2.6. Kan Tadı

1415 Senesi - Yaz Mevsimi

ASPAGON HANLIĞI

Bozyurt Şehri - Bir konaklama yeri...

Gökben Hatun

Kisre'deki hayatımız sona erdikten sonra tekrar yollara düşmüştük. Haftalardır Aspargon'un doğu sınırı boyunca güneye doğru ilerlemeye çalışıyorduk. Pek çok vilayette konaklamıştık bu süreçte. Ablamdan gelen son mektuptan sonra annemi bir kez olsun görmem için Sargun'a gitmeye karar vermiştik.

Temkini elden bırakmıyorduk. Fakat limanlar hala güvenli değildi. İllio bu süreçte Milo ile pek çok detay konuşuyor, güvenli bir gidiş yolu ayarlamak için uğraşıyordu. Simir Makos'taki korsan dostlarına bir mektup göndermişti. Denizde bize koruma sağlamalarını istemişti. Tek mesele Karayel Limanı'ndan güvenle ayrılabilmekti. Denize açıldıktan sonra gerisi kolaydı.

Simir Makos ve Aspargon arasında sürekli gidip gelen bir ticaret gemisini kullanacaktık. İstikamet Simir Makos gibi görünecekti. Aspargon'dan iyice uzaklaştıktan sonra rotamızı Sargun Kraliyet Limanı'na çevirecektik. Bir aksilik olmaması tek temennimdi.

İllio yolculuğu daha keyifli hale getirmek için elinden geleni yapıyordu. Uğradığımız vilayetleri babasının gömü haritasına göre seçmişti. Yolculuğumuz tamamen boş geçmemişti bu yüzden. Hem Ailios da keyif alıyordu bu işten. Toprakta olan parçalar için birlikte kazıyorduk toprağı. Bazen bulduğu solucanlarla oynuyor, çıkan taşları hızla bir kenara fırlatıp ne olduğunu izliyordu. Gömüye ulaştığımızda ise önce İllio inceliyordu bir koruma olma ihtimaline karşı.

Şimdiye kadar birkaç gömü bulmuştuk. Hepsi altın dolu küp değildi. Diğer ülkelere ait tarihi eşyalar, Aspargon'un han ve hanımlarına ait parçalar da vardı aralarında. Berke Han'a ait altın bir madalyon, Simaşah Hanım'ın tarağı, Alev Hanım'ın yakut kaplı kadehi, Gerbena kraliyet tacına ait ay taşları, Arbatun'un som altından eski bir kraliyet mührü... Hepsi İllio'nun deri çantasında seyahat ediyordu bizimle. Zor bir duruma düşersek epey para edecek parçalardı.

İllio'nun babası Karayılan Dolius gerçek bir koleksiyoncuymuş. Oldukça değerli parçalar bulmuş ve saklamıştı. Bunları nereden nasıl bulduğunu bilmiyordum. Fakat her birinin bir servet değerinde olduğuna emindim. Parçaları incelerken İllio babasının onları sıradan bir kulübede yaşatmaya devam ettiğini söylemişti. Buradan anlaşılıyordu ki Dolius'un amacı para değil, maceraydı.

"Annen nasıl katlanıyordu bu maceralara?"diye sordum bir gün.

"Bilmiyorum. Annem ve ben birbirimizden biraz uzaktık. Babam çoğu zaman bir maceraya atılır evde olmazdı. Ben de annem onu üzdüğü için evden gittiğini düşünürdüm. Çocuktum o zamanlar. Basit düşünüyordum."

"Sonra ne oldu?"

"Korsan oldum. Yollara düştüm."

"Anneni hiç görmedin mi?"

Hüzünle iç çekti. "Görmedim."dedi burukça. "Yüzüm olmadı ki gitmeye. Anneme çok eziyet etmiştim. Beni görmek istemez diye maceradan maceraya atılmayı tercih ettim."

"Anneler evlatlarını her daim görmek ister."dedim sakince elini tutarak. "Sargun'dan sonra anneni görmeye gidelim. Seni çok özlemiştir."

"Karşısına nasıl çıkacağımı bilmiyorum."

"Birlikte çıkacağız. Sana sıkı sıkı sarılacağına eminim." Gülümsedim. Sakallı yanağında gezdirdim elimi. "Torununu görünce sevinçten havalara uçacak."

Umutla ışıldadı yüzü. "Gerçekten kabul eder mi?"

"Elbette eder. Anneler evlatlarına dayanamaz." Artık ben de bir anneydim. Ailios benim her şeyimdi. Onun için her şeyi yapardım. İllio'nun annesinin de farksız olacağını sanmıyorum. Hem tek çocuğuydu İllio. Bunca yıllık hasreti küskünlükle devam ettirmezdi.

Yazın ilk haftasını geride bırakırken Bozyurt'a varabilmiştik. Güzel bir han bulup yerleşmiştik. Birkaç günümüz burada geçecekti. Sonra ise Bozyurt'un komşusu olan Karayel'e geçmek üzere yola koyulacaktık. İçimden pek çok duygu yükseliyordu her geçen gün. Aileme yaklaşmanın sevinci, heyecanıyla içim içime sığmıyordu. Diğer yandan Karayel'den sağ salim geçip gidebilecek miyiz sorusu kalbimi sıkıştırıyordu.

Limanlarda hala Suna'nın adamlarının oluşu beni tedirgin ediyordu. Bunca zamana rağmen Suna'nın beni bulma hırsı sönmemişti. Bir aksilik çıkmasından korkuyordum. Bazen keşke Gerbena'ya gitseydik demeden edemiyordum. Fakat o zaman ömrüm boyunca annemi hasta yatağında beni sayıklayarak bıraktığımı düşünerek kahrolacaktım. Böyle en azından onu bir gece bile olsa görebilecektim.

Sargun dönüşünde belki ablam yanımıza birkaç adam verirdi. En azından daha güvenli bir şekilde devam edebilirdik yolculuğumuza. Simir Makos ziyaretimizden yana endişem yoktu. Fakat oradan Gerbena'ya geçmek epey zaman alacaktı. Yanımızda destek olması her daim içimi rahatlatırdı.

Ailios'u uyuttuktan sonra masada babasının haritası üzerinde çalışan İllio'nun yanına yaklaştım. Ellerimi boynuna doladım. Omzunun üstünde yaptıklarını izledim bir süre. Önünde siyah renkli tozla dolu küçük bir kase, deniz suyu dolu bir bardak, bilye boyunda değişik renklerde taşlar vardı.

"Peki nasıl anlıyorsun?"diye sordum. Biraz geri çekildi ve beni kucağına aldı. Elini belimin arkasından masaya koydu.

"Babam bazı sembolleri öğretmişti zamanında. Hepsi onun anlayacağı bir anlama geliyor. Bazılarının şifresi başka gömülerde saklı. Bu yüzden bağlantılı şekilde ilerlemek gerek. Sana aşık olmasaydım bu kıtadaki on üç ülkeyi dolaşacaktım ölene dek. Kendi gömülerimi oluşturacaktım bir çocuğum olursa diye."

"Ailios için oluşturabilirsin." Yüzünü bana çevirdi. Elini karnıma götürdü.

"Sadece Ailios'a mı?"dedi çapkınca. Bir an gülümsedim. "Bir sürü çocuğumuz olacak ve ben her birine özel hediyeler bırakacağım. Benim gibi gezmelerini istiyorum dünyayı." Sıkıca sarıldım ona.

"Peki ben? Benim için hiçbir şey bırakmayacak mısın?"

"Bırakmadığımı nereden biliyorsun?"dediğinde gözlerim şaşkınlıkla açıldı. "Bulmak senin maceran. Fakat ortalık durulduktan sonra. On beş, yirmi sene sonra falan aramak için Aspargon'a gelebilirsin."dedi alayla gülerek. Aspargon'u temelli terk etme fikrini kabullenmiştik artık. Burası bize yaşatacağını yaşatmıştı.

Burada kaldığımız günlerde İllio bana haritayı okumayı öğretiyordu. Dolius'un gerçekten karmaşık bir dili vardı. Tek haritayla sınırlı değildi. Haritalar birbirini tamamlayacak şekilde tasarlanmıştı. Bazen güneş ışığı, bazen ay ışığı, deniz suyu ve yıldız tozu kullanıyordu gizli şeyleri açığa çıkarmak için. Bazı şifreler ise özel taşlar gerektiriyordu. Birkaç günde öğrenebileceğim bir şey değildi fakat temel bilgileri anlamıştım.

Bana en ilginç gelen yıldız tozu olarak nitelendirdiği siyah tozlardı. Dolius bunu İlgerun'un en güney ucunda bulmuş. Bir gece gökten inen parlak bir cisimle aydınlanmış her yer. Maceraperest Dolius peşine düşmüş. Gökten gelen bu cismin bir yıldız parçası olduğunu düşünerek yanına fazla fazla almış. Üzerinde çalıştığı tozları haritasını şifrelemek için kullanmış.

Bir gece kaldığımız hanın etrafında keşfe çıktı İllio. Kısa sürede döneceğini söylese de onu beklerken kalbim sürekli çarptı. Nihayet gecenin ilerleyen vakitlerinde odamıza girdiğinde elinde midye kabuğu işlemeli bir kolye vardı.

"Gene mi bir şey buldun?"dedim hayretle.

"Eh, hazır yolumuz buraya düşmüşken buradaki hazinelere de bakmak lazımdı değil mi? Bozbey Kalesi'nde de bir şeyler var ama oraya gitmek tehlikeli olabilir. Sonuçta sancak kalelerinden biri. Hanlıkla bağlantısı ortada." Derin bir nefes alarak ahşap sandalyeye oturdu. Kolyeyi bana uzattı. "Sırça Hanım için yapılmış."dedi fısıltıyla.

Kalın kabuklu beyaz renkli bir midye kullanılmıştı kolyede. Dışı sedefli gibi parıldıyordu. Kenarlarında eskimiş mavi boncuklar vardı. "Sırça Hanım kim?"

"Asper Han'ın hanımı."diye açıkladı İllio. "Hikayeleri bilmiyorsan bu parçalardan hiçbir şey anlamazsın. Söylenene göre Sırça Hanım Simir Makos'lu bir korsana vurgunmuş. Aspargon kurulmadan önce Hasırova Simir Makos'undu ve Sırça Hanım burada yaşıyormuş. Korsan onu babasından istemiş. Fakat babası ona vermemiş. Hassan Bey Sırça Hanım için başka şeyler düşünüyormuş. Korsan istediğini alamayacağını anlayınca ona bir hatıra bırakmış."

"Korsanın bir adı yok mu?"

"Thaddeus. Tanrının hediyesi." Midyenin üstünde gezdirdim parmaklarımı. Altın kaplı bir kolye değildi. Onu maddi olarak değerli kılacak herhangi bir taş da yoktu üstünde. Fakat manevi değeri oldukça yüksekti. "Sırça Hanım ilk aşkını unutamadığı için çocuklarına onun baş harfleriyle başlayan isimler vermiş. Turgay ve Taylan."dediğinde tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. "Sonra Akyel'e gitmiş Thaddeus. Oraya bir köşk yapmış. Tabii şimdiki gibi değil. Zamanla Aspargon hanları ve Akyel valileri eklemeler yaptıra yaptıra son halini alıyor. Sırça Köşk de buradan geliyor."

"İkisi için de oldukça zor olmalı."dedim başımı omzuna yaslayarak. Saçlarımı sevdi. Sonra oğlumuzun yanına uzandı. Ben de yanlarına kıvrıldım. Onların olmadığı bir dünya düşünemiyordum.

Bineceğimiz geminin Karayel'e yanaştığını öğrenince yola koyulduk. Gemi biz gidene dek orada bekleyecekti. Bir gece kamp kurarak iki günde vardık Karayel'e. Geldiğimizde gün tam olarak ağarmamıştı.

Başta hemen limana yaklaşmadık. Şehrin girişinden merkeze doğru dikkatlice ilerledik. Gün iyice aydınlanana dek sessizce ilerledik. Sokaklar iyice aydınlanıp insanlar sokağa inmeye başlayınca küçük bir meyhaneye sığındık. Küçük bir oda kiraladık. Gece çökene dek burada bekledik.

Aspargon'dan çıkışımız bu kadar yaklaşmışken içimde yaşadığım heyecan had safhadaydı artık. Buradan çıkmam imkansız gibi hissetmiştim hep. Şimdi ise bu gerçek olmak üzereydi. Sargun'dan sonra her yere çok daha rahat gidebilirdik. Peşimde kimse olmazdı. Suna bile on yıl peşimden gelemezdi.

Sokaklar sakinleştiğinde meyhaneden ayrıldık. Sokakta tek tük insanlar vardı. Herkes kendi halindeydi. Liman göründüğünde her yeri dikkatlice inceledik. Nöbetçileri takip ettik bir müddet. Ortada kimsenin kalmadığı bir an yakalayınca hızlıca bizi bekleyen gemiye girdik. Kamaraya girdiğimde bu olanlar hayal gibi geliyordu.

"Başardık İllio."dedim birden. "Buradan gidiyoruz." Annemin hastalığı bir an aklımdan çıkmıştı. Özgürlüğe adım adım yaklaşmanın heyecanı bana bunu unutturmuştu. Fakat bir müddet sonra annemi hatırlamıştım gene. "Acaba annem ne durumda şu an?"dedim buruk bir ifadeyle. "Ölmemiştir değil mi?"

"Ölmemiştir. Seni görmeden göçüp gitmez bu diyardan. Seni doğuran bir kadın güçsüz olamaz." Beni rahatlatmak istiyordu. Ama yine o endişe geri gelmişti işte. Bir süre sonra birkaç kişi daha içeri doluştu. Çoğu İllio'nun arkadaşıydı.

"Gemi senindir Kaptan."dedi içlerinden biri. İllio ile kendilerine has bir şekilde selamlaştılar. Sonra bana selam verdiler uzaktan. "Gün ağarırken yola koyuluruz. Tüm evraklarımız tam. Şimdiye dek hiçbir sorun yaşamadık. Bugün de sorunsuz bir şekilde ayrılırız limandan."

İllio ceplerini karıştırdı. Gümüş bir para çıkardı ve iskeleye çıktı. Kapıdan onu izlerken gümüş parayı ana direğin altına yerleştirdiğini gördüm. "Gümüş para, yolculuğu başarılı kılar."dedi onu izlediğimi fark edince. Bir şey demedim. Sonuçta nasıl inanırsak öyle olurdu.

Bir süre kamarada uzandık. Son iki gün oldukça yorucu geçmişti. Ailios artık huzursuzlanıyordu. Uykusu hafif olmuştu günlerdir. Onun yüzünden ben de dinlenememiştim. Fakat sabaha kadar ikimiz de kesintisiz uyuduk. Belki de denizin sallantısı bunda etkiliydi.

Gözlerimi açtığımda kamaranın penceresinden giren güneş ışığını görünce şaşırdım. Doğruldum. Ailios uyanmaya niyetli değildi. Oğlum da yorulmuştu günlerdir. Bulduğu yumuşacık yatakta uyuyabildiği kadar uyuyacaktı.

Kamaranın kapısını yavaşça açtığımda rüzgarla birlikte yüzüme çarpan deniz kokusu karşıladı beni. Çoktan yola koyulmuştuk. Mavi beyaz yelkenler rüzgarla dolmuş gemi suyun üstünde kayarak ilerliyordu. Hiç duymamıştım hazırlıkları. Dümenin başında gemiyi ustaca kontrol eden İllio'yu görünce yanına yaklaştım.

"Gerçekten limandan sorunsuz bir şekilde ayrıldık."dedim hayretle.

"Suna belli ki vazgeçmiş senden."

"Ama Suna'nın adamlarının limanda olduğunu söylemişti Milo."

"Yine onun adamlarıydı. Belki görevleri artık seni yakalamak değildir."

"Sonuç olarak Aspargon'u terk ettik."dedim ve sıkıca sarıldım. Elini belimden geçirdi. Alnımı öptü.

"Bizim için yepyeni bir hayat başlıyor Eldoris."

Uzun bir müddet denizin ortasında ilerledik. Yeterince uzaklaştığımıza karar verdikten sonra dümeni Sargun'a kırdı İllio. Planlarına göre yarın sabaha karşı Sargun limanına yanaşmış olmamız gerekiyordu.

Oğlumu kontrol etmeye gittim. Kıpırdanmaları başladığına göre uyanmak üzereydi. Gözlerini araladığında beni karşısında görünce gülümsedi. "Denizci bir adamın oğlu olarak denizi ilk kez görme zamanın geldi de geçiyor."diyerek kucağıma aldım oğlumu. "Gel bak sana neler göstereceğim."dedim ve dışarı çıktı.

Güneş tepede, gökyüzü masmaviydi. Dışarıyı görür görmez sevinçle bir çığlık kopardı. Kenara yaklaştık ve birlikte denizi izledik. Ailios kenarlara tutunarak heyecanla her şeyi görmeye çalışıyordu. "Kuş, gemi... Anne bak, deniz. Gemi. Bak gemi."diyerek eliyle havayı tutmaya çalışıyordu. İllio'nun ona yaptığı tahta oyuncaklardan biliyordu bu kelimeleri. "Bak gemi."dedi tekrar. Bu defa kafasını yana sarkıtmış uzakta bir yeri gösteriyordu.

O yana döndüğümde hiçbir şeyin bitmediğini anlatırcasına üstümüze gelen altın-kırmızı bayraklarıyla üç Aspargon gemisi gördüm. "İllio!"diye bağırdım. Diğerleri de fark etmişti gemileri. İllio hızla arka tarafa geçti. Üç gemi hızla bize doğru ilerliyordu. Duracak gibi değillerdi. Koca denizde sıradan bir ticaret gemisiyle üç donanımlı gemiye karşı koyamayacağımız açıktı.

Kalbim deli gibi atarken oğluma sarıldım sıkıca. "Kamaraya geç."dedi İllio beni tutarak. "Ne olursa olsun çıkma."

Yıllar önce babam da beni kamaraya göndermişti ablalarımla. Ama olan olmuştu. Şimdi de benzer şeyleri tekrar yaşamaktan korkuyordum. Oğlumla kamaraya kapandığımda top sesleri başlamıştı. Beni öldürme pahasına benden vazgeçmeyecekti Suna. Lanet olsun o kadına. Ömrü bitene dek huzur bulmasın!

Sesler sonucu Ailios korkuyla irkildikçe hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Onu teselli etmeye çalışsam da nafileydi. Her patlamada daha çok sokuluyordu bana. Kucağımda küçücük olmuştu. Benim bile her an kalbim daha beter atarken küçücük oğlum nasıl korkmazdı?

Kamaranın penceresinden görebiliyordum iyice yaklaştıklarını. Onların gemicileri de güvertede koşturuyordu. Topların yönlerini ayarlıyor yeniden ateşliyorlardı. Sonra çok daha gürültülü bir ses duydum. Gemimiz ikiye yarıldı sandım. Bir daha tekrarladı aynı ses. Üst üste gümbürdedi deniz, gemi titredi. Kamaranın kapısını açtığımda diğer yanda mavi beyaz bayraklarıyla dört Simir Makos donanma gemisinin bize yaklaştığını gördüm. Bizi kurtarmaya gelmişlerdi. Simir Makos gemileri bizi geçip Aspargon gemileriyle aramızda duvar oldu ve denizde korkunç bir çarpışma başladı. Aspargon gemilerinin birinin gövdesinin ayrıldığını ve yükselen dumanlar eşliğinde suya gömülmeye başladığını gördüm.

Çarpışma gittikçe arkamızda kaldıkça kalbim biraz daha sakinleşti. Ailios'un hıçkırıkları uzun bir süre bitmedi. İllio kucağına aldığında bile sakinleşmesi uzun sürdü. Gerginlikten benim de gözlerim dolmuştu fakat hemen savuşturdum. "Suna asla vazgeçmeyecek."

"Elinden kaçırdı."

"Evet. Sargun'da bana asla dokunamaz. Ablam buna izin vermez. Borusu Aspargon'da öter anca."

İllio derin bir iç çekti. "İyi ki önlemimi almışım. Geleceğimizi biliyorlardı. Bu yüzden devriye geziyorlardı. Ters bir durumda yardıma gelmeleri için hazır olmalarını istemiştim. Dostlukların önemini bugünlerde görüyoruz işte."

"Peki Simir Makos Kralı buna nasıl müsaade etti?"

"Simir Makos'ta son yıllarda korsanlar asker muamelesi görmeye başladı. Prenses Elçin ve Prens Vangelis korsanları bu şekilde kendilerine bağladı. Eski korsanlar hala bağımsız devam etse de gençler askerliği seviyor. Diğer yandan donanma gemilerinin gücü hepsini cezbediyor. Üstelik Aspargon'la eski münasebetlerini kolay kolay unutmazlar. Aspargon'la haklı bir çarpışma söz konusu olduğunda hiçbir fırsatı kaçırmazlar." Güldü. Bu durumda bile gülebilmesine hayret etmiştim. Kolunu uzattı araya girmem için. Usulca yaklaştım. Sıkıca sarıldı bana. "Sizin için gerekirse Simir Makos Kralı'na yalvarırım. Güvenliğiniz benim için her şeyden önemli sevgilim."

Hasar raporu geldiğinde Sargun'a kadar sorun yaşamayacağımıza karar vermişlerdi. Bu yüzden devam etmiştik. Hava karardığında denizde ilerlemek daha ürkütücüydü. Gemiye vuran dalgalar tek sesti. Kış günü olsa fırtınadan geçilmezdi deniz. Şanslıydık ki bugün sakindi.

İllio dümeni başkasına devretti ve bizimle birlikte kamaramıza geldi. Kollarının arasına gömüldüm. Sıkıca sarıldım ona. O da sırtımı sıvazladı bir süre. Saçlarımla oynamaya başladı. Simir Makos dilinde bir şarkı söyledi. Kulağımda onun sesiyle uyuyakaldım.

"Eldoris."diye fısıldayan sesiyle gözlerimi araladım.

"Ne, ne oldu?"diye mırıldandım.

"Sakin ol. Geldik."

"Sargun'da mıyız?"

"Evet." Gözlerim tam olarak açıldı. Oturduğum yerde doğruldum. Dışarı çıktım. Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı.

"Kraliyet Limanı'nda mıyız?"

"Oraya kadar yaklaşamadık. Sagun gemileri geldi ve bizi bu limana yanaştırdı. Kraliyet Limanı'na fazla uzak değilmiş."

"Habersiz geldik tabii. Ablam beklemiyordu bizi."

Gemi limana iyice yanaştığında gemidekiler halatları limana bağladı sıkıca. Ben de eşyalarım arasından ablamdan gelen son mektubu aldım yanıma. Yıllardır burada değildim. Ablamdan dolayı ismimi bilseler bile beni görmemişlerdi. Bu sebeple mektuptaki mührü gösterecektim. O zaman bana inanacaktı askerler.

Diğer yandan neyle karşılaşacağımızı bilmiyordum. Bu yüzden İllio ve Ailios'un gemide beklemesini istiyordum. İllio buna kesinlikle karşı çıkmıştı.

"Seni oraya tek başına göndermem."

"Ailios burada daha güvende olur. Milo ve Baste bana eşlik edebilir."

"En azından ben seninle geleyim. Çocuklar Ailios'a bakar."

"Hemen gidip geleceğim İllio. Geceyi sarayda geçirmeyeceğim. Planımız da bu şekildeydi zaten. Annemi ve ablalarımı görüp geleceğim."

"Benden seni yalnız bırakmamı isteme Eldoris."

"Sen de benden sizi riske atmamı isteme İllio." Çocuklara baktım. "Nasıl ki sen bizi önemsiyorsun, ben de sizi önemsiyorum."

İçine sinmemişti bu karar. Fakat kabul etmişti. Onlar sarayda kalırken ben de Milo ve Baste ile yola koyuldum. Ne kadar hızlı gidersem o kadar çabuk dönerdim. Şehir merkezine yaklaştığımızda esnafa sorduk sarayın yolunu. Bazı yerler tanıdık gelmeye başladığında evime yaklaştığımı anlamıştım. Saraya vardığımızda güneş iyice tepeye çıkmıştı. Yine de gökyüzü yer yer bulutluydu. Güneş ve bulutlar bir yarış halinde gibiydi. Yarışı kimin kazanacağı ilerleyen vakitlerde belli olurdu.

Büyük devasa yapıyı hatırlıyordum. Büyük ablam Aniyah'ın düğününde gelmiştik buraya. Sonra birkaç kez daha ziyaret etmiştik onu. Birkaç kez kutlamalara katılmıştık. Fakat bu saray ziyaretleri fazla uzun sürmemişti. Ablamın hükmünün sonu geldiğinde apar topar gitmiştik bu topraklardan.

Sarayın kapısına geldiğimizde muhafızlar bizi durdurdu. Kimliğimizi sordular. Kendimi tanıttım. "Ben Lisa Edwards. Kraliçe Catherine'i görmeye geldim." Şüpheyle bana baktılar.

"Günde kaç Lisa Edwards saraya geliyor haberin var mı genç hanım?"dedi adam alayla. "Her Lisa Edwards olduğunu iddia edeni içeri alsak sarayda oda kalmazdı."

"Gerçekten. Elimde kraliçenin mühürlü mektubu var."dedim ve ablamın mektubunu uzattım. Sarı renkli zambak mührünü gördüklerinde şaşkınlıkla bakakaldılar.

"Ne duruyorsun, koş içeri haber ver!"dedi biri diğerine. Adam mektubu alarak telaşla içeri koştu. "Biraz beklemeniz gerek. Kraliçe onay verirse içeri alınırsın."

Beklemeye başladık. Adam ise şaşkınlıkla beni izliyordu. "Gerçekten o musun?"diye fısıldadı.

"Evet."

"Dyasina'ya şükürler olsun."dedi heyecanla. "Seni Dyaus'un elinden kurtardı." Tuhaf işaretler yaptı ve elini başımın üstünde gezdirdi. "Kraliçenin kayıp kardeşi geri döndü."diye fısıldadı. Bunun bu kadar önemli bir mesele olduğunu bilmiyordum. İçeriden telaşla koşan adamın sesini duyunca o yana döndük.

"Çabuk Leydi Elisabeth'i içeri alın."dedi hızla. Ailem bana hep Lisa derdi. İsmimi bu şekilde duymayalı epey zaman olmuştu. Adam kenara çekildi ve bize eşlik etmek üzere iki farklı kişi yanımıza geldi. Onlar önde biz arkada ilerlemeye başladık.

Beni görenlerin şaşkın bakışları ve fısıldaşmaları dikkatimi çekti. Adam gelirken benim burada olduğumu mu haykırmıştı koridor boyunca? Nasıl duymuşlardı hemen?

Karşılama salonuna gideceğimizi sanırken özel odalara yönelince şaşırmıştım. Büyük ve gösterişli ara salonların birine girdik önce. Burada birkaç hizmetli vardı. Askerler bizi burada bırakınca hizmetliler bizi yönlendirdi. Soldaki çift kapılı odaya girdiğimizde yatakta uzanan orta yaşlı kadını, annemi, yanında oturan ablamı görünce olduğum yerde dondum bir süre.

Ablamın yüzünde şaşkın bir gülümseme vardı. Ben de gülümsemeye çalışıyordum. Fakat bu anın büyüsüne o kadar kapılmıştım ki yerimden bile kıpırdayamıyordum. Öyle uzun zaman olmuştu ki ailemi görmeyeli... Şimdi buradalardı. Karşımdalardı.

"Lisa."dedi ablam ayağa kalkarak. "Ne kadar büyümüşsün. Çok güzel bir genç kadın olmuşsun." Onun sesiyle kendime geldim.

"Cat."diyerek ona yürüdüm. Yavaş adımlarım hızlandı. Sıkıca sarıldım ablama. Anneme döndüm. Halsizce yatıyordu yatağında. "Anne."diye mırıldandım. Gözlerini araladı. Beni buldu mavi gözleri. Gülümsemeye çalıştı.

"Lisa, kıymetlim."dedi elini uzatarak. Bana uzanan eli tuttum. Dudaklarıma götürdüm.

"Anneciğim."dedim ona sarılarak. Bu kokuyu çekmeyeli öyle uzun zaman geçmişti ki... Gözlerim dolmuştu. Yüzünü sevdim annemin. Ateşi vardı.

"Yetiştin Lisa."dedi ablam. Omzumu sıvazladı.

"Annem nasıl? İyi olacak mı?"diye sordum.

"Şifacılar elinden geleni yapıyor. Ağrılarını yatıştırmak için özel ilaçlar veriyorlar. Genelde uyutuluyor."

"Lisa."diye mırıldandı annem.

"Buradayım anneciğim. Geldim." Beyazlayan saçlarını sevdim.

"Seni çok aradık Lisa." Zor konuşuyordu. "Çok aradık. Baban," hırıltılı nefesleri beni endişelendirdi. "Baban çok aradı." Öksürmeye başladı.

"Artık geçti anneciğim. Buradayım." Yanaklarını sevdim annemin. Ablama döndüm. "İyi olacak mı? Bir şey demedin."

Yüzü asıldı. Derin bir iç çekti. "Elimizden geleni yapıyoruz. Fazla zamanı olmadığını söylüyorlar."

Annem, "Seni gördüm ya, gerisi önemli değil. Ruhum Dyaus'un merhametli kollarında terk edebilir bu ölümlü diyarı."

"Anne."dedim sesim titreyerek.

"Neden tek geldin?"dedi ablam. "Kocan ve oğlunu da getirseydin keşke. Sizi sarayda ağırlamak isterdim. Bir sürü odamız var."dediğinde tüm bedenimin buz kestiğini hissettim. Anneme olan üzüntüm uçup gitti. Kulaklarım çınlarken ona İllio'dan veya Ailios'tan hiçbir mektubumda bahsetmediğim gerçeği bedenimi ele geçirmişti. Bunu nereden bilebilirdi?

Yavaşça ona döndüm. Yüzüme hiçbir ifade yerleştirmemeye çalıştım. "Sana onlardan hiç bahsetmemiştim."dedim mesafeli bir tonla ve ayağa kalktım. Yüzünü izledim bir süre. Soğuk ifadesinden bir şey anlamak mümkün değildi. Bir süre öylece baktıktan sonra birden güldü.

"Ben Sargun Kraliçesiyim Lisa. Unuttun mu? Limana yanaşan geminizin haberini aldığımda araştırma yaptırdım."dedi normal bir şeyden bahseder gibi. Geleli ne kadar olmuştu ki? Yanaşır yanaşmaz beklemeden yola koyulmuştum. Geldiğimi bilmeden, gemide kimlerin olduğunu nasıl bilebilirdi. Kapıdaki muhafızlar dışında kimseye kimliğimi söylememiştim. Limanda da sorgulanmamıştık.

"Oldukça hızlı adamların varmış demek ki biz limandan buraya gelene kadar hem araştırmalarını yapmışlar hem de biz gelmeden sana rapor vermişler."dedim katı bir ses tonuyla. Onun da yüzü katıydı.

"Adamlarıma hızlı olmaları için para veriyorum. Aniyah'nın aksine uçan kuştan haberim olduğu için sekiz yıldır Sargun Kraliçesiyim."dedi mesafeli bir tonla. Bu tondan hoşlanmamıştım. İçimde kötü bir his vardı.

"O halde kapıdaki muhafızlarının geldiğimden neden haberi yoktu?"diye sordum birden. Sorum cevapsız kaldıkça içimdeki kötü his büyüyordu. "Onlara beni beklediğini söylemek aklına gelmedi mi? Sekiz yıllık Sargun Kraliçesi için eksik bir hamle değil mi?"

"Ne ima ediyorsun Lisa? Sana yalan borcum yok. Annemin hastalığı yeterince beni meşgul ediyor. Sana özel karşılama bandosu hazırlatamadığım için kusura bakma."

Açıklaması bu kadar mıydı gerçekten? Yaşadığım onca şeyden sonra kendimi böyle bir konuşmanın içinde bulacağımı düşünmemiştim. "Ben artık döneyim. Ölmeden önce annemi gördüm. İstediğim buydu."dedim onun mesafeli tonunu kullanarak ve ayağa kalktım.

"Yemeğe kalmayacak mısın gerçekten?" Karnımın açlığı bu konuşmayla uçup gitmişti çoktan. Şimdi midemde can sıkıcı bir sancı vardı sadece. Bir an önce buradan çıkmak ve gemiye dönmek istiyordum. "Geceyi burada geçirseydiniz en azından."

"Pek çok işimiz var. Buraya sadece annemi, seni ve Jane'i görmek için gelmiştim. Seni ve annemi gördüm. Jane'e selamımı söylersin. Yola koyulmamız gerek."

"Yine Aspargon'a mı döneceksiniz?" Şimdi beynim uyuşmaya başlamıştı. Ona bulunduğum yeri de söylememiştim. Özellikle mektupları önce Simir Makos'a oradan Sargun'a gönderiyorduk. Bir şeyler yolunda değildi ve kalbim hızlanmaya başlamıştı. O ise soluk mavi gözleriyle duygusuz bir ifadeyle bana bakıyordu.

"Evet."dedim hiç bozmadan. Daha fazla eşelemek istemiyordum. Bir an önce buradan çıkmalıydım. Konuyu uzatmak bana zaman kaybettirecekti. Catherine'in benimle ilgili tahmin ettiğimden daha çok şey bildiği ortadaydı.

"Sekiz senedir birbirimizi görmedik Lisa. Böyle apar topar gitmen canımı sıkıyor."dedi Catherine soğuk soğuk. Benim de bunca şeyi bilmesi canımı sıkıyordu. Bana açık olmadığını hissediyordum.

"Dönmek zorundayım Cat."

"Madem bu kadar istiyorsun bir şey diyemem. En azından annemiz seni gördü. Ruhunu huzurla teslim edebilir artık." Duygularımı sömürmeye çalışsa da işe yaramayacaktı. Zihnimdeki düşünceler İllio ve oğlumu sağlam bir şekilde görmeden durulmayacaktı.

"Görüşürüz."dedim ve hızla çıktım odadan. Milo ve Baste kapının önünde beni bekliyordu. "Hemen geri dönelim."dedim onların dilinde.

Koşar adım çıktık saraydan. Gökyüzü iyice kararmıştı. Güneş görünmüyordu bile. Koşar adım limana doğru ilerlerken yağmur çiselemeye başlamıştı. Kalbimdeki sancıdan kurtulamıyordum. Her an içim daha da sıkılıyordu. Catherine'in bu kadar şeyi bilmesi beni oldukça tedirgin etmişti. Henry mi ona söylemişti bir ailem olduğunu? Kisre'de beni bulduğunda görmüştü onları. Belki bir süre gözlemlemişti ve orada kimlerle yaşadığımdan emin olmuştu. Sonra bizimle birlikte Sargun'a dönmüştü. Fakat onu tedirgin eden bir şey yoktu bu yüzden direkt gelmişti Sargun'a.

Beynim patlayacak gibiydi. Deniz kokusunu aldıkça limana yaklaştığımız anlaşılıyordu. "Daha hızlı gidelim."dedim.

"Bir sorun mu çıktı?"diye sordu Milo.

"Benimle ilgili fazla detay biliyordu."dedim kısaca. Daha fazla konuşmak istemiyordum. Liman göründüğünde içim biraz rahatlamıştı. Fakat etrafta kimse yoktu. Ortalık oldukça sessizdi. Geldiğimizde bile daha çok kişi vardı limanda ve gün içindeki bu sessizlik hiç hoşuma gitmedi.

Yağmur biraz daha hızlanırken gemiye çıktım hızla. Zemine vuran damlalar eski tahta kokusunun havaya karışmasına sebep oluyordu. Çocuklardan ses yoktu. Güvertede hiç kimse yoktu. "İllio."diyerek kamaraya yürüdüm. Kalbim artık ağzımda atıyordu. "İllio." Kamaranın kapısını hızla açtım.

Karşılaştığım manzara beni olduğum yere mıhladı. İçeride bir sürü adam vardı. Bizimkilerin kanlı bedenleri yerdeydi. İllio yüzü kan revan içinde bir köşede zincirlenmişti. Ve tam karşımda Suna kucağında oğlumla sakince oturuyor, oğlumun kumral buklelerini parmağına dolayıp bırakıyordu.

Ellerim titremeye başladı. İçeri iki adım attım.

"Ailios."dedim sesim titreyerek.

"Merhaba Gökben."dedi Suna gülümseyerek. Milo ve Baste'nin dışarıda birileriyle dövüştüğünü duydum. "Onları dert etme. Birazdan ölecekler zaten."

"Oğlumu bırak!"dedim dişlerimin arasından. "Hemen!"

"Annen nasılmış?"diye sorduğunda beynimden vurulmuşa döndüm. "Kraliçe bu elzem durumdan bahsettiğinde senin geleceğini biliyordum." Catherine her şeye rağmen Suna'yla da mı haberleşmişti yani? Gözlerim karardı. Başım dönerken kenardaki sandalyeden destek aldım.

"Oğlumu bırak Suna."dedim ona doğru bir adım atarak. Elini havaya kaldırdı durmam için. Onu dinleyecek değildim. Yürümeye devam ettim. Adamlarından ikisi üstüme atıldı, kollarımı yakaladı ve sıkıca tutmaya başladılar. Tüm gücümle kurtulmaya çalıştım fakat adamlara gücüm yetmiyordu.

"Bırak onu!"diye bağırdı İllio fakat suratına sert bir tekme attılar. Acıyla inledim.

"İllio."diye fısıldadım. Gözlerim dolmuştu. Suna'ya döndüm. "Suna. Bırak onları. Bu iş bir yere varmayacak." Kaşları havalandı.

"Görüşmeyeli terbiyen eksilmiş. Handan Suna demeyi unuttun."

"İki sene oldu Suna!"dedim dişlerimin arasından. "Su aktı yolunu buldu. Herkes kendi yoluna gitti." Cık cık sesleri çıkarmaya başladı.

"Senin yerin bu sefalet değil Gökben. Sen Aspargon Hanlığının Hanımı olacaksın." Beni dinlemiyordu. Söylediklerim umurunda değildi.

"Hanım falan olmak istemiyorum!"diye bağırdım. "Ben yolumu seçtim!"

"Yolunu seçmiş."dedi alayla gülerek. Oğlumun saçlarıyla oynarken oğlum bana döndü. Kollarını uzattı bana gelmek için.

"Nana?"dedi ince sesiyle. Fakat Suna sıkıca tutuyordu onu.

"Sen kimsin ki yolunu seçeceksin? Seni ben büyüttüm. Ben yetiştirdim. Sen benimsin. Senin isteklerin diye bir şey olamaz. Olduğunda neler olduğunu görüyorsun."diyerek etraftaki ölü bedenleri gösterdi. İllio hırsla kalkmaya çalıştı fakat yanındaki adamlar bir kez daha hırpalamaya başladı onu.

"İllio! Rahat bırakın onu!" Ailios ağlamaya başladı. Suna onu pışpışlasa da susmuyordu. Bana gelmek istiyordu. "Nana, tata."sesleri araya karışıyordu. Beni tutan adamların kollarından kurtulmak için çırpınmaya başladım. "Tamam anneciğim, geçti. Korkma. Annen burada, baban burada." Fakat ağlaması durmuyordu. Bizi sayıklayarak ağlıyordu. Suna kucağında oğlumla ayağa kalktı. Bana yaklaştı.

"Oğlunla vedalaş Gökben. Sana bunun için izin vereceğim."dedi ve bana uzattı. Adamlar kollarımı bıraktığında hızla atıldım ve oğlumu kollarımın arasına aldım. Mis kokusunu içime çektim.

"Geçti anneciğim. Buradayım. Yok bir şey." Sesim titriyordu. "Bu iş olmayacak Suna."dedim ona dönerek. "Ben evliyim! Bir ailem var!" Suna bir bakışıyla arkadaki adamlardan birine döndü. Adam ceketinden çıkardığı hançeri İllio'nun boğazına dayadığında "HAYIR!"diye haykırdım.

"Seni bağlayan şeyler ortadan kalktığında her şey yoluna girecek o halde."dedi yüzünde çılgın bir gülümsemeyle.

"Bırak onu. Suna lütfen." Dizlerimin üstüne çöktüm. Bir yandan oğluma sarılıyor bir yandan ona yalvarıyordum. "Onlara dokunma. Sana yalvarıyorum. Onlar sana bir şey yapmadı."

Alayla kahkaha attı. "Onlar çok şey yaptı." Derin bir nefes aldı. "Karar ver Gökben. Onların ölümünü mü izleyeceksin benimle mi geleceksin?" Başımı iki yana salladım. Ailios'a sıkıca sarılıyordum. Gözyaşlarım hızla yanaklarımdan süzülüyordu. Sevgilimin kahve gözlerinde direnişi görüyordum. "Fazla düşündün."dedi ve tekrar adama döndü. Adam hançeri bastırmak üzere hamle ettiğinde avazım çıktığı kadar bağırdım.

"TAMAM! Geleceğim!" İllio başını iki yana sallıyordu. "Ölümüne dayanamam."diye fısıldadım Simir Makos dilinde.

"Oğlunu teslim et."dedi Suna emrivaki bir tonla. Yerimden kalkmak istemiyordum. "Hadi!" Oğlum kucağımda ağlıyor, sıkıca sarılıyordu boynuma. İllio karşımda başını iki yana sallıyordu. Kabul etmiyordu olanları. Fakat Suna'nın şakası yoktu. Gözünü kırpmadan alırdı canını. Titreyen adımlarla İllio'ya yürüdüm. Karşısında yere çöktüm.

"Gitme."diye fısıldadı.

"Sizi öldürürler."diye fısıldadım. Yüzünü sevdim. Zincirli elleriyle yanaklarıma dokundu. Dudaklarını öptüm. Kan tadı ağzıma bulaştı. Gözlerimden yaşlar indi. Sıkıca sarıldım. Boynuna gömdüm başımı. Deniz kokusunu çektim.

"Ne yapıp edip seni bulacağım İllio. Sözüm söz. Bir gün yine kaçacağım ve seni bulacağım."diye fısıldadım sessizce. Ailios'u önüne bıraktım. Oğlum beni bırakmamak için dirense de hayatları için bunu yapmak zorundaydım.

"Alacağın bir şey varsa al."dedi Suna. Şu halde ne alabilirdim ki? İllio gözleriyle deri çantasını işaret etti. Bedenim uyuşmuş halde çantasını aldım. Boynuma astım. Çaresizce oradan çıkarken ayaklarım yerde sürünüyordu. Bu yaşadıklarıma inanamıyordum. Düştüğüm kumpası kabullenemiyordum. İllio'mun suratına tekrar vurduklarında yere yığıldı baygın bir halde. "Yeter!"diye bağırdım. "Geliyorum işte! Yeter!" Oğlum daha güçlü bir ağlama kopardı. "Nana! Nana! Tata!" Onun çığlıklarıyla canım acıyordu. Gitmek istemiyordum. Bu yaptıklarını Suna'ya ödetecektim. Kaçtığımda önce onun boğazını kesecektim!

Suna'nın adamları beni sürükleyerek çıkardı. Gemiden indiğimizde ayakta duracak gibi hissetmiyordum. Oğlumun sesini hala duyabiliyordum. Önümüze bir at arabası geldi. Suna arabaya doğru yöneldi. Tam o anda limanda korkunç bir patlama oldu. Dizlerim boşladı sanki. Dudaklarımdan fırlayan çığlıkla arkama döndüm. Gemi alev alev yanarken gözlerim kocaman açılmış bakakalmıştım.

"HAYIR!"diye bağırdım. Oraya koşmak istedim. Adamlar beni yakaladı. "HAYIR!" Bedenim gücünü yitirdi ve dizlerimin üstüne çöktüm. "İllio... Ailios..."diye inlerken önümdeki yangın içimi yaktı kavurdu. Ruhumu kül etti.

"Kalk ayağa."diyen Suna'yı duydum.

"Onları bırakacaktın! Gelmem karşılığında onları bırakacaktın!" Tiz sesimle bağırdım.

"Yalan söyledim."dedi tiksindiren bir rahatlıkla. "Kimseye bağlı olmana izin veremezdim." Gök gürledi. Yağmur hızlandı.

Nefesim kesilmiş yerimden kıpırdayamıyordum. Boğazım düğümleniyor, kalbim sıkışıyordu. Yaşlarım buz kesen yüzümden aşağı inerken değdiği her yeri yakıyordu.

İki muhafız beni zorla kaldırdı. Bastığım yeri hissetmeden yürümeye başladım. Suna'ya bakıyordum boş gözlerle. Yüzünde hiçbir pişmanlık, tereddüt yoktu. Bunu planlayarak gelmişti. Oğlumu ve kocamı öldürmeyi planlamıştı. Her şey onun kontrolündeydi. Öyle sanıyordu.

Yanına iyice yaklaştığımda elbisemin belindeki hançeri çektiğim gibi karnına sapladım. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki mavi gözleri şaşkınlıkla bakıyordu bana.

Dudaklarımda İllio'nun kan tadını hissederek mırıldanmaya başladım. "Bloth shera, bloth teth. Tu res bloth, teth in bloth."

(Paylaşılan kan, ölümlü kan. Kan saçan kişi, ölecek kan içinde.)

Her nefesimde bedenimdeki kanın kaynadığını hissediyordum. Her tekrarda Suna'nın gözlerine kan doluyordu. Sesimin her yükselişinde burnundan, ağzından, gözlerinden kan süzülüyordu.

Askerler bizi ayırmak için yaklaştıklarında gök yarıldı ve bir yıldırım indi yeryüzüne. Suna'nın dehşete düşen mavi gözlerinde gördüm yıldırımın yansımasını. Biraz sonra bir yıldırım daha indi at arabasının üstüne. Atlar yere yığıldı. Her yerim ıslandı yağmurla. Suna'nın karnına sapladığım hançeri tutan ellerim gevşedi. Geri geri gitmeye başladım. Suna'nın tüm askerleri yerdeydi. Suna dizlerinin üstüne çöktü. Elleri karnını tutuyordu sıkıca.

Her adımımda bir pus indi gözlerimin önüne. Kayboldum artık yabancısı olduğum topraklarda. Bedenim götürdü bir yerlere. Yürümek istemiyordum. Yaşamak istemiyordum. Sonunda bir yerde durduğumda devasa ağaçların arasındaydım. Yağmur damlaları bedenime çarpıyordu.

Dizlerim dermanını yitirdi ve toprağa düştüm. Çamura bulandı ellerim. Gözyaşlarım yağmura karıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. İsyanla haykırıyordum fakat kimse duymuyordu. Kalbim yerinden sökülmüştü ve içim o ateşle yanmaya devam ediyordu. Toprağı ellerimle kazmak ve kendimi içine gömmek istedim. İki hamleden sonra devam edemedim ve yere yığıldım. Gözlerim kapandı. Yağmur sesi vardı sadece ve ruhumun sessiz çığlığına eşlik eden gök gürültüsü.

Hissizliğe düştüm. Bedenim uyuşurken ölmek istedim. İllio'nun ve oğlumun olmadığı bu hayatta nefesimin kesilmesini, ruhumun bedenimi terk etmesini istedim. Oğlumun son ağlayışları kulağımda çınlarken İllio'nun kan tadının geçmediği dudaklarımdan verdiğim nefesin son olmasını diledim.

***

Bölüm sorularına geçmeden önce biraz derin nefes alalım...

-Suna'nın böyle bir şey yapabileceğini bekler miydiniz?

-Catherine ve Suna'nın haberleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Bu kayıplar Gökben'in hayatını nasıl etkileyecek?

Oy vermeyi unutmayın.

Sonraki bölüm Korkut'tan olacaktır.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top