
O anlara dönmüştü sanki Mert yeniden. Sesinde delice bir coşku vardı. Gözleri ıslak ıslak, pırıl pırıl... Heyecanı fazla gelince ayaklarını biraz daha çekti kendine, dama tünemiş kuş misali topuklarının üstüne çöktü.
"Ben öyle bir kenarda durmuş kah kahkaha atıyorum, kah ağlıyorum; biri geldi yanıma. Arkadaşların seni bekliyor dedi. İnanmayınca hepinizin isimlerini saydı tek tek. Sonrasını biliyorsunuz zaten. Köşke getirdi adam beni. İçeri girince de..."
Neyin, nasıl ve neden olduğunu anlamıştı Mert. Hepimizle birlikte... Özgürlüğünü ona geri veren, geçmişin yükünden kurtarıp yeni bir hayat sunan kurtarıcı meleği onu en başta bu kadere mahkum bırakan şeytandan başkası değildi. Meriç paramparça ettiği yaşamlarımızı sihirli bir tutkalla eski haline getirmeye çalışmıştı resmen. Elime, yüzüme bulaşmış yapışkanı hala hissediyordum tenimde. Zihnimdeki düşüncelerin arasına sızmıştı da her an daha çok yayılıyordu sanki.
Hala ona inanmayı reddediyordu mantığım. Tüm bu iyilikleri yapıp öylece bizi kendi halimize bırakmış olamazdı benim tanıdığım canavar. Mutlaka ardında hin bir fikir olmalıydı tüm bu hediyelerin. Gözümü kapatıp adım atmayı denesem ayağımın bir fare kapanına sıkışacağını biliyordum. O kapanla gezmiştim ben aylarca. Hala yara izleriyle doluydu tenim, ruhum... O halde neden? diye sordu bastırmak için her yolu denediğim ses. Neden imkansız bir ihtimale kayıp duruyordu aklım? Neden anlamaya çalışıyordum asla mantıklı davranmamış bir delinin çılgın adımlarını? Gerçekten gidecek miydi Meriç? Hayata dönüşü gibi ani mi olacaktı mezara dönüşü de? Hem de her şeyi düzeltmek için onca şey yaptıktan sonra...
Histerik bir kahkaha atıp "Hala inanamıyorum." dedi Mert yanındaki dosyayı kucağına alıp. Kemikli parmakları arasına sıkıştırdığı sigaranın külü uzayıp giderken elleri kağıtları karıştırıyordu. "Hayatım boyunca adıma açılmış tüm davalar var burada. Islah evinde yattığım suçlar, bizimkilerin üzerime yıktıkları işler... Hepsinden aklanmışım. Aklınız alıyor mu bunu? Hep-sin-den!"
Almıyordu elbette. Meriç'in araya kimleri soktuğu, nasıl olup da bir hayalet olarak bu kadar işi becerdiğini asla öğrenemeyecektik. Sonuçtaysa Mert buradaydı, Türkiye'de, yanı başımızda, suçsuz, özgür... Ela'nın babası layığını bulmuştu. Tuğçe kaybettiği okulunun karşılığını almıştı ve Rüzgar...
"Sen biliyor muydun abi?" dedi Kuzey Rüzgar'a dönüp. Delirmemek için sahiplenebileceği bir açıklama arıyordu. Bizi o eve çağıran kişinin sevgilim olduğu düşünülürse sorusu yersiz değildi aslında, ama Meriç dosyaları ortaya çıkardığında Rüzgar'ın yüzünü görmüştüm. Hepimizden daha kayıptı. Daha çaresiz, daha yıkık dökük... Her şeyi düzelteceğini söylemişti Meriç ona belki; ama o son ana kadar sevgilimin buna inanmadığına, daha doğrusu inanmamak için kendine her türlü işkenceyi yaptığına emindim. Oysa Meriç Rüzgar'ın sadece kardeşiyle paylaştığı ve kardeşiyle birlikte toprağa gömdüğü bir hayali geri vermişti ona. Ve dosyayı köşkte bırakmak bu hediyenin görünmez yükünü omuzlarından kaldırmıyordu maalesef.
Rüzgar belli belirsiz başını iki yana salladığında aniden içimden gelen şefkatle ona sokuldum ve başımı omzuna yasladım. Eline uzanan parmaklarımı kavramıştı hemen Rüzgar, ama bakışları hala yerdeydi. Duygularını ifade edebilecek tek kelime bulabilse bizimle konuşurdu, biliyordum. Şimdiyse tüm sözlük onu terk etmiş gibiydi. Ondan başka bir cevap alamayacağını fark etmiş olsa gerek Kuzey de önüne dönmüştü zaten.
"Baya baya uğraşmış ama..." dedi Mert. "Yani onca emek... İnsanın inanası geliyor düzeldiğine."
"Ne inanması lan!" diye çıkıştı Kuzey. "Bas baya taşak geçti işte hepimizle." Öfkesinin Mert'e değil, kendine olduğuna emindim. Hepimiz kadar etkilenmişti o da Meriç'in şovundan ve bu zayıflık arkadaşımı hasta ediyordu.
"Başka bir planı mı var diyorsun?" diye sordu Mert hemen endişeyle.
Hiçbirimiz bu soruya cevap veremeyince "Siktiğimin bebesi..." diye homurdandı Güney kendi kendine. "Geldi sıçtı yine hayatımızın içine üç tane sikik sözle. Sokacaktık o dosyaları dürüp dürüp götüne... Bak konuşabiliyor muydu o zaman... Bak karıştırabiliyor muydu kafamızı... Çük beyinli, dümbüğün dümbüğü, amına koyduğum amcı..."
"Hey!" dedi Tuğçe ayağıyla Güney'i dürtüp. "Anladık tamam!"
Daha çok homurdandı Güney, ama başını soktuğu kadehin içinde boğulmuştu devam eden küfürleri.
"Hayır ne planlıyor olabilir ki?" diye üsteledi Mert. "Yarın gidiyorum dedi. Meriç öldü dedi."
"Saf mısın oğlum sen?" dedi Kuzey koltukta sinirle öne kayıp. "Hiçbir yere gittiği falan yok o ibnenin! Çıktı yine meydana, öcünü almadan gider mi bir daha?" Eli tehdit eder gibi havadaydı.
Ama ikizlerin diğer tekini de durdurup daha ileri gitmesini engelleyen yine Tuğçe oldu. "Onu öğrenmek kolay." demişti. "Gerçekten bileti var mı, yok mu? Nereye dönüyor? İtalya olayı ne, şu hafızayı kaybetme masalı gerçek mi... Araştırır, buluruz."
Güney de Kuzey de cevap vermek için aynı anda ağızlarını açmışlardı ki Rüzgar'ın sesini duymalarıyla biz diğerleri gibi ona döndüler merakla.
"Hepsi doğru." demişti çünkü Rüzgar. Sesindeki kesinlik benim için bile tedirgin ediciydi. Daha ağzını açtığı an konuştuğuna pişman olmuştu şüphesiz, ama üzerindeki bakışlar milim oynamayınca sıkıntıyla nefes verdi. "Caner zaten her şeyi araştırdı." diye açıkladı önce bana sonra diğerlerine bakarak. "Gerçekten hafızasını kaybetmiş Meriç, uzun süre tedavi görmüş yeniden yürüyebilmek için. Annesi İtalya'da bir dans okulu işletiyor. Oraya kaçırmış oğlunu, sıfırdan yalan bir hayat kurmuş orada ikisine. Meriç de Miro zannetmiş kendini aylarca. Sonra bir yangının ortasında kalmış, son anda kurtarmışlar bunu, hafızası da o sayede yerine gelmiş. Sonrasını biliyorsunuz işte."
"Hafızası yerine gelince de her şeyi düzeltmeye karar vermiş değil mi?" dedi Ela tek kaşı havada. "Tüm hesapları da kapadığına göre uslu uslu dönecek şimdi evine. Ne tatlı."
Onun sesindeki alaycı tınıya rağmen Rüzgar'ın suratı kaskatıydı. "Biletler gerçek Ela." dedi. "Caner onu da kontrol etti. Yarın geri dönüyor Meriç. Ve muhtemelen o uçaktan inemeyeceğini bile bile."
Hiçbirimiz onun neden bahsettiğini anlamamıştık. "Uçaktan inemeyecek ne demek?" dedi Tuğçe yüzünü buruşturup.
Rüzgar yine uzaklara bakıyordu. Kendi içinde verdiği kavga öyle netti ki delice parlayan gözlerinde, bakışlarımız çarpışsa beni de yakacaktı sanki. Zaten bir şey dememe fırsat kalmadan elini parmaklarımın arasından kurtarıp ayaklanmıştı. Eli belinde burnundan soluyarak salonda volta attı bir iki tur. Sonunda karşımızda durduğunda omuzları iyice çökmüştü.
"Onu ilk gördüğümde kendimi kaybettim." dedi zar zor duyulan bir sesle. Suçluluk duygusu tüm çehresine yayılmıştı. "Saldırdım ona. Zaten hasta olduğunu bile bile. Vurdum. Düşünmeden vurdum. Öldürmek için vurdum. Az daha da..." Bu itiraf ciğerlerindeki tüm havayı tüketmiş gibi nefes aldı Rüzgar. "Onu gerçekten öldürüyordum az daha. Caner'in bulduğu bir doktor yaşama döndürdü Meriç'i. Ama hala durumu iyi değil. O uçağa binmek intihar dedi doktor. Yine de binecek. Biliyorum. Biliyorum çünkü..."
Çünkü Meriç onun kardeşiydi. Onu herkesten ve her şeyden iyi tanıyordu Rüzgar. Araya giren kasırgalara, zamana ve ölüme rağmen hem de...
"Riski bile bile o uçağa binecek." dedi sesi giderek yok olurken. "Bunu bize söylediklerini kanıtlamak için yapacak. Bu kez gerçekten ölüp gittiğinde de kendi kurtulduğu vicdanının yükünü bize taşıtacak. Tam da Meriç'lik bir veda değil mi? Ne normal oldu ki onunla ilgili? Ne zaman doğru yolu seçebildi? İyiliği bile manyakça olmak zorunda. Gebermeden özür dileyemiyor Allah'ın belası! Şeytan diyor..."
Nefes nefeseydi Rüzgar. Kendini öyle bir sıkıyordu ki çenesi kasılmış, göz pınarlarında yaşlar birikmişti. Meriç o uçağa binmeyi seçerek kendi sonunu Rüzgar'ın ellerine bırakıyordu. Sahiden de tam ondan beklenecek bir hareketti bu. Hatalarını düzetmeye çalışırken bile paramparça ediyordu Rüzgar'ı. O seyahatte Meriç'e kötü bir şey olması halinde sevgilimin bir daha ömür boyu iyileşemeyeceğinin farkındaydım. Elbette diğerleri de... Ondan kimse ağzını açıp tek kelime etmeye cesaret edemiyordu.
Meriç'in hak ettiği son sahiden buydu belki de. Tüm borçlarını bir şekilde ödediğini sansa da nefes aldığı sürece o veresiye defteri hiçbir zaman sıfırlanamayacaktı. Yine de... Ben bile boş ver diyemiyordum. Boş ver binsin. Boş ver gitmeyi seçsin. Boş ver... ölsün. Bunu en çok isteyenin bu odadaki bir avuç insan olması gerekmez miydi? Oysa bakışlar yerde, dudaklar çizgi, suratlar bu çözümsüz bulmacanın yüküyle kaskatıydı.
"Amına koyayım ben böyle işin!" dedi Güney sonunda. O da diğer herkes gibi içinden çıkamadığı sarmalın ortasında, uzanabildiği en yakın çözüme yönelmişti. "Uzatın kadehleri abicim uzatın!"
İkiletmeden kalan içkilerimizi kafaya dikip boşalan bardakları önüne koyduk. Sonrası durmadan içtiğimiz, cesaret edebildiğimiz anlarda Meriç'ten bahsettiğimiz, ama çoğunlukla sustuğumuz ağır ağır akan saatlerdi. Önce Mert sızdı koltuğun köşesine. Saatler süren uçak yolculuğu üstüne yaşadıkları onu tüketmişti. Ardından onun kucağına kıvrılan Ela geldi. Başını Mert'in dizine koymasıyla gözleri kapanmaya başlamıştı zaten. Direnemedi.
Tuğçe Kuzey'in omuzunda yatıyordu bir süredir. Arada gözlerini açıp içkisinden yudumlasa da sonunda onun da başı tamamen düşmüş, onun uyuduğunu fark eden Kuzey'se başını koltuğun sırtına yaslayıp kendi karanlık kabuslarına dalmıştı. Güney'in uykuya geçişini hatırlamıyordum, çünkü büyük ihtimalle ondan daha önce geçmiştim ben o sınırı. Yeniden gözümü açtığımdaysa derin bir sessizlik hakimdi tüm salona.
Biri sonunda ışığı kapamış olsa gerek camlardan sızan huzme dışında içerisi karanlıktı. Ela hala Mert'in kucağında, Güney yerde, Tuğçe'yse Kuzey'in göğsünde uyuyordu. Tek fark şimdi Kuzey'in kolunu Barbie'nin etrafına dolamış ve başını onunkinin üstüne bırakmış olmasıydı. Kollarındaki kızı kötü rüyalardan korumak ister gibiydi Kuzey ve onun bu hali ani bir ürperti getirmişti vücuduma. Benim kahramanım yanımda değildi. Rüzgar? diye düşündüm hızla doğrulurken. Bu ani kalkış hala kanımda dolanan alkol yüzünden şakaklarımda şiddetli bir ağrıya yol açmıştı.
Derin birkaç nefesle ağzıma gelen midemi bastırmayı başardım ama gözlerimdeki bulanıklığın geçmesi birkaç saniye daha almıştı. Salonu taradım bir kez daha, dikkatle. Üzerimdeki örtüyü Rüzgar'ın serdiğine emindim, ama ortalıkta görünmüyordu sevgilim. Nereye gitmiş olabilirdi ki bu saatte? Alacakaranlığa dönen gökyüzüne bakılırsa sabah yaklaşıyordu, ama yeni gün henüz gelmemişti. Onca içkinin üstüne arabaya atlayıp bir yere gitmezdi Rüzgar herhalde değil mi? Kimseye haber vermeden, bizi beklemeden, tek başına... Yoksa... gider miydi? Bir delilik yapmış, Meriç'le yalnız yüzleşmek için köşke dönmüş olabilirdi pek ala.
Bu ihtimal koltuktan düşerek kalkmama neden olmuştu. Panikle ayakta dikildiğim ve çözümler üretmeye çabaladığım bir iki dakikanın sonunda ise tam diğerlerini uyandıracakken pencerenin ötesinde bir ışık parladı. Geceyi bölen, sadece bir an yanıp sönen, turuncu bir yıldızdı bu ve benim kendimi balkona atmama yetmişti.
"Rüzgar!"
Sigarayı dudaklarından çekip bana döndü sevgilim. Bir rüyadan uyandırmıştım sanki onu. Yüzü bir hayaletinkinden farksız, göz altları mosmordu. Bana bakıyor, ama zihninden akan görüntülerle savaşmaya devam ediyordu.
"Sen... uyuyamadın mı?" dedim yanına ilerlerken. Başını belli belirsiz sallamış, sonra da yüzünü yeniden İstanbul'a dönmüştü. Şu an diyeceğim hiçbir söz onu uyutmayan canavarları kovamazdı aklından, biliyordum. Ben de başka bir şey söylemeden usulca arkasına geçtim ve beline sarıldım. Başımı sırtına yasladığımda kaskatı olan bedeni kollarımın arasında ağır ağır çözülmeye başlamıştı sanki.
Bir süre hareket etmeden sadece sıcaklığımla beslendi Rüzgar. Sonunda bu ona yetmediğindeyse bana doğru dönüp bileğimi tuttu ve bu kez o beni kolları arasına çekti. Başımın üstüne yerleştirdiği çenesi bir yere gitmemi engellemek ister gibiydi. İnip kalkan göğsüm ona her çarptığında yanındaki varlığımı hatırlatıyor, sevgilimi biraz daha rahatlatıyordu. Bugün o köşke gitmeyi seçmek belki de hayatım boyunca verdiğim en doğru karardı. Böyle bir travmayı yalnız atlatamazdı Rüzgar. Hiçbirimiz atlatamazdık. Atlatamamıştık da zaten. Bir salona sıkışmış alt alta üst üste uyumamızın da, dostlarımızdan iki adım uzaklaşmaya cesaret edemememizin de nedeni buydu.
Ama... birbirimizden aldığımız bu güce rağmen sevgilimin yanında olmaktan daha öteye gitmem gerektiğini haykırıyordu iç sesim. Her şey geride kalmış, konu kapanmış gibi görünse de hala açıktı tüm yaralar, üzerleri iltihap kaplamıştı. Rüzgar'ın gözlerine bir iki saniye bakmak bile tüm gerçekleri çarpıyordu yüzüme. Bu şekilde bitemezdi hikaye. Rüzgar'ın kendinin bile cesaret edemeyeceği o adımı onun yerine ben atmalıydım. Atmalıydım ki hayat boyu onu tüketecek bir yükle yaşamak zorunda kalmasın sevgilim. Ve bu düşünceyle aldığım iki derin nefesin ardından hayatımda kurduğum en zor cümle döküldü dudaklarımdan.
"Onu durdurmamız lazım."
Rüzgar neden bahsettiğimi sormamıştı. Benden çok daha uzun süredir bu düşünce kafasındaydı muhtemelen. Belki bu gece o köşke gitmeden öncesinde bile... Ve şimdi Meriç'in yaptığı, söylediği onca şeyin üstüne daha da sıkışmıştı vicdanıyla mantığı arasına.
"Onu durduralım Rüzgar!" dedim yeniden. Bu kez kendimi geri çekip özellikle yüzüne bakmıştım. Bir süre gözlerini kaçırsa da daha fazla direnemediğinde ıslak bakışları benimkilere çarptı Rüzgar'ın.
"Gerçekten onu kurtarmak mı istiyorsun?" dedi acı çeker gibi. Bu soru benden çok kendineydi. "O seni öldürmeye kalktı İrem. Ela'yı..."
Ve seni... diye eklemek istedim. Ama bunun bir önemi kalmamıştı. Farkında olmasa da çoktan Meriç'i kendi önüne koymuştu Rüzgar bir kez daha. Buna dile dökmesine engel olansa bize ihanet ettiğini düşünmesiydi ve bu korkuyla ağır bir günahın altında eziliyordu Meriç'le karşılaştığı ilk günden beri.
İki elini sıkıca tuttum ve ne kadar ciddi olduğumu anlaması için gözümü bir an bile kırpmadım. "İkimiz de doğrusunun bu olduğunu biliyoruz Rüzgar. Bu, olanları unutmak ya da onu affetmek değil. Bunu kendimiz için yapacağız. Tamamen özgür kalabilmek için. Meriç'in hayaleti çok uzun süredir aramızda. Biz öyle değilmiş gibi davransak da... Şimdi ilk kez gerçekten bu borcu tamamen silebilecekken gerçek bir hayaletin aramıza girmesine izin veremeyiz!"
Sözlerimin Rüzgar'ın düşünceleri arasına sızmasını, inançlarını zorlamasını, kalıplarını çatırdatmasını izledim gözlerinde. Haklı olduğumu bildiği halde bana hemen cevap verememesinin nedeni zihnindeki bu duvarlardı. Ben de bekledim. Bakışlarım bir buldozer gibi tüm itirazları yıkmak için üzerinde... tutuşum kaçmasına müsaade etmeyecek kadar sıkı... Ve sabırla, sessizce geçen birkaç dakikanın ardından dokunuşum altındaki çözülmeyi hissettim. Hemen sonra iç çekmişti Rüzgar ve mücadeleyi bıraktığını anlatır gibi yere düşmüştü bakışları.
"Uçağın saatini biliyor musun?" dedim bu kabullenişin üstüne giderek.
Başını yerden kaldırmadan iki yana salladı Rüzgar. "Sadece sabah olduğunu biliyorum... Çoktan yola çıkmış olabilirler."
Hızla cebime uzanıp telefonu çıkardım. Beşe geliyordu saat ve bu gerçek umutsuzluğa kapılmaktansa acele etmemiz gerektiğini söylüyordu bana. "Gel hadi!" dedim Rüzgar'ı salona çekiştirerek. "Denemeden bırakmayacağız!"
Bir an durup düşünsem ya da tereddüt etsem Rüzgar yenilgiyi kabullenecek, kadere boyun eğecekti. O yüzden konuşmasına bile izin vermeden kapıya ulaşmıştım. Hala uyuyan arkadaşlarımıza planımızı anlatmak için de onların kararımızı kabullenmesini beklemek için de vakit yoktu. İki kez düşününce hiçbirinin seçimimiz için bize itiraz edeceğini de sanmıyordum zaten. Bir anlamda herkes içindi bu attığımız adım. Meriç'in başına bir şey gelmesi halinde üzerimize düşecek gölgeyi engellemenin başka yolu yoktu.
Arabaya ulaştığımızda sorgulamaktan vazgeçmiş, kendini tamamen akışa bırakmıştı Rüzgar da. Çaresizliğin verdiği uyuşukluğun yerinde umudun heyecanı vardı artık. Hızla hareket ediyordu sevgilim. Kapıyı kapadığımı gördüğü an kemerini bağlamayı bile beklemeden gaza basmıştı. Ve böylece bir kez daha köşke gidiyorduk, ama bu kez birlikte. Yanındaki varlığımın yeterince farkındaydı Rüzgar, biliyordum. Yine de vites kolundaki elinin üzerine kapandı parmaklarım. Ona destek olmak istediğim kadar benim de sevgilimden güç almaya ihtiyacım vardı sanırım.
Doğru mu yoksa yanlış mı yaptığımı düşünmek için o kadar geçti ki, sadece o buluşma anına odaklamıştım düşüncelerimi. Meriç hala köşkte miydi? Onu yakalayabilecek miydik? Yoksa bu kez sahiden elimizden kayıp gidecek ve gerçek bir hayalete mi dönüşecekti? Hayır! diye itiraz etti inadım. Arabanın saati beş buçuğa yaklaştığımızı gösteriyordu, hala vakit vardı. Hala vakit olmak zorundaydı! Bugün ölmeyeceksin Meriç! Bizim yüzümüzden değil!
İlk seferinde, bir taksinin arka koltuğunda bilinçsizce gittiğim yoldan şimdi üçüncü kez neyle karşılaşacağımı çok çok iyi bilerek geçiyordum. Köy evlerini geride bırakıp köşke tırmanan patikaya girdiğimizde iyice yaklaşmış olmanın heyecanıyla Rüzgar'a biraz daha gaza basmasını söyleyecektim neredeyse. Ama sevgilim zaten ufukta doğan günle inatlaşırca sürüyordu arabayı. Lastiklerin girip çıktığı, bizi sağa sola savuran tümsekler yoktu onun için. Ya da cama seken çakıl taşları, pencerelere sürten dallar...
Sonunda metal bariyer yolumuzu kestiğinde acı bir frenle durmuş, oyalanmadan kendini dışarı atmıştı. Anında onun peşinden arabadan indim ben de. O kadar hızlıydı ki ona yetişmek için koşmam gerekmişti. Hayır, sadece yürüyordu Rüzgar; ama bir fırtına itiyordu sanki arkasından. Etrafında kapkara bulutlar, hortumlar, şimşekler... Uçarak atmıştı adımını basamaklara. Kapının önceki seferlerdeki gibi açık olacağını düşünüyor olsa gerek yumruğu parçalamak isterce inmişti metale. Ben hala merdivenin başındaydım kapı bir duvar gibi onu geri ittiğinde. Rüzgar'ın anında bana çevrilen bakışları kalbimdeki patlamayla aynı hayal kırıklığını taşıyordu.
Geç kaldık!
İkimizin de dudaklarından dökülmeyen gerçek buydu. İki sıradan kelime, bir milyon dayanılmaz duygu... Kendimi kalan son basamakları çıkmak için zorladıysam da Rüzgar bir kez daha kapıya vurduğunda ona eşlik edememiştim. Metal zemine çarpan her yumruk benim kalbime iniyordu tokmak tokmak. Sonsuz görüntü geçiyordu kalp çarpıntılarımın arasında. Meriç ilk kez karşımda, hasta... Meriç tekerlekli sandalyede, Meriç elinde dosyalarla, Meriç özür diliyor, Meriç ağlıyor, Meriç veda ediyor, Meriç gidiyor, Meriç uçağa biniyor. Ve Meriç...
"Rüzgar..." dedim sesim el verdiğince. O son bir yumruk daha indiremeden elim bileğini kavramıştı. İkimizin de gözlerinde aynı çaresizlikle parlıyordu yaşlar. "Denedik." diye mırıldandım. Buraya kadar gelmek bile uçurumdan atlamak kadar zor bir adımdı ve biz denemiştik. Ama... Bana cevap vermek için bile gücü kalmamıştı Rüzgar'ın. Kendi kendine başını sallıyordu sağa sola. Neyle, kiminle inatlaştığını sormama gerek yoktu. Bizi bu kapının önünden döndüren kadereydi isyanı. Kardeşini ondan alan ve sonra tamamen kaybetmesi için yeniden veren kadere...
O kadere benim de söyleyecek bir çift sözüm vardı ya, önce buradan uzaklaşmalıydık. "Hadi sevgilim." dedim elini tutup. Ama tanrının ikimizle de işi henüz bitmemişti. Aynı anda durduk Rüzgar'la. Aynı anda döndük ardımızdan gelen sese. Aynı anda düşmüştü ellerimiz yere. Ve aynı anda bırakmıştı beynimiz çalışmayı.
Aralık kapının önünde tanıdık bir yüz bize bakıyordu şimdi. Sophie... Pembe saçları derli topluydu bugün. Yüzünün rengi daha canlıydı; ama bizi görmesiyle yeniden korku çökmüştü gözlerine.
"Who is it baby?" dediğini işittim Meriç'in arkadan. Kim o bebeğim? Hemen sonra tekerlekli sandalyesinin üzerinde belirmişti az ötede. Sophie o da bizi görebilsin diye kenara çekildiğinde önce Rüzgar'a, sonra bana, sonra yeniden Rüzgar'a baktı. Hala dehşetle bizi izleyen kızdan farklı olarak Meriç'in gözlerinde korku değil, merak vardı. Rüzgar'la ben köşkte olduğumuza ne kadar inanamıyorsak, o da o kadar şaşkındı varlığımıza. Ne bizim ağzımızı açabildiğimiz ne de onun bize soru sorabildiği saniyelerin sonunda ise konuşan Sophie oldu.
"What do you want?" Ne istiyorsunuz?
Ses tonu sevdiği adamla aramıza dikenli tellerle çevrili duvarlar örecek cinstendi. Meriç'e zarar vermek için döndüğümüzü sanıyordu elbette. Küçücük bedenine rağmen kapıyı tamamen kapatabilecekmiş gibi öne bir adım daha atıp girişte durdu. Yine de onun arkasından bizi izleyen Meriç'i de koridora dizilmiş valizleri de görebiliyordum. Engel olmaya geldiğimiz sonu hatırlatmak için boy boy sıralanmışlardı sanki. Meriç o uçakta değildi belki henüz, ama tıpkı Rüzgar'ın tahmin ettiği gibi gözünü kırpmadan ölümü kucaklamaya hazırdı. Bize bir mesaj vermek için cehennemden fırlamış, o mesajı aldığımızdan emin olmak içinse yeniden o cehenneme dönmeyi seçmişti.
"You can't go!" dedim bir anda. Gidemezsiniz! Sophie'yi cevaplamaktan ziyade kendi düşüncelerime itiraz ediyordum sanki. Yine de bakışlarım önümdeki kızı geçip sözlerimin gerçek muhatabına kilitlenmişti. "Gidemezsin. Hala iyileşmedin. Bugün o uçağa binersen büyük ihtimalle öleceksin."
Meriç'in kaşları havaya kalktı. Özellikle Türkçe konuştuğumun farkındaydı. Sophie'nin neyi, ne kadar bildiğine emin değildim ve ona aşık olduğu adamın saatler sonra intihar etmeyi planladığını söyleyen kişi ben olmayacaktım. Tahmin ettiğim gibi gerçekleri kendine saklamış olsa gerek, aynı şekilde Türkçe cevap vermişti Meriç bana. "Bunu zaten biliyorum. Ama uyardığınız için teşekkürler."
Öyle rahattı ki, sanki yaz tatili için planlarından bahsediyorduk. "Meriç!" dedim sinirle. Ama Rüzgar benden önce davranıp evin içine hamle yapmıştı. Sophie daha tepki veremeden onun yanından sıyrılıp Meriç'in karşısına geçmişti bile.
"Stop!" diye bağırdı Sophie onun peşinden koşturup. Dur! Benim de içeri girmemle artık hepimiz antrede, tekerlekli sandalyenin etrafındaydık.
"O uçağa binmeyeceksin!" dedi Rüzgar. Söylemek istediği diğer şeyleri yutmuştu, çünkü Meriç hafifçe gülümsüyordu şimdi.
"Bir an beyaz köşkle ilgili fikrin değişti sanmıştım." dedi hüzünlü bir tebessümle. "Hoş, değişmese de orası senin ama... Yine de... Gitmeden evi kabul ettiğini duymak güzel olurdu..."
"Meriç!" dedi Rüzgar daha da büyük bir sinirle. "Hiçbir yere gitmiyorsun! O uçakta gebermeyeceksin! İyileştikten sonra ne bok yersen ye, ama benim yüzümden olmayacak ölümün. Duydun mu beni!"
Sophie konuşmaları anlamadıkça korkusu daha da artıyordu. "What's happening Miro?" diye araya girmek istedi. "What do they want from you?" Neler oluyor Miro, senden ne istiyorlar?
Ama Meriç de Rüzgar da bir düellodaymış gibi bakışlarını birbirlerine kilitlemişlerdi. "Kardeşim." dedi Meriç sakince. "Ben seni suçlamıyorum ki..."
"Ama ben kendimi suçluyorum!" diye bağırdı Rüzgar. "Seni bu hale ben getirdim!"
"Ben senden önce de hasta bir adamdım Rüzgar. Buraya gelmem de çok riskliydi, ama geldim. Şimdi de evime döneceğim. Sana söyledim, Sophie'ye söz verdim. Kalamam."
Rüzgar burnundan soluyordu. "O kıza söz verirken uçaktan sağ inemeyeceğini de anlattın mı peki?"
Meriç'in sessizliği onun yerine soruya cevap vermişti. Bakışları bir an için Sophie'ye kaysa da yeniden Rüzgar'ı buldu.
"Bir kez olsun bencil bir piç kurusu olmayı bırak Meriç!" dedi Rüzgar bezgince. "Bir kez olsun kendin dışında birini düşün."
Şimdi kaşları çatılan Meriç'ti. "Sence kendim için mi gitmek istiyorum buradan?" dedi hayal kırıklığı içinde. "Sence kendim için mi her şeyi göze alıp döndüm aranıza? Kendim için mi yaptın onca şeyi?"
Bu soruya cevap vermek isteyen bendim, ama Sophie de ben de görünmezdik sanki Meriç'le Rüzgar için. Yıllar önce, iki küçük erkek çocuğu oldukları zamana dönmüşlerdi de okul bahçesinde birbirleriyle kavga ediyorlardı sanki.
"Sensiz hayatımıza devam etmemize katlanamadığın için yaptın!" diye çıkıştı Rüzgar. "Sen bir köşede günahlarının arasında kokuşurken biz senin yıktıklarını hep birlikte toparladık, yeniden başladık her şeye sıfırdan. Buna dayanamadın işte sen! Onun için hortladın bir anda. O yüzden dönmek istedin aramıza. Yeniden kendini göstermek, bir daha hayatımızın içine etmek için!"
Meriç'in yüzü daha da kasılmıştı. "Doğru." diye mırıldandı bir süre düşündükten sonra. "Hayatınızın içine etmek için döndüğüm değil elbette. Ama günahlarımın altında ezildiğim doğru. Hele de o günahları işleyen adamı hayal meyal hatırlarken... Neyi neden yaptığımı bile bilmezken... Nasıl o kadar kötü olabildiğimi anlamaya çalışarak geçti günlerim, gecelerim. Cevap bulamadım. Hala bulamıyorum. Ben tanımadığım bir adamın hatalarının borcunu ödemek için döndüm Rüzgar."
Rüzgar sinirle etrafında döndü. "Hala mı aynı palavra?"
"Palavra değil!" dedi Meriç hemen. "Buraya döndüm, çünkü o adamın gölgesinden kurtulmamın başka yolu yoktu. Ve inan, bunu kendim için yapmadım." Gözleri yeniden Sophie'ye kaymıştı Meriç'in. Islaktı, her an yaşlar isyan edip yanaklarına dökülecekti sanki. Eğer rol yapıyorduysa kesinlikle beni ikna etmeyi başarmıştı. Dudaklarının kenarları belli belirsiz yukarı kıvrılırken "Onu seviyorum." dedi gözlerini Sophie'den ayırmadan. "Ve o, iyi bir adamla birlikte olmayı hak ediyor. Benden çok daha iyi bir adamla... "
Sessizlik. Rüzgar da ben de gözümüzü kırpmadan Meriç'le Sophie'ye bakıyorduk. Meriç'in ağzı her zaman çok iyi laf yapmıştı. Diliyle etkileyemediği tek bir kız, tek bir insan görmemiştim onunla birlikteyken. Ama şu an, sözcüklerin büyüsünü değil duygularının gücünü kullanıyordu Meriç.
"Yeni bir insan olmak istiyorum." dedi Sophie'ye doğru uzanıp. Ne dediğini anlamadığı halde anında yanına gidip onun elini kavramıştı kız. Gülümsedi Meriç. "Yeni bir hayata gözünü açmak... Tıpkı sizin gibi... Ben de sıfırdan başlayabilmek istiyorum. Eğer bu bencillikse, evet bencilim. Ama bunu kendimden önce Sophie için istiyorum. Ve tüm hayatını benim için ardında bırakan annem için. Şu ana kadar sahip olunabilecek en berbat evlat, en berbat sevgili, en berbat arkadaş olsam da bundan sonrasını değiştirebilirim." Sophie'nin elinin üstüne küçük bir buse bırakıp yeniden bize döndü Meriç. "Bana inanmamak için binlerce nedeniniz var. Haklısınız. O yüzden bugün gitmeliyim ki doğru söylediğimi anlasın herkes. Sen, siz, Sophie..."
"Meriç..."
"Siz de çok uzun süredir o adamın gölgesiyle yaşıyorsunuz, ben de. Şimdi gitmeme izin vermezseniz ondan kurtulamam. Kurtulamayız." Durdu Meriç ve Rüzgar'a döndü. "Gerçekten vedalaşma zamanı geldi kardeşim. Hayatımda yaptığım en zor seçim bu, inan. Ama kalamam. O uçaktan insem de inmesem de bugün senin için ölmüş olacağım. O yüzden şimdi izin verirsen... yakalamamız gereken bir uçak var."
Onun sözlerini desteklerce kısa bir korna sesi duyulmuştu kapının önünden. Aralık kapının ardından siyah Vito'nun burnunu görebiliyordum. Meriç Sophie'ye başıyla işaret ettiğinde kız anında sandalyenin arkasına geçip onu kapıya doğru itmişti. Meriç'i bu dünyadan koparıp götürmek ve koca bir geçmişi silmek için buradaydı sanki araç ve Sophie hiçbir şey bilmeden, sonunu göremeden, o geri dönülmez eşiği geçecekti az sonra. Gerçekten gidiyordu Meriç. Şu ana kadar hala bir oyunun içinde olduğumuzdan şüphelenen mantığımın bile söyleyecek sözü kalmamıştı.
Ama nefes dahi almadan onun uzaklaşmasını izleyen benim aksime Rüzgar tüm çevikliğiyle Meriç'le Sohpie'nin önüne geçmişti. "Hayır!" dedi bir duvar gibi durup. "Madem bencil bir adam değilsin, o zaman bir kez olsun benim için bir şey yapacaksın!"
Meriç'in yüzünü göremiyordum, ama sesi tüm şaşkınlığını ele veriyordu. "Sana söyledim, ben zaten sizin için geri dönmek istiyorum..."
"Hayır!" dedi bir kez daha Rüzgar. Daha da sertti sesi şimdi. Bıçak gibi kesip atmıştı Meriç'in söylemeyi düşündüğü ne varsa. "Benim için bir şey yapacaksan burada kalacaksın." diye devam etti. "İyileştikten sonra sen de gölgen de nereye istersen defolup gidebilirsiniz. Ama o zamana kadar o uçağa binemezsin. Omzuma bir de böyle bir yük bindirmene izin vermeyeceğim Meriç. Ve dediklerine inanmamı bekliyorsan, söz dinleyip bir de bu vicdan azabını yaşatmayacaksın bana."
"What does he still want?" dedi Sophie Meriç'e doğru eğilip. Senden hala ne istiyor? Gerginliği her hareketinden, dudaklarından çıkan her tınıdan belliydi. Aşık olduğu adamın hayatını kurtarıyor olabileceğimizin aklına gelmemesi normaldi sanırım. Ben kendim köşkün kapısını tutmuş Meriç'i kalmaya ikna etmeye çalıştığımıza inanabiliyor muydum sanki? "Miro?" diye üsteledi Sophie. "Neden duruyoruz? Neden gitmiyoruz?"
Panik içindeydi kız, ama Meriç ona cevap vermek yerine sessizce Rüzgar'ı izlemeyi sürdürüyordu. Tıpkı gözünü bir an olsun kırpmadan ona bakan Rüzgar gibi... Sonunda sesli bir nefes vererek aralarındaki görünmez bağı kesen ve başı yere düşen Meriç olmuştu. Çenesini yeniden kaldırdığında bu kez Sophie'deydi gözleri.
"Baby..." dedi. "Sanırım biraz daha kalmamız gerekecek."
Dudaklarının kenarı çok ama çok hafifçe, belli belirsiz yukarı kıvrılmıştı. Ve bu minik hareket kader çizgilerimizde yaptığımız dev bir değişikliğin habercisiydi.
***
-BÖLÜM SONU-
Veee bir de bakmışsınız Meriç gitmemiş :o
Şimdii yazar bunu neden yapmış ola ki? Acabaaa, yani belki, böyle mini minnacık bir ihtimal dahi olsa, sonraki bölümlerde bu sevgili karakterimizin diğerlerine bir hayrı olabilir mi dersiniz?
Merak ediyorum, İrem ve Rüzgar'a kimler hak veriyor, kimler kızıyor. Hadi oylayalım.
Bu karanlık bölümü de atlattığımıza göre sırada AŞK var. Caner'le Beren geliyor. Sonraki bölüm kelebeklere hazır olun. (çünkü sonrasında işler yine sarpa saracak.) ee kitabı şöyle tokat gibi bir sonla bitirmeyeyim mi :D
Hadi öptüm hepinizii!
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top