Bölüm +39

Merhaba Aynalı ailesi,

Size hafta başı ve ay başı sürprizi yapayım dedim,  yepisyeni bit bölümle gecenizi şenlendirmeye geldim :) Valla bu ara iş güç çok yoğun ama elimden geleni yapıyorum hız konusunda. 

Şimdi size özel bir teklifim var:

 Bu kadar dans okuyorsunuz, dans konuşuyorsunuz, dansla yatıp kalkıyorsunuz, yüzlerce bölümü birlikte götürdük, yarışmalar gördük, çılgın antrenmanlar izledik.  Ama hiç dans etmedik birikte. Derim ki bir Latin dans gecesi yapalım. Bildiğiniz gibi ben eski dansçıyım, kardeşim de öyle. Bir saatlik, online bir dans dersinde buluşmayı teklif ediyorum size. Tamamen ücretsiz elbette!! Hem tanışalım hem dans edip eğlenelim. Ne dersiniz? Var mısınız? Hangi dansı isterseniz onu seçeriz ;) dersler benden katılım sizden.

Hadi bana yazın fikrinizi ve bölümü de keyifle okuyun :)

E.Ç.

***

It's too late to apologize...

***

BÖLÜM: +39

BİP BİP BİP

Rüzgar'dan

Güneşin doğduğu zar zor belli oluyordu bu sabah. Gecenin siyahı dağılırken karanlığı yağmur bulutlarına nöbet bırakmıştı sanki. Aralardan denize ulaşan sarı ışık huzmelerine rağmen önümüzde uzanan su birikintisi de başımızın üstünü saran gök gibi kapkaranlıktı. Karayı döven dalgalar yaklaşan fırtınayı haber veriyordu da asıl kasırganın çoktan kopup beni paramparça bıraktığından bihaberdi. Yok olmakla nefes almak arasında bir yerde asılı kalmıştım dünden beri. Zehirli bir gaz doluyordu ciğerlerime ağzımı her açtığımda. Dokunsalar un ufak olacaktı kemiklerim. Sadece duruyor, neyi beklediğimi bile bilmeden bekliyordum.

Ve bir de Caner vardı. Bir gölge gibi bir adım ötemdeydi. Yıkıldığımda beni yeniden ayaklarımın üzerine kaldırmak için yanımda kaldığını biliyordum. Bir an arkasını dönse kendimi şu terastan aşağı atacağımı düşünüyor olsa gerek yarım saat önce geri gelen doktoru karşılamak dışında gece boyu gözünü benden ayırmamıştı. Konuşmadığı, daha önemlisi konuşmamı beklemediği için ona minnettardım. Sessizce tutuyordu ruhumun tasmasını, kayıp diyarlara sürüklenmemem için yanı başımdaydı. Şimdiye kadar sınırda kalmamı sağladığını söyleyebilirdim, yeni günün ne getireceğini ise hep birlikte öğrenecektik.

Caner ceketinin cebinden bir sigara çıkarıp terasın korkuluklarına gittiğinde ben de onu takip ettim. Hemen paketi bana da uzatmıştı. Sigarayı dişim arasına sıkıştırıp Caner'in yaktığı çakmağa uzandım ve aldığım birkaç nefesle etrafa yayılan dumanın ötesinden izledim manzarayı. Denizin haşinliğinin garip bir şekilde sakinleştirici bir etkisi vardı. İçimde verdiğim savaşta yalnız olmadığımı hatırlatıyordu sanki bana. Kadere edemediğim isyanı benim yerime o haykırıyordu dalgalarıyla. Ne çok şey söylemek geçiyordu aslında içimden. Ve nasıl da anlatamıyordum derdimi kimseye.

"Caner Bey..."

Arkamızdan gelen ses içinde kaybolduğum gölgeli düşünceleri dağıtıp gerçek karanlığa çağırmışı beni. Caner'le aynı anda sırtımızı dönüp doktora baktık. Adamın suratından ne hissettiğini anlamak imkansızdı. Terası boydan boya geçip yanımıza geldiğinde bakışları bir an bana kaysa da sonunda Caner'de durdu.

"Hastamız uyandı. Solunum cihazı olmadan nefes alabiliyor, bu çok iyi. Şimdi dinlenmesi ve bıraktığım ilaçları kullanması lazım. Mümkün olduğunca az hareket etmeli. Akşam kontrol için yeniden geleceğim, ama bu arada herhangi bir sorun olursa hemen ulaşın bana."

Doktorun sözlerinde anlaşılmayacak hiçbir şey yoktu, yine de Caner'le birbirimize baktık. Aradığımız cevaplar bu yabancı adamın bilimsel açıklamalarıyla verebileceği türden değildi ne de olsa. Şimdi ne olacaktı? Hayata döndürmeyi başardığımız canavarla ne yapacaktık? Ne yapacaktım ben? Kime, nasıl anlatacaktım bu geceyi? Yok etmem gerekirken ellerimle kurtardığım haşereyi nasıl duyuracaktım dünyaya? Nasıl bakacaktım dostlarımın, ailemin, sevgilimin suratına?

Benim aklımdaki sorular şekil değiştirerek sonsuz farklı çıkmaza bölünürken Caner hızla toparlanıp doktora dönmüştü yeniden. "Her şey için teşekkürler Hakan Bey." dedi sıkmak için elini adama uzatıp. "Yardımlarınız karşılıksız kalmayacak, merak etmeyin."

Muhtemelen yaptığı yasadışı müdahale için doktorun alacağı yüklü mükafattan bahsediyordu Caner. Korkunç tercihimi sorgulamadan bana yardım etmekle kalmamış, bir de işlediğim günahın borçlarını ödüyordu benim yerime. Arkadaşımın fedakarlığı altında daha da ezildiğimi hissettim. Bir an bu yük öyle ağır gelmişti ki tüm hatalarımı yüzüme çarpan doktorun varlığından kaçıp kurtulmak isterce yüzümü denize dönmüştüm. Caner'in adamla bir şeyler daha konuştuğunu işitsem de ne bu diyaloğun bir parçası olabildim, ne de bir kez daha doktorla göz göze gelmeye cesaret edebildim. Neyse ki az sonra adam terastan ayrılmış, Caner'le bizi yeniden yalnız bırakmışı.

Yaşadığım utancın farkında mıydı Caner bilmiyordum, ama yeniden yüzünü denize döndüğünde üstüme gelmemek için özellikle sessiz kalmayı seçmişti sanki. Onu bu işe karıştırdığım için bana edebileceği tonla küfür, yaptığım hataları yüzüme çarpmak için öyle büyük bir hakkı vardı ki, sonunda onun suskunluğuna tahammül edemeyip konuşan bendim.

"Özür dilerim Caner. Bu pisliğe seni de bulaştırdım."

"Abi..." dedi hemen. "Yapma. Özür falan... Sakın! Yok öyle bir şey!"

Popomu demirlere yaslarken gözlerim yere düşmüştü. Bir süre teşekkür etmek için doğru kelimeleri toparlamayı denediysem de sonunda pes edip içimden geldiği gibi, doğrudan söyleyiverdim aklımdakini. "İrem gitti Caner. Muhtemelen bir daha suratıma bakmayacak. Ela aklımı kaçırdığımı düşünüyor. Hayatımda ilk kez onunla konuşamıyorum. Babam desen, her şeyden bihaber. Tek kelime edemedim ona. İkizlere... Kimseye..." Acıyla iç çektim. "Bir tek sen buradasın. Sadece burada da değilsin. Ben bile neyi neden yaptığımı bilmezken bana yardım ediyorsun. Hakkını asla ödeyemem."

Sonunda onun suratına bakacak cesareti bulduğumda hüzünle gülümsedi Caner. "Sen benimle onlarca silahın arasında kaldın da yine de beni yalnız bırakmadın be abi. Benim bu yaptığım ne ki..." Güç vermek isterce elini omzuma koymuştu. "Hem İrem de Ela da seni terk etmiş falan değil. Sadece zamana ihtiyaçları var. Hiçbirimiz için kolay değil tüm bu olanları kabullenmek. Ama ne karar verirsen ver, ikisi de seni yalnız bırakamaz, bırakmaz, eminim buna. Diğerlerine gelince de... siktir et şimdi başkalarını düşünmeyi. Herkese her şeyi anlatmanın bir yolu bulunur elbet. Sen yeter ki ne yapmak istediğine karar ver."

Denizin dibinden can simidine uzanır gibi baktım Caner'in suratına. "Az daha birini öldürüyordum ben Caner. Yapmak istediğim bu! O gün onu dövdüğüm için şu an bu halde. Yine de yetmiyor bana. Sevdiğim herkesin hıncını çıkartana kadar tekrar tekrar Meriç'i boğazlamak geçiyor içimden. Bize yaptığı gibi cayır cayır yakmak istiyorum o... o pis... aşağılığı."

"Ve böyle hissettiğin için kimse seni suçlayamaz." dedi Caner sakince. "Yine de... sen onu kurtarmayı seçtin. Nefretine rağmen ona yardım ettin."

"Çünkü ben bir katilim değilim." diye bağırdım. Nasıl onun benim yüzümden öldüğünü bile bile yaşayabilirdim? Neden kimse beni anlamıyordu?

Caner öfkemi umursamadan sakince başını sallamıştı. "Evet değilsin. Ama o yüzden sana gelmedi Meriç. Başka kimseyle değil, seninle konuşmayı seçti; çünkü tüm öfkene rağmen onu dinleyecek tek insanın sen olduğunu biliyordu."

"Onu dinlemiyorum Caner. Onu görmeye bile tahammül edemiyorum. Hortladığı mezarın dibine dönsün, beni, hayatımı rahat bıraksın istiyorum."

Caner çatık kaşlarla bana bakıyordu. Kaygılı bakışları bir süre yüzümü inceleyip terasın başka bir köşesine kaydığında sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarından. "Ne?" diye üsteledim onun dilinin ucunda kalan düşüncesini duymak için. Yeniden bana döndü Caner.

"Bence onu dinlemen lazım Rüzgar."

"Caner sen ne dediğinin..."

"Onunla hesaplaşman lazım abi." diye bastırdı Caner. "Dinlemen lazım. Konuşman, anlaman, sonra da bir karar vermen... Şimdi arkanı dönüp gidersen bu iş hayat boyu seni kovalar. Meriç de asla peşini bırakmaz zaten." Bir adım daha yaklaşıp sesini alçalttı. "İrem haklı abi. O çocuğu gördüğün an polisi aramandı doğru olan. Ama hayat öyle mantıklı kararlarla ilerlemiyor maalesef. Neyi neden yaptığını anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Yerinde ben olsam çok daha delice şeyler yapardım orası kesin. Ama hangi yolu seçersen seç başladığın işi bitirmen lazım."

"İçeri girip onu boğayım mı yani?"

Caner sabırla bana baktı. "Bunu yapamayacağını ikimiz de gördük. Ha, işi profesyonel yollardan halletmemi istersen sana yardım ederim, biliyorsun. Ama doğru yolun bu olmadığının sen de ben de farkındayız bence."

Caner öyle tane tane, öyle mantıklı konuşuyordu ki ona sinirlenip bağıramıyordum bile. Atamadığım öfkemle yanan avuçlarımı terasın buz gibi, metal korkuluklarına bastırdım biraz daha. "Ne öneriyorsun yani?"

Demirlere yaslanıp yandan bana baktı Caner ve sonra, tavsiyesi dünyanın en kolay yapılacak şeyiymiş gibi "Bir seçim yapmanı." dedi. Dehşetle suratına baktığımı görünce devam etmişti. "Yüzleş onunla Rüzgar ve bir karar ver. Polise mi ihbar edeceksin, bir uçağa bindirip geldiği yere göndermem için bana mı geleceksin, ağzını burnunu kırıp kendi kendine ölmesini mi bekleyeceğiz, yoksa..."

Son alternatifi söylemeyi Caner'in midesi kaldırmamıştı. Devam edebilse o canavarı affetmeyi seçtiğim ütopik bir senaryodan bahsedecekti şüphesiz. Böyle bir ihtimali düşünmeye bile katlanamadığımdan gözlerimi arkadaşımdan uzaklara kaçırdım. Ne yazık ki bu durum Caner'in sözlerinin doğruluğunu değiştirmiyordu.

"Ela'nın lanet mantığını hiç aratmıyorsun." diye söylendim huysuzca.

İçinde olduğumuz berbat ruh haline rağmen tepkime güldü Caner. "Elimden geldiğince boşluğunu dolduruyorum."

Midem yanıyordu. Göğüs kafesim sıkışıyor, kalbim tekliyor, bedenim içten içe yandığı halde titriyordu. Atasım vardı kendimi şu terastan kızgın dalgaların arasına. Denizin gücü İrem'in gözlerindeki hayal kırıklığını hafızamdan silerdi belki. Ya da Ela'nın sözlerindeki inkar edilemez sitemi... Diğer dostlarımdan sakladığım gerçeğin ağırlığını... Haklıydı Caner. Hayatımdaki en önemli iki kadının da arkadaşlarımın da suratına bir daha bakabilmemin tek yolu bir koridor ve birkaç oda uzağımda nefes alıp veren yaratığın başucundan geçiyordu. Bir seçim... Tek yapmam gereken buydu. Ve kader bu kararımı bekliyormuş gibi anında harekete geçmişti.

"He is awake." dedi terasın kapısında beliren Sophie. O uyandı. "Seninle konuşmak istiyor."

Neden bilmiyorum, Caner'e kaydı bakışlarım. Sanki Sophie'nin davetinden koşarak uzaklaşmamı ve kaçınılmaz sonu geciktirmemi o engelleyecekti. Başını belli belirsiz salladığında yaptığı tam olarak buydu. Konuşmadığı halde Hadi! diyordu gözleriyle bana. Yüzleşmenin zamanı geldi! Her bir hücrem karşıydı bu adımı atmama. Uzuvlarım hareket etmeyi reddediyordu resmen. Yine de korkuluklardan öne ittim kendimi ve Sophie'e doğru ağır ağır ilerledim. Tartışmadan onunla gitmeyi kabul etmeme en az benim kadar o da şaşırmıştı. Yanından geçip salona girdiğimde panikle peşimden gelse de kaygılı bakışları üzerimdeydi.

Bu hayatta şu an benden daha berbat görünen biri varsa o da Sophie'ydi şüphesiz. İskelete dönmüş suratı bembeyaz, göz altları koyu halkalarla mosmordu. Kan çanağından farksızdı gözleri. Başının üstüne pembe bir kuş yuvası kondurulmuş gibiydi dört bir yana dağılmış karman çorman saçlarıyla. Üzerinde ve ellerinde kurumuş kan Meriç'e ait olmalıydı. Tıpkı benim kıyafetlerimdeki lekeler gibi...

Dün bu eve ikinci kez girdiğimde ve Meriç'i kendi kanı içinde yerde debelenirken gördüğümde bitti diye düşünmüştüm. Her öksürdüğünde Meriç'in ağzından etrafa saçılan kırmızı damlalarla canı biraz daha azalıyor, parça parça bu hayattan kopuyordu. Benden aldığı darbeler Meriç'in zar zor çalışan ciğerlerini tamamen iflas ettirmişti. Onu yerden kaldırıp koltuğa taşıyan ben değildim sanki. Korku, pişmanlık, öfke, çaresizlik... Yaşadığım onca duygunun arasında hangisinin ağır bastığını bile seçemeden dalmıştı İrem eve. Bin bir yeni kavga başlamıştı zihnimde onun gelişiyle. Bir yanımda benim yüzümden ölümün kıyısına vurmuş Meriç, kollarımda kendinden geçmiş sevgilim, tek bir telefonumla koşup gelen Caner, yanında doktor, az ötede sevdiği adam için çığlık çığlığa ağlayan Sophie...

Şimdi düşününce o anları tam olarak hatırlayamıyordum bile. İrem'in yanından salona döndüğümde telefondaydı doktor. Meriç'e ilk müdahaleyi yapmış olsa da desteksiz onu bu hayatta tutamayacağının farkında, gerekli tıbbi malzemeyi toplamaya çalışıyordu. Elbette yasadışı yollardan... Yarım saat geçmeden eve ulaşmıştı beklediği yardım. Aletlerle birlikte gelen iki adam salonu mini bir hastane odasına çevirirken sadece uzak bir köşeden olanları izleyebilmiş, Sophie'nin asla kesilmeyen hıçkırıklarıyla hipnoz olmuştum.

Doktor neşteri Meriç'in göğsüne daldırırken onun bana sapladığı bıçak vardı sadece gözlerimin önünde. Anılar bugüne karışmış, geçmiş ve şimdi zihnimde bir gelgite dönmüştü. O değil de ben yatıyordum cansız. Alevler dört bir yanımda... Ortalığa saçılmış kan onun değil, benimdi. Okuldaydık. O korkunç gecede. Ölüyordum. Hayır, bu kez ölen oydu. Bıçağın kestiği göğüs onundu. Akan kan onundu. Hayat Meriç'in benden aldığı her şeyi aynı incelikle ondan çalıyordu sanki. Ve ben istemeden aldığım bu intikamla hafifleyecekken vicdanımın ağırlığıyla daha da küçülmüştüm.

Artık salonda yatmıyordu Meriç. Operasyonu tamamladıktan sonra onu yukardaki odalardan birine taşımışlardı. Şimdi eşiğinde dikildiğim bu loş dört duvarın arasında ölümü yenmiş bir adamdan çok tabuta konmayı bekleyen bir cesedi andırıyordu. Bembeyazdı, damarlarında tek damla kalmamış gibi. Ağzını kaplayan hortumdan kurtulmuş olsa da düzgün nefes alabilmek için maske takıyordu. Başucundaki monitörden gelen düzenli bipler hala kalbinin attığını söylüyordu belki. Benim gördüğümse çoktan yerle bir olmuş bir harabeydi.

Onun başının yavaşça bize dönmesini izlerken yine aynı boşluk vardı zihnimde. Özellikle düşünmekten kaçıyordu bilincim. Her yön tehlikeli, her fikir zehirliydi. Hala hayatta olduğu için üzülemez, onu öldürmediğim için sevinmeye cüret edemezdim. Korktuğum onu bir kez daha kaybetmek değildi, hayır. Bu olamazdı. Benim kardeşim daha ben onun boş mezarının başında ağlamadan çok önce ölmüştü zaten. Bu yabancı, ona duyduğum nefret, her şeye rağmen yaşaması için ettiğim sessiz dua... Farklıydı işte...

"Sophie baby..."

Meriç zar zor maskesini aşağı kaydırıp gülümsemeye çalışmıştı. Sesi bir kapı gıcırtısından farksızdı. İflas eden ciğerlerinde kalan son nefes can çekişerek ses tellerinin arasından geçmeye çalışıyordu sanki. Muhtemelen cümlesini tamamlamaya gücü yetmeyecekti. Ama Sophie ne diyeceğini anlamış gibi araya girmişti bile.

"Miro no!" dedi öfkeyle kaşlarını çatıp. Gözleri onu gördüğüm ilk andan beri hiç kurumamıştı sanırım. Yine hiddetine tezat yaşlar parlıyordu göz pınarlarında.

Meriç'in zar zor oynattığı dudakları kızın acısını hafifletmek isterce şefkat dolu bir tebessüme kıvrıldı. "It's okey baby. We will just talk. Alone. Please." Sorun yok bebeğim. Sadece konuşacağız. Yalnız. Lütfen.

Sophie'nin Meriç'in benimle yalnız kalma isteğine verdiği tepki fazlasıyla anlaşılırdı. Sevdiği adamı az daha öldürdüğüm düşünülürse... Yine de dudaklarını birbirine bastırmış ve tüm sinirini korkularıyla birlikte içine atıp az sonra bizi odada yalnız bırakmıştı. Neredeyse gittiğine üzülecektim. Şimdi bir ben, bir Meriç, bir de monitörün sesi kalmıştı taş duvarların ortasında.

Bip... bip... bip...

Ne odanın içine bir adım atabiliyor, ne de arkamı dönüp gidebiliyordum. Gözlerime kilitlenmiş, fazlasıyla tanıdık kömür karası bakışlar görünmez iplerle beni sarıp sarmalamıştı adeta. Bu o değil! diyordu zihnimdeki ses. Bu o değil. Kardeşin değil. O öldü. Geçmiş öldü. Bir can simidi gibi boğulmak üzere olduğum tehlikeli sulardan korumaya çalışıyordu beni mantığım. Bu gördüğüm yabancı bir zamanlar hayatımı paylaştığım, kendimden çok sevdiğim adam da; canıma kasteden, sevdiklerime zarar veren canavar da olamazdı.

"Doğrulmama yardım etmezsin herhalde."

Kulağımı tırmalayan cızırtılar arasında zar zor anladım Meriç'in ne dediğini. Yastıktan başını kaldırmak için debelenirken ters dönmüş bir böcekten farksızdı. Beynimin tüm uyarılarına rağmen bu görüntü karşısında kalbimin sızlamasına engel olamadım. Yine de... ona dokunmak istemiyordum. Bir kez daha değil...

Tereddüdümü yakalamış olsa gerek "En azından yaklaşırsan seni görebilirim." dedi Meriç aynı deforme sesle.

Bu yapabileceğim bir şeydi. Sanırım... Birkaç adımla yatağa doğru ilerledim. Güvenli bir mesafede durduğumda artık Meriç'in sargılarla kaplı üst bedenini de, yüzünde yer etmiş darbelerimin izlerini de rahatlıkla görebiliyordum. Bip... bip... bip... Monitör marifetimi yüzüme çarpmak isterce aramızdaki sessizliği doldurmaya devam ediyordu. Ne onu gebertebilmiş, ne de makinaların yardımı olmadan yaşama dönmesini sağlayabilmiştim. Ölümle yaşam arasına sıkışmıştı Meriç benim yüzümden.

Buna rağmen dudaklarından ilk dökülen kelime "Teşekkürler." oldu. Kuşkuyla ona baktığımda bir iki kesik öksürükten sonra zorla devam etmişti. "Sophie'yi yalnız bırakmadığın için... Onu korumaya çalıştım. Ama bu haldeyken elimden fazla bir şey gelmiyor." Yine öksürdü. Bir an nefesi yetmeyince maskeyi yeniden burnuna ve ağzına kapatıp soluklanmıştı. "Bana bir şey olursa..." diye devam etti sonunda. "Beni bırakıp gitmesi gerekiyordu. Anlaşmıştık. Sana geleceğini... bunu ondan ben istemedim Rüzgar."

Bakışlarımı odadaki tek pencereye çevirdim. Meriç'in ağzından çıkmasına rağmen inanabileceğim ender şeylerden biriydi bu belki de. Sophie bu masalda kızabileceğim son kahramandı ne de olsa. Meriç için yaptığı delice hareketlerini de, onun başında döktüğü yaşlara da şahitlik etmiştim. Elbette sevdiği adamı bırakıp dönemezdi İtalya'ya. Elbette her yolu deneyecekti. Denemişti de. Ve bugün Meriç hala nefes alıyorsa benim değil, onun sayesindeydi.

En başından beri Nasıl? diye soruyordu içimde bir ses. Nasıl bir canavarı böyle severdi bir insan? Ama şu an da her zamanki gibi kendini çürütüyordu aklım. Sanki ben sevmemiş miydim aynı canavarı? Kardeşim dememiş miydim ona? Ya İrem, onun aşkı... ikizler, Memo, onun hayatına dokunmuş, dostu, ailesi olmuş diğer herkes... Hepimiz düşmemiş miydik aynı tuzağa? Sophie sadece kurbanlardan biriydi. Bir zavallı...

"Ona zarar vermeyeceğim." dedi Meriç düşüncelerimi yüzümden okumuş gibi. "Sophie'nin daha fazla üzülmesini istemiyorum. O yüzden ben toparlar toparlamaz buradan gideceğiz."

Şaşkınlığım öyle büyüktü ki gözlerim anında Meriç'e döndü yeniden. Suratında oynadığı yeni oyunun izlerini görmek için uğraştım. Sakladığı sır, kurduğu tuzak, yalanlar... herhangi birini yakalasam foyasını ortaya çıkarabilirdim. Ama aynı bitkin ifadeyle beni izliyordu Meriç.

"Merak etme." dedi. "Kalmak hiçbir zaman bir seçenek değildi benim için zaten. Eski hayatıma dönmeyi düşleyecek kadar hasta değil aklım." Yeni bir öksürük, maskenin ardında alınan birkaç soluk, monitörün bipleri, boşluk. "Ama gitmeden önce yardımına ihtiyacım var, kardeşim."

"Bana şöyle seslenmeyi kes!" dedim sonunda daha fazla sessiz kalamayıp. "Ben senin hiçbir şeyin değilim." Kelimeler jilet gibi keserek geçmişti dudaklarımın arasından. Ağzımın içi kendi öfkemden kan içindeydi.

Dudaklarını birbirine bastırıp gelen öksürüğü ağzının içine hapsetti Meriç. Sonra doğrudan gözlerimin içine baktı. "Biliyorum. Alışkanlık işte." Sustu. Sustum. Bip... bip... bip... "Yine de yardım edeceksin. Değil mi?"

"Benden hala ne istiyorsun Meriç?

"Sana söyledim. Hatalarımı düzeltmek için döndüm ben Rüzgar. Ve şansımı denemeden pes edemem."

Burnumdan soludum. "Yine aynı saçmalık!"

Başını iki yana salladı. "Hayatınızı mahvetmeye gelmedim ben. Tek isteğim arkadaşlarımla son bir kez konuşmak. Onlara göstermem lazım Rüzgar. Hatalarımı düzeltmeye çalıştığımı bilmeleri lazım. Söylediklerimden sonra beni affedip etmemek onların tercihi. Ama ben denemek zorundayım."

Sinirle arkamı döndüm. Ellerim belimde odanın bir ucundan diğerine yürürken aldığım nefesle en azından iki kelime edecek kadar sakinleşmeye çalışıyordum. Arkamdan gelen öksürük bir anda kesilince Meriç'in yeniden maskesine sarıldığını anladım, ama ona bakmaktan özellikle kaçınmıştım.

Pencerenin önünde, denizi izleyerek geçirdiğim bir iki dakikanın sonunda "Onları buraya çağır." diye devam etti Meriç. "Hemen değil tabi, biraz toparlanmam lazım. En azından ayağa kalkacak kadar."

"Kimseyi hiçbir yere çağırmıyorum ben!"


"Onları buraya çağır Rüzgar." diye tekrarladı Meriç beni duymamış gibi. "Sadece bir gece istiyorum senden. Sonra bir daha beni görmeyeceksiniz. Söz veriyorum."

Sinirle güldüm. "Sence ben senin sözüne güvenir miyim Meriç?"

Cevap vermek için ağzını açmıştı ki gelen öksürükle birlikte gözlerini kapadı ve başını omzuna gömdü. Aşağı yukarı sarsılan bedeni dün onu kanlar içinde bulduğum ana döndürmüştü beni istemsizce. Kalbimde kıpırdanan merhameti hızla karanlık duygularımın arasında boğdum. O hala aynı canavardı. Hasta ya da değil...

"Sadece bir gece..." dedi Meriç artık konuşmadan çok hışırtıya dönmüş sesiyle. "Bu cuma. Her şey konuşulacak ve bitecek. Hepsi bu. Sophie uçak biletlerimizi cumartesine alacak ve bir daha beni görmeyeceksiniz. Ne sen ne de..." İrem diye tamamladım zihnimde onun bitiremediği cümleyi. "Lütfen Rüzgar!"

Birileri dört bir koldan beni boğazlıyormuş gibi nefessizdim. Meriç gibi benim de ciğerlerim çürüyordu içten içe sanırım. Bip... bip... bip... Biraz daha bu odada kalırsam tımarhanelik olacaktım. Beynim ona durmasını emrettiğim halde bir yandan Meriç'in talebini değerlendiriyor, bunu nasıl yapacağımla ilgili alternatifler üretiyordu. Sonunda o düşüncelerden biri dudaklarımdan kurtulup ağzımdan kaçtı.

"Sana yardım etmek gibi bir delilik yapsam bile kimse buraya seni dinlemeye gelmez Meriç. Sen bir..." Diyebileceğim tonla kötü sıfatı yutkundum. "Sen herkesin hayatını mahvettin!"

Acıyla gülümsedi Meriç. "O yüzden onlara nereye geldiklerini söylememelisin. Bu eve girene kadar yaşadığımı bilmemeliler."

Histerik bir kahkaha koptu dudaklarımdan. "Sen delirmişsin."

Beni duymamış gibiydi. "İrem'i ikna etmen çok zor olacak farkındayım. Sophie olanları anlattı. Ama özellikle onun burada olması lazım. Onun ve Ela'nın. İkisi de beni duymak zorundalar. Ve onları sadece sen bu eve getirebilirsin."

Öyle kendinden emin konuşuyordu ki Meriç gülmek geliyordu sadece içimden. Komik bir şakaydı bu. Meriç'in onca şeyden sonra hala benden bir şey isteyebileceğini düşünmesi... Hayır, hayır, İrem'in onun yanına yanaşmasına izin verebileceğimi düşünmesi... düşünebilmesi... Bir anda sinirle pencereden uzaklaştım ve kapıya doğru ilerledim. Bu odada bulunmak, Meriç'in sözlerine kulak vermek koca bir hataydı. Caner'in dediği seçimi bu saçmalığı dinlemeden de yapabilirdim, yapmalıydım. Gidebileceğim tek bir yol vardı ve o yol, şu an bulunduğum yerin çok çok uzağından geçiyordu.

"Sana yardım etmiyorum." dedim dümdüz bir sesle. "Kimseyi senin oyununa alet etmiyorum. Hele de İrem'i. O tuzağa bir kez düştüm ben Meriç. Sana inanmayı bir kez seçtim. Bir ikincisi olmayacak."

İç çekmesi daha fazla öksürük getirmişti Meriç'e. Umursamadan arkamı dönüp çıkışa yürüdüm, ama son anda sözleriyle beni durdurmuştu. "Bana yardım etmesen de onlarla konuşmanın bir yolunu bulacağımı biliyorsun değil mi?" Hışımla ona baktığımda başını belli belirsiz iki yana salladı. "Pes etmeyeceğimi sana en başında söyledim. Beni yeniden öldürmeye kalkmayacaksan dediklerimi dinlemekten başka yolun yok. Çünkü sen istesen de istemesen de bu işi bitirmeden eve dönmüyorum."

"Sen bir de be..."

"Amacım seni daha da delirtmek değil kardeşim. Sadece son bir yardımını istiyorum. Böylesi çok daha hızlı olacak, inan bana. Tek bir gece ve sonra çekip gideceğim. Tuzak kurduğumu mu düşünüyorsun, söyle Caner'e yığsın adamlarını bu evin her odasına, her köşesine. İstiyorsan başka bir yer seç, ben oraya geleyim. Daha iyi hissedeceksen bağla elimi kolumu, zincirle beni sandalyeye. Silah dayayın başıma. Bilmiyorum, daha aklına ne gelirse... hepsine varım."

Öyle seri konuşmuştu ki son cümlesinin ardından şiddetli bir öksürük krizine tutuldu Meriç. Bu kez maske de onun imdadına yetişememiş, sarsıntıları arasında doğru dürüst ağzını burnunu kapamayı bile başaramamıştı. Can çekişiyordu yine karşımda. Bip... bip... bip... bip... Monitörden gelen hipnotik ses bir savaş çığlığıydı artık. Sol omzumdaki şeytan neşeyle hak ettiğinin bu olduğunu söylese de avuçlarım karıncalanıyordu onu izlerken.

Meriç'in yüzü acıyla buruşup bedeni yan devrildiğinde benden komut beklemeden hareketlenmişti bacaklarım. Ve az sonra onun başını yakalamış, düz dönmesi için sırtından ittiriyordum. "Nefes al!" dedim maskeyi suratına bastırıp. "Sakin ol. Nefes al."

Sanki acıyı benimle bölüşmek istermiş gibi bileğimdeydi Meriç'in pençeleri. Gözüm giderek normale dönen monitördeki kalp atışlarından onun yüzüne kaydığında ıslak bakışlarıyla çarpıldım. Canı öyle yanıyor olmalıydı ki yaşlar kurtulmuştu iki gözünden de, yanaklarından süzülüyordu. Benden yardım bekleyen bu çaresiz çocuk o kadar tanıdıktı ki... Lanet ediyordum tam şu an midemde kabaran duyguya. Üzülmek mi? Hem de Meriç için... Bu cehennemde yanan bir iblise acımaya benziyordu. Ne aptalca... Asıl acınası olan bendim.

Onun yeniden kendi başına nefes alabildiğini fark ettiğimde sıcak bir şey tutuyormuşum gibi hızla kaçırdım elimi. Aynı anda birkaç adım gerileyip yeniden mesafe koymuştum yatakla arama. Meriç'e yakın kaldıkça virüs sağlıklı düşüncelerimi ele geçiriyor, beni olmayacak yalanlara sürüklüyordu. Sonunda nefesi eski ritmine döndüğünde Meriç'in kolu pes etmiş gibi yana devrilmişti maskeyle birlikte.

"Döverek değil belki ama konuşarak beni öldüreceksin sonunda." diye mırıldandı çıkan zar zor sesiyle. Gözleri hala yaşlarla parlaktı, ama tebessüm eden dudaklarına bakarak acının hafiflediğini söyleyebilirdim. Sözlerinden duyduğum rahatsızlığı hissetmiş gibi içli bir ses çıkardı. "Beni unutmak için her yolu denesen de bu hayatta beni en iyi tanıyan insan hala sensin Rüzgar. Ciğerlerim iflas da etse seni ikna edene kadar konuşacağımı ve sonunda dediğimi yapacağımı biliyorsun."

Lanet olsun ki biliyordum. Bir canavara dönüşmüş de olsa, ölümü kandırıp kırık dökük bir adam olarak yeniden hayata gelmişse de o hala Meriç'ti işte. Birlikte büyüdüğüm, her yarasını bildiğim, kendimden iyi tanıdığım... en büyük parçam. Onun öldüğünü, anıların mazide kaldığını kendime tekrarlayıp durabilirdim elbette. Ama o silmeye çalıştığım geçmişin çekirdeği karşımda yatarken bu pek mümkün değildi korkarım.

Allah'ın cezası...

Sonunda kendimi de şaşırtarak "Tamam." dedim. Bir an önce bu odadan, bu evden, bu karanlık rüyadan kaçıp kurtulmak içindi hepsi. Caner'in, Ela'nın, İrem'in benden beklediği o imkansız kararı vermiştim işte. "Tamam, onları buraya getireceğim. Ne diyeceksen diyecek ve sonra hayatımızdan defolup gideceksin. Bir daha da ne benim, ne İrem'in, ne de başka bir sevdiğimin karşısına çıkacaksın Meriç! Sakın saçma hayallere kapılma. Sana yardım etmiyorum. Asla etmem! Sadece senden kurtulmak istiyorum ve kurtulacağım da."

Meriç dişini alt dudağına bastırsa da gülümsemesini saklayamamıştı. Onu mutlu ettiğimi görmeye katlanamadığımdan diyeceği başka bir şey varsa da duymayı beklemeden kendimi koridora attım. Azıcık durup düşünsem, kararımı sorgulasam geri dönüp vazgeçtiğimi söylemem gerekirdi. Ben de kendime iki saniye bile yaptıklarımı değerlendirecek zamanı vermeden aşağı indim ve Caner'in yanına vardığımda "Hadi." dedim. "Gidiyoruz."

Panik halde bu evden kaçmaya çalıştığımın farkındaydı arkadaşım elbette. Yine de sessizce beni takip etmiş, arabasının yan koltuğuna yerleştiğimde sorgulamadan direksiyona geçmişti. Onca süre boyunca yukarıda ne halt ettiğimi öğrenmek için yanıp tutuşuyor olmalıydı. Ne konuşmuştuk Meriç'le, neye karar vermiştim, ne bekliyordu bizi? Sorabileceği tonla soru varken sadece "Eve mi bırakayım seni?" demişti yarım saatin sonunda.

Başımı aşağı yukarı salladım. "Bu halde insan içine çıkamam zaten."

Caner'in de üstü başı benim gibi kan ve toz içinde olduğundan ne kastettiğimi anında anlayıp direksiyonu bizim semt istikametinde kırmıştı. Yolun geri kalanında kusursuz bir dost olup susmaya devam edecekti şüphesiz. Ama kendi düşüncelerim zihnimde sevimsiz bir orkestraya dönünce gerçek bir diyaloğa ihtiyaç duyup konuşmaya başlayan bendim.

"Ona yardım etmeyi kabul ettim."

Caner böyle bir itiraf beklemiyor olsa gerek, endişeyle bana dönmüştü. "Yardım mı?"

"Herkesle son bir kez konuşmak istiyor. Hatalarını düzelttiğini gösterecekmiş."

Caner açıklamamdan tatmin olmuşa benzemiyordu. "Senden ne istiyor peki?" dedi şüpheyle. Ofladım ve hala nasıl altına imza attığıma inanamadığım anlaşmamızı anlattım Caner'e. Sözlerimle kaşları daha da çatılmıştı arkadaşımın. "Nasıl hatalarını bir gecede düzeltecekmiş peki?" diye sordu hoşnutsuz bir ifadeyle. "Ne olacak herkesi o eve toplayınca?"

Açıkçası ben de şu arabaya binip sağlıklı düşünmeye başladığım andan beri bu sorunun cevabını arıyordum. "Bilmiyorum." dedim dürüstçe. "Ama bu dediğini kabul etmesem bu kez kendi bir yolunu bulup onlara ulaşacaktı. En azından bu şekilde... ne bileyim... durumu kontrol edebilirim belki..."

Saçmalıyordum elbette. Söz konusu Meriç olduğunda herhangi bir şeyi kontrol etmem mümkün değildi. Karşıma çıktığından beri bunu defalarca kez tekrar tekrar kanıtlamıştı Meriç. Yine de beni şaşırtarak başını salladı Caner bana katılıyormuş gibi. "Bence doğru düşünmüşsün abi." dedi. "Diğerlerinin de onun yaşadığını bilmeye hakkı var. Meriç'in olmadık bir yerde karşılarına çıkmasındansa bunu gözümüzün önünde yapması çok daha iyi..."

"Tabi yine yalan söylemiyorsa..." diye homurdandım kendi kendime.

Caner elbette sözlerimi yakalamıştı. "Meriç bu." dedi sıkıntıyla. "İşin altından her türlü pislik çıkabilir pek tabi ama... en azından o evde kaldığı sürece önden önlemimizi alabiliriz. Tek bir gece istiyor madem, ona göre hazırlanırız biz de. Savunmasız düşmanın inine gidecek değiliz herhalde."

Hayretle arkadaşıma baktım. "Bana son kez böyle bir iyilik yapar mısın cidden?"

Caner bozulmuş gibi dudaklarını aşağı sarkıtmıştı. "O ne demek abi? Soruyor musun bir de? Sen istemesen de elim kolum bağlı duramam ben şu anlattıklarından sonra. Meriç'in sürprizleri varsa bizim de çevremiz var çok şükür. O köşkü bir kaleye çevireyim ben de bakalım ondan sonra yiyorsa kalkışsın ibneliğe. Edebiyle konuşup sonra da defolup gidecek buradan. Gitmezse de göndermesini biliriz. Sen merak etme."

Tanrım... şu çocuğa haksızlık ederek geçirdiğim yılların hesabını nasıl verecektim ben? O kadar farklı şekilde teşekkür etmek, minnetimi sunmak geçiyordu ki içimden... Sonunda "Sağ ol Caner." dediğimde sözlerimin basitliği karşısında kendimden utanmıştım. Ama Caner aldırmışa benzemiyordu. Dostça bacağıma vurup "Meriç'i bana bırak sen." dedi. "Senin halletmen gereken daha önemli bir konu var."

Onun İrem'den bahsettiğini anlamak için yaşananların detayını bilmeye bile gerek yoktu. Adi bir yalan, bir sır ve koca bir hayal kırıklığı kadar basitti aramızda olanlar. Bir kez daha İrem'in güvenini yerle bir etmiştim ve korkarım bu kez söyleyeceğim hiçbir söz, atacağım hiçbir adım verdiğim hasarı düzeltemeyecekti. Yine de Caner'e itiraz etmeden sessizce pencereden dışarıyı izledim ve sonunda evin önünde beni bıraktığında asla desteğinin karşılığı olamayacak basit bir teşekkürle arabasından indim.

Babam evde olsa şu sefil halimi ona nasıl açıklardım hiç bilmiyordum, ama kader son günlerde ilk kez bana yardımcı olmak istemiş olsa gerek telefonumun ekranı ya da ellerim gibi bomboştu ev. Irem'in beni aramasını bekleyecek kadar şuursuz değildim elbette. Ela'ysa gece İrem'le olduğunu haber veren kısa mesajından sonra bir daha yazmamıştı. Şu an burada değil de onların yanında olmam, ikisinin de ayaklarına kapanıp zayıflığım için özür dilememdi doğru olan. Buna rağmen kendimi odama kilitleyip boş duvara bakmaktan fazlasına güç bulamamıştım.

Yaşam enerjisi Meriç'le baş başa kaldığım o odada bedenimi terk etmişti sanki. Gören, duyan, ama tepki veremeyen bir ruhtan farksız geçirdiğim günü saniyelerin ite kaka birbirini kovaladığı gece izlemiş; sonrasında gelen her günse bir öncekinden kötü olmuştu. İlk kez İrem'in sesini duymadan başlıyor ve bitiyordu günler. Köşkü terk edip gittiğinden beri onu görmemiş, görmeye yeltenmemiştim. Salona geliyorduysa da özellikle benim orada olmadığım saatleri seçiyordu.

Henüz değil... Ela'nın durmadan dediği buydu. Henüz değil Rüzgar. Şimdi değil Rüzgar. Daha değil Rüzgar. Ona ne zaman diye soracak kadar bile yüzüm yoktu. Tıpkı İrem'e kendimi açıklayacak, sakladığım sırrı izah edecek, gözlerine bakıp beni anlamasını bekleyecek cesaretim olmadığı gibi... Ben de yapabileceğim tek şeyi yapmış ve bu hayatta beni iyi edebilecek tek insandan özellikle uzak durmuştum.

Cuma sabahına uyandığımda sonunda taşıdığım sırrın yükünden tamamen kurtulacağım için bir nebze olsun rahatlamış olmayı umarak açmıştım gözlerimi. Oysa ayaklarımdaki taşlar her zamankinden de ağırdı bugün. Düpedüz kandırıp o köşke gelmeye ikna ettiğim arkadaşlarım lanet bir hayaletle karşılaştıklarında ne düşüneceklerdi, ne tepki vereceklerdi kestirmem imkansızdı. Onlara attığım kazık için bir gün beni affederlerdi umarım. Çünkü İrem'in etmeyeceği kesindi. Ela bile delice bulduğu planımı sırf beni yalnız bırakmamak için kabullenmiş olsa da İrem'in yeniden o eve dönmeyeceğini yakıcı bir kesinlikle söylemişti.

En azından yarın sabah her şey bitmiş olacaktı ve bu umut diğer beş gün gibi akşamki buluşma saatine kadar geçen dakikaları katlanılır kılan tek şeydi. Danstakilerle olan Whatsapp grubunu özellikle sessize almıştım. Onlara çılgın bir hafta sonu organizasyonu yaptığımı sanan arkadaşlarımdan gelen her mesaj telefonu elime alıp herkese tek tek gerçekleri anlatmanın eşiğine getiriyordu beni. Üstelik... İrem de o gruptaydı. Yazılanları okudukça bir yalancı olduğuma emin oluyor, benden daha da nefret ediyordu muhtemelen. En başta elimin İrem'e uzanmasını engelleyen Meriç ve onun için yaptıklarım şimdi İrem'e ulaşmamı imkansız kılan bir duvar olmuştu aramızda. Ve bir gün o duvar yıkılacaksa da bunun nasıl olacağını ben bilmiyordum.

Saat altıya gelirken daha fazla evde oyalanamayacağıma karar verip arabaya atladım. Diğerleri Alev'in antrenmanından çıkıp birlikte geleceklerinden onlar köşke ulaşmadan ortalığı kolaçan edecek vaktim olacaktı. Caner de benim gibi düşünüyor olsa gerek, durduğum ilk kırmızı ışıkta telefonum çalmış, bana yolda olduğunu haber vermişti. Tam yol ağzında karşılaştık onunla, kıç kıça tırmandık evin inşa edildiği tepeyi. Durduğumda o da arkama park etmiş, arabadan inmişti.

Hafta boyu adam akıllı konuştuğum tek insan olduğu için attığı her adımdan haberim vardı. Çoktan sarılmış olmalıydı çevremiz adamlarıyla. Onun görmediği tek kuş uçamazdı artık etrafımızda. Peki bu bana kendimi güvende hissettiriyor muydu? Elbette hayır! Söz konusu Meriç'ken hiçbir önlem yeterli gelemezdi. Buna rağmen evin girişindeydim işte. Sessiz bir selamın ardından basamakları tırmanıyorduk Caner'le. Ama salona girdiğimizde gecenin yıldızı ya da onun pembe prensesi değil, doktor karşılamıştı bizi.

"Caner Bey." dedi başıyla selam verip. Elindeki çantaya bakılırsa işini bitirmiş gidiyordu. "Hastanın durumu çok daha iyi." diye açıkladı patronuna hesap verir gibi. "Yalnız... yarın uçağa bineceğini söyledi. Bu... onun durumunda biri için intihardan farksız olur. En az birkaç hafta daha müşahede altında kalması lazım. Uçak yolculuğu kesinlikle müsaade edeceğimiz bir şey değil. Ciğerlerin tamamen iflasına ve hastanın ölümüne bile yol açabilir basınç."

Caner'le bakışlarımız birbirine çevrildi. Öfkeyle harmanlanmış hayal kırıklığım anında gözlerime yansımış olsa gerek hızla adama dönüp "Bunu sonra konuşuruz." dedi Caner ve doktoru nazikçe evden sepetledi. Edemediğim küfürle ağzım açık salonun ortasında kaldığımı fark ettiğinde "Sonra abi." demişti bana da. "Şu geceyi kazasız belasız bir atlatalım, gerisini yarın düşünürüz."

Haklıydı. Kucağımda taşıyabileceğimden çok daha fazla sorun vardı zaten. Ve bunu hatırlatmak isterce tam o an Meriç belirdi salonun girişinde. Sophie'nin ittiği tekerlekli sandalyede oturuyordu. Suratındaki yaralar kısmen iyileşmiş, yüzüne az da olsa renk gelmişti. Yine de her an bu dünyadan kayıp geldiği cehenneme düşebileceğini hatırlatan maskeyi elinde tutuyordu. Konuşmaya başladığında sesi hala biri boğazını parçalamış gibiydi.

"Son ana kadar fikrini değiştirirsin diye korkmuştum ama buradasın işte."

"Son ana kadar şansını yine de fazla zorlama bence." dedim öfkemi saklamadan.

Meriç tebessümünü benden kaçırmak ister gibi başını önüne eğdi. Yaptığı her hareketin damarıma dokunduğunu ve tam şu an beni kızdırmaması gerektiğini bilecek kadar zekiydi. Gözleri benden Caner'e kaydığında başıyla onu da selamladı. "Geldiğin için sana da teşekkürler."

Caner benden bile katı bir duvar gibi dikiliyordu yanımda. Suratında Meriç'le paylaşabileceği azıcık bile merhamet yoktu. Ona inanmıyor, güvenmiyor, varlığından haz etmiyordu. Benimkinden çok daha eskiydi Meriç'le düşmanlığı ne de olsa. Arada biz olmasak neler yapardı ona hayal gücüm yetmiyordu bile. Yine de... Benim için gelmişti bugün bu köşke. Ve elbette arkadaşlarının yanında olmak, gerektiğinde onlara kol kanat germek için... Yaptığı onca iyilik yetmezmiş gibi sonsuza dek ona minnettar kalmam için bir neden daha eklemişti listeye Caner böylece.

"Bir iki saate diğerleri de burada olur." dedim Caner'in Meriç'e herhangi bir cevap vermeyeceğini bildiğimden. "Ela dışında hiçbirinin senden haberi yok. O yüzden umarım nasıl bir giriş yapacağını düşünmüşsündür. Herhangi birinin elinde kalırsan seni bir daha kurtarmaya hiç niyetim yok, haberin olsun."

Meriç bu kez güldüğünü saklamamıştı. "Öyle olsun kardeşim." diye mırıldandı sessizce ve sonra hafifçe Sophie'nin omzundaki eline dokundu. "Vieni amore mio, andiamo." Kız aldığı talimatla hareketlendiğinde son kez bize bakmıştı Meriç. "Ben içeride bekliyor olacağım. Siz keyfinize bakın. Dolapta bu geceyi atlatacak kadar içki olması lazım."

Sophie Caner'le bana karşı beslediği kötü duyguların tamamını açıkça yansıtan korkutucu bir ifadeyle bize veda ederek sevgilisini de önüne katıp salondan ayrılmıştı az sonra. Tekerlekli sandalyeyle basamakları çıkamadığından alt katlardaki odalardan birine geçmiş olmalıydı Meriç. Birkaç saat sonra mezarından hortlayıp salona dalması çok daha kolay olacaktı böylece. Aman ne güzel...

"İçki fena fikir değil aslında." dedi Caner salonda yeniden yalnız kaldığımızda. Meriç'in işaret ettiği köşedeki aynalı konsola gitmiş ve ilk kapağı açmıştı. "Vay..." oldu verebildiği tek tepki. Durduğum yerden bile bizi değil bu akşam haftalarca baygın tutabilecek miktarda alkol şişesini görebiliyordum.

"En azından bir konuda doğru söylemiş." diye homurdandım dolabın yanına yürürken. Az sonra dolabın diğer kapaklarını açıp kadehleri bulmuş, kendimizi zehirleyeceğimiz ilk içkiyi seçmiştik. Ve böylece sancılı bekleyiş başlamış oluyordu. Birkaç yudumun bizi kesmeyeceğinden emin, terasa ilerlemeden şişelerden birini de eline almıştı Caner. Paramparça ettiğim cam duvar da, tekmelediğim mobilyalar da elden geçmiş olsa gerek her şey ilk bulduğum haliyleydi şimdi terasta. Deniz bile gece kopacak fırtınadan önce sessiz sakin kalmayı seçmişti bugün sanki.

Bir kez daha Caner'le aynı koyu sulara bakıyor, edebileceğimiz tonla söz varken sessizce olacakları bekliyorduk. Bir yudum, iki yudum, ilk kadeh, ikinci kadeh derken bir saatin sonunda şişenin yarısından fazlası bitmiş ve biz tehlikesiz, birkaç cümlelik boş diyaloglardan ötesine geçememiştik. Ve sonra, kalbimi sıkıştırıp nerede ne yaptığımı hatırlatan ilk uyarı geldi. Caner'le telefonum aynı anda ötmüştü. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum elbette. Antrenmandan çıkan arkadaşlarım gruba attıkları mesajla yola çıktıklarını haber vermişlerdi.

"Bir saate kalmaz burada olurlar." dedi Caner kadehi kafaya dikip.

Onu taklit ettim ve sonraki saati sessizce beynimi uyuşturmaya devam ederek geçirdim. Yerimden kalkmış, terasta ileri geri yürümüş, geri oturmuş, yeniden korkuluklara gitmiş, dirseğimi koymuş, popomu yaslamış, biraz daha yürümüş, biraz daha oturmuş, ne yaparsam yapayım hiçbir pozisyonda beş dakikadan fazla kalamamıştım. Sonunda Caner'in telefonu çaldığında hattın ucundaki adamına tek kelime etmese de arkadaşımın gözlerinden arayanın verdiği mesajı okumuştum. Geldiler.

"Hazır mısın?" dedi Caner benim gibi ayaklanıp.

Omuz silktim. "En azından ayık değilim."

Acıyla gülümsedi. Başka bir şey diyemeden çocukların sesi kulağımıza gelmişti bile. Köşkün soğuk duvarları alışık olmadığı bir neşeyle yankılanıyordu uzaktan. Güney'in kahkahasını izleyen Kuzey'in homurtusu Oya'nın onları azarlamasıyla devam etmişti. İlk Tuğçe girdi salona ve onunla aynı anda biz adım attık terastan içeri. Gözleri anında kuzenini yakalamış, tek kaşı şüpheyle havaya kalkmıştı.

"Yemin ediyorum biliyordum!" dedi Güney ağzı kulaklarında. Tuğçe'yi geçip koltuklara varması saniyeler sürmüştü. İlgiyle etrafı inceledikten sonra "Senin işin demi lan bu!" dedi Caner'e bakıp. "Siz iki kafadar baş başa verip köşklü möşklü sürpriz partiler mi organize edermişsiniz bizim için ha?"

Arkadaşım kahkaha atarken ben tebessüm bile edemedim. O sırada Oya'yla içeri giren Memoji'nin heyecanı suratımdaki karanlık ifadeyi gizlemişti neyse ki. "Valla bu kadarını beklemiyordum!" dedi gözleri hayranlıkla eski köşkü dolanırken. "Ne zamandır birlikte plan yapmıyorduk ya! Ne iyi oldu bu! Ne güzel düşündünüz!"

"Adam gibi adam işte ya!" diye seslendi Güney konsolun başından. Kapak açık kaldığından içindeki cephane gururla kendini ortaya seriyordu. "Her şeyi de düşünürlermiş arkadaşları için."

"Valla abi bir şey getirmeyin dedin diye ne alacağımızı bilemedik biz." dedi Kuzey bana dönüp. "Yine de attık bir şeyler bagaja. Getirelim bari onları da."

"Bir dur Kuzey." dedim iş daha da kontrolden çıkmadan müdahale etme paniğiyle. Sesim istediğimden gergin çıkmış, arkadaşlarımın meraklı bakışlarını anında bana çevirmişti. Derin bir nefes aldım ve içimden ona kadar saydım. "Bir oturun önce." dedim sonunda daha normal davranmaya çalışarak. "Konuşmamız lazım."

Bu tepkim kesinlikle arkadaşlarımın beklediği karşılama değildi. Aralarında gidip gelen bakışmalardan sessizce ihtimalleri değerlendirdiklerini görebiliyordum. Sonunda dediğimi dinleyip koltuğa ilk yerleşen Memoji oldu. Onu yanındaki sandalyeye çöken Oya izlemiş, ikizler üçlü koltuğun köşesine kıvrılmış, Tuğçe'yse muhtemelen bitlenecekleriyle ilgili söylendikten sonra Kuzey'in yanına, emanet gibi oturmuştu. Caner bana son bir destek bakışı attıktan sonra kuzeninin başında, koltuğun kol kısmına ilişti.

Of... Bir daha nefes aldım. Ciğerleri iflas eden Meriç değil de bendim sanki. Arkadaşlarım bir cevap bekleyerek suratıma bakarken oksijen soluk borumdan aşağı bile inmiyordu. Konuya nereden nasıl gireceğimi planlamak için günlerim de olsa, şu ana kadar binlerce farklı alternatif düşünmüş de olsam zihnim bembeyaz bir kağıttan farksızdı şu an. Bomboş bir sözlükte uygun kelimeler bulmaya çabalıyordum.

"N'oluyor abi?" dedi Kuzey bendeki sessizlikten daha da işkillenip. Gözleri benimle muhtemel suç ortağım Caner arasında gidip gelmişti.

"Buraya bizi hafta sonu programı için çağırmadın." dedi Tuğçe gözlerini gözlerimden ayırmadan. Bir soru değildi cümlesi, Kuzey ve diğer herkes için bir cevaptı.

"İrem nerede peki?" diye sordu Oya şüpheyle. "O neden burada değil?"

İliklerimi donduran soğuğun sesime yansımasına engel olamadım. "İrem gelmeyecek." O ana kadar ettiğim hiçbir söz değilse de bu cevabım arkadaşlarımı ummadıkları bir problemin ortasına düştüklerine ikna etmişti.

"Ayrıldık falan demeyeceksin değil mi?" dedi Güney onu görmeye alışık olmadığım bir ciddiyetle. Ona itiraz etmeye dilim varmayınca iyice öne kaymıştı koltukta. "Abi? Korkutma lan bizi. Böyle bir saçmalık için çağırmadın herhalde bizi buraya! Valla kırarım ikinizin de kafanızı. Olmaz öyle şey."

"Sen!" dedi Kuzey parmağını Tuğçe'nin arkasından tehditkar bir edayla Caner'e sallayıp. "Sen biliyorsun neler döndüğünü. Anlat çabuk!"

"Çocuklar!" Sonunda ağzımı açmayı başardığımda bir kez daha bana çevrilmişti tüm başlar. "Her şeyi anlatacağım. Ama önce... birer kadeh alın kendinize. Bu... zor bir gece olacak."

***

-BÖLÜM SONU-

Veeee Rüzgar ne kadar itiraz etse de, sonuna kadar dirense de Meriç'in isteği gerçek olur ve herkesi köşke toplamayı başarır. Sonraki bölüm neler planladığını hep birlikte okuyacağız. 

Pekiiii tahmini olan varsa duymak isterim. Ne yapmıştır Meriç dersiniz? Planı ne olabilir?

İrem ve Ela konusunda ne düşünüyorsunuz peki? Bu buluşmaya gelirler mi?

Hadi bana yazın! Dans dersiyle ilgili fikir belirtmeyi de unutmayınnn!!

Öperim 

E.Ç.


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top