Bölüm +40
Güzel geceleeer Aynalı okurlarıı,
Hafta bitmeden yeni bölüm gelecek dedim, geç olsa da buyrunuz yeni bölüm. Valla ben yazarken ağladım, siz de ağlarsanız yorumlarla bir adet damla bırakmayı unutmayın :'(
Finale çok çok çok az kaldı. Kitap ek bölümleriyle birlikte sonsuza dek bitmek üzere. Size söz verdiğim dans dersini bu maceranın sonunda bir kutlama gibi yapmak istiyorum. Ama sizden hiç ses çıkmadı. İstemez misiniz latin dansları yapmak? Hadi yazın bana.
ve bölümü keyifle okuyun :)
E.Ç.
***
I never meant to do those things to you
And so I have to say before I go
That I just want you to know
***
BÖLÜM: +40
KAPI
"Ziyan ettin yemeği, ziyan! Bir tost bu kadar yenemez yani. Alt tarafı iki ısırık alacaksın be kızım."
"Midem almıyor Ela." diye kendimi savundum suçlu bir çocuk gibi bakışlarımı masadan kaldırmadan.
Ama sözlerim Ela'nın çatık kaşlarını düzeltmeye yetmemişti. "Yumurta yapayım dedim onu da istemedin." diye azarlamaya devam etti. "Akşam da bir kaşık çorbayı zor tıktım boğazından. Ne yapmaya çalışıyorsun İrem, aç kalıp ölmeye mi?"
Ona bunun elimde olmadığını defalarca söylediğimden aynı şeyi tekrarlamak yerine susmayı tercih ettim. Kahveden aldığım yudum Ela'nın sert bakışları altında iyice ağzımda büyüyüp zar zor kaymıştı boğazımdan aşağı. Bir süre daha kaygıyla beni izledikten sonra sonunda iç çekip arkasına yaslandı Ela.
"Bunu senin iyiliğin için diyorum biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum." diye mırıldandım. Beni düşündüğünü, özellikle yalnız bırakmadığını, gecelerinin çoğunu Rüzgarlara dönmek yerine burada, benim evimde geçirerek bana göz kulak olmaya çalıştığını görüyordum elbette. Yine de arkadaşımın emeklerinin karşılığını verip iyileşemiyordum işte. O köşkte bıraktığım aklımı toparlayacak bir yol henüz bulamamış, o günden sonra bir daha asla kendim olamamıştım.
Okula gitmiyor, dans etmiyor, ikizlere hasta taklidi yapıyor, çoğunlukla kendimi kilitlediğim odamda iki ağlama krizi arasında yaşamımı sürdürmeye çalışıyordum. Ne ben Rüzgar'ı aramış, ne de o beni aramaya cesaret edebilmişti geçen günler boyunca. Muhtemelen benden sakladığı sır yüzünden ondan nefret etiğimi düşünüyordu. Olması gereken de buydu belki. Oysa Ela'nın gözüme soktuğu gerçeklerden sonra tek yapabildiğim kendimi suçlamak ve asla düzeltemeyeceğim bir geçmişin ağırlığını taşımaya çalışmaktı.
Rüzgar bir kez Meriç'e karşı seni seçti İrem. Ve bu seçiminin bazı sonuçları oldu.
Ela'nın saçmalamayı bırakıp kendimi toparlamam ve Rüzgar'a doğru bir adım atmam için gözümün içine baktığını görebiliyordum. Yine de beni hiçbir şey için zorlamamış; usanmadan sevgilimin ne yaptığı, nasıl olduğu gibi haberleri bana ulaştırmayı sürdürmüştü. Ne diyebilirdim ki, bu iyiliği için ona minnettardım. Fakat sonra, hiç beklemediğim bir sürpriz karışıvermişti bu rutin bilgilerin arasına. Ela Rüzgar'ın herkesi köşke çağırdığını haber verene kadar kendimi suçlayarak geçen günlerim bu havadisle bir anda yön değiştirmiş, kontrol edemediğim öfkem kalbimdeki hüzne üstün gelmişti.
O günden beri telefonum işlevsiz bir kutu gibi evin herhangi bir köşesinde duruyordu dokunulmadan. Kazara elime aldığım bir iki seferde gördüğüm mesajlarla öyle sarsılmıştım ki, böylesi delirmemek için bulduğum tek çareydi. Rüzgar herkesi onun için köşke çağırmıştı. Hem de gerçekleri söylemeden. Meriç için tüm arkadaşlarımızı riske atıyor, göz göre göre onun oyununa geliyordu. Nasıl? Neden? Aklım bunun ardındaki gerçek nedeni bulmak için debelenirken kalbim Ela'nın mantıklı açıklamalarını dinlemeyi de canımı yakan cevaplar arasından birine inanmayı da reddediyordu.
Köşkten kaçıp eve geldiğim gece Rüzgar'ın yeniden bir seçim yapmak zorunda kalacağını söylemişti Ela. Ve kalbinin her koşulda beni takip edeceğini... Ona inanıyordum elbette. Karşımıza çıkan tüm engellere rağmen her zaman birbirimizi seçmiştik biz Rüzgar'la. Ama... bu buluşma... bu adım... Rüzgar'ın bu defa Meriç'e sırtını dönemediği anlamına gelmiyor muydu? Ve eğer öyleyse... ben ne yapmalıydım? Ela, mantığım, geçmişim, dört bir ağızdan Rüzgar için savaşmamı, onu bu tuzağa düşmekten kurtarmamı haykırırken içimdeki kanadı kırık küçük kızı nasıl ikna edecektim adım atmaya?
"İrem?"
Son zamanlarda sık sık olduğu gibi yine kopup gitmiştim dünyadan düşüncelerimin arasına. "Affedersin." diye mırıldandım başımı kahve kupasına gömüp.
Ela bana bir şeyler yedirmeye çalışmaktan vazgeçmiş, gerçek probleme geçmeye karar vermişti. "Akşamı düşünüyorsun." dedi bir soru sorar gibi.
Ona yalan söylememin anlamı yoktu. Başka ne düşünüyor olabilirdim ki... Başımı oynattım belli belirsiz.
Ela'nın bakışları bulutlanmıştı. "Neye karar verdin peki? Benimle gelecek misin?"
Bu sorunun ağırlığını yüreğimden kaldırabilirmişim gibi çektim havayı içime. "Bilmiyorum Ela. İnan, ne yapacağımı bilemiyorum."
Bana diyecek tonla şeyi vardı arkadaşımın, hızla inip kalkan göğsünden de huzursuzca kıpırdanan dudaklarından da bunu görebiliyordum. Yine de beni kendi doğrusuna çekmeye çalışmak yerine benim yaptığım gibi ağzını kahveyle doldurmayı tercih etmişti. Cesur davranamadığım, korkularıma rağmen onun gibi Rüzgar'ın yanında olmayı seçemediğim için bana kızıyorduysa da bunu hiç belli etmiyordu. Belki o da benimle aynı ince çizgi arasında gidip geldiği içindi bu. Bu gece, o köşkte olmanın Meriç'in katlanılmaz varlığını kabullenmek demek olduğunu biliyorduk ikimiz de. Ve görüntüsü tüm gerçekliğiyle her an, her saniye gözlerimin önünde de olsa ben buna hazır değildim.
"Biraz yürüyeceğim ben Ela." dedim bir anda ayaklanıp. Son günlerde edindiğim bu yeni huya alıştığından bu kez ani kaçışıma şaşırmamıştı Ela. Bana karışmayacağını biliyordum, yine de kapıdan çıkarken telefonu özellikle yanıma almamıştım. Tabi uzak durmaya çalıştığım tehlikenin bana bir hattın ucundan çok daha yakın olabileceğini o an bilmiyordum. Beni kendime getirecek gerçekse sokağa attığım ilk adımda karşımdaydı.
Mahallemin alışılmış kalabalığında bile onu gözden kaçırmam pek mümkün olmazdı ya sabahın bu saatinde bir yıldız gibi parlıyordu önümde. Ateş boynumdan yüzüme yükselirken Kaç! komutu veren beynime rağmen milim kıpırdamamıştı uzuvlarım. Sonunda o hareketlenip karşıma geldiğinde istesem de kaçacak yerim yoktu artık.
"We have to talk." dedi Sophie koyu İtalyan aksanıyla. Konuşmamız lazım. Sesi, bakışları, bir anda yeniden köşke ve o güne döndürmüştü beni. Sarsıldığımın farkındaysa da umursamadığına emindim. Hele de kendi benden bile berbat görünürken... Uzun biri sayılmazdım, iri hiç değildim, ama bu kız bir çocuk gibi duruyordu karşımda. O incecik bedeniyle hala nasıl rüzgara kapılıp savrulmamıştı aklım almıyordu. İçine çökmüş yanaklarına, mosmor olmuş göz altlarına üzülecektim neredeyse. Ama sonra, bana o tanıdık, nefret dolu bakışlarından birini attı.
"Bugün o eve geleceksin!"
Konuşmuş muydu yoksa sözleri doğrudan zihnime mi fısıldamıştı emin değildim, çünkü dudakları hareket etmeyi bıraktıysa da sesi bir bulut gibi başımın içinde dolanmayı sürdürüyordu. Öyle sertti ki ifadesi, öfkesinin bana da bulaşmasına engel olamadım.
"Ne yapacağıma ben karar veririm. Bu seni hiç ilgilendirmez!"
Sophie'nin gözü seğirmişti. Böyle bir tepki vermemi beklemediğini gözlerinde çatırdamaya başlayan özgüveninden okuyabiliyordum. Güçlü durmak için verdiği onca mücadeleye rağmen kırık dökük, fırtınaya karşı yalnız başına mücadele eden bir kızdı sadece. Bir adım daha sokulup başını bana doğru kaldırdığında savaşın tüm cephelerinde kaybettiği halde inatla direnen yorgun bir askerden farksızdı.
"You have to come!" dedi bu kez dişleri arasından. Gelmek zorundasın! Bunu nasıl ve neden anlayamadığımı soruyordu çatık kaşları. "Bu işe son vermenin tek yolu bu. Diğerlerinin değil, senin görmen lazım. Yaptıklarını, neler düzelttiğini görmeni istiyor. Tek derdi bu, biliyorum. Gelmezsen... gidemez. Gidemeyiz. Bu... asla bitmez."
Meriç'ten bahsediyordu elbette. Her an dökülmeye hazır gözyaşları pınarlarına birikmişti. Sel olup aktığında ben dahil her şeyi önüne katacaktı şüphesiz. Yaşadıkları bu küçük bedeni kadar ruhuna da ağır geliyor olmalıydı ki önümde parçalanacağını düşündüm bir an. Merhamet duygusu vicdanımı yokluyordu ona bakarken. Aşkı da, o uğurda bir kadının yapabileceklerini de biliyordum elbette; ama Sophie'nin aşkı benim çok daha yakından tanıdığım bir hastalıktı. Aynı uçurumun kıyısından dünyayı izlemiştim ben de. Kollarını açmış beni bekleyen kayalıklar yerine yer çekimini suçlamayı seçmiştim. Ta ki kanlar içinde denizin dibini boylayana dek...
"Benden ne yapmamı istiyorsun?" diye sordum istemsizce çok daha yumuşak çıkan sesimle.
Sophie tavrımdaki kırılmayı yakalamıştı. "Sadece gel." dedi umutla. "Bir kez dinlesen anlayacaksın. O artık farklı. Hatalarını düzeltmek için her yolu denedi."
"Onun hatalarını düzeltebilecek hiçbir güç yok!"
Sophie beni sinirlendirdiğini fark edip paniklemişti. "Biliyorum." dedi hemen. "Biliyorum ve haklısın. Ona güvenemezsin. Anlıyorum. Ama en azından dinle. Sizin için yaptıklarını gör."
"Bu neyi değiştirir ki?" dedim sinirle. "Onu asla affetmeyeceğim. Kimse etmeyecek! Asla bir daha onu görmek, duymak istemeyeceğim, istemeyeceğiz. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz! Bunu nasıl anlamaz Meriç?"
Sophie dudağını ısırıyordu. "Merak etme." dedi sabırla susmamı bekledikten sonra. "Sevgilin bunu gayet güzel anlattı. Az daha ölüyordu Miro onun yüzünden." Avaz avaz itiraz edecektim ki "O yüzden..." diye devam etti Sophie. "Yarın buradan gidiyoruz. Ama sizden özür dilemeden, denediğini göstermeden gidemez Miro. Gitse de yaşayamaz."
Miro... diye düşündüm bir kulağımdan girip diğerinden çıkan onca kelime arasında. Resmen bir masal karakteri yaratmışı Sophie kendine. Hayalindeki adamın Meriç'in bir yansıması olduğunu ya göremiyor ya da görmek istemiyordu. Ben, Rüzgar, hepimiz onun kafasında kurduğu sahte dünyayı kirleten birer engeldik sadece ve biz arada kaldığımız sürece aklındaki masalı yaşamasının imkanı yoktu.
"Gelmen lazım!" dedi düşüncelerimi doğrularca. "Senin de duyduğunu, yaptıklarını bildiğini görmesi lazım Miro'nun. Sana kanıtlamadan pes etmeyecek. Ama daha fazla burada kalamaz. Bu onu... öldürüyor." Yutkundu. "Lütfen gel, lütfen! Gel ki gidelim! Ve bu kabus bitsin."
Sonunda zar zor gözlerine tutunan yaşlar Sophie'nin yanaklarına dökülmüştü. Muhteşem bir oyuncu olabilirdi. Meriç'in bize kurduğu tuzaklardan en kusursuzuydu belki de. Yaşadığım tecrübe arkamı dönüp kaçmamı, bu sahte hikayeden kendimi korumamı haykırıyordu. Buna rağmen, içimde kendini bu kıza fazlasıyla yakın hisseden küçük çocuk çoktan ona inanmayı seçmişti. Aynı zehirli elmadan ısırmış biri olarak Meriç'i nasıl, neden sevdiğini sormama gerek yoktu Sophie'ye. Bu hissi de, sonuçlarını da gayet iyi biliyordum. Ve her nerede biterse bitsin bu onun gitmeyi seçtiği yoldu.
Bana gelince... Hiç farkında olmadan, hiç istemeden, bambaşka bir şey görmemi sağlamıştı Sophie. Sayesinde Ela'nın sözleri bir kez daha çınlıyordu şimdi kulaklarımda. Rüzgar'ı yalnız bırakamazdım. Ne kadar yanlış davrandığını düşünürsem düşüneyim, ona ne kadar kızarsam kızayım yanında olmak zorundaydım sevdiğim adamın. Tıpkı tüm bozuk parçalarına rağmen Meriç'i sahiplenmiş, onun için benimle yüzleşmeyi bile göze almış karşımdaki kız gibi... Aşk bu kadar şuursuz bir duyguydu işte.
"Tamam." dedim bir anda.
Sophie pırıl pırıl parlayan gözlerini kocaman açmış, benimkilere sabitlemişti. "Geleceksin?" dedi hayretle.
Sıkıntıyla ciğerlerimi boşalttım. "Meriç için değil. Ama evet, geleceğim."
O elinin tersiyle yüzünü kurularken ben cevap vermesine izin vermeden çoktan sokağa doğru bir adım atmıştım. Bana teşekkür etmesini falan beklemiyordum elbette. Onu teselli edecek bir dost ya da acısıyla eğlenecek bir düşman değildim. Buna rağmen Sophie arkamdan seslenmişti.
"I love him."
Sözlerinin gerçek anlamı neydi, neden bana söylenmişti bilmiyordum. Bir itiraf, bir serzeniş, bir özür, bir tehdit... Hepsi ve aynı zamanda hiçbiri olmayabilirdi. Cevabı Sophie'nin yüzünde bulabilirmişim gibi omzumun üstünden ona baktım, ama o da tepkimi beklemeden arkasını dönüp az ileride bekleyen arabaya yürümüştü. Ve böylece günlerdir veremediğim karar kendiliğinden kucağıma düşmüş oluyordu. Bunun yaptığım başka bir aptallık mı yoksa verdiğim en doğru karar mı olduğunu ise saatler sonra görecektim.
"Ciddi misin?" olmuştu Ela'nın tepkisi eve dönüp akşam onunla geleceğimi söylediğimde. Elbette Sophie'nin bir anda karşımda belirmesinden de, bu karardaki etkisinden de bahsetmemiştim. O kızın huzursuz edici varlığı olmadan da ikimiz de yeterince gergindik zaten. Evin farklı odalarında, farklı köşelerinde zar zor geçirdiğimiz günü saatler yediyi geçerken salondaki koltukta kesilmeyi bekleyen iki kurbanlık koyun gibi yan yana oturarak noktalamıştık. Hala telefonuma ve gruptan gelen mesajlara bakmayı reddettiğimden arkadaşlarımızın adımları hakkında Ela bilgilendiriyordu beni. Salona gelmişler, antrenmana girmişler, ders bitmiş, hazırlanıyorlarmış, yola çıkıyorlarmış...
"Hadi biz de çıkalım artık." demişti son mesajın ardından Ela. O ana kadar zaten zar zor idare etmiş kalbim bu talimatla biri bıçaklamış gibi sancıdı. Panik damarlarımdaki kandan bile hızlı dolanıyordu hücrelerim arasında. Tek kelime etmeye kalksam ya çığlık çığlığa bağıracak ya da avazım çıktığınca ağlayacaktım muhtemelen. O yüzden başımı sallamakla yetinmiş, taksi beklerken de bitmek bilmeyen yolculuğumuz boyunca da sessizce kendi içimde savaşmaya devam etmiştim.
Önceki gelişimde sabah olduğu halde yeterince ürkütücü görünen köşk gecenin karanlığında kesinlikle lanetli ruhlarca ele geçirilmiş gibi duruyordu. Asırlık ağaçların arasından ilerlerken Ela'nın, hatta taksi şoförünün bile benim kadar gerildiğini hissetmiştim. Sonunda durduğumuzda arabadan inmeden saniyeler boyunca öylece durup birbirimizin suratına bakmamızın nedeni de buydu. Evin girişine park etmiş arabalara bakarak herkesin çoktan içeride olduğunu söyleyebilirdim. Operadaki hayaletle henüz karşılaşıp karşılaşmadıklarını ise az sonra öğrenecektik.
Derin bir nefesle muhtemelen ciğerlerime giren son havayı da içime çektim ve serin rüzgarın sinirlerimi uyuşturması için özellikle basamakların tepesinde oyalandıktan sonra Ela'nın peşinden içeri girdim. Bizi beklediklerinden mi bilinmez, kapı aralıktı. Böylece az sonra kimseyle karşılaşmadan antredeydik. Kahretsin! Tanıdık koku burnuma dolduğu an beni zamanda sürükleyip aynı lanet güne getirmişti yeniden. Titreyen parmaklarıma çare olur umuduyla yumruklarımı sıksam da bedenim kontrolsüz tepkilerle stresle mücadele etmeye çalışıyordu. Ve sonunda salona girdiğimizde o tepkilerden belki de en olmaması gerekeni verdi ve seğiren kolum köşedeki dev vazoya çarpıp tüm dikkatleri üzerime çekecek bir şıngırtıyla tuzla buz oldu.
Bana çevrilen tüm bakışlar arasından ses çıkarabilen ilk arkadaşım Kuzey'di. "İrem?"
"E hani gelmiyordu İrem?" dedi Güney bariz bir rahatlamayla. Yüzünde açan güllere bakarak henüz asıl haberi almadıklarını rahatlıkla söyleyebilirdim.
"Ela'yla İrem de geldiğine göre artık söyleyecek misin niye buradayız Rüzgar?" dedi Beliz bıkkın bir ifadeyle. Muhtemelen sevgilisi bu gizli organizasyona davet edilmediği içindi bu tribi. Ve evet, gruptan gelen mesajları okumasam da arada bir merakıma yenilip göz attığım için bu bilgiye hakimdim. Bir iki kişi, sanırım Memoji ve Oya da bir şeyler söylemişti onun ardından, ama gözlerim Rüzgar'ınkilerle buluştuktan sonra algılarını tamamen kapamayı seçmişti beynim.
Tuğçe "Ne oluyor?" dediğinde Rüzgar çoktan yolu yarılamış, Ela'nın seslenmesine kulak asmadan beni bileğimden kavradığı gibi beraberinde kapıya doğru çekiştirmişti. "Bize beş dakika verin." diye seslendi arkasını dönmeden, ama ardında bıraktığı kimseyi umursadığını sanmıyordum. Çünkü antrede beni karşısına alıp yüzümü elleri arasına sıkıştırdığında tüm varlığıyla bana kilitlenmişti.
"Geldin?" dedi bu dünyanın en imkansız sürpriziymiş gibi. Gülümsemeye bile cesaret edemese de ses tonundan kahkaha atmak istediğini duyabiliyordum. "Ben... Ela demişti ki... Geleceğini hiç..."
"Ben de..." diye mırıldandım onun gibi uzun cümleler kuramayacak kadar sarsılmış halde olduğumdan. Ben de geleceğimi hiç düşünmemiştim. Bu kararı ne kadar zor verdiğimi anlaması için Rüzgar'ın başka bir söze ihtiyacı yoktu zaten. Her an elinden kayıp gidecek bir hayalmişim gibi tutuyordu beni.
"Ama buradasın." dedi bu korkuyla inatlaşırca.
Hala her an kaçıp gidebileceğim gerçeğine direnip gözlerimi sevgiliminkilere kilitledim. "Çünkü yanında ben olmadan böyle bir aptallık yapmana izin veremezdim."
Ona kızdığımı düşünüp korkuyla ellerini çekti Rüzgar. "İrem ben sa..."
"Çünkü..." dedim onun boş yere kendini savunmasına izin vermeden. "Bu tek başına saçmalayabileceğin bir konu değil. Bu işte birlikteyiz biz Rüzgar. En başından beri... ve bunu birlikte bitireceğiz. Ne kadar büyük bir hata yaptığını düşünsem de, ne kadar korksam da buradayım, yanında! Sonuna kadar!"
Boşluk... Şok içinde açılmış gözleri, aralık kalmış dudakları ve işlevini yitirmiş beyniyle Rüzgar'ın suratındaki ifade buydu. Sözlerime sevinse mi üzülse mi diye arada kaldığını düşündüğüm saniyelerin sonunda ise bir anda dudaklarını benimkilere bastırmıştı. Öyle hasrettim ki onun dokunuşuna, tüm kötülükleri unutturan kokusuna, umut verici sıcaklığına... Kollarımın boynuna dolanması sadece bir kalp çarpıntısı sürdü. Yanaklarımda hissettiğim tuzlu su onun göz yaşları mıydı yoksa benimki mi, emin değildim.
"Özür dilerim." diye mırıldandı Rüzgar sadece konuşabilecek kadar benden uzaklaşıp. Aldığı nefes hala benimkiydi. Ne o beni bırakıyor, ne ben boynundaki kollarımı çözüyordum. İkimiz de uzun süredir aradığımız gücü birbirimizden topluyorduk sanki.
Rüzgar gözlerini yumup alnını benimkine yasladı. "Sana söyleyemedim."
"Biliyorum." dedim sakince. "Ama söylemeliydin."
Gözlerini sıktığında bir damla daha kopup yanağına düştü. Yüzündeki acı göğüs kafesimi sıkıştırıyordu. Caner'in sözleri bir şarkı gibi zihnimin bir köşesinde çalıyordu şimdi yeniden. Elbette Rüzgar'ın tüm bunları beni korumak için yaptığını biliyordum. Tüm silahlarını kuşanıp kendini savaşın ortasına atmış, benim etrafımaysa güvenli bir duvar örmüştü sevgilim. Hesaba katmadığıysa Meriç'i benden uzak tutmak için yaptığı şövalyeliği kendi için, en büyük zaafından kendini korumak için kullanamayacak olmasıydı. Meriç'in her şeye rağmen hala en büyük zayıflığı olduğunu öngörememiş, sonunda kılıcının altında ikimiz de kanlar içinde kalmıştık. Ama... artık ben de aynı savaş meydanındaydım ve bu kez Rüzgar'ı düştüğü yerden kaldıracak olan bendim.
"Bugün her şey bitecek." dedim ondan çok kendime söz verir gibi. Rüzgar'ın gözleri hemen açılmıştı. "Az sonra içeride ne yaşanırsa yaşansın her şeyi burada bırakacak, bir daha da arkamıza bakmayacağız. Ve sen bir daha asla benden bir şey saklamayacaksın Rüzgar. Anlatması ne kadar zor olursa olsun... Beni ne kadar üzeceğini düşünürsen düşün... Duydun mu beni! Asla!"
"İre..."
Hırsımı alamamıştım. "Bitmedi!" dedim nefes nefese. "Bundan sonra bensiz vermeyeceksin hiçbir savaşı! Herhangi bir neden... canını sıkan, seni üzen, ne olursa... Önce bana geleceksin. İlk benimle paylaşacaksın, ne kadar zor olursa olsun birlikte çözeceğiz. Ve Rüzgar..." Olabilecek en tehditkar ifadeyi takındım. "Bir daha sakın benden uzaklaşayım deme. Sakın!"
Rüzgar hayranlıkla karışık bir dehşetle bakıyordu şimdi yüzüme. Birkaç saniye gözünü bile kırpmadan beni izledikten sonra ise bir anda kollarını etrafıma dolayıp beni kendine çekmişti. "Gel buraya!"
Ona direnmek yapacağım son şeydi, ama bedenim ben daha fark etmeden kendini Rüzgar'a teslim etmişti bile. Kayarak katılmıştım onun ateşine sanki. Anında eriyivermiştim alevleri arasında. Saçlarımın üzerine konan dudaklar, belimi kavramış güçlü el, başımı göğsüne bastıran parmaklar... Sonunda yeniden evimdeydim işte. En güvenli hissettiğim yerde, olabilecek en korunaklı duvarların arasında... Onun kalp atışlarının ötesinde dünya dönmeye devam ediyor, karanlık hala etrafımızda dolanıyordu. Yine de... aldığım her nefesle Rüzgar'ın içime akan kokusu tüm canavarlarla savaşabilecek gücü aşılıyordu sanki damarlarıma.
"Hiçbir yere gitmiyorum." dedi başını benimkinin üstüne bırakıp. "Ne olursa olsun. Söz veriyorum."
Gözlerimi yumup kokusunu son bir kez dolu dolu içime çektim ve Rüzgar'dan uzaklaştım. Başımı kaldırdığımda o güven veren tanıdık bakışlar karşılamıştı beni. Hala ıslaktı, hala hüzünden kırık döküktü; ama artık geçmişin gölgelerini değil, beni görüyordu. "Bir an önce şu işi bitirip buradan gidelim." dedim o gözlerde gördüğüm umudun üstüne gidip.
Başıyla onaylamıştı Rüzgar. Bir adım gerilerken eli benimkini buldu ve ilk adımı atmam için beni bekledi. Söylediğim onca laftan sonra bile hala onunla bu köşkte olduğuma, az sonra önümüzde duran kapıdan geçip o salona gireceğime ve bir şeytanla yüzleşeceğime inanamıyordu şüphesiz. Ne diyebilirdim ki, o süslü sözleri söylemek harekete geçmekten çok daha kolaydı. İlerlemeyi başarmış olsam da bacaklarımın titremesine engel olamamıştım. Az önce yerle bir ettiğim vazonun üstünden atlayıp savaş alanına adım attığımız an bize çevrilen bakışlar işleri kesinlikle kolaylaştırmıyordu.
"Ve?" dedi Tuğçe tek kaşını kaldırıp. Derhal bir açıklama yapın! diyordu bakışları. Sıkılıp terasa açılan camın önüne geçmişti. Hemen yanında dikilen Caner'in onu oyalamaya çalıştığına şüphe yoktu, ama kuzeninin sabrının sonuna geldiği onun suratındaki kaygılı ifadeden de belli oluyordu. Muhtemelen ona kızgın olduğumu düşündüğünden benimle göz göze gelmekten özellikle kaçınmıştı, ama bakışları Rüzgar'ın elini tutan elime kaydığında heyecanla büyüdü gözleri.
"Biriniz konuşacak mı artık?"
Bu kez söylenen Güney, onun peşi sıra oflayansa Oya'ydı. Tüm arkadaşlarımızın suratında kaygılı, gergin ve sabırsız ifadeler dalgalanırken Rüzgar'ın gerçekleri bana söylemekte neden bu kadar zorlandığını daha iyi anlıyordum. Bir faydası olacakmış gibi onun elini sıktım ve elimden gelen en güven verici tebessümle yandan ona gülümsedim. "Söyle onlara."
Burada olmayı kendi seçtiği, bu geceyi bizzat planladığı halde bembeyazdı şimdi Rüzgar'ın suratı. Elini bırakıp Ela'nın oturduğu koltuğun köşesine çöktüğümde o da çaresiz herkesin ortasına doğru ilerlemiş ve o malum konuşmasına başlamadan önce derin bir nefes almıştı.
"Bunu söylemenin kolay bir yolu yok." dedi sakince. Tek bir yerde sabit tutamadığı bakışları insanlar yerine mobilyaların üzerinde dolanıyordu. Bir nefes daha aldı ve biraz daha parçaladı dudaklarını. "Bugün buraya gelmenizi istedim, çünkü hepinizin bilmesi gereken bir şey var. Hiçbirinize bu kötülüğü yapmak istemedim. O yüzden bugüne kadar sustum. Ama... daha fazla engel olamıyorum. Gerçekleri duymak zorundasınız." Hüzünlü bakışları bana kaymıştı.
"Abi korkutuyorsun bizi!" diye araya girdi Memoji endişeyle. Koltuğunda herkesten daha öne kaymıştı. Küçük kardeşinin kalbini kırmak üzereymiş gibi hüzünle baktı Rüzgar ona ve yine de devam etti.
"Yarış günü bir mesaj aldım. Bir not... Ölmüş birinden. Kötü bir şaka zannettiğim için gerçek olabileceğine ihtimal vermedim. Sonra balo gecesi İrem bir ses duydu. Hayatta olmayan birinin sesini. Yine inanmadım. İnanamadım. Ama sonra... o hayalet beni buldu."
Tüm tüylerim ayağa kalkmıştı bir korku filmi izliyormuşum gibi. Köşkün kapıları tam şu an bir anda kendiliğinden açılıp kapanmaya başlasa, ışıklar gidip gelse ya da acıklı bir çığlık kulaklarımızı sağır etse hiç şaşırmazdım doğrusu. Ama tüm bunlardan çok daha korkunç bir şey oldu o an ve salonun girişinden gelen sese çevirdik hepimiz başımızı. Cehennem pembe saçlı minik bir kızın ittiği tekerlekli bir sandalyeye sığmıştı.
"Siktir!"
Ayağa fırlamıştı Kuzey ve Güney aynı anda.
"Ne?"
Caner'in kolundaydı Tuğçe'nin tırnakları.
"Me... Me... Meriç..."
Memo hareketsiz, Oya bayıldı bayılacak, Beliz'se şoktaydı. Dehşet, panik, korku! Pek çok farklı duygu duvarlardan sekip ayrı ayrı tenime saplanıyor, içimdeki kara deliği besliyordu.
"Sen... sen na... nasıl..." Oya titriyordu.
Kimsenin düzgün bir cümle kurabileceğini sanmıyordum şu an. Bu şoku çoktan yaşamış Rüzgar'ın ve Caner'in bile... Sophie'nin ittiği sandalye ağır ağır aramızda ilerlerken değil konuşmak nefes bile almıyorduk hiçbirimiz. "Bu... bu... Me..." diye gevelese de asla o lanetli ismi telaffuz etmeyi başaramamışı Memoji.
"Meriç..." diye tamamladım onun yerine, ama dişlerim arasından kaçan tıslamayı Ela dışında kimse duymamıştı. Uzanıp elimi tuttuğunda bunu bana güç vermek için mi, yoksa gördüklerine yalnız katlanamadığı için mi yapmıştı bilmiyordum. Herkes kendi kabusunda bir başınaydı şu an. Dehşet tüm duyularını yok etmişti arkadaşlarımın. Birbirlerini duymuyor, görmüyor, ayaklarına dolanan lanetten kurtulmak için kendi kendilerine can havliyle çırpınıyorlardı. Şeytanla ilk karşılaşmamda öbür tarafa gidip geldiğim düşünülürse verdikleri tepkiler az bile sayılırdı. Bir insanın hayatında kaç kez cehennemin kapıları önünde aralanırdı ki?
"Bu gerçek değil!" dedi Güney nefes nefese. Kelimeleri düzgünce ardı arkasına sıralamayı başaran ilk kişiydi. "Sen... sen gerçek değilsin!" İşaret parmağı tehdit ederce öne uzamıştı. Öfkesinin nedeni ona bir oyun oynandığını düşünüyor olmasıydı sanırım. Aksi halde ölü arkadaşlarının bir iki metre önümüzdeki varlığını kim nasıl açıklayacaktı?
"Yalandı..." dedi parçaları diğerlerinden daha hızlı birleştiren Tuğçe. "Ölmedin. Hepsi... yalandı!"
Kuzey ismine yakışır bir buz kütlesi gibi kaskatı duruyordu ikizinin yanında. "Nasıl?" dediğinde dudakları bile hareket etmemişti sanki.
Ela'yla birbirimize baktık. Nasıl olduğunu bilen bu odadaki şansız sayılı birkaç insandan biriydik ikimiz de. Yine de Meriç'in sesi havayı bıçak gibi keserek kulaklarımıza saplandığında yaşadığımız şok diğerlerininkinden daha az değildi.
"Merhaba." olmuştu Meriç'in ilk sözü. Sanki çıktığı uzun tatilden geri dönmüştü de bizi selamlıyordu. Onu son gördüğüm halinden çok daha iyi durumda olsa da hala yara bere içinde, zayıf, bembeyaz ve bariz şekilde hastaydı. Sesi beraberinde tüm günahlarını taşıyormuş gibi cızırtılar saçarak zar zor çıkıyordu genzinden. Bu sefil haliyle benim bir zamanlar tanıdığım, aşık olduğum adam değildi kesinlikle. Buna rağmen gözlerimiz buluştuğu an tüm geçmişimi görmüştüm kömür karası gözlerinin içinde. Gelmiş olmamdan duyduğu sevinç dudaklarında gizlemediği bir tebessüme dönerken köşkten kaçıp gitmemek için kendimi zor tuttum. Hayır! dedi iç sesim hemen. Ona bu hazzı yaşatmayacaksın! Rüzgar'ı bırakmazsın! Bu işi bitirmeden hiçbir yere gitmiyorsun!
"Biliyorum." diye devam etti Meriç bakışlarını üzerimden çekip diğerlerine dönerek. "Bu hepiniz için büyük bir şok. İnanın benim için de öyle. Onca zaman sonra sizi yeniden bir arada görmek..." Kesik kesik öksürdü. "Bunun bir daha olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim doğrusu." Başı hafifçe yana, Rüzgar'a doğru çevrilse de onun yüzüne bakmaktan kaçınmıştı. "Burada olmanız benim için o kadar önemli ki..."
İçimizden biri, belki ben, ağzını açabilse, onun için neyin önemli olup olmadığını zerre kadar umursamadığımızı söyler, çıktığı deliğe girmesini haykırırdık suratına. Ama karşınızda konuşan bir hayaletken ölüm sessizliğini kırmak kolay değildi. Ve bunu fırsat bilen Meriç sözlerine devam ediyordu.
"Dönmek kolay olmadı. Hele de bu haldeyken... Ama son bir kez de olsa hepinizi görmem lazımdı. Sizin için tamamen ölmeden önce hatalarımı düzeltmek zorundaydım. Ve işte... buradayım. Karşınızda."
"Abi?" dedi Kuzey. Bir an onun Meriç'le konuştuğunu düşünüp dehşete düştüm ama gözleri Rüzgar'daydı. "Ne diyor bu? Kim bu? Kimsin lan sen?"
"Gördüğünüz kişi Kuzey." dedi sevgilim bezgince.
Cevabı Kuzey'in yüzünde bir mide bulantısına dönüşmüştü. "Siktirin gidin lan!" diye bağırdı. "Gömdük oğlum biz bu çocuğu. Ellerimizle veremeden hesabını geberip gitti! Vuruldu dediler. Hastaneye bile ulaşamadı dediler!"
"Kaçışımı annem ayarlamış." diye açıkladı Meriç sakince. Kimse ondan konuşmasını, hatta var olmasını beklemediği halde yüzsüzce devam ediyordu. "Kendime geldiğimde İtalya'daydım ve hafızamı tamamen kaybetmiştim. Bambaşka bir gerçeğe inandırdı annem beni ve aylarca Miro olduğumu düşünerek yaşadım."
Kuzey başını iki yana sallıyordu şiddetle. Öfke kırmızı halkalara dönmüştü gözlerinde. Beline yerleştirdiği parmakları bedeninin öne atılmasını engellemek isterce sıkıca kavramıştı etini. Neden en çok onun etkilendiğini anlıyordum elbette, Kuzey Meriç'e inanmıştı. Son ana kadar, biz diğerleri pes ettikten sonra bile umut etmeye devam etmiş, aklında başka açıklamalar bulmaya çalışmıştı. Meriç'in ihaneti ben ya da Rüzgar gibi net zonkluyor olmalıydı şu an onun da kemiklerinde de. Saldırıya geçmesine bir nefes kaldığına emindim, oysa onun yerine Meriç'in üstüne yürüyen ikiziydi.
"Sonra bir anda beynin yerine mi geldi lan?" diye bağırdı Güney tükürükler saçarak. "Bir yerlerde ebesini siktiğim arkadaşlarım vardı, geri dönüp başladığım işi bitireyim mi dedin?"
"Hayır, ben sadece..."
Şimdi sıra Kuzey'deydi. "O biraz zor artık oğlum!" dedi dişleri arasından. "Madem kendi ayaklarınla geldin, biz bitirelim şu işi!" Atağa geçtiğinde diğer herkes gibi ben de ayaklanmıştım. Kaosun ortasında Rüzgar'ın bir duvar gibi Kuzey'in önüne geçtiğini, Caner'in koşup Güney'in kolunu yakaladığını, Memoji'nin çaresizce öne uzandığını gördüm. "Hayır!" diye bağıran Tuğçe'ydi sanırım, ama Sophie'nin "No!" su diğer tüm sesleri bastıracak cinstendi. Küçük bedenine aldırmadan Meriç'in önüne siper etmişti bir kez daha kendini.
"Yapma Kuzey!" dedi Rüzgar elini onun göğsüne yerleştirip. Kulağına eğilmiş, sanki sözleri doğrudan arkadaşının beynine işlesin istemişti. "O yoldan geçtim ben. Onu öldürene kadar dövdüm. Son nefesini ellerimde vermesini izledim. Bir faydası olmuyor, inan bana. İnsan o vicdan yüküyle yaşayamıyor. Biz o değiliz. O kadar kötü olamayız. Yapma!"
Kuzey bakışlarını Meriç'in Rüzgar'ın darbelerini açıkça sergileyen yüzüne dikmişti. Ona bakarken elektrik şoku verilmiş gibi titriyordu öfkeden. Onu hiç ağlarken görmemiştim. Şimdiyse atamadığı siniri, sindiremediği hayal kırıklıkları gözlerinde birikmişti. Rüzgar'ın parmaklarına değil de görünmez bir duvara karşı direniyordu sanki. Kendi ahlakı, kendi vicdanı, kendi duygularından oluşmuş camdan bir duvar...
"Yapma!" dedi Rüzgar onu biraz dana iterek. Hepimiz nefeslerimizi tutmuş onları izliyorduk çünkü Rüzgar'ın Kuzey'in kayışını elinden kaçırmasıyla ortalık savaş alanına dönecekti şüphesiz. Güney dişlerinin ucunda kardeşini bekliyordu kaçınılmaz saldırı için. Ama sonra... ummadığım bir olgunluk gösterdi ve genzinden gelen vahşi bir hırıltıyla geri çekildi Kuzey. Tenini parçalayıp serbest kalmaya çalışan canavarı hala zapt etmeye çalıştığı sıktığı yumruklarından belliydi. Yine de avından uzaklaşmayı başarmıştı.
"Sen de Güney!" dedi Rüzgar bu kez diğer ikize dönüp. Ama o kardeşinden çok daha asi bir sokak köpeğiydi.
"Bu puşta hak ettiği dersi veremeyeceksek niye getirdin bizi buraya?" dedi salyalar içinde. Kolunu Caner'in pençesinden kurtaramadıkça öfkesi artıyordu. Rüzgar ne dese dinlemeyecekti, ama konuşan Meriç olunca kaskatı kesilmişti.
"Onu buna ben mecbur bıraktım."
Kendimi sesin sahibine bakmaya zorladım. Elini tuttuğu Sophie'yi yanına çektiğinden yüzü yeniden karşımdaydı.
"Sizi görmek zorundaydım." dedi Kuzey'e, Güney'e, Caner'e, herkese ve en son da bana bakarak. "Ve pes etmeyeceğimi bildiğinden Rüzgar'ın başka şansı yoktu."
"Bizi görüp ne yapacaksın lan?" dedi Güney çenesini sıkarak ama bu kez onu durduran Tuğçe'nin göğsüne koyduğu parmaklarıydı. Kuzeninin de ikizlerin de önünde duruyordu şimdi bir duvar misali.
"Bırakın da dökülsün." dedi bir hamam böceğine merhamet gösterir gibi Meriç'e bakarak. Sesi ve ifadesi odadaki herhangi birinin sergileyeceği kaba kuvvetten çok daha ölümcüldü. "Konuş!" diye emretti. "Seni köpeklerin önüne atmadan önce otuz saniyen var. Anlat! Gerçekten neden döndün? Neden buradasın? Niye çıktın karşımıza?"
Kimse kraliçenin üstüne laf söyleyecek değildi. Hala dişlerini bileyen Güney ve kendini sıkmaktan titreyen Kuzey dahil... Hepimiz Tuğçe'nin etrafından ortak düşmanımıza dikmiştik gözlerimizi şimdi, o malum cevabı duymayı bekliyorduk.
Sessizlik sinir bozucu bir şekilde devam ettiğinde "Konuş!" diye uyardı Tuğçe sabrının son zerresiyle.
Meriç'in ifadesiz suratında ondan korktuğuna dair en ufak bir belirti yoktu. Yine de başıyla onaylamıştı. "Otursanız daha iyi olur. Her şeyi anlatmam biraz zamanımızı alacak."
"Konuş Meriç! Hemen!"
Bu Tuğçe'nin son uyarısıydı. Bunun bizim kadar farkında olan Meriç de şansını daha fazla zorlamak istememiş olsa gerek sesli bir nefes verip bir iki kez öksürdü ve Sophie'ye döndü. "It's time, amore." Zamanı geldi, sevgilim.
Sophie'nin heyecandan kızaran yüzü teninin rengini saçlarına yaklaştırmıştı. Bir salon dolusu insan öldürecek gibi Meriç'e bakarken sevdiği adamın elini bir anlığına bile bırakmak istemediği ortadaydı. Yine de Meriç'in güven verici tebessümüyle sonunda ondan ayrılmış ve salonun duvarına yaslı konsola ilerlemişti.
"Lütfen..." dedi Meriç bir kez daha oturmamız için koltukları işaret edip. "Sadece konuşacağız."
Herkes öyle diken üstündeydi ki Sophie'nin ne yaptığını anlamaya çalışırken kimse kıpırdayamamıştı. Hep birlikte nefes almadan kızın dolaptan bir tomar dosya çıkarmasını ve Meriç'in yanına dönüp ona uzatmasını izledik. Hayal ettiği sohbet ortamını asla sağlamayacağına emin olmuş olsa gerek sıkıntıyla nefes verip "Peki..." demişti Meriç. "Madem ayakta dinlemek istiyorsunuz..."
"Uzatma!" dedi Kuzey hala bir yumruk uzağında olduğunu hatırlatmak isterce.
Ona aldırmadan ilk dosyayı açtı Meriç. "Yaptıklarımı geri alamayacağımı biliyorum." dedi gözleri önündeki kağıtta dolaşırken. "Sizden dileyeceğim hiçbir özür hatalarımı düzeltemez. Bana o kötülükleri yaptıran hastalığım olsa da... Ben de zaten beni affetmeniz için dönmedim." Öksürdü. Sanki o söylediği hatalar kendi gırtlağını sıkıyormuş gibi... Sesi ciğerlerindeki hasarı kulaklarımıza taşıyordu her hecesinde. "Buradayım çünkü..." diye devam etti yeniden konuşabildiğinde. "Geçmişi düzeltemem, ama gelecek için hala bir şeyler yapabilirim."
Rüzgar'la göz göze geldik. Ve sonra Ela'yla. Şimdi gözünü Meriç'ten ayırmaya cesaret edebilen herkes birbirine bakıyordu kuşkuyla. Kimse tek kelime etmese de aynı soru açık bırakmıştı ağızlarımızı. Bu kez nasıl bir oyun çeviriyordu Meriç ve bunun sonunda bize ne olacaktı?
"Ela..."
Meriç'in dudaklarından dökülen isim benim bile baştan ayağa buz kesmemi sağlamışken yanımdaki arkadaşımın yaşadığı dehşeti ancak tahmin edebilirdim. Herkes gibi ben de Ela'ya çevirdim başımı ve teninin kirece dönmesini izledim. Oysa bizim farkımızda değildi artık. Bir gölge gibi karşısındaki canavarın hareketlerini takip ediyordu.
"Babanın evini bulmasını sağlayan bendim." dedi Meriç sakince. "O adamın sana ve İrem'e zarar vermesinin nedeni benim. Günlerce komada kalman... benim yüzümden. Az daha ölüyordun... o da benim yüzümden. Buradan gitmek zorunda kaldın. Evini, okulunu, arkadaşlarını terk ettin. Çünkü hala o adamdan korkuyorsun. Hala sana zarar vereceğini düşünüyorsun. Hepsi... her şey... yaşadığın tüm korkular, tüm acılar, tüm bu dehşet... benim yüzümden!"
Ela'nın gözünden kontrolsüzce boşalıyordu yaşlar Meriç'i dinlerken. Onun halini fark eden Kuzey küfretmeye yeltenmişti ki Memoji hepimizi şaşırtıp atıldı. "Abi sen nasıl bir şerefsizsin be! Sussana! Bir de utanmadan sayıyorsun yediğin bokları!"
Meriç onu duymamış gibi Ela'ya bakıyordu gözünü kırpmadan. "Daha fazla o adamdan korkmayacaksın." diye devam etti sakince. "Daha fazla babandan kaçmayacaksın Ela. Çünkü bir daha istese de elini sana uzatamaz." Meriç kucağındaki dosyalardan en üsttekini Sophie'ye uzatmış, o da çalışılmış bir senkronla kağıtları Ela'ya getirmişti. Arkadaşımın zangırdayan parmakları arasında titreyen yazılara rağmen tuttuğunun yasal evraklar olduğunu seçmişti gözlerim.
"Hakkında açılan on farklı davadan da suçlu bulundu baban." diye devam etti Meriç. "Üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Alabildiği tüm cezai indirimlerden sonra... Yani öldükten çok sonra bile kemikleri o parmaklıkların ardında kalmaya devam edecek."
Sadece ağlamıyor, içindeki tüm birikmiş tortuyu, korkuyu, öfkeyi, nefreti de atıyordu sanki Ela. Öyle sarsılıyordu ki hıçkırırken koruma iç güdüsüyle onu sarmıştı kolum, arkamızdaki koltuğa çekip oturmasını sağladım. Eğer Meriç'in dedikleri doğruysa bu Ela'nın eve dönebileceği, bize dönebileceği anlamına geliyordu. Ona gelen mahkeme celbi de bu yeni açılan davalar yüzünden olmalıydı. Ama nasıl? Nasıl yapmıştı Meriç bunu? Gerçek olabilir miydi sözleri? Ya başka bir oyunduysa bu da?
Benim gibi diğerlerinin de sorulmak için dillerinin ucuna biriken sorular olduğuna emindim, ama Meriç'in sıradaki dosyayı açtığını gördüğümüzden kimse ağzını açmaya yeltenmemişti. "Tuğçe..." dedi Meriç kesinlikle herkesi ters köşe yaparak. Daha önce ismini duymak Barbie'yi hiç bu kadar rahatsız etmemişti muhtemelen. Umursamadı Meriç, kısa bir öksürüğün ardından devam ediyordu şovuna.
"O gece yaptıklarımın çok azını hatırlıyorum. Hafıza kaybından değil, o sıralarda ben kendimde olmadığımdan. Ama... alevleri hiç unutmadım. Kim olduğumu hatırlamazken bile hep o yangını gördüm kabuslarımda." Öksürdü. Ciğerlerini ondan alan ilahi adaletin sesiydi boğazından gelen sanki. "O gece okulunuzu yok ettim. Bir daha asla bana kucak açmayacak evimi yerle bir etmekti amacım. Giremediğim o kapıdan bir daha kimse girmesin istedim."
Durup yeniden Sophie'ye döndü Meriç. İşte bir dosya daha yola çıkmış sahibine geliyordu. Tuğçe tereddüt etse de siyah kapağı aralamıştı az sonra. "Bu..." dedi kaşları çatılırken.
"İhtiyacınız olmadığını biliyorum. Artık çok daha güzel, başka bir okulunuz olduğunu da... Ama bu benim sizden aldığımın karşılığı. Parayla ne yapacağınsa sana kalmış."
Tuğçe cevap vermeye hazırlanıyordu ki Caner'in telefonun sesi salonda inledi. Bunu bekliyormuş gibi gülümsemişti Meriç. "Tam zamanı." diye mırıldandı önündeki dosyalardan bir diğerine geçip.
Caner kulağındaki sesi gergin bir suratla dinledikten sonra "Sen ne haltlar çeviriyorsun lan?" demişti Meriç'e dönüp. "Kapıya bir araba gelmiş. Kimi çağırdın buraya bizden başka?"
"Bu gece en az sizin kadar burada olması gereken birini." diye açıkladı Meriç başını yavaşça bana çevirip. Zihnimdeki korku dolu ses Hayır! diye bağıramadan "İrem..." demişti Meriç. İsmim onun dudakları arasında bir zehirden farksızdı. Safra daha ben ne olduğunu anlayamadan mideme hücum etmişti bile. Rüzgar'ın olduğu yerde huzursuzca kıpırdandığını göz ucuyla yakalasam da bir kez saplanmıştım şeytanın karanlığına.
"Seni bu hayatta kimseyi sevmediğim kadar çok sevdim." diye başladı Meriç. "Ve bu hayatta herkesten çok sana zarar verdim. Önce her şeyimi vermek istedim sana, sonra da her şeyi senden almak... okulun, arkadaşların, Rüzgar... Benim gibi bir yaratığı bir daha kimsenin senin gibi sevemeyeceğini de, o aşkı kendi ellerimle kaybettiğimi de biliyordum. Ben sensiz var olamayacağıma göre senin de benimle yok olman gerekiyordu. Ve ben her şeyi yok etmeyi seçtim."
Az önce Ela'yı sakinleştirmeye çalışırken koltuğa oturduğum için minnettardım. Çünkü dünya batmak üzere olan bir gemi gibi etrafımda sallanıyordu şimdi. Rüzgar'ın "Yeter!" dediğini işitsem de Meriç'in sesi her şeyden baskındı kulaklarımda. Devam ediyordu, tüm çatlaklarımdan ruhuma sızarak, akın akın... Başlayıp da bitiremediği katliamı sözleriyle noktalayacaktı.
"Öyle güvenmiş, öyle savunmasız kendini açmıştın ki bana... Üstüne basacağım tüm yaraların apaçık ellerimin altındaydı. Sevdiklerini korumak için her şeyi yapacak bir kızın canını en iyi nasıl acıtırsın? Tek tek, o sevdiklerini inciterek... Hem de onun gözleri önünde..."
"Yeter!" diye bağırdı bir kez daha Rüzgar, bu defa tüm sesleri bastıracak kadar şiddetli. Tam o an kapıdan gelen gürültü olmasa Meriç'e müdahale edecek, başkalarının atmasına izin vermediği yumruğu kendi savuracaktı onun suratına. Oysa kal gelmiş diğer herkes gibi o da şok içinde girişe bakıyordu şimdi.
"Mert?"
Konuşan kişi kesinlikle bendim. Ayağa kalkan, birkaç adımda kapıya ulaşan, gelen davetsiz misafirin boynuna atlayan... Buna rağmen ruhum bedenimden ayrılmış gibi uzaktan izliyordum olanları. Hissiz, sessiz, sözsüz...
"Baby doll..." demişti karşımdaki varlığı imkansız adam. Saçları çok daha kısaydı onu son gördüğüm haline göre. Zayıflamıştı. Çocuksu ifadesine yıllar eklenmişti sanki. Ama hala... hala aynı pırıl pırıl gözlerle gülümsüyordu bana. Yüzünü incelemek için uzaklaşsam da her an elimden kaçıp gidecek korkusuyla ellerimi kollarından çekememiştim.
"Sen..." dedim hıçkırığıma katılan histerik bir kahkahayla. "Sen... nasıl burada..."
Konuşamıyordum. Konuşamıyorduk. Meriç'se bir kez daha boşluğu doldurmak için hazırdı. "Mert'in benim yerimi almasını asla kabullenemedim." dedi anlattığı bir masalmış gibi sakince devam ederek. "Asla onu benim gibi sevemeyecek olsan da ondan, partnerliğinizden, aranızda kurulan bağdan ölümüne nefret ettim. Hayatını bitirecek tuzağı da o yüzden kurdum. Geçmişini azıcık araştırmam yetmişti zaten. Caner tam zamanında olaya dahil olmasa sonsuza dek hapiste çürüyecekti Mert. Bunun yerine bir kaçak olmayı tercih etti."
Yeni bir dosya, hareketlenen Sophie, yolculuğu benim ellerimde biten kağıtlar... Kapağı titreyen ellerimle yavaşça açtım. Başka bir mahkeme kararıydı bu. Davalı Mert Ovalı. Bakışlarım anında az ötemdeki arkadaşıma çevrilmişti. "Mert bu..."
Başıyla onayladı beni. Gözleri ıslak ıslak olduğu halde delice gülümsüyordu. "Özgürüm." dedi aklı hala bunun nasıl olduğunu almıyormuş gibi bir heyecanla. "Tüm suçlardan aklandım. Artık kaçmama gerek yok. Türkiye'de kalabilirim. İstediğim yere istediğim zaman gidebilirim. Özgürüm İrem. Hayatımda ilk kez özgürüm!"
Benim dudaklarımdan da bir kahkaha kaçtı. Hayretim korkularıma üstün gelmiş, başım istemsizce Meriç'e dönmüştü. Aynı dingin ifadeyle bizi izliyordu oturduğu sandalyeden. Bir insanı geçmişinden ve kaderinden kurtarmış birinin gururu değil, tükenmiş bir adamın yorgunluğu vardı bakışlarında. Hala bir şeytandı benim için. Hep bir canavar olarak kalacaktı hafızamda. Ama... kalbimde nefretten başka hiçbir duyguya yer kalmadığına eminken, asla ihtimal vermediğim farklı bir his yokluyordu şimdi düşüncelerimi. Her siyahın içinde gerçekten bir damla da olsa beyaz var mıydı?
"Rüzgar..." dedi o an Meriç beni rüyadan uyandırıp. "Kardeşim..."
Elbette onu sona bırakmıştı. Son bir dosya vardı kucağında. Son itirafları dilinde, son özrü gözlerindeydi. Artık salonda nefesini tutanın bir ben olmadığına emindim. Ela da benim gibi ağlamayı kesmiş, en büyük bombanın patlayıp dünyayı yerle bir etmesini bekliyordu. Nasıl az önce benim yanıma gelmek istediyse Rüzgar şimdi ben de ona koşmak, birazdan altında kalacağı enkazdan onu çekip çıkarmak istiyordum. Oysa Meriç'in öksürüğünü takip eden boğuk sesiyle birlikte gelmişti felç. Tüm bedenimi çevreleyen buzdan bir battaniyenin altında, hareketsizdim o andan sonra.
"Gözümü yeniden Meriç olarak açtığımdan beri düşünüyorum." diye mırıldandı Meriç. "Döndüğümü, geçmişle yüzleştiğimi... Sen... kardeşim... yeniden karşımda... Etmem gereken laflar, özürler... Kaç defa bu anı prova ettim saymadım. Belki yüz, belki bin... Yine de olmadı." Nefes almak için durdu. "Sonra sen, canına kast etmiş, sevdiğin herkesi yaralamış bir canavarı ölümden kurtardın. O zaman anladım. Sana anlatmak istediklerimi söylemenin bir yolu yok, asla olmayacak. Hayatımdaki yerini birkaç kelimeye sığdıramayacağım hiçbir zaman. Yaşadıklarımızı, sana yaşattıklarımı sıralarken cümleler bitecek. Ve sen o sözlerden birini bile dinlemeyeceksin."
Acıyla gülümsedi. "O yüzden ne senden özür dileyeceğim bugün ne de neyi neden yaptığımı anlatacağım. Sana verebileceğim en büyük hediye gerçekten yok olup gitmem, biliyorum. Ve ben de gideceğim."
Öksürük, kesik kesik, bıçak gibi keskin. Tıpkı sözleri gibi...
"Sen benim asla olamayacağım o mükemmel adam oldun her zaman Rüzgar. Bir fener ışığı, bir yol, her daim açık bir kapı... Ben hep seni bildim, az ötemde durduğunu, düştüğümde beni kaldırmayı beklediğini... Şimdi, varlığın olmadan yeniden Meriç olmak imkansız. Kardeşim diyorum sana, halbuki ne sıradanmış bu sözcük. Sadece kardeşim değilmişsin ki sen benim. Parçammışsın. Ve ben o parçasız aynı adam olmayı reddediyorum. Bugün sahiden ölüyorum senin için. Hepiniz için. Bir daha ne ismimi duyacak ne de yüzümü göreceksiniz. Bugün, Meriç'i bırakıp tamamen Miro oluyorum. Ama gitmeden önce..."
Meriç son dosyayı Sophie'ye doğru uzattı ve bu ana kadar hala yanında olduğu için kıza şefkatle gülümsedi. Burnumun ucu sızlıyordu onun ağır ağır Rüzgar'a yürümesini izlerken. Ölümüne nefret ettiğim adam değil, onun kırıkları altından sızan ışıktı beni serseme çeviren. Şu pembe saçlı kız, ikizler, hatta Tuğçe dahil hepimizin gözleri yaşlarla kaplıydı artık. Ve tüm bakışların ortasında sevgilim devrilmemek için direnen bir ağaç gibi salınıyordu. Eli öne uzanmadan önce öylece bakakalmıştı kara kapaklı dosyaya. Parmakları korkunç bir sırrı açığa çıkartır gibi temkinliydi içini açarken. Ve gözleri kağıda değdiğinde anında geri Meriç'e sekmişti.
"Beyaz köşk artık senin." diye açıkladı Meriç. "O evde ben ve annem kadar anısı olan bir sen varsın. O köşkü ev, bizi bir aile yapan sendin. Ve şimdi, yıllarca başımın etini yediğin hayali gerçekleştirme zamanı kardeşim." Yine gülümsedi. Bu kez bir damla yaş karışmıştı tebessümüne. "O köşkte gelmiş geçmiş en iyi dans okulunu kuracaksın, biliyorum. Tüm odalar, tüm duvarlar, aynalı salon, çatı katı, piyanom... hepsi senin, hepsi sana emanet."
Rüzgar bir hayaletten farksızdı artık. Zar zor ayakta kalmış bedeninden çekilmişti tüm canı, bambaşka bir zamanda, bambaşka bir yerde, hala kardeşinin elinden tutabildiği, onu kaybetmediği, kaybetmeyeceği paralel bir evrendeydi. Bense gerçek hayatın duvarları arasına sıkışmış, lanet ederek izliyordum değiştiremeyeceğim geleceği. Meriç haklıydı, yaptığı, söylediği hiçbir şey düzeltmeyecekti hatalarını. Affetmeyecektik onu hiçbirimiz. Ve Rüzgar, hiçbir zaman aynı adam olmayacaktı.
Ama...
Her zaman bir ama vardı işte. Ne siyah ne beyazdı hayat. Ne doğru ne yanlıştı seçimler. Yollar vardı sadece. Ve o yolların bin bir dalı... Tek bir adım tüm kapıları kapatabiliyor, aynı anda sonsuz patika beliriyordu ufukta.
Bizim ufkumuzda ne vardı? Hangi yolda, hangi kapının önündeydik? Hiç bilmiyordum artık. Rüzgar'ın eli tokmakta, biz diğerleri eşikte, bekliyorduk öylece.
***
-BÖLÜM SONU-
Ve.. ve.. ve... çılgın ötesi çılgın bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Meriç'le yüzleşmek benim için bile zor oldu. Yazarken baya baya hüzünlendim yani :( ek bölümlere devam etmemin en büyük nedenidir Meriç. Ona borcumu ödemiş gibi hissediyorum :)
Peki siz ne düşünüyorsunuz? İrem ve Ela Rüzgar çocuğu yalnız bırakmadı. Mert döndü, Ela artık Türkiye'de kalabilir. Meriç'e hala inanmayan var mı aranızda merak ediyorum?
Hadi yazın bana. Son bölümlerin keyfini çıkaralım :)
not: dans dersi için yorumlarınız bekliyorum.
Öperim herkesi
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top