Bölüm +38

Güzzzel haftalar Aynalı ahalisi:))

Size gece gibi bir bölümle geldim. Karanlık, kopkoyu, boğucu, böyle ruhunuzu sıkıştıracak cinsten... Biliyorsunuz, artık gerçek sona yaklaşıyoruz. Finalin finali kapıda. Peki yolun bitiminde sizi ne bekliyor? Onu da bölüm bölüm yaşayıp göreceksiniz ;)

Hadi keyifli okumalar.

E.Ç.

***

Coming like a hurricane, I take it in real slow

***

BÖLÜM: +38

YOL AYRIMI

"İrem... İrem aç gözlerini! İrem..."

Cehennem tam kabuslarımda gördüğüm gibiydi. Karanlık, sıcak, pis... Ellerimi kollarımı kıstırmış pençeler her yüzeye çıkmaya yeltendiğimde beni leş kokan bir bataklığın dibine çekiştiriyordu. Kandan bir balçık kuşatmıştı bedenimi. Her soluk zehirle dolduruyordu ciğerlerimi. Nasıl bir zindansa bu, her kalp çarpıntısında ölüyor ve yeniden doğuyordum aynı lanetin ortasına.

"İrem, uyan lütfen!"

Tek bir iblis vardı gözlerimin önünde. Bu toprakların da, zamanı yutan karanlığın da, benim de sahibim oydu. Üzerime diktiği bir çift kömür karası gözle pul pul soyuyordu derimi. Yukarı kıvrılmış dudakları yaptığı ve yapabileceği tüm kötülükleri hatırlatmak isterce aynı çarpık açıda asılı kalmıştı. Aldığı her nefesle benim hayatımı biraz daha içine çekiyordu sanki. Onun varlığıyla yok oluyordum an be an.

"İrem! İrem, güzelim! Neden uyanmıyor? Ne oldu ona?"

Sahi, ne olmuştu bana? Nasıl düşmüştüm bu tuzağa? Geçmiş, an ve gelecek her koldan sarmışlardı etrafımı. Tüm kapanmış yaralardan ayrı ayrı kan geliyor, geri kalan tüm renkleri kızıla boyuyordu. Uzaktan duyduğum cılız sesler paralel bir evrenden bana ulaşmaya çalışsa da etrafımı kuşatan çelik duvarları aşmasının imkanı yoktu. Ah, bir ölebilseydim... Bir bitseydi bu sonsuz işkence, katlanılmaz acı... Kurtulsaydım beni ateş çemberine kıstırmış bu delici bakışlardan.

Olmuyordu işte. Tam karşımdaydı o siyah gözler. Savurduğu bıçaklar gökten yağan cam kırıklarına karışmış, bedenimi delik deşik etmişti. Bir kez daha alevlerce yutulmayı bekliyordum. Tıpkı o gece, Rüzgar'ın cansız bedeni az ötemde yatarken ölümü beklediğim gibi... Parça parça üzerime yıkılıyordu okul, gökyüzü, dünya... Silah sesleriyle kanayan kulaklarım hala bir şekilde onun sesini duyuyordu.

Buraya kadar! Buraya kadar! Buraya kadar!

Attığım çığlık boğazımda düğümlenip nefesimi kesti. Sesim çıkmamış, görüntü azıcık bile değişmemişti. İçine sıkıştığım karabasan giderek etrafımda daralırken oksijene ulaşamayan ciğerlerim iflas çığlıklarıyla yanıyordu. Bedenimin delice titremeye başladığını hissetsem de savaşacak gücüm kalmamıştı.

"Yardım et, ona yardım et!" diye bağırıyordu bir ses. Rüzgar... Tüm sanrılarımda kanlar içinde yüzerken hala nasıl konuşabildiğini akıl edecek durumda değildim. Ölmüştü o ve ben de ölmek üzereydim. Aynı şeytandı ikimizin de katili. Ve o iblis bu hayattan kopup gitmeden son gördüğüm şeyin üzerime diktiği kara gözleri olduğuna emin olmak istemişti.

Buraya kadar!

"Sinir krizi geçiriyor." dedi yabancı, başka bir ses. "Sakinleştirici verdim. Birazdan uykuya dalar."

Uyku... diye düşündüm. Ya da ölüm... Beni bu ebedi çileden kurtaracak her çözüm kabulümdü. Gerçi, vücudum şiddetle sarsılır, her defasında altındaki sert zemine çarparken nasıl acıyı unutacak, nasıl kendimi hiçliğe bırakacaktım bilmiyordum. Ama az sonra sahiden bulutlanmıştı başımın üstündeki gökyüzü. Serin bir yağmur alevleri söndürürken duman altında kaldı tüm görüntüler. Okul gitti, yangın gitti, Rüzgar gitti ve en son... o gitti.

Meriç...

Şimdi sadece ucu bucağı olmayan bir karanlık vardı önümde. Tek bir ses işitmeden, tek bir renk görmeden, güneşin doğmasını bekliyordum bu terk edilmiş tünelde. Ne kadar süre boşlukta bedensiz süzüldüğümü söylemezdim; ama nihayet uzuvlarımı yeniden hissetmeye başladığımda hiçlik de yerini geceye bırakmıştı. Ah bir de hareket edecek gücüm olsaydı... Üzerine tonla ağırlık çökmüştü sanki göz kapaklarımın. Başımın içine taş doldurmuş olmalıydılar ben uyurken.

"İrem! Güzelim!"

Kulaklarımı acıtan ses istemsizce yüzümü buruşturmama neden olmuştu. Biri megafonla doğrudan beynimin içine konuşuyordu adeta. Şakaklarımdaki zonklamadan kaçmak için başımı sağa sola çevirmemle midemdeki safra genzime yükseldi bu kez. Dünya etrafımda gidip gelirken tanıdık ses beni anda kalmaya zorluyordu.

"İrem, biraz iç güzelim. Hadi!"

Sırtımda hissettiğim güçle doğruldum. Tek başıma değil dudaklarıma değen bardaktan su içmek bedenimi taşımam bile imkansızdı. Ama aldığım ilk yudumla yeniden dönmeye başlamıştı sanki bedenimdeki çarklar. Gözlerim korkuyla beni izleyen Rüzgar'ı gördü ilk, sonra da içinde olduğumuz yabancı odayı. Aralık kalmış kadife perdelerin ardında karanlık gökyüzüne karışan uçsuz bucaksız deniz uzanıyordu. Evimde, kendi yatağımda değildim. Rüzgar da beni gördüğüm herhangi bir kabustan uyandırmamıştı. Algılarım tamamen kapanmadan önce yaşadıklarım hızla geri geliyordu şimdi. Caner, taksi, okul, Rüzgar, konuştuğu pembe saçlı kız, köşk, yeniden taksi, yeniden Caner, yeniden Rüzgar ve en son...

Meriç...

Onu görmüştüm. Onu... görmüştüm. Şeytan... Karanlığın ta kendisi...  aramızdaydı! Benim için mi gelmişti? Yapamadığını yapmaya, başladığı işi bitirmeye... Allah'ım yardım et! Bir an panikle geri sıçrayınca Rüzgar'ın elindeki bardağa çarpıp düşürmesine neden oldum. Kaç! diyordu iç güdülerim avaz avaz. Seni bulmasına izin verme! Islanan kıyafetimi ya da cam kırıklarıyla kaplanan zemini umursamadan üzerimdeki örtüyü savurmuş, ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtmıştım.

"İrem dur, ne yapıyorsun?" dedi anında ayaklanıp karşıma geçen Rüzgar. İki kolumdan yakalayıp güçsüz bacaklarımın taşımadığı bedenimin yere çarpmasına son anda engel olmuştu. Beni gerisin geri yatağa oturttuğunda elinden kurtulmak için çırpındım. Ne için mücadele ettiğimi, neden kaçtığımı, neyi kovaladığımı bilmiyordum. Ama kalamazdım. Meriç'in zihnime yapışan varlığı içten içe beni yok ederken öylece durup bekleyemezdim. Uzuvlarım bana ait değilmiş gibi hareketlerim yavaş ve kontrolsüzdü. Yine de deniyordum.

"Bir sakin ol, ne olur!" dedi Rüzgar acı içinde. Ben olduğum yerde titrerken o yüzümü, saçlarımı okşayarak beni rahatlatmaya çabalıyordu. "Ben buradayım, yanındayım. Her şey yolunda. Lütfen. Lütfen İrem."

Korku, ona inanmak için yanıp tutuşan yanımı yok etmemiş olsa bu işkence burada biterdi. Bunun yerine Rüzgar'ın yakasına geçmişti tırnaklarım. Onu iyice kendime çekip birbirine çarpan dişlerim arasından, çıkan azıcık sesimle konuştum. "Doğru olmadığını söyle! Hayal gördüğümü, delirdiğimi söyle!"

Rüzgar'ın yüzü daha da çaresizdi artık. Sessiz kaldığı her anın ruhumda yeni delikler açtığını bilmez gibiydi. Dile getiremediği özrü gözlerinde dolanıyordu. Beni yalanlayamaz, ortaya çıkan akıl almaz gerçeğiyse suratıma baka baka kabul edemezdi. Delilikti bu! Saçmalık... Meriç... Nasıl?

Göz yaşları tenimde tuzlu patikalar açarak çeneme doğru kayarken "Biliyordun..." diye mırıldandım. Bana verdikleri sakinleştiricinin etkisi dağılıyor olsa gerek tüm gerçekler güneş gibi doğuyordu önümde. Onca zaman Rüzgar'la arama girdiğini düşündüğüm hayalet gerçekti. Ondan gelen not gerçekti. Kulaklarıma sızan ses gerçekti. Şeytan... gerçekti.

"Nasıl?" dedim dişlerim alt dudağımı parçalarken. Tüm isyanım kan olup ağzıma dolmuştu. Nasıl böyle bir şey olabilir? demek istemiştim. Nasıl dönmüş olabilir, nasıl yine bizi bulmuş olabilir? Ve sen... nasıl böyle bir şeyi benden saklayabilirsin?

"Meriç beni buldu." diye mırıldandı Rüzgar tüm sorularıma tek seferde cevap vermek istemiş gibi. Artık o da ağlıyordu benim gibi. "Sana söyleyemezdim." dedi her harf etinden yeni bir parça koparıyormuş gibi bir acıyla. "Sana bunu yapamazdım İrem. Asla... asla öğrenmemen gerekiyordu. Korumak istedim seni. Olmadı. Yapamadım."

Onun başı omzuma düştüğünde bir süre tepki veremedim. Bedenlerimiz birlikte titriyordu artık. Rüzgar'ın benden uzak tutabileceğini sandığı zehir ikimize de bulaşmış, ölüm hızlanmıştı. Garip bir şekilde yetmiyordu acı. Daha fazlasını öğrenmek, tamamen parçalara bölünene kadar gerçeklerle yok etmek istiyordum her bir hücremi. Belki de bu yüzden kendini ilk geri çeken bendim. Rüzgar'ın darmaduman suratı benim kırık dudaklarımla karşı karşıyaydı şimdi.

"Her şeyi anlat." dedim genzimden gelen hırıltılı sesle. "Bilmek istiyorum. Tamamını..."

Rüzgar ondan istediğim şeyle inatlaşır gibi başını sağa sola sallıyordu. Benim gözlerime bakmanın baskısına daha fazla dayanamadığında yataktan kalkmış, odanın içinde ileri geri yürümeye başlamıştı. Bir eli belinde, diğeri ağzının üzerindeydi. Dudaklarından kaçacak hıçkırıkları mı engelliyordu parmakları yoksa bana anlatmasını istediğim sırları mı emin değildim. Bildiğim tek şey tükenen sabrımın damarlarımı zorladığıydı. Önümde boş birkaç tur daha atmasını seyrettikten sonra yataktan kalkıp tam karşısına geçtim Rüzgar'ın.

Ağzımı açmama bile gerek kalmadan omuzları çökmüştü sevgilimin. "Gidelim buradan İrem." dedi yalvarırca. "Arkamıza bakmadan gidelim. Unut gördüklerini. Unut duyduklarını. Bunun kimseye bir faydası yok."

"Hayır!"

Yakıcı sözcük düşüncelerimden bile hızlı hareket etmiş, dişlerimin arasından kurtuluvermişti. Bir bıçak yarası gibi Rüzgar'ın ruhunu ikiye böldüğünde kalbimdeki korkunun benzerini sevgilimin gözlerinde gördüm. Ama... Onun aksine benim hiçbir yere kaçmaya niyetim yoktu. Bir yandan ağlamaya devam etsem de yeniden konuştuğumda sesim beni bile şaşırtacak kadar güçlü çıkmıştı.

"Ne zamandır yaşadığını biliyorsun?"

Yumruğunu dişledi Rüzgar çaresizlikten. Bakışları benimkilerden kaçıp yere düşünce daha da sinirle devam ettim. "Ne zamandır onunla görüşüyorsun Rüzgar? Ne zamandır bana... yalan söylüyorsun?"

"Yalan mı?" dedi dehşetle. "Ben... sana yalan söylemedim. Böyle bir şeyi nasıl anlatabilirdim ki? Nasıl sana böyle bir kötülük yapmamı beklersin?"

Rüzgar'ın ne demek istediğini anlıyordum elbette. Ama bu idrak içimde kopan fırtınadan korumuyordu beni. "Ne zamandan beri biliyorsun?" diye üsteledim. Gözyaşlarım, kırıklarım, korkularım, öfke... hepsi sesimdeki çatlaklara sıkışmıştı.

"Siz Caner'le yarışa gittiğiniz gün öğrendim." dedi Rüzgar uzun bir iç çekişin sonunda. "Yarışmada aldığım not beni mahvetmişti zaten. Üstüne sen baloda o sesi duyunca... doğru olmayan bir şeyler olduğuna emin oldum ve... Lale Hanım'ın evine gittim."

"Meriç o evde mi..." diye araya girdim heyecanla, ama sözlerimi tamamlayamadan başını iki yana sallamıştı Rüzgar.

"O kızla bana bir mesaj gönderdi. Bunun bir tuzak olduğuna o kadar emindim ki sırf bu oyunu bozmak için onunla gitmeyi kabul ettim. Bu eve getirdi beni. Yalan değildi. Her şeyi öyle öğrendim. Me... O yaşıyor İrem."

Tam şu an aklımı kaçırsam kimse neden diyemezdi herhalde. Hayatımın en kötü işkencesini bana yaşatmış, sevdiğim herkese olabilecek en şeytani yollarla zarar vermiş; beni ve Rüzgar'ı elleriyle ölüme göndermiş o yaratık onca zaman toprağın altında saklanmıştı demek. O yaşıyor İrem. Bizi az daha toprağıyla saracak mezar onu kabul etmemiş, cehennem bile kapılarını bu şeytana kapamış, ilahi adaletse onu es geçmişti.

Sessizliğimi tedirginlikle izleyen Rüzgar içimde giderek yükselen öfkenin farkında olmalıydı. "O hasta." dedi bunun beni teselli edeceğini umarak. "Çok hasta hem de... Lale Hanım raporlarla oynayıp onu İtalya'ya kaçırmış. Ama hafızasını kaybettiği için aylarca kim olduğunu bilmeden yaşamış Meriç. Sonra da başka bir kaza geçirmiş. Ancak o zaman geri gelmiş hafızası. Neler olduğunu hatırlayınca da..."

"Başladığı işi bitirmek için buraya mı dönmüş?" dedim tiksinerek.

"Hayır." dedi Rüzgar bezgince. "Hatalarını telafi etmek için geldiğini söylüyor."

"Ve sen tüm bu saçmalığa inanıyorsun, öyle mi?"

"Hayır!" dedi Rüzgar panikle. Nedense gözleri sesi kadar kendinden emin değildi. "İnanmıyorum elbette ama..." Sıkıntıyla nefes verdi. "Caner onun tüm hikayesini araştırdı. Meriç'in anlattıkları... bilmiyorum en azından bir kısmı doğru olabilir."

Şoktaydım. Rüzgar'ın dudaklarından dökülen yalana kendini inandırmaya çalıştığını görüyordum görmesine. Mantığı onu çok iyi bildiği bir düşmandan korumak için her türlü yolu deniyor olmalıydı, ama kalbi... bir kez daha Meriç'in kapanına kısılmıştı işte. Çok eskiden kardeşim dediği bir adamın yansımasına çarpılmıştı Rüzgar yine, yeniden.

Sesli bir nefes verdi ve üzerindeki kana bulanmış kıyafetleri görmemi isterce kollarını iki yana açtı. "O hasta İrem. Gerçekten hasta. Az daha ölüyordu bugün. Caner o doktoru getirmese..."

Kalbimden bir parça koptu. Sevgilimin damarlarına sızan zehir düşündüğümden de hızlı yayılıyordu korkarım. Ona ulaşmak için geç kaldığımı bile bile, yine de içimdeki tüm öfkeyi bağırarak kustum. "Gözünü kırpmadan seni öldürüyordu o pislik Rüzgar! Beni öldürüyordu. Ela... Mert... Okul... Hayatımızı mah... her şeyi mah... mahvetti. Şimdi sen... siz... nasıl... nasıl ona... ona yardım..."

Kelimeleri bile doğru düzgün seçip dile dökemiyordum. Zar zor nefes giren ciğerlerimdeki acıyla odanın içini arşınlayan bendim bu defa. Gözyaşlarım bir kez daha kontrolsüzce hızlanmıştı. Nasıl? diye sormaya devam ediyordu zihnimdeki yankı. Bu ihaneti anlamlandırmanın bir yolu var mıydı?

"Allah kahretsin!"

Hiddetim bedenimden taştığı an komodinin üstündeki gece lambasına vurmuştum tüm gücümle. Yere düşüp ayaklarımın etrafına saçılan parçalar ruhumdan kopan kırıklardan farksızdı. Hırsımı alamayınca masadaki su bardağını elime geçirdim bu kez, düşünmeden duvara fırlattım. Çıkan her ses, gökyüzüne saçılan her ışıltı az da olsa su serpiyordu yüreğime. Elimden hiçbir şey gelmiyorsa da en azından bu odayı yerle bir edebilirdim. Ama... Pençelerim hırsla sürahiyi ele geçirdiğinde Rüzgar öne atılıp bileklerimi yakalayarak durdurmuştu beni.

"İrem dur!" dedi beni kendine bakmaya zorlayıp. "Öfkeni anlıyorum. Haklısın ama..."

"Sahiden anlıyor musun?" diye haykırdım. Kolumu kurtardığım gibi sürahi hak ettiği sona ermiş, diğer eşyalarla beraber zemindeki kırıklara katılmıştı. "O halde burada ne işin var Rüzgar? Neden o canavara yardım ediyorsun? Neden bana gelmedin? Neden polise gitmedik birlikte? Nasıl... Nasıl hala o Allah'ın cezası için bir şey yapmak isteyebilirsin ki? Sen Rüzgar! Sen bunu nasıl yaparsın? Her şeyi birlikte yaşamadık mı biz?"

Artık kelimeler hıçkırıklarımın arasından zar zor seçiliyordu. Yine yeniden titremekten dengesini kuramıyordu bedenim. Rüzgar beni tutmak için öne uzandığı an kapı da açılmış, eşikte Caner belirmişti.

"Ben... sesleri duydum." dedi çekinerek. Gözleri eserim olan savaş alanını dolaşırken odanın içine bir adım atmıştı. Ve sonra birkaç tane daha... Rüzgar'la bakışmalarından ne düşündüklerini o kadar net okuyabiliyordum ki... Foyaları ortaya çıkmış iki adi suçlu gibi utanç içindeydi yüzleri. Bu hayatta en çok güvendiğim iki oğlanı bu halde görmektense camdan aşağı atlamaya razıydım. Ve ben de ikisinin de tepki veremeyeceği bir hızla aralarından geçip kendimi koridora attım.

Peşimden geleceklerine emin olduğumdan az sonra koşuyordum. Nereye gittiğimi bilmeme gerek yoktu. Beni bu evden, bu kabustan kurtaracak her kapıdan geçmeye, her yola sapmaya hazırdım. Az ileride merdivenleri gördüğümde düşünmeden inmeye başlamıştım basamakları. Rüzgar'ın yakarışları, Caner'in onunkilere karışan ayak sesleri bir gölge gibi ensemdeydi. Yine de durmadım. Tenim gecenin serinliğine karışmak, bu yangını söndürmek için can atıyordu.

Derken... hiç ön göremediğim bir duvar belirdi kurtuluşumla aramda. Normal şartlarda güzel, hatta ilgi çekici denebilecek bir kızdı bu, oysa şu an iki dünya arasında yolunu kaybetmiş gibi görünüyordu. Pembe saçları karman çorman, minik yüzü ağlamaktan şişti. Sesleri mi duyup antreye çıkmıştı, yoksa hayat rastlantı eseri mi bizi karşı karşıya getirmişti bilmiyordum; ama şu an gözleri benim üzerimdeydi. Çatık kaşları altından zihnimden geçenleri görmek ister gibi bakıyordu suratıma. Öfke miydi o hissettiğim? Şu an bu hayattaki herkesten ve her şeyden nefret etmeye hakkım varken bu kız mı bana kızgındı yani?

Rüzgar'ın ve Caner'in bana yetiştiği gerçeğini umursamadan olduğum yerde durup kızın bakışlarına meydan okudum. Kimdi? Ne alakası vardı o şeytanla? Ne cüretle gözleri benim üzerimdeydi? Genzimde yükselen alevler mantığım devreye giremeden kızın üstüne yürümeme neden olmuştu. Önünde dikildiği kapının eşiğinden milim kıpırdamadan hiddetimle buluşmayı bekledi. Bunu benden korkmadığını göstermek için yaptığına emindim, oysa yanına ulaştığımda görmemi istemediği şeyin farklı olduğunu anladım.

Kızın bir gardiyan gibi koruduğu kapının ardındaydı kaçtığım karanlık. Beni ilaçla uyuşturduktan sonra doktor ona müdahale etmiş olmalıydı, çünkü bir sedyede yatıyordu şimdi. Koluna bağlı serum direği, ağzını ve burnunu kapatan solunum cihazıyla salonun ortasına mini bir hastane kurulmuştu. Caner'in gücü... diye tahminde bulundu iç sesim. Bu olasılık canımı daha çok sıkmıştı. Anlık bir öfkeyle kızı es geçip içeri daldım.

"No!" diye bağırıp peşimden koşmuştu kız. Diğerlerinin sesleri onu takip ediyordu. Tam olarak ne yapacağımı zannediyorlardı, kimi kimden korumaktı amaçları emin değildim. Aklımdan hiçbir şey ve aynı anda tonla şey geçiyordu. Ama deliliğimin sınırını görmeme fırsat kalmadan pembe kızın koluma geçen tırnakları sedyeye bir metreden daha fazla yanaşmama müsaade etmemişti.

"Don't touch her!" diye bağırdı Rüzgar anında kızı bileğinden yakalayıp benimle bağını keserek. Dokunma ona!

Rüzgar'ın sözleriyle üzerimize kusmakla sinirden gülmek arasında gidip geldi kız. Bir kez daha minik bedenini Meriç'e siper ettiğini fark etmiştim. Ne komikti onu koruma çabası... Ne zalimdi kader, Meriç'i eli kolu bağlı bir ceset torbası olarak çıkarmıştı karşıma. Onu hatırladığım adamla hiç alakası yoktu bu önümdeki et yığınının. Kasları erimiş, ölümcül bir hastalığa tutulmuş gibi zayıflamıştı. Yüzündeki morluk ve şişlikler birinin benim aklımdan geçen şiddeti çoktan ona uyguladığını gösteriyordu. Bitmişti Meriç. Onu hayata bağlayan bir iki boru olmasa zaten bir ölüydü belki de. İlahi adalet o kadar da adaletsiz değildi sanırım.

Suratım düşüncelerimi açık bir kitap gibi gösteriyor olsa gerek "Sevgilinin başladığı işi bitirmeye mi geldin?" dedi kız.

"Sophie!" diye hırlamıştı Rüzgar hemen dişleri arasından.

Kızın adı buydu demek. Ve yanlış anlamadıysam önümdeki enkazın sorumlusu Rüzgar'dı. Bakışlarım yandan ona kaydığında aynı perişanlığı gördüm sevgilimin gözlerinde. Yaptığı, yapamadığı her şeyden pişman, içine atmaktan yorgundu. Aklımdan ikimizi de rahatlatabilecek tek bir kelime geçse şimdi konuşur, bu işkenceyi bitirirdim. Ama... ölüme bir nefes uzakta da olsa Meriç hala Meriç'ti, yaşıyordu. Ve o aramızda olduğu sürece hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

"O senin için buraya döndü!" diye devam etti Sophie Rüzgar'ın uyarısını umursamadan. Yaşlardan zar zor açılan gözleri benimkilere kilitlenmişti. "Unutması, peşini bırakması için ona yalvardım. Bunun iyi olmayacağını biliyordum. Ama o..." Hıçkırıkları yüzünden zaten zor anlaşılan İngilizcesini yakalamak imkansız bir hal almıştı. Zaten ben de onun ağzından çıkan kelimeleri dinlemiyor, bakışlarının anlattığı tonla duyguyu okuyordum. "O... bana geçmişi düzeltmeden yaşayamayacağını söyledi. Sana, size bambaşka bir insan olduğunu göstermek istedi. Yaptıklarını geri al..."

Ellerim kontrolden çıkıp kızı yakasından yakalamıştı. "Sana bize yaptıklarını anlattı mı sahiden?" diye tısladım. "Bizi nasıl öldürmeye çalıştığını mesela... Bizi canlı canlı yakmaya çalıştığını.... Canını alamadıklarının üzerine başka düşmanlar saldığını. Hepimizin hayatını nasıl elleriyle mahvettiğini... Rüzgar'ın günlerce komada kaldığını biliyor musun ha?"

"İrem dur!" dedi arkamdan kollarımı yakalayan Rüzgar. Ona direnmeyip ellerimi Sophie'nin üstünden çeksem de gözlerim ateş saçmaya devam ediyordu. Caner gerekirse müdahale etmek için Sophie'nin yanına geçmişti. Haklı olan bendim, emindim buna. Buna rağmen iki oğlan da beni desteklemek yerine kopartacağım olası kasırgayı engellemek için hazır oldalardı şimdi. En katlanılmaz olansa biz işlediği günahlar uğruna birbirimizi parçalarken Meriç'in az ötede huzurla uyuyor olmasıydı. Onu azıcık tanıyorsam içten içe kahkahalar atarak bizi izlediğine emindim.

"Madem bir türlü ölmüyor..." diye mırıldandım kendi kendime. Sinirden dudaklarım titriyordu. "Madem onu yaşatmak için bu kadar uğraşıyorsunuz... o zaman hayatının sonuna dek hapiste çürüyecek!"

Sözlerim biter bitmez telefonuma uzanmıştı ellerim. Ama alet parmaklarım arasından kayıp gitmeden sadece 1'i tuşlayabildim. "İrem hayır!" demişti Rüzgar bileğime yapışıp. "No no no!" diyerek elime saldırmıştı Sophie. Caner de diğerleri gibi bana uzansa da telefon yere düştüğünde işlevsiz parmakları havadaydı.

Kollarımdan tutup beni kendine çeviren Rüzgar'la göz gözeydim şimdi. "İrem bunu yapamazsın!" dedi dehşetle. Ona neden? demek, nasıl? diye sormak istiyordum. Ama ihanetinin hayal kırıklığıyla suratına bakmaktan fazlasını yapamadım.

"Bu hepimizin başını derde sokar." diyerek mantıkla beni sakinleştirmeyi denedi Caner. "Bu şekilde olmaz!"

Ona bunun zerre kadar umurumda olmadığını söyleyecektim ki Sophie yeniden hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Koruyucu bir melek gibi sedyenin başında dikiliyordu şimdi. "Neden anlamıyorsun?" diye bağırdı. "Meriç zaten öldü! Senin tanıdığın adam öldü!  Yok ettiğiniz bu adam benim Miro'm! O iyi biri. Çok iyi biri! O kadar iyi ki her şeyi göze alıp geldi buraya!"

Aptal kız!

Aklımdan geçen tüm diğer düşünceleri öldüren ses böyle söylüyordu. Nasıl da inanmıştı ona... Nasıl da tüm benliğiyle mücadele ediyordu koca bir yalan uğruna... Aptal aptal aptal! Haklı nefretimi, tükenmez öfkemi ve vereceğim her türlü cezayı hak etse de karşımda ağlamaktan paralanmış bu aciz yaratığa acımaktan fazlası gelmiyordu elimden. Ben de aynı yollardan yürümüştüm ne de olsa. Ben de sonuna kadar savaşmamıştım onun için. Hastayım dediğinde kalmayı seçmiştim. Ve sonunda...

Aptal kız!

Başına ne geleceğini kesinlikle bilmiyordu Sophie. Peki ya Rüzgar? Caner? Onlar benden bile çok görmemişler miydi aynı oyunu? Birlikte almamış mıydık tüm hasarı? Bu masalın tek bir sonu olduğunu bile bile, kendi ayaklarıyla yürümüşlerdi aynı tehlikeli yoldan. Ve ben patikanın dışında, karanlık bir ormanda bir başıma kalmıştım. Bugün bir şekilde buraya gelmemiş olsam daha ne kadar gerçekleri benden saklayacaklardı tahmin edemiyordum bile. Güven bir kez daha ellerimde patlayan bir balondu.

Daha fazla Meriç'le aynı zehirli havayı soluyamayacağıma, Rüzgar'ın ya da Caner'in suratına bakamayacağıma, kırıklarımı anlatacak kelimeler de bulamayacağıma emin, arkamı dönüp kapıya doğru yürüdüm. Hemen ardımdan geldiğini bilsem de Rüzgar'ı dinlemeye takatim yoktu. O yüzden antreye çıktığımızda yakaladığı bileğimi hızla çekip ondan kurtardım ve inatla çıkışa ilerledim.

"İrem yalvarırım bir dur!" demişti öne atılıp son anda kapıyla arama geçerek. Ona bakmak öyle canımı yakıyordu ki gözlerimi kaçırmadan durabilmek için dişlerimi yanağıma geçirmem gerekti. Ağlamak istemesem de sevgilimin gözlerinden süzülen damlalar beni de yaşlar içinde bırakmıştı anında.

"Onu öldürmek istedim." dedi acı veren bir itirafta bulunur gibi. "Öldürmeyi denedim. İnan bana, yaşadığımız hiçbir şeyi unutmadım. Unutamam!"

"Yine de buradasın. Geri döndün. Ona... yardım etmek için..."

Rüzgar biri yarasına tuz atmış gibi birbirine bastırdı dudaklarını. "Onu bu hale ben getirdim İrem! Meriç bir canavar olabilir, ama ben bir katil değilim. Kimsenin benim yüzümden ölmesine izin veremem. Onun bile..."

Sessizlik... İkimizin de ağzından tek kelime dökülmeden geçen saniyeler, dakikalar, sonsuzluk... Ne onun eli benimkine uzanıyor, ne benim gözlerim onunkine değmeye cüret edebiliyordu. Çoktan aramıza sızmış bir hayaletin soğukluğu değil, o canavarın aldığı nefesti artık elimizi kolumuzu bağlayan. Sevgilimin dudaklarından dökülenleri gerçekten duysam, gerçekten duymak istesem o zaman anlardım onu belki. İnanabilirdim ona. Ama hayır, buna hazır değildim. Rüzgar kalbiyle mantığı arasında cebelleşirken doğru yolu seçmesini bekleyemeyecek kadar çok seviyordum onu. Onun gözlerine bakarak aynı çamura saplanmasını, çoktan yok olmuş bir geçmişi bize tercih etmesini izleyemezdim.

"Gitmek istiyorum." dedim bir anda geri adım atıp. Rüzgar umutla bana doğru hamle yaptığında biraz daha geriledim. "Yalnız!"

"İrem..."

"Yalnız Rüzgar!" dedim tüm gözyaşlarımı yutup geride kalmış azıcık özgüvenimle. "Yalnız kalmak istiyorum."

Şimdiden binlerce bıçak yarası vardı ruhumda. Sözlerimin hem benim hem sevgilimin kabinde daha nicelerini açtığını biliyordum. Yine de...

"Abi ben İrem'i bırakırım." dedi Caner çekinerek. Sınırını aşmadan yardım etmeye çalışıyordu kendince. Bugün ona Rüzgar'la ilgili ne bildiğini sorduğumda sessiz kalarak aramıza soktuğu sırrın yükünü kolayca sırtımızdan atamayacağımızın farkında değildi.

"Yalnız!" dedim bu kez ona dönüp. Sesimdeki sertlik benim bile tüylerimi diken diken etmişti.

"İrem dağın başı burası!" dedi Rüzgar endişeyle. "Gitmek istiyorsan tamam, git, ama yalnız olmaz."

Lanet olsun ki haklıydı. Bu karanlıkta ana yola ulaşmayı başarsam bile oradan geçen tek bir taksi bile bulamayacaktım büyük ihtimalle. Çaresizlikten tırnaklarımı avuç içlerime batırdığım acı dolu saniyeler sonra ise beklenmedik ilahi destek yardımıma koştu.

"Hanımefendiyi ben bırakabilirim." demişti yabancı bir ses. Hepimizin başı antrenin diğer köşesindeki kapının eşiğinde duran adama çevrildi anında. Yanlış hatırlamıyorsam Rüzgar'ın geldiği Vito'nun şoförüydü konuşan. Kimin nesiydi, güvenilir miydi, ikinci kez düşünmeden "Evet, lütfen!" dedim ve ona doğru hareketlendim. Bu lanet köşkte bir saniye daha kalmak Meriç'in imkansız dönüşünü de Rüzgar'ın söylediği yalanları da meşrulaştırmak demekti ve ben bunu yapmayacaktım.

"İrem, en azından Caner'le git lütfen." dedi Rüzgar yalvarırca ama ona çevrilen bakışlarımdaki öfke tanıdık gelmiş olsa gerek son sözleri ağzının içinde yok olmuştu. Bana ikinci kez onun yüzünden, onun için yalan söylüyordu Rüzgar. Şu an nasıl hissettiğimi benden bile iyi bildiğine emindim.  Tam da bu yüzden emin adımlarla çıkışa ilerlediğimde kenara çekilmekten fazlasını yapamamıştı. Tarih iğrenç bir şaka gibi tekerrür ediyor, bizse payımıza düşen dersleri tekrar ve tekrar alıyorduk.

Açık havaya çıktığımda anında suratıma çarpan serinlik bayılmadan arabaya ulaşmama yardım etmişti. Şoförün açtığı kapıdan içeri girip kendimi koltuğa attım ve delice dönen başımı cama yasladım. Öfkeyle gelen adrenalinin dağılmasıyla vücudum savaştan çıkmış bir pelteydi bir kez daha. Doktorun verdiği ilaç hala kanımdaydı sanırım, beni durmadan uykunun kollarına ve huzura davet ediyordu. Arabanın tıngırtısıyla pencerenin ardında akan bulanık renkler bir hayale dalmam için yeterdi de artardı. Ama... Yol boyunca gözlerimi kapalı tutmayı ne kadar denediysem de beynimin her kıvrımından saldırıya geçen kötü düşüncelerden kurtulmayı bir an olsun başaramamıştım. Ah bir soru sormasına engel olabilseydim kalbimin... bir izin verseydim mantığımın duygularımı ele geçirmesine... olmuyordu işte.

Sonunda eve vardığımda bir ağlayıp bir susmaktan helak olmuştu sinirlerim. Asansörden dairenin kapısına kadar olan yolu bile alacak takati yoktu bacaklarımın. Anahtarı deliğe sokmak, o eşikten geçmek ve kendimi çok iyi bildiğim evimin güvenilir kollarına bırakmak bir asır sürmüştü sanki. Karanlık diye düşündüm ayaklarımı sürüye sürüye salona ilerlerken. Tek istediğim buydu. Evin sessizliğine bakılırsa şansıma ikizler bu geceyi dışarıda geçirmeye karar vermişlerdi. Neyse ki... Şu an kimseye tek kelime edecek enerjiyi bulabileceğimi sanmıyordum. Fakat kader benimle hemfikir olmasa gerek gözlerim o an koltukta oturan gölgeyi seçti.

"Ela?"

Arkadaşımın başı yavaşça bana döndüğünde camdan salona süzülen ay ışığında parladı ıslak gözleri. Bakışları, varlığının rastlantı olmadığını anlatıyordu. Tıpkı ikizlerin ortalıkta görünmemesi gibi... Ben o lanetli köşkten ayrılır ayrılmaz Ela'yı aramış olmalıydı Rüzgar. Kendi elinin uzanamadığı yaralara dostunun merhem sürmesini istemişti şüphesiz. Oysa karşımda duran kız en az benim kadar kayıp, belki benden bile çaresiz görünüyordu. Ne ben ne de o tek kelime edemeden kapamıştı aramızdaki mesafeyi ve boynuma dolamıştı kollarını.

Ela'nın gözünden dökülen her damlayla benim dudaklarımdan yeni hıçkırıklar kopuyordu şimdi. Tek bir vücut olmuş lanet kaderimize ağlıyorduk birlikte. Ona ne bildiğini sormama gerek yoktu. Daha Türkiye'ye ayak bastığı ilk andan itibaren Meriç'in varlığından haberdardı Ela. Belki daha bile öncesinden... Rüzgar için dönmüştü. Benim için, kendi için... Babasının mahkeme celbinden neden bu kadar etkilendiğini şimdi çok daha iyi anlıyordum. İblisin uyandığını bilip de bu işin arkasında onun olmadığını düşünmek için salak olmak lazımdı. Ölümün kıyısında gezerken bile soğuk parmaklarını boynumuza dolamayı başarmıştı Meriç. Ve buna rağmen Rüzgar...

Daha çok hıçkırdım. Tüm gerçeklerden kaçmak isterce başımı Ela'nın omzuna gömmüştüm. O da tırnaklarını benim sırtıma geçirmiş, acıyla mücadele ediyordu. Uzaktan bizimle alay eden düşmanımızla zihninde apansız bir savaşa girdiğini titreyen parmaklarından hissedebiliyordum. Çoktan kazanmıştık oysa ki bu mücadeleyi biz. Ölümü yenmek değil, onu üzerimize salan canavarı zihnimizden kovmaktı asıl zafer. Günlerce, aylarca kanamış, sonsuza dek tenimizde taşıyacağımız izlerle yaşamanın bir yolunu bulmuştuk. Fakat şimdi... tüm yaralar aynı anda, bir kez daha açılmıştı. Ve bu defa damarlarımız tamamen kurumadan zehirden kurtulmanın yolu yoktu.

Sonunda Ela kendi başına ayakta duracak gücü bulup benden uzaklaştığında aynı şeyi yapmayı denedim, ama yorgun bacaklarım koltuğa kadar taşıyabilmişti bedenimi. Yaşadıklarım, ilacın etkisi, döktüğüm gözyaşları sonunda iflas ettirmişti tüm sistemimi. Elime yaslamadan başımı taşıyamıyordum bile. Şakaklarımı, alnımı, ensemi ovduysam da muhtemelen bir daha beni terk etmeyecek olan ağrıdan kurtulamadım.

"Ne yapacağız Ela?" dedim o da kendini yanıma, koltuğa bıraktığında. Umutsuzluğumuz bulaşıcı bir hastalıkmış gibi birbirimizin suratına bakamıyorduk. Onun mavileri boş duvarları dolaşırken benimkiler yerde gezindi mucizevi bir cevap bir anda karşıma çıkacakmış gibi. Ela konuştuğunda sesi bir başkasına aitti sanki.

"Dediklerine inanıyor musun? Hastalık, hafıza kaybı... her şeyi düzeltmek istemesi..."

Sinirle güldüm. "Hayır elbette." Ela'nın sessizliği şüpheyle ona bakmama neden olmuştu. "Sen?"

Başını sağa sola salladı belli belirsiz. "Ama Rüzgar'ın inanmak istediği biliyorum. Ve Meriç'in kafasına koyduğunda ne kadar ikna edici olabildiğini de..."

"Hayır!" dedim panikle. "Tüm yaşadıklarımızdan sonra Rüzgar ona inanamaz, asla yapmaz bunu!"

Ela'nın dudakları acı içinde bir tebessüme kıvrıldı. "Sana onun hasta olduğunu söyledi değil mi?"

O hasta İrem. Gerçekten hasta. Az daha ölüyordu bugün. Caner o doktoru getirmese...

Midemi yakan asit tek kelime etmeme müsaade etmeyince sıkıntıyla nefes verdi Ela ve benim yerime devam etti. "Meriç de ben de her zaman Rüzgar'ın korunmaya muhtaç, sorunlu kardeşleri olduk. Onun verecek çok fazla sevgisi, bizim de boyumuzu aşan dertlerimiz vardı hep. Hayatı boyunca bizim koruyucu meleğimiz gibi davrandı Rüzgar. Düştük kaldırdı, dağıldık toparladı, saçmaladık abilik yaptı. Kendinin önüne koydu her zaman bizi, yeri geldiğinde vazgeçti kendinden bizim için." Durdu ve başı bana döndü. "Ta ki sen gelene kadar İrem. Sen onun Meriç'e olan zaafını kıran, gerçekleri görmesini sağlayan ilk ve tek insansın. Neden onun yaşadığını sana söyleyemedi sanıyorsun."

"Neden?" diye mırıldandım. Cevabı belli olsa da gerçeği Ela'nın yüzüme çarpmasını istiyordum. Rüzgar'ın beni korumak için sessiz kaldığını söyleyecekti şüphesiz. Beni yeniden aynı travmaya sokmaktan korktuğunu, bunun için aramıza bir yalan sokmayı bile göze aldığını... Oysa Ela'nın ağzından çıkan kelimeler beklediklerim değildi.

"Çünkü Meriç'in döndüğünü sana söylediği an yeniden bir seçim yapması gerekecekti Rüzgar'ın."

Anlamadan Ela'ya baktım. "Seçim mi?"

"Rüzgar bir kez Meriç'e karşı seni seçti İrem." dedi doğrudan gözlerimin içine bakıp. "Kolay olmadı, ama kalbini dinledi. Ve bu seçiminin bazı sonuçları oldu. Rüzgar'ın hala kendini affedememesine neden olan sonuçları... Senin, benim, hepimizin başına gelenler için kendini suçladığı yetmezmiş gibi bir de Meriç'in ölümünün sorumluluğunu aldı Rüzgar omuzlarına. Peşinden gittiği aşkın kardeşini bu hale getirdiğine, bize zarar verdiğine inandırdı kendini. Sen de benim kadar iyi biliyorsun onun yaşadıklarını, hastaneden çıktıktan sonra senden uzak durmak için neler yaptığını, niye yaptığını... Çok ama çok zor iyileşti Rüzgar, hatta bana kalırsa asla tam olarak iyileşemedi."

Kulaklarımdan girmiyordu sanki kelimeler, doğrudan tenime kazınıyor, ruhumu yaralıyordu. Göz yaşlarımın kontrolsüzce yanaklarımdan süzüldüğünü gören Ela'nın da kaşları hüzünle yukarı kıvrılmıştı.

"Ve şimdi Rüzgar yeniden benzer bir seçim yapmak zorunda." diye devam etti. "Kalbinin her zaman, her koşulda seni takip edeceğini biliyor. Ama bu Meriç'e bir kez daha sırtını dönmesi demek. Ve ben onun bunu yapmaya hazır olduğunu sanmıyorum İrem. Hele de Meriç aklını allak bullak eden hikayelerle karşısında dururken... O yüzden yüzleşmek yerine kaçmayı tercih etti. O yüzden seninle konuşmak yerine sustu. Aslına bakarsan ne yaptığının farkında olduğunu bile sanmıyorum. Sadece asla veremeyeceği o en doğru kararı bulmaya çalışıp duruyor ve bunu yaparken de elinden geldiğince seni korumaya çabalıyor. Ama işte..." Şimdi yere düşmüştü Ela'nın bakışları. "Meriç'ten nefret de etse, yaptıkları için onu cezalandırmaya da çalışsa, hatta elleriyle onu boğmaya da kalkışsa o hala aynı sorunlu küçük çocuk Rüzgar için. Kaybettiği ve şimdi yeniden bulduğu kardeşi..."

Tanrım... Daha berbat hissedebilir miydim? Ve Ela neden her zaman en mantıklı, en haklı, en doğru olmak zorundaydı? Avazım çıktığınca bağırmak istiyordum ona. Gerçekleri acımadan yüzüme çarptığı için kızmak, öfkelenmek... Bana söylediği yalan için Rüzgar'dan nefret edebilir, içimde yanan bu alevi anında söndürebilirdim belki. Oysa Ela gözlerimi açarak dipsiz bir kuyunun ortasında bırakmıştı beni. Kime kızacağımı bile bilmeden, koca bir sancıyla kalmıştım midemde. Ancak şimdi görüyordum, benim için siyah ve beyaz kadar net olan bir seçim Rüzgar'ı gri bir hortumun içine hapsetmiş, oradan oraya savuruyordu. Hepimize zarar veren bir canavara karşı değildi sevgilimin savaşı. Aylarca mücadeleden sonra zar zor kurtulmayı başardığı suçluluk duygusunun altında kalmıştı bir kez daha. Ve tüm bunların sebebi, her şeyi başlatan bendim.

Gözyaşlarım artar, bedenim kontrolsüzce titrerken Ela'nın benimkine uzanan elini hayal meyal fark ettim. "Hey!" dedi parmaklarımı sıkıca kavrayıp. Zar zor nefes aldığım için garip hırıltılar çıkmıştı sadece ağzımdan. "Hey!" diye üsteledi Ela diğer elimi de tutup. "Bir de sen delirme İrem, lütfen! Şimdi olmaz!"

"Ben..." diyebildim hıçkırarak. "Ben... ne yapacağız Ela? Şimdi... şimdi ne..."

"Hiş!" Ela beni kendine çekip kollarını boynuma doladı. O da en az benim kadar dağılmış olsa da saçlarımı okşayarak beni sakinleştirmeye çalışıyordu. "Acele etme. Her şey çok yeni senin için. Böyle paniklemen normal. Ben günlerdir neler yaşıyorum içimde bilsen..." Aldığı nefesle yükselen göğsü benimkine değdi. "Bir şeyler düşüneceğiz. Birlikte bir yol bulacağız. Ama her şeyden önce sakin olmalıyız. Rüzgar için! Onun yanında olmak zorundayız İrem. Bir kez daha doğru seçimi yapması lazım. Ve bunu bizsiz başaramaz!"

Kendimi hızla geri çekip ayağa kalktım. Salonun içinde ileri geri koştururken kolumla kuruladığım yanaklarım ben sildikçe yeniden ıslanıyordu. "Sorun zaten benim Ela!" dedim acıyla. "En başından beri her şeyin sebebi benim. Rüzgar'ı bu duruma sokan, seçim yapmak zorunda bırakan... Hatta... hatta senin başına gelenler. Diğerleri... Her şey ama her şey... Belki ben Rüzgar'dan uzak durabilseydim... belki biz..."

Ela çatık kaşlarla başını iki yana sallıyordu ben konuşurken. "Sakın!" dedi sonunda dayanamayıp. "Sakın Rüzgar gibi bu saçma sapan suçluluk psikolojisine sokma kendini! Olan her şeyin tek bir sorumlusu var İrem. Hepimizin kaderiyle oynayan aynı adam. Ve biz onun geri dönüp bir kez daha hayatımızın içine sıçmasına izin vermeyeceğiz! Duydun mu beni!"

Ağlamayı kesebilmek için parmağımı dişledim. Etim kopacaktı neredeyse, yine de bedenimi sarsan hıçkırıklar kesilmiyordu. Aldığım derin nefesler de panik atağımı durdurmaya yetmeyince normalde asla yapmayacağım bir şey yapıp sehpanın üzerinde ikizlerden kalan votkayı açtım ve düşünmeden kafaya diktim. Bu sabah bana verdikleri sakinleştiricinin hala kanımda olmadığını umuyordum, aksi halde gözümü yıldızlarda açacaktım bir dahaki sefere. Bu düşünce bile beni durdurmamış, boğazım acıdan sızlayana kadar en az üç dört yudumu mideye indirmiştim. Nihayet şişeyi masaya bıraktığımda avucumu ıslak dudaklarıma bastırıp alkolün sinirlerimi sersemletmesini bekledim. Ela hala kaygılı gözlerle beni izliyordu.

Bedenimi bir çuval gibi onun yanına bıraktığımda gece toplanmayı bekleyen iki çöp torbasından farksızdık artık. Kıpkırmızı olmuş suratlarımız, çökmüş omuzlarımız ve işlevsiz kalmış uzuvlarımızla kendimiz bile enkazdan halliceyken nasıl olup da Rüzgar'a yardım edecektik hiç bilmiyordum. Yine de uzanıp son bir kez elimi tutmuş ve her şeye inanmamı isterce parmaklarımı sıkmıştı Ela.

"Bu işte birlikteyiz!" dedi ıslak ama kendinden emin mavilerini yandan yüzüme dikip. "Bu kabusu birlikte bitireceğiz."

***

-BÖLÜM SONU-

Ne yazayım bilemiyorum. İlk kez kelimeler yetersiz. En iyisi ben azcık susayım siz söyleyin, bundan sonra neleeer neler olacak?

Rüzgar Meriç'i kurtardı. Hem de geçmişte yaptığı her şeye rağmen. Bu akıllara Ela'nın sözlerini ve o kaçınılmaz soruyu getiriyor:

Bu kez kimi seçecek Rüzgar?

Siz ne düşünüyorsunuz? Kendini suçlamakta haklı mı Rüzgar? Her şeyi başlatan onun İrem'e duyduğu aşk mı sahiden?

ve şimdi, herkesin ikinci bir şansı varken geçmiş değişir, yeni bir gelecek yazılır mı dersiniz?

Cevaplarınızı bekliyorum ;)

Öppücükleeer!

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top