2.8. Merhem ve Kabus

1415 Senesi - Yaz Mevsimi

SARGUN KRALLIĞI

Kraliyet Sarayı

Handan Suna

Yağmur bedenimi ıslatırken karnımdaki sancıyı hissedemiyordum bile. Bedenimdeki kasılmalar hafifledikçe bazı kaslarım hala seğiriyordu. Arkamda alev alev yanan gemi suya gömülmeye başlamıştı. Ben ise Gökben'in kaçtığı boşluğa bakakalmıştım. Üzerimdeki donukluğu atar atmaz,

"Çabuk! Bulun onu! Bulun ve bana getirin!"diye haykırdım kıpırdanan adamlarımı görünce. Az önce neler olmuştu aklım almıyordu. Olanların şaşkınlığı beni yerime sabitlemişti. Gökben bana hançer saplamıştı. Gerçekten yapmıştı bunu. Yapabilmişti! Ardından üzerime kanlar boşalmıştı. Kolumun yeniyle sildiğim yüzüm kana bulanmıştı. Yağmur yüzümden süzülürken ellerimle yüzümü iyice silmeye çalıştım. Bir iki kişi ayağa kalktı. Başlarını ovalıyorlardı. "Ne duruyorsunuz hala!"diye bağırdım. "Gidin! Onu bulmadan da gelmeyin!" Üç kişi pazar alanına oradan da ara sokaklara daldılar.

Hava kararmaya başlamıştı ve insanlar merakla buraya doluşuyordu. Catherine limanın boşaltılmasını sağlamıştı fakat meraklı insanları uzun süre buradan uzak tutmak mümkün değildi. Ayağa kalkmaya çalıştım. Canımın acısıyla tekrar dizlerimin üstüne çöktüm. Hançer hala oradaydı. Ellerim kan içindeydi. Bu görüntü başımın dönmesine sebep oldu.

Biri yanıma yaklaştı. "Hanımım, size bir hekim bulayım."

"Bana hekim falan bulma! Gökben'i bul!"diye bağırdım öfkeyle. Bir kez daha benden kaçmasına izin veremezdim. Onu bu kadar avucuma almışken göz göre göre gidemezdi. Bir grup askerin yürüyüş sesini duyunca o yana döndüm. Koyu sarı zırhlarıyla Sargun askerleri bize doğru geldi.

"Sizi saraya götürmemiz emredildi. Tedaviniz orada yapılacaktır."

"Hiçbir yere gitmiyorum ben." Fakat gözlerimin kararmasıyla yere yığıldım.

Kendime geldiğimde sakin bir odanın içindeydim. Kıyafetlerim değişmişti. Yaramda kalın sargılar vardı. Doğrulmaya çalıştığımda kaburgamın acısıyla vazgeçtim. "Yaranız derindi."dedi biri. Aspargon dilini konuşuyordu. Şaşırmıştım. O yana döndüm. Elinde bir şişeyle bana yaklaştı. "Bundan bir kaşık için. Birazdan ağrılarınız başlar. Hafiflemesini sağlar." Şüpheyle bakıyordum elindeki şişeye. Yine de içtim.

"Neredeyim ben? Sen kimsin? Aspargon dilini nereden biliyorsun?"

"Altınhisar'da eğitim gördüm. Dilinize aşinayım. Şifacı Marcus. Kraliyet Sarayı'ndasınız. Kraliçe Catherine durumunuz hakkında bilgi istemişti. Muhtemelen birazdan ziyaretinize gelecektir."

"Adamlarım nerede?"

"Adamlarınızın bazıları dün limanda çıkan fırtınada düşen yıldırımlar yüzünden hayatını kaybetti. Kalanlar ise bir çeşit spazm geçirmişti. Hayattalar. Onlara da rahatlatıcı merhemler sürüldü. Tütsüler koklatıldı. Toparlanacaklar."

Bu hiç iyi olmamıştı. Gökben'in peşinden gitmeleri gerekiyordu. Şimdi kim bilir hangi deliğe girmişti. Yine de onu girdiği o delikten tekrar çıkaracaktım. Öfkeyle soludum. Onu ele geçirmeme ramak kala nasıl böyle bir hata yapmıştım? Gökben'in o hali neydi öyle? Bana hançer sapladığında söylediği o anlamsız kelimeler ve girdiği trans hali kabul etmeliydim ki beni ürpertmişti. Peşi sıra burnumdan, kulaklarımdan, gözlerimden gelen kan beni dehşete düşürmüştü. Ne zehri sürmüştü o bıçağa? Yoğun kanamaya sebep olan zehirler biliyordum fakat bu kadar kısa sürede etkili olan bir zehir hiç duymamıştım.

Odanın kapısı açıldı ve Kraliçe Catherine içeri girdi. Yüzündeki alaycı gülümsemeden hoşlanmamıştım. "Lisa'nın kısa zamanda ayağına gelmesini sağlamama rağmen onu elinden kaçırmışsın."dedi Aspargon dilinde. Sargunluların Aspargon dili bilmesi beni şaşırtmıştı. Gerçi Gökben de onu bulduğumda bizim dilimizi çat pat konuşabiliyordu. "Neyse ki en azından küçük problemimizi kökünden çözdün. Bu soğuklanlılığın için seni tebrik ederim."

Sinirle güldüm. "Adamlarım Gökben'in peşinden gitmeliydi. Hepsini buraya toplamışsın."

"Yarısı ölmüştü. Yarısı ise kendinde bile değildi. Limana peş peşe düşen yıldırımlardan yarısının sağ çıkması bile mucize."

"Gökben daha fazla uzaklaşmadan bulunmalı."dedim dişlerimin arasından.

O ise kardeşinin gerçek ismini kullanmakta ısrarcıydı. "Ben anlaşmamızın bana düşen kısmını yerine getirdim. Lisa Sargun'a geldi. Aklına şüphe tohumları sokarak bir an önce yanına gelmesini sağladım. Buradan sonrası benim meselem değil."

Söyledikleri sinirlerimi germeye devam ediyordu. "Bu işte birlikteydik. Anlaşmamızda ben Gökben'le ayrılacaktım Sargun'dan."

"Elinden kaçırmasaydın." Halimi inceledikten sonra devam etti. "Toparlandığın vakit adamlarınla evine dönebilirsin. Şifacılarım üç gün içinde ayağa kalkacağını söylüyor. Burada olduğun müddetçe sana iyi bakılacak. Yapmış olduğun hizmeti Sargun hiçbir zaman unutmayacak Handan Suna."dedi kibirle ve çıkmak üzere hareketlendi.

"Bunu size hizmet olsun diye yapmadım Kraliçe! Çıkarlarımız bir olduğu için yaptım!"dedim öfkeyle. Dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle bana döndü. "Benim o ayakbağlarından kurtulma gerekçelerim belli. Gökben'in harem hayatında gereksiz problemlere sebep olacaktı. Peki ya sen? Sen neden bir bebekten kurtulmak istedin?"

"Herkesin gerekçesi kendini ilgilendirir." Bir kez daha gidecek gibi oldu.

"Gökben'in transa giren o hali neydi öyle? Tuhaf cümleler söyledi üst üste. Ardından gözlerim, burnum ve kulaklarım kanamaya başladı. Yıldırımlar da o esnada düştü. Ablası olarak bu konuda bir tahminin yok mu?"

Alaycı gülüşü iyice genişledi. "Belli ki sizi zehirli bir hançerle yaraladığında Quadre'nin intikam yeminini etmiş. Sevgilisi Simir Makosluydu. Hançerdeki zehir de halüsinasyon görmenize sebep olmuş. Yıldırımlar ise Sargun'da yaygındır. Sağanak yağışlar bu çevrede ağır geçer. Ablası olarak doğa olaylarıyla ilgili tek tahminim bu."dedi ve odadan çıktı.

Bu kadından hoşlanmıyordum. Bir şeyler saklıyordu. Sinsiydi. Gökben'i arayışımda yanımda olmayacağını belli etmişti. Olmasındı. Daha önce nasıl bulduysam gene bulurdum onu. Fakat bir an önce bu saraydan gitmek istiyordum. Keşke Emine'yi de getirseydim. Başıma bunların geleceğini tahmin edemezdim ki...

Bu kasvetli, boğucu sarayda tıkılı kalmıştım. Üç günden önce toparlanacak gibi de değildim. Kendi başıma hareket etmeye çalıştığım her an yaram feci şekilde acıyor ve kanıyordu.

Önümüzdeki günlerde iyileşen adamlarımı Gökben'i araması için dışarı gönderdim. Her defasında eksik geliyorlardı. Ormanlarda biri kayboluyordu. Bu da sinirimi daha çok bozuyordu. Onca eğitimli adam nasıl oluyordu da bir kızı ele geçiremiyordu?

Bu süreçte yarama sık sık pansuman yapılıyordu. Durum hiç iyi değildi. İkinci günde yaramın etrafındaki deri sulu bir hal almış etim birleşmemeye ant içmiş gibi duruyordu. Sanki üzerime asit dökülmüştü.

"İz kalacak değil mi?"diye sordum benimle ilgilenen şifacıya.

Marcus, "Elimden geleni yapacağım fakat hançerin giriş bölgesinde ince bir kabartı kalacak. En azından rengi teninizin rengine yaklaşacak." İz çok önemli değildi. Fakat yaranın biçimi bunun sıradan bir zehir olmadığını düşünmeme sebep oluyordu.

"Ne zehri olduğunu çözebildiniz mi?"

"Kara gül laneti."dedi. Kaşlarım çatıldı. Daha önce böyle bir isim duymamıştım. "Tipkos kökenli bir zehir. Yılan ve bitki temelli. Asidik bir yaraya benzemesinin sebebi bu."

"Güllerin zehirde kullanılabileceğini bilmiyordum."

"Tipkoslu bitki bilimcilerin icatları hayranlık uyandırıcı. Bu doğal bir gül değil. Botanik üstatları pek çok bitkiyi değiştirme çalışmaları yapıyor. Son elli yıldır revaçta olan bir zehir. Çok kısa sürede vücuda karışıyor. Fakat hançer o kadar uzun süre kalmasına rağmen sizi öldürmemiş. Bu beni düşündürdü."

"Nasıl yani? Şimdiye ölmem mi gerekirdi?"

"Bu zehrin etkisi temas halinde kaldıkça artar." Dudaklarını büzdü. Gözlerini kıstı. Eli çenesine gitti. "Eğer burada daha uzun süre kalsaydınız üzerinde çalışmak isterdim doğrusu. Acaba hançerin türüyle mi ilgili?"

"Bu konuları başkasına sorman gerekecek."

Üçüncü günün sonunda ağrılarım iyice azalmıştı. Yaram tam anlamıyla kapanmasa da yola çıkabilecek haldeydim. Şifacı Marcus bana bir merhem verdi. İki hafta boyunca günde üç kez sürecekmişim. Böylece iz daha az gözükecekmiş.

Kraliyet Limanı'na yanaştırılan gemime döndüğümde Gökben'den iz yoktu. Kraliçe ise burada daha uzun kalmam konusunda isteksizdi. Gökben'i umursadığına zerre inanmıyordum. Fakat buradan en kısa zamanda gitmem konusunda kibarca bir konuşma yapmıştı. O donuk mavi gözlerindeki emrivakilik ise zora koşarsam gücünü kullanmaktan çekinmeyeceğini gösteriyordu.

Aspargon sınırlarında olsaydık ona yapacağımı bilirdim fakat mantıklı olmak zorundaydım. Burada bir avuç adamla borumu öttüremezdim. Esir alınıp ülkeme bir şey karşılığı takas edilecek hale düşüremezdim kendimi. Skandal olurdu. Hem Sargun'da ne işim olduğu da sorgulanırdı ve böyle bir sorguyla uğraşmak istemiyordum.

Gemimiz limandan açılıp Sargun kıyıları boyunca ilerlediğimizde üç gün önce patlattığım geminin enkazları çıkarılıyordu sudan. Bir daha adını bile duymak istemediğim o korsan ve bebek çoktan denizin dibini boylamıştı. En azından bu sorundan kurtulmuştum. Gökben'in evliliği, hele de çocuk sahibi oluşu hareme asla girememesine sebep olurdu. O da bunu çok iyi biliyordu ve sırf bunun için kaçar kaçmaz evlendiğine emindim. Çocuğu da bu yüzden yapmıştı.

Ne olacağını sanıyordu? Onu öylece bırakacaktım ve o köy hayatı yaşayacak, bu kadar basit miydi? Onca emeğim heba olmayacaktı. Gerekirse onu ben öldürürdüm gene özgür bırakmazdım! Her şeyi defalarca berbat etmişti. Beni öldürmeye kalkmıştı. İskelenin kenarlarını öfkeyle sıkarken bu defa ona karşı toleransım olmayacağını biliyordum.

Yıllarca zindana kapatır, zihnindeki en kuytu anıları ilaçlarla elinden alırdım. Kendini bile unuturdu. Yeni bir Gökben yaratırdım. Hele bir onu ele geçireyim.

Kamarama döndüm. Yarama merhem sürdüm. Canım acımıyordu artık. Acısa da önemli değildi. Gökben'i bir şekilde bulmak zorundaydım. Şimdiye kadar kullandığım adam kaçakçıları hiçbir işe yaramamıştı. Daha iyilerini tutmaya karar vermiştim.

Akyel Limanı'na yaklaştığımızda sıkı bir denetim başlatıldığını gördüm. Limana yanaşmayı bekleyen gemiler daha açık bir alanda birikmişti. "Bu ne demek kaptan?"diye sordum dümene gidip.

"Birazdan anlaşılır. Biz de sıraya alınacağız." Bir an hanedan bayrağını göndere çektirmeyi düşünsem de hemen bu fikirden vazgeçtim. Önce meselenin ne olduğunu öğrenmekte yarar vardı. "Kale, yedek kayıkla git öğren meseleyi."diyerek bir adama emir verdi. Adam arkadaki küçük kayığı suya indirmeye hazırlanırken biz de iyice yavaşlayıp demir atmıştık.

Bekleyişimizin sonunda adam geldi. Beş gün önce yaşanan Aspargon ve Simir Makos gemilerinin çarpışması yüzünden her gemide detaylı incelemeler yapıldığını öğrendik. Gene o gün aklıma gelmişti. Aptal adamlar küçük bir ticaret gemisine yetişememişti. Daha en başta limanda dikkatli olmaları gerekirdi. Fakat iki senedir bir hayaleti beklediklerine inanmış olmalılardı ki böyle bir dikkatsizlik yapmışlardı.

Oysa onlara bu sıralar tedbirleri iyice artırmalarını söylemiştim. Gökben'in bir şekilde Sargun'a geçeceği aşikardı. Burnumuzun dibinden süzülüp gitmesine izin vermişlerdi. Sargun'u olaya dahil etmeden çözebilirdim bu meseleyi. Ama olmamıştı.

"Ne yapalım Handan Suna?"diye sordu kaptan.

"Sırça Köşk'e haber salın. Bu gece orada konaklayacağım."derin bir nefes aldım. "Sıramızı bekleyelim bakalım. Denetimde burada ne işimiz olduğu sorulursa zaten Akyel'e geldiğimi ve bir müddet denizde gezindiğimi söyleriz."

"Günlerce mi?"

"İstersem aylarca gezerim. Kim hesap sorabilir? Canım istedi ve denizde yaşadım. Bu kadar basit. Siz de benim emrimi yerine getirdiniz. Ötesi yok!"dedim öfkeyle.

Sıramız gelene kadar kamarada bekledim. Yanaştığımızda akşam olmuştu. Adamlar gemimize binip benimle karşılaştığında şaşkınlıkla bakmışlardı bir müddet. Başlarını eğerek selamladıktan sonra sorgumuz başlamıştı. Benim adamlarım olsaydı işimiz kolaylaşırdı fakat adamlar değişmişti. Gereksiz detaylara giriyor olmaları can sıkıcıydı.

"Beyler, hanlığıma kaçak mal veya kaçak yolcu sokacak değilim. Keyifli bir deniz seyahatinden dönüyorum. Sizce de fazla uzamadı mı bu mesele? Beni diğer tüccarlarla bir mi görüyorsunuz?"dedim katı bir şekilde.

"Yaman Han ve Müge Hanım'ın kesin talimatı var Handan Suna."dedi içlerinden biri. "Her gemi didik didik aranacak her mürettebat detaylıca sorgulanacak. Adamlar gemiye dağılırken öfkeyle soludum. Kaptan ve mürettebat sorgulanmaya başlamıştı.

"Emir Bey!"diyerek bir adam bindi gemiye. Noyan Bey'i görünce derin bir nefes aldım. Akyel'de en güvendiğim adamlardan biriydi. "Handan Suna'yı sorgulama cüretinde mi bulunuyorsun?"

"Noyan Bey!"dedi adam sinirle. "Han ve Hanım mühürleriyle gelen emre karşı gelme cüretinde bulunmamı mı tercih ederdiniz?"

"Handan Suna bir hanedan mensubu. Eminim Yaman Han, kızkardeşine bir suçlu muamelesi yapılmasını istemezdi." Adam konuşacak gibi oldu fakat Noyan Bey devam etti. "Adamların gemiden derhal insin. Handan Suna şehrimize teşrif etmiş, daha büyük bir onur ancak Han ve Hanımımızın gelmesi olabilirdi."

Rütbe olarak Emir Bey'den üstündü. Bu yüzden emri derhal yerine getirildi. Ben de rahat bir nefes aldım. "Nerede kaldın Noyan Bey?"diye payladım.

"Beni mazur görün hanımım. Diğer gemilerdeydim. Geminizi görünce hemen tanıdım ve geldim. Limanlarda beş gündür sıkı bir takip var. Herkes sorgu altında. Simir Makos gemilerinin karşımıza çıkması hiç iyi olmadı." O gün gemilerden birini Noyan Bey komuta ediyordu. Bir tek onun gemisi hasar almamıştı. Bu olaydan kendini nasıl sıyırdığını bilmiyordum fakat iyi olmuştu.

Sırça Köşk'e geldiğimizde fazlasıyla yorgundum. Elim boş dönmek canımı sıkıyordu. Akşam tekrar merhemimi sürdüm. Sıcak bir çorba içtim. Hava sıcaktı fakat içimde geçmeyen bir üşüme vardı. İnce bir soğuk dolaşıyordu sanki damarlarımda. Ateşim olmamasına rağmen bu his hoşuma gitmiyordu.

O akşam üstüme çöken ağırlıkla erkenden yattım.

Karanlık bir gökyüzünün altındaydım. Yosun kokusu burnumu yakacak kadar keskindi. Rüzgar deniz kokusuyla birlikte tuzlu damlaları yüzüme serpiştiriyordu. Saçlarım nemleniyordu. Yerimde hareketsizdim. Ayaktaydım fakat sebepsizce karşıda göremediğim bir noktaya bakıyordum.

Arkamdan bir kahkaha geldi. Şen, cıvıl cıvıl, çocuk kahkahası. O yana döndüğümde dalgalı kumral saçları güneşle parıldayan dört yaşlarında buğday tenli bir çocuk gördüm. Benim yanım gece iken onun geldiği yan gündüzdü. "Koral'ım."diye fısıldadım heyecanla. Ona pek benzemiyordu. Bembeyazdı benim oğlum ama ben onun Koral olduğunu düşünmek istiyordum.

Bana doğru koştu. Neşeyle kahkaha atıyordu. Küçücük dişleri ağzından dışarı taşıyordu kahkahasıyla. Ben de gülmeye başladım. Yere çöktüm ve kollarımı iki yana açtım.

"Ona gitme."dedi bir adam. Çocuk olduğu yerde durdu. Sesin sahibini aradım.

"Koral'ım gel."dedim. "Gel de mis kokunu doya doya içime çekeyim."

Çocuk bir adım attı bana doğru.

"Hayır!"dedi adam keskince. "Ona gitme. O kadın kötü."

"Evladımla arama giren kim? Göster yüzünü!"dedim hınçla ayağa kalkarak.

"Gel." Çocuk uzaklaştıkça uzaklaştı.

"Koral!"diye bağırdım arkasından. Duymadı. Güneşin bittiği yerde bir adamın eli uzandı ona. Yanık kolunu görünce tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Çocuk gölgelerin arasında kaybolmadan son kez bana döndü. Yüzü paramparçaydı. Mavi gözlerinden biri eriyip akmıştı.

Tiksintiyle başımı çevirdim. "Ne oldu Suna? Miden mi bulandı?"dedi adam. Yaklaşan adım sesleri içimi ürpertti. "Eserlerinle her daim gurur duyduğunu sanırdım oysa." Ses gittikçe yaklaşıyordu. Kalbim gümbür gümbür atıyordu. Her adımda yanık et kokusu geliyordu burnuma.

"Git buradan! Yaklaşma bana!"

"Neden? Sana zarar veremem sonuçta."

"Git! Gelme! Gelme!" Geri geri gitmeye başladım. Ne arkama bakabiliyordum ne önüme dönebiliyordum.

Çocuk kahkahası duyuldu tekrar. "Nana." İncecik ses dikkatimi dağıttı ve bir an önüme baktım. Dört yaşlarındaki çocuk gitmiş, yerine bir yaşını bitireli çok olmayan minik bir bebek gelmişti. "Tata." Her yeri yanık içindeydi. Parça parçaydı. Midem ağzıma gelirken arkama dönmek istedim.

"Kaçmak yok Suna!" Kulağımın dibinden geldi ses. Kollarımı sardı iki el sıkıca. "Buraya bak!"

"Hayır! Bırak beni! Bırak!"

"Bak dedim!"diye haykırdı. Korkuyla ona baktım. Yüzü tanınmaz haldeydi. Eti kemiğinden sıyrılmış suratıyla bana bakıyordu Aquilo! "Neden yaptın Suna? Bir bebeğin canının kutsallığı sana öğretilmedi mi? Bir bebek öldürmenin seni ömür boyu lanetleyeceğini bilmiyor muydun?"

"Bırak beni! Siz ölmek zorundaydınız! İşlerimi alt üst edecektiniz!"

"Ölmek zorunda olan biri varsa o da sensin!"

Üzerime bir şeyler boca etti. Yerime çakılmış çığlık çığlığa bağırıyordum. Eli kor gibi parlıyordu. Koluma değdirmesiyle bedenim alev aldı. Ateş her yerdeydi. Derim çekiliyor, eriyor, etim pişiyordu. Haykırabildiğim kadar haykırıyordum fakat sesim çıkmıyordu. "İşte senin lanetin bu!"

"HAYIR!"diye bağırarak uyandım. Üzerimdeki her şeyi attım ve yataktan fırladım. Bedenimi ellerimle yoklarken yoğun ter dışında başka bir şey yoktu. Alnıma yapışan saçlarımı kulağımın arkasına attım. Karnımdaki yaranın sancısıyla iki büklüm oldum.

Geceliğimi sıyırdım. Yaramın etrafı kıpkırmızı olmuştu. Hançerin girdiği yerde yer yer beyaz topaklar vardı. İltihap gibi duruyordu. Merhem kutusunu elime aldım. Kapağını açtım. Parmağıma aldığım büyük bir parçayı yarama sürecekken bir an duraksadım.

Gözlerim kısıldı. Parmağımı burnuma yaklaştırıp merhemi kokladım. Kokusuzdu. Parmağımdaki parçayı hemen kutuya sürerek uzaklaştırdım kendimden. Kutuyu dolabın üstüne bıraktım ve hemen gidip elimi yıkadım. Sancım korkunç bir yanmaya dönerken koridora çıktım. Hızla soluk alıp veriyordum. O lanet kadın beni zehirletmişti! Kabuslar, halüsinasyonlar görmem için merhemime zehir kattırmıştı! Emindim bundan! Şimdiye kadar sönmesi gerekirdi. İyileşmek yerine yerinde sayıyordu!

"Ağalar!"diye bağırdım. Kapının önünde nöbet tutan adamlardan biri içeri girdi. Beni gecelikle görünce hızla başını diğer yana çevirdi. Fakat şu an kılık kıyafetimi düşünecek halde değildim. "Çabuk,"dedim nefesim her an daha da hızlanarak. "Güvenilir bir hekim bulun." Nefesim daralıyordu. Ciğerlerim yanıyordu. Korkunç bir alev yükseliyordu içimden. "Su-"dedim elim havaya kalkarken. Dengemi kaybettim ve koltuğa yığıldım.

"Hanımım!"dedi adam korkuyla. "Ağalar!" Duyduğum son ses bu oldu.

Gözlerimi açtığımda çoktan sabah olmuştu. Başımda bir hatun bekliyordu. "Farah Hatun. Handan Suna kendine geldi." Bunlar kimdi? Burada olduğumu ne kadar az kişi bilse o kadar iyiydi.

Otuzlarında bir hatun yaklaştı. Üzerinde hekim hatunlara özgü kıyafetler vardı. Fakat henüz efendilik broşunu almamıştı. Eğitimi devam ediyor olmalıydı. "Kendinizi nasıl hissediyorsunuz Handan Suna?"

"Siz kimsiniz? Benim tanıdığım hekimlerden değilsiniz."

"Uygur Efendi müsait değildi. Beni gönderdi." Akyel'de tanıdığım hekimdi Uygur Edendi. O gönderdiyse güvendiği biri olmalıydı.

"Ne oldu bana?"

"Yaranızın iltihabı vücudunuza yayılmaya başlamış. Hemen uygun bir ilaç yaptım ve içmenizi sağladım. Yayılmayı durdurduk."

"Birkaç gündür yarama sürdüğüm bir merhem vardı. Onu inceledin mi? Neyin nesiymiş?"

"Hangi merhem?"

"Şurada dolabın üstünde-"diyerek o yanı işaret ederken baktığımda merhem kutusunun orada olmadığını gördüm. Gözlerim büyüyerek bakakaldım. "Kim aldı?"diyerek ayağa fırladım. Başım döndü. Dengemi kaybettim. Düşecek gibi olacakken hatunlar kolumdan yakaladı.

"Lütfen oturun Handan Suna. Geldiğimde ateşiniz çok yüksekti. Ter su içindeydiniz. Belli ki enfeksiyon sizi epey etkisi altına almıştı."

"Biri beni zehirledi."diye fısıldadım. Farah Efendi'ye döndüm. Şaşırmış gözükmüyordu. "Biri beni zehirledi. Sen de şüphelendin bundan değil mi?"

"Uygur Efendi daha doğru bir tespitte bulunurdu fakat yaranızın hali zehir belirtisine de benziyordu."

Fenalaşarak yatağa çöktüm. Bu nasıl olabilirdi? Ben nasıl böyle dikkatsiz davranmıştım? Kendimden geçtiğim için yapacaklarını yapmışlardı zaten. Mecburen o merhemi kullanmıştım günlerce. Peki neden daha çabuk tesir etmemişti? Nasıl bir zehirdi? Beni öldürmek için miydi yoksa başka bir şey için miydi?

"Ertem Bey'i çağırın bana."dedim. Emrim yerine getirildiğinde herkesi dışarı çıkardım. Ona bu kayıp merhem konusunu anlattım ve peşine düşmesini istedim. O kutuyu biri dün gece odamdan almıştı. Her kimse cezası kesilmeliydi. Kimse bana ihanet içinde olamazdı!

Ah, Catherine. Onu fazla küçümsemişim. Ama neden yapmıştı bunu? O da aynı şeyi, o bebeğin ölmesini istiyordu. İşbirliğimizden sonra beni ortadan kaldırmak eline ne geçmesini sağlayacaktı? Aklım almıyordu. Mantıklı gelmiyordu.

Kağıt kalem istedim köşk görevlilerinden ve Teoman Bey'e bir mektup yazdım. Bu olayın bana gelmemesi için titiz bir çalışma yürütmeliydi. Adamlarımın beni satmayacağına emindim fakat fazladan önlem almaktan zarar gelmezdi. Noyan Bey aracılığıyla mektubu gönderdim Altınova'ya.

Limanda hala tetkikler devam ediyordu. Herkes defalarca sorgulanmıştı. Bir çözüm elde edilene kadar sorgu bitecek gibi durmuyordu. Belki de bu olayı tüccar kavgasına dönüştürmeliydim.

Simir Makoslu tüccarlar Aspargonlu tüccarlara sataşmıştı. Eskiden beri husumetleri vardı ve sonunda olan olmuş kozlarını denizde paylaşmışlardı. Fakat Simir Makoslular çetin ceviz çıkmış ve bizimkiler bu çatışmayı kaybetmişti. Evet. Bu bir tüccar kavgasıydı. Böyle konuşulmasını sağlayacaktım. Böyle böyle Altınova'ya da bu dedikodular gidecekti. Zaten başka ne olabilirdi ki? Böylece detayların araştırılmasının önüne de geçmiş olacaktım.

Birkaç gün sonra sarayıma dönmek için hazırlıklara başladığımızda geldi Teoman Bey'in mektubu. Tahmin ettiğimden geç gelmişti. Bu yüzden hazırlıkları hızlandırmamıştım. Mektupta yazanlara göre ne yapacağıma karar verecektim.

Mektubu alıp odama geçtim ve pencerenin önündeki koltuğa oturdum. Teoman Bey'in kartal mührünü bozarak açtım.

Handan Suna,

Keşke planlarınızdan beni daha önce haberdar etseydiniz. Sizi korumak için elimden geleni yapardım. Birbirimizden başka güveneceğimiz başka kimse olmadığını sanıyordum.

Güney Denizi'nde yaşanan kriz saray gündemine oturdu. Günlerdir sıkı raporlar geliyor limanlardan. Sadece Karayel değil Sarıyel ve Akyel de denetim altında. Ertunç, Bozok ve Taşlı limanları bile denetimden geçiyor. Yaşananların bir otorite boşluğu olduğu düşünülmesin diye bu konu üzerinde sıkı sıkıya duruyorlar.

Henüz sizinle ilgili bir şey konuşulmadı kurultayda. Fakat bu olaylar yaşanırken sarayınızda olmadığınız fark edildi. Müge Hanım bu konuyu sizinle bağdaştırmaya dünden razı. Elinde delil olmadığı için konuyu bastıramıyor fakat konuşmalarında bunun bir şekilde sizinle ilgili olduğunu düşündüğünü kati bir şekilde dile getirdi. Onu farklı düşünmeye ikna etmeye çalışsam da ikna olacak gibi değil. Sadece nedenini çözemiyor.

Müge Hanım ayrıca adamlarına sizi aratıyor. İstediği kanıtı er geç bulacaktır. Lütfen dikkatli olun. Konuyu henüz Yaman Han'a taşımadı fakat eğer bir kanıt bulursa ilk işi tutuklanmanız için Yaman Han'ı ikna etmek olacaktır.

Olayın sizinle ilgisi olabileceğini düşündüğünüz adamları sıkı bir denetimden geçirmenizi öneririm. Bir süre kimseye görünmeyin. Güvenli bir yere geçin. Sırça Köşk sizin zaman zaman gittiğiniz bir yer ve yakında oraya baskın gelebilir.

Güvenli bir yere geçtiğinizde tekrar haberleşelim Handan Suna.

Sadık hizmetkarınız Teoman Bey...

Sinirle buruşturdum mektubu. Okuduklarım hiç hoşuma gitmemişti. Müge her şeyi benden bilmeye dünden razıydı zaten. Onu tanıyorsam bu işi bana bağlayana dek durmayacaktı. Kendince kanıt bile oluşturabilirdi. Belki buna bile gerek kalmazdı. Buraya geldiğimizde sorgu yapanlar beni bizzat görmüştü. Belki çoktan ona söylemişlerdi burada olduğumu ve her an birileri içeri dalabilirdi!

"Hazırlıklara devam edelim mi?"diye sordu ağalardan biri.

"Çok bir şeye gerek yok. Önemli şeyleri hazırlayın. Derhal burayı terk ediyoruz." Başıyla onayladı ve çıktı.

Ben de birkaç eşyamı hazırlamak üzere odama geçtim. Bu sırada kapım çaldı ve Ertem Bey geldi. "Handan Suna, aradığınız adamı buldum."

"Kimmiş? Konuştu mu?"

"Çoktan canını almışlar. Limandan bu sabah cesedi çıktı. Buraya geldiğiniz gece diğer adamların arasındaymış. Pek dikkat çekmemiş. Fakat köşk kahyası o adamı ilk defa gördüğüne emin. Sizinkilerin yanında daha önce hiç görmemiş."

"Anladım. Teşekkür ederim Ertem Bey." Odadan çıktıktan sonra öfkeyle soludum. O adamı Catherine gemime kaçak yolla sokmuş olmalıydı. Gemim kaç gün Kraliyet Limanı'nda kalmıştı. İlla onu yerleştirecek bir yer bulmuştu. Döndüğümüzde yaşanan karmaşada ise fark edilmeden aramıza sızmış olmalıydı. Belki merhemin etkisi görmek için göndermişti Catherine onu. Belki de merhemi beklemeden beni öldürmesi istenmişti.

Sonuç olarak bir kez daha ölüm tehlikesi atlatmıştım. Catherine'in bu hamlesine mantıklı bir açıklama bulamamıştım. Belki de çocuğun ölümünü bizzat istediğini Gökben'e söylememden korkmuştu.

Bunları düşünmenin sırası değildi şimdi. Bir an önce buradan çıkmalıydım. Her şeyimi topladım ve köşkün önünde hazır halde bekleyen at arabama bindim.

Yeşiltepe'ye geçecektim. Yiğit'in sancak vilayetiydi burası. Yeşiltepe halkı onu sevdiği gibi beni de severdi. Bana sadakatleri şaşmazdı. Her daim olduğu gibi yine arkamda dururlardı. Bir süre burada kalacaktım. Sonra duruma göre karar verecektim. Bu olaydan da bir şekilde sıyrılacaktım. Sadece biraz beklemem gerekiyordu. Sonra hayat benim için normal bir şekilde devam edecekti.

***

-Hançer için Suna'ya yapılan açıklama hakkında ne düşünüyorsunuz? Hançer zehirli olabilir mi? Yoksa Gökben Omena'yla bağlantılı bir lanet mi yaptı?

-Suna'nın kabusu hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Catherine'in hamlesi sizi şaşırttı mı? Sizce Suna'ya neden suikast düzenlemiş olabilir?

-Suna bu işten sıyrılabilecek mi?

Sonraki bölüm Müge'den olacaktır.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top