2.23. Dert ve Derman

1416 Senesi - Güz Mevsimi

ASPARGON HANLIĞI

Altınova Şehri - Hanedanlık Sarayı

Korkut Han

Zihnim darmadağın, kalbim sökülüp alınmış, ruhum paramparça. Boş bir hayale kapılmanın bedeli işte buydu. Aklımın sesi öyle cılız kalmıştı ki kalbimin sesine kulak vermek işime gelmişti. Kalbim ağır bir darbe almama sebep olmuştu. Aklım şimdi kenarda kıs kıs gülüyordu.

Her şey ortadaydı aslında. Görmek istememiştim. İki sene önce gözü hiçbir şey görmeden kaçıp gitmişti Gökben. İki sene sonra ne için dönebilirdi ki? Benim için olmayacağı kesindi. O gün bile belliydi belki ama ben görmek istememiştim. Onsuz geçen günlerim öyle susuz bırakmıştı ki karşımda gördüğüm an tekrar onsuz kalmak istememiştim.

Herkese her şeye rağmen yanıma almıştım onu. Her şeye göğüs gereriz sanmıştım. Ne çocukça bir hayalmiş. Ben onun için herkesten vazgeçmeye hazırken o kalbinden iki ismi söküp atamamıştı. Aylarca zihnimden uzaklaştırmaya çalışmıştım bu düşünceyi. Fakat tek geceyle kalmamıştı. Dudaklarından o isimlerin döküldüğü her an yeni bir darbe vurmuştu kalbime.

Belki başkasıdır diye düşünmüştüm. Sonuçta benim de tek ilişkim olmamıştı. O da başkalarıyla görüşmüş olabilirdi. Fakat sonra Balamir'e olan düşkünlüğü dikkatimi çekmişti. Kalbinin temizliğine yormak istemiştim. Ama zihnimde bir köşede çakan şimşekler başka ihtimallere yönlendirmişti beni.

Ve dün o ihtimalin gerçekliğini ve gerçekliğin ötesinde her şeyin intikam uğruna olduğunu öğrenmek beni mahvetmişti. İçinden çıkmakta zorlandığım bir çukura düşmüştüm. Keşke başka sevgilisi olsaydı demeden edemiyordum. Bunu kabullenmek o adamla her daim mutlu olduğunu, bir aile kuracak kadar birbirlerine bağlı olduklarını kabullenmekten daha kolaydı. Bu düşünce bencilceydi belki. Ama kendime engel olamıyordum.

Öfkeyle soluyarak kalktım yatağımdan. "Gününüz aydın ve ferah olsun Han'ım."dedi yatağımdaki hatun. Cevap vermeden üstüme bir şeyler geçirdim ve hamamın yolunu tuttum. Su beni sakinleştirirdi.

Odama döndüğümde hatun gitmişti. Masama geçtim. Kahvaltım odama getirildi. Hiçbir şey yemek istemiyordum. Odamın kapısı çalındı. Bilgiç Ağa içeri girdi. Başıyla selamladı beni. "Gününüz aydın ve ferah olsun Han'ım. Hanzen Gökben sizi görmek istiyor." Onun ismini duymak bile sinirlerimi alt üst etmeye yetiyordu.

"Onu görmek istemediğimi ve bir daha gelirse kendini Düşmüş Saray'da bulacağını söyle!"dedim öfkeyle. Bilgiç Ağa'nın kaşları çatıldı.

"Han'ım, Hanzen Gökben canınızı sıkacak bir şey mi yaptı?"diye sordu.

"Ne diyorsam onu de ve bana bir şey sorma! Onu bu koridorda görmek istemiyorum!" Başıyla onayladı ve çıktı. Öfkeyle soluduğumu fark ettiğimde avucum masadaki hançeri sımsıkı bir şekilde kavramıştı. Metal kemiklerimi acıtıyordu. Elimin gevşemeye niyeti yoktu. Keskin yerini tuttum ve kapıya fırlattım. Sertçe tahta kapıya saplandı hançer.

Beni bu kadar dağıtabildiği için Gökben'e olan hislerime kızıyordum. Bir han olarak bir hatuna bu kadar kapılmamalıydım. Benim başka sorumluluklarım vardı. Aşk bunlardan biri değildi. Ülkemi yönetmek, ileriye taşımak ve benden sonra bunu yapmaya devam edecek güçlü varisler yetiştirilmesini sağlamak öncelikli görevimdi. Ben ise burada dünden beri aşk acısı çekiyordum.

Kahvaltıma dokunmadan odamdan çıktım. Kurultay salonuna gittim. Teoman Bey beni bu vakitte görünce şaşırmıştı. Genelde herkesten önce kalkar, kahvaltısını eder, toplantı salonuna gelir ve konuşulacak evrakların hazırlanmasıyla ilgilenirdi. Sonra danışmanlar gelir, en son benim girişimle toplantı başlardı. "Gününüz aydın ve ferah olsun Han'ım."dedi başıyla selamlayarak.

"Senin de Teoman Bey. Bugün neler konuşacağız söyle."

"Bugünün konuları can sıkıcı. Kuzeyde yine bir hareket var. Yegor bu defa açık bir şekilde Silistros'taki isyanlara destek veriyor. Silistros'un Melbros'a katılma vaktinin geldiğini yazmış köylere."

"Silistros'u istiyorsa gelsin alsın o vakit!"dedim öfkeyle. "Kisre'de durum ne?"

"Bu defa iki yönlü bir isyan yok. Tahminime göre Silistros'a bizzat bir ordu gönderecek. Bu defa işi ciddiye bindirmiş."

"Önümüz kış. Kış vakti hiçbir ülke sefer tercih etmez."dedim elimi sakalımda gezdirerek.

"O da buna güveniyor. Hızlıca girip şehri alabileceğini düşünüyor. Bu yüzden atlı birlikleri hazır bulundurmayı önerecektim."

"Olur. Geleceği varsa göreceği de var."dedim ve yerime geçtim. Kurultay ve devlet meseleleri biraz olsun kafamı dağıtıyordu.

Danışmanlar da gelince konu hakkında etraflıca konuştuk. Teoman Bey'in fikrine çoğu katılmıştı. Bazıları Yegor'u ciddiye almıyordu. Bunun da sıradan bir dürtme olduğunu düşünüyorlardı. Bu yüzden atlı birliğe gerek olmadığını söylemişlerdi. Yine de çoğunluk tedbirli olmakta fayda görüyordu. Genelde iki yönlü isyanları körüklerken bu defa tek tarafta olması şüpheli bir davranıştı.

Tunç Bey, "Bence Kisre'de de birkaç birlik bulunmalı Han'ım. Şaşırtmaca yapmaya çalışıyor olabilir Yegor soysuzu." Teoman Bey'le bakıştık.

Teoman Bey, "Kisre'de son zamanlarda her şey yolunda gidiyor ama dediğinizde haklı olabilirsiniz. Yegor'un babasının döneminde alındı bu iki şehir ve bu yüzden buraları takıntı haline getirmiş durumda." Bana döndü. "Siz ne dersiniz Han'ım?"

"Tunç Bey'in hakkı var. Şaşırtmaca olabilir. Kisre'de başarıya ulaşabilecek bir isyan son Artena toprakları üzerinde bir oyuna dönebilir. En son casuslarımız Gerbena'nın kalan Artena topraklarını Melbros'a geçirmeyi düşündüğünü söylemişti. Melbros toprak kazanmamalı. Hele ki Artena topraklarını asla! Bu toprakların bizim sınırlarımıza katılması daha elzem." Hele ki han babam İkinci Artena Seferi'nde aldığı yara sonucu hayatını kaybetmişken bu toprakların tamamının bize katılmaması düşünülemezdi. Artena'yı fethetmek artık boynumun borcuydu. Han babamın başladığını Üçüncü Artena Seferi'yle ben tamamlayacaktım.

İki şehre de birlik gönderilmesi kurultayda onaylandıktan sonra günlük meseleler hakkında konuştuk. Toplantı bittiği de Ulaş Amcamla günü birlik ava çıkmaya karar verdik. Muhafızlar eşliğinde saray ormanlarına açıldık. Kafamı dağıtmak için iyi bir tercihti.

Birkaç kuş ve tavşan avladıktan sonra kamp kurduk. Yemekler hazırlanırken amcamla sohbet ediyorduk. Silistros ve Kisre meselelerinin tekrar patlak vermesi can sıkıcıydı. Amcam, "Savaşa girecek kadar akılsız bir adam Yegor. Gerbena'nın desteğini alacağını sanıyorsa yanılıyor. Gerbena onları sömürmekten başka bir şey yapmıyor."

"Bir şekilde kazanacağına inanıyor olmalı. Bu destek nereden geliyor merak ediyorum."

"Kazanamayacağı açık. Küçücük Melbros Aspargon karşısında on beş gün dayanamaz. Artena'ya Gerbena desteği olmasaydı çoktan bizimdi. Fakat ciddiyetimizi görünce desteklediler. Aynısını Melbros için yapacaklarını düşünmüyorum. Sonuçta bu defa saldıran biz değiliz, Yegor. Değersiz bir sömürge için asker göndermez Gerbena. Hem Hasbükan sınırlarını talan etmek daha kazançlı onlar için."diyerek bir diğer meseleyi hatırlatmıştı bana.

"Sence Hasbükan neden böyle bir politika izliyor amca?"diye sordum. Han babamın hanlığını daha çok görmüştü ve devlet meselelerinde pek çok şeye tanık olmuştu. Onun düşünceleri benim için kıymetliydi.

Derin bir iç çekti. "Ben bir askerim Korkut."dedi sakince. "Politik meselelerden pek anladığım söylenemez. Alkan Han zamanında işler yolundaydı. Fakat Akın Han bambaşka bir yol izliyor. Gerbena baskısını göstermemeye çalışıyor fakat duymayan kalmadı." Gerbena'nın veliahtı Prensi Nikolai ile bu konuyu konuşmuştuk mektuplarda. Hasbükan'ın kırılgan yapısından bahsetmişti. O da Hasbükan'ın batıya doğru yani bize doğru genişleyeceğini düşünüyordu. Aklın yolu birdi. Bu yüzden de ittifak yapmaya yanaşmıyordu.

"Herkesin dediği gibi bizden toprak alma peşinde o zaman."dediğimde onaylayan bir ifadeyle bakıyordu. Fakat yüzünde başka bir ifade de vardı. "Aklından geçen nedir?"diye sordum.

"Alkan Han'ın kızı Toygar'ın hareminde. Akın Han yeğeni hakkında da hiçbir talepte bulunmadı. Hasbükan handanının Aspargon haremine girmesi adeta işine gelmiş gibi."dediğinde kaşlarım çatıldı. Belgin'i babamın cenazesinde görmüştüm ve tehlikeli birine benzemiyordu. Toygar onunla olduğu için mutlu görünüyordu.

"Yeğeninin tüm ailesini katletti."dedim diğer noktayı vurgulayarak.

"Yine de kanbağı ayrıdır."

"Toygar'ın hareminde casusluk yapabileceğini mi düşünüyorsun?"

"Bilmiyorum."dedi sıkıntılı bir ifadeyle. "İnsanların çıkarları uğruna ne ittifaklar yaptığına şahit oldum. Bana hiçbir şey imkansız gelmiyor artık." Tam cevap verecekken ormanın içinden gelen bir kadın çığlığıyla kulak kesildik. Kılıçlarımıza davrandığımız gibi ayağa fırladık.

"Bu taraftan geliyor."dedim ve koşmaya başladık. Bir kez daha duyduk aynı feryadı. Biri yardım çığlıkları atıyordu. Muhafızlar da peşimizden geliyordu. Karanlık çökmek üzereydi. Yine de son aydınlıkla önümüzü görebiliyorduk.

İyice derinlere girdiğimizde vuruşan kılıç sesleri duyduk. İleride bir arbede yaşanıyordu. Alana girdiğimizde dövüşen bir grup ve ağaçların arasında köşeye sıkışan yine de kendini savunmaya çalışan hatunu gördük.

"Yardım edin! Ulu Tanrı adına yardım edin!"diye bağırdı. Karşı tarafta olduğunu düşündüğümüz adamlarla vuruşmaya başladık. Hatundan sorumlu olduğu belli olan askerler de bize katıldı. Sıkı bir mücadele sonunda dövüşü kazanmıştık. Bakır rengi zırhlara sahip askerlerin ölü bedenleri yerdeydi. Ay ışığıyla aydınlanan zırhlara altıgen biçimli, koyu sarı renkli amber taşları işlenmişti.

"İlgerun Hanedanlık Muhafızları."dedi Ulaş Amcam benden önce. Üstü başı kir içinde, saçları darmadağın, yüzü bembeyaz kesen hatuna döndük. "İlgerun neden peşine düştü hatun?"

Hızla soluk alıp veriyordu. Mavi gözleri korkuyla açılmıştı. Kanlı kılıcı elinden düşmek üzereydi. "Ben, ben İlgerun Hanı Bumin Han'ın kızı Haneş Ayana'yım."dedi kesik kesik konuşarak. Kaşlarım çatılarak hatuna bakıyordum. "Aspargon hanı Korkut Han'dan korunma talep etmeye geldim. Beni saraya götürür müsünüz?"

"Korkut Han benim."dedim. Şaşkınlıkla bize baktı. Belki de daha büyük olacağımı düşünmüştü. Sonra hemen reverans yaptı.

"Üzgünüm Han'ım. Sizi hiç görmediğim için tanıyamadım."

"Önemli değil. Fakat seni buraya getiren nedir? Bir haneş olarak ülkende olman gerekmez mi?"

"Han babam vefat etti."

Ulaş amcam, "Bunun haberi bize gelmedi."

"Zeren Hanım haberi duyurmadan önce oğluna rakip olabilecek herkesi ortadan kaldırmayı tercih etti."dedi öfkeyle. "Sadece kendi kızları ve oğlu hayatta kalacaktı. Ben de kıyımın başladığını görünce kaçtım. Peşime düştüler."

Amcam, "Haneşlerin tahtta hakkı yoktur. Zeren Hanım neden böyle bir endişeye kapıldı?"

Ayana birkaç kez daha soluk alıp verdi. "Sarayda işler karıştı. Girintay ailesinin kızı Hanzen Tilun'un destekçileri isyan çıkardı. Zeren Hanım çocuklarını Eski Saray'a kaçırmak zorunda kaldı. İsyan bastırıldı ve tüm gayrimeşru varislerin idam kararını verdi. Hanzen Tilun büyük oğlunu kaybetti. Küçük oğlu ise Simir Makos'a kaçırıldı."diye açıkladı durumu. Önümde diz çöktü. "Korkut Han, size yalvarırım beni geri göndermeyin. Tahtta gözüm yok. Hiçbir şeyde gözüm yok. Sadece canımı kurtarmak istiyorum." Amcamla bakıştık. Benden büyük olduğu belli bir hatunun önümde diz çökmüş sığınma talep ediyordu.

"Aspargon elbette korunma talep edenleri korur."dedim. "Ayağa kalk hatun. Diz çökmene gerek yok. Seni saraya götüreceğiz. Büyük Hanım icap eden neyse yapacaktır." Yüzü ışıl ışıl oldu.

"Teşekkür ederim. Size minnettarım."dedi sevinçle. Adamlarına döndü. Gelmelerini işaret etti. Kamp alanına doğru yürümeye başlamıştık ki hatun birden yere yığıldı. Amcam çevik bir hamleyle hatunu kucağına aldı. Yaşadıklarından bitap düşmüş olmalıydı.

Saraya döndüğümüzde Ayana'yı şifahaneye bıraktık. Hanım annem de olanları duyunca gelmişti. Hızla anlattım Ayana'nın dediklerini. Kaşları çatılarak dinledi.

"Tahtta hakkı olmayanların tahtı gasp etmesini hiçbir zaman onaylamam!"dedi öfkeyle. "Fakat bize sığınmak isteyen birine de sırt çevirecek değiliz. Haneş Ayana'nın olanlarla bir ilgisi yok gibi görünüyor. Ayrıca İlgerun sınırlarımız içinde birinin canını almaya çalışarak ciddi bir suç işledi. Bu konuda gerekli yazışmaların yapılması gerek."

"Teoman Bey'e bu konuyla ilgilenmesini söyleyeceğim."dedim. Sonra odama döndüm.

Koridora girdiğimde Gökben'in kapımın önünde beklediğini görünce sinirlerim bir anda tepeme çıktı. Adımlarımı hızlandırdım. Odama girdim ve peşimden gelmesini bekledim. Kapılar kapanınca hızla ona döndüm. "Sana buraya bir daha gelirsen Düşmüş Saray'a gönderileceğin söylenmedi mi?"dedim sertçe.

"Korkut lütfen beni dinle. Olanları tam olarak bilmiyorsun. Bunu konuşmamız gerek. Evet saklayarak hata ettim ama yarım bir şekilde-"

"Evet saklayarak hata ettin ve başka neleri sakladığını duymak istemiyorum!" Sesim yükselmişti.

"Dinlemen gerek."

"Ne yapacağıma sen mi karar vereceksin? Kimsin ki sen? Benim gücümle haremde konum elde etmiş bir hanzensin! Seni haremden atsam ne yapabilirsin!"diye bağırdım. Dudaklarını ısırdı. "Sana fazla tolerans göstermişim ki bir Han'ın karşısında nasıl davranman gerektiğini unutmuşsun. Ecrinok'taki hanzade yok karşında. Odana dön ve hazırlığını yap. Düşmüş Saray'a gidiyorsun!" Gözleri büyüdü birden.

"Yapma lütfen. Beni evladımdan ayırma."

"Emirlerime karşı gelmeden önce düşünecektin bunu." Önümde diz çöktü, kaftanımın eteklerine yapıştı.

"Ne olur beni gönderme. Söz veriyorum odamdan dahi çıkmayacağım. Sen isteyene kadar karşına bile gelmeyeceğim."

"Ağalar!"diye bağırdım. Kapılar açıldı. "Gökben Hatun'u odasına götürün! Bilgiç Ağa'yı çağırın, derhal gelsin!"

Ağalar Gökben'i odadan götürürken Gökben'in yalvarışlarını duymamak için balkona çıktım. Kalbim öfkeyle atıyordu. Bir lafımla olan olmuştu. Gökben gönderiliyordu saraydan. Bilgiç Ağa bu kararımı sorgulamaya kalktıysa da sertçe susturmuştum. Bu konunun haremde yayılmasını istemiyordum. Her şeyi daha karmaşık bir hale sokardı.

Gökben'i bir süre görmek istemiyordum. Kafamı toparlamak istedikçe inatla karşıma çıkmamalıydı. Bana söylediği yalan küçük bir şey değildi. Terk edildim demişti oysa mutlu bir aile kurmuştu! Ailesi elinden alınınca da intikam için bana gelmişti! Keşke en başta söyleseydi bunları! Kızardım, üzülürdüm gene ama şimdiki gibi bir hayal kırıklığı yaşamazdım. Şimdiye kadar gözümün içine baka baka aşık rolü yapmıştı. Ben de inanmıştım. İnanmak istemiştim. Beni tekrar sevebileceğini düşünmek istemiştim. Karşılığı böyle olmamalıydı.

Ertesi sabah kalktığımda kendimi berbat hissediyordum. Midem yanıyordu. Yüzümü yıkamak da beni kendime getirmemişti. Üstümü giyindikten sonra ağalar kahvaltımı getirdi. Sofranın başına geçtiğimde hiçbirini yemek istemiyordum. Odamın kapısı çalındı. Gel sesimle kapılar açıldı ve içeri hanım annem girdi. Bordo bir elbise giymişti. Yakut tacı başındaydı. "Günün aydın ve ferah olsun oğlum."dedi ve yanıma yaklaştı.

"Senin de hanım annem." Yer masasının diğer yanına oturdu. Beni izlemeye başladı. "Bir şey mi oldu?"diye sordum.

"Haneş Ayana kendine geldi. Sıkı bir kahvaltı hazırlattım onun için. Toparlanınca yanına çağırıp detaylıca konuşacağım olan biteni."

"Güzel. Ama bunun için gelmediniz gibi hissediyorum." Sakince gülümsedi.

"Evet, bunun için gelmedim." Yeşil gözlerini benden ayırmadan bir süre izledi beni. "Hanzen Gökben'i Düşmüş Saray'a göndermeye karar vermişsin."dediğinde gözlerimi devirdim.

"Evet. Öyle uygun gördüm."

"Bu kararını tekrar gözden geçirmeni isterim."

"Bu konu tartışmaya kapalı."

"Defne daha çok küçük oğlum. Bu kararın sadece Gökben'i ilgilendirmiyor. İki aylık bile olmamış kızını da ilgilendiriyor."dedi tane tane konuşarak.

"Süt anneler ilgilenir."dedim gözlerimi kaçırarak. Sabırla derin nefes aldığını duydum.

"Süt anneler öz annenin yerini tutabilir mi?"diye sordu. Cevap vermedim. "Hatunun kabahatini sormayacağım. Bu seni ilgilendirir. Fakat Defne'nin durumunu göz önünde bulundurmak zorundayım. Annesinden ayrıldığında havale geçirebilir. Bunu mu tercih edersin? Daha çok küçük."

"Han olarak kararımdan dönmemi mi söylüyorsun?"dedim sertçe ona dönerek. Elini elimin üstüne koydu.

"Cezasını oda hapsine çevir en azından."

"Gökben'in gidişi en çok senin hoşuna gider sanıyordum."

"Bu şekilde olması doğru değil. Küçücük bir çocuğu annesiz bırakacaksa bu karar bozulması gereken bir karardır."dedi gözlerimin içine bakarak. "Bu defa bir han olarak değil bir baba olarak düşünmeni istiyorum. Şimdi Defne'nin yanına git. O minik gözlerine bak ve onu annesiz bırakma kararını tekrar sorgula." Yavaşça ayağa kalktı. "Diyeceklerim bu kadar"dedi ve odadan çıktı.

Beni daha beter bir sıkıntıyla baş başa bırakmıştı şimdi. Sinirle ofladım. Öfkeyle soluk alıp veriyordum. Hanım annemin Gökben'den yana olacağını görmeyi beklemiyordum. Beni şaşırtmıştı. Balkonundan at arabalarının gidişini gülerek izler diye düşünmüştüm. Başımı ovaladım.

Odamdan çıktım ve Gökben'in odasına gittim. Kapılar iki yana açıldığında içeride hazırlanmış sandıkları gördüm. Gökben kucağında Defne ile oturmuş iç çeke çeke gözyaşı döküyordu. Beni görünce yalvarır bakışları gözlerimi buldu. Ayağa kalktığında yanına yaklaştım. "Defne'mi görmeye geldim."dedim. Kızımı kucağıma aldım. Ondan uzaklaştım.

Minik kızım huzursuz görünüyordu. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor ellerini sağa sola hareket ettiriyordu. Ela gözleri gözlerimi bulduğunda bir süre izledi beni. Sonra ağlamaya başladı. Kucağımda teselli etmeye çalıştım. Pek işe yaradığı söylenemezdi. Gökben de hemen gerimdeydi. Fakat kararımı değiştirmeye niyetim yoktu. Kızıma sarayda en iyi şekilde bakılacaktı. "Hazırlıkları bir an önce tamamlayın. Öğleden önce yola revan olunsun."

Gökben, "Yüce gönüllü Han'ım, bu aciz kulunuza acıyın. Beni kızımdan ayırmayın."dedi. Ters bir şekilde baktım ona. Kararıma karşı çıkmadan önce düşünecekti bunu. Odamın koridorunda bile görmek istemediğimi aksi halde Düşmüş Saray'a gönderileceğini söylemiştim. Buna rağmen bana karşı gelmişti. Sonuçlarına katlanacaktı.

"Kızınla vedalaş Gökben Hatun."dedim ona bakmadan. Leman Kalfa da odaya geldi. "Her şey hazır mı kalfa?"diye sordum.

"Hazır Han'ım. Süt anne saraya geldi. Haneş Defne'yle en iyi şekilde ilgilenilecek. Büyük Hanım'ın odasının yakınında bir oda hazırlandı."

"Güzel."dedim ve odadan çıktım. Arkamdan kopan tantanayı umursamadım. İlgilenecek başka işlerim vardı.

Kurultay toplantısı başladığında Teoman Bey'in gergin ifadesi dikkatimi çekti. "Silistros'tan gelen haberler hiç iyi değil. Yegor Silistros'a saldırmış. Bresna'nın desteği varmış. Birliklerimiz ilk saldırıyı savuşturmuş fakat kayıplar büyük."dediğinde öfkeyle koltuğun kollarını sıktım. "Yeni birlikler hazırlanıyor. Ulaş Bey'in önderliğinde yola koyulacaklar."

"Yegor ordusuyla vilayetimize saldırmışken önderliği başkasına bırakacak değilim!"dedim doğrularak. "Yegor kime kafa tuttuğunu bizzat görecek! Melbros'a savaş ilan ediyorum! Hazırlığınızı ona göre yapın! Yegor'un canı çıkmadıkça da bu savaş bitmeyecek!"

Teoman Bey başıyla onayladı. "Emir Aspargon Hanı'nındır."dedi.

Böylece savaş için hazırlıklar başladı. Yegor istediğim bahaneyi vermişti nihayet. Madem savaş istiyordu istediğini alacaktı. Ben de merhum babamın intikamını alacaktım.

Toplantı bittiğinde odama çekildim. Amcamı da çağırdım. Savaş hakkında onunla detaylıca konuşmak istiyordum. Amcamı beklerken Haneş Ayana'nın geldiğini haber verdiler. İçeri aldırdım. Hatun önümde reverans yaptı. Geçen güne göre daha dinç görünüyordu. "Size minnetimi iletmek istedim Korkut Han. Hayatımı kurtardınız."

"Kim olsa yapardı. İstediğiniz kadar Aspargon'da kalabilirsiniz. Size gereken korumayı sağlayacağız."dedim. Minnetle gülümsedi.

"Yaşananlar beni bir hayli üzdü ve yordu. Bir müddet sarayda kaldıktan sonra kendi hayatımı kurmak için ayrılırım. Saraya yük olmak istemem."

"Neden yük olasınız? Aspargon yardıma ihtiyacı olanları korur ve kollar."

"Yine de kendi yolumu çizmek kendimi daha rahat hissetmemi sağlar." Bu sırada odamın kapıları açıldı ve amcam içeri girdi. Haneş Ayana ile bir an bakıştılar. Hatunun yüzündeki gülümseme dikkatimden kaçmadı.

Amcam, "Misafirin olduğunu bilmiyordum. Daha sonra gelebilirim."dedi.

Haneş Ayana hemen atıldı, "Ben de çıkmak üzereydim. Korkut Han'a minnetimi sunmak için gelmiştim."dedi. Gözleri amcamın üzerindeydi. Amcam da dikkatle ona bakıyordu. Hatun çıkmak için hareketlendiğinde amcamın bileğindeki sargıya baktı. "Siz de yaralandınız Ulaş Bey. Başınıza dert oldum. Bunların yaşanmasını hiç istemezdim."dedi mahcup bir ifadeyle.

"Hiç önemli değil. Ben yaralara alışkınım. Bu hiçbir şey."dedi bileğini göstererek. Hatun üzgünce gülümsedi ve odadan çıktı. Ben ise hala amcama bakıyordum. Bana döndüğünde kaşlarını çattı. "Bir şey mi oldu?"diye sordu.

"Hiç. Sadece bir an Haneş Ayana ile ne kadar uyumlu olabileceğinizi düşündüm o kadar."dedim muzipçe gülerek.

"Ben ve o mu?"dedi birden. "Yok, ben böyle iyiyim."

"Amca, yaşın geçiyor. Yalnız mı ölmeyi düşünüyorsun?"

"Sen karışma bu işlere. Savaş hakkında konuşacağımızı sanıyordum."dedi ve konuyu değiştirdi. Ben de uzatmadım. Yine de ikisini yakıştırmıştım.

Aspargon haritasını önümüze açmıştık. Kuzey sınırları ve kuzey vilayetleri hakkında detaylıca konuşmuştuk. Kisre'yi boş bırakmayacaktık. Aradaki komşu vilayetlere haber salmıştık savaş için. Birkaç gün içinde buradan ayrılacaktık. Valiler hazır olacaktı. Han olarak vereceğim ilk savaş için heyecanlıydım. Temelde kendi vilayetimi savunmak için gidiyordum. Fakat bu savaşta başka kazançlar da elde etmeyi planlıyordum. Yegor'un pis canı en büyük emelimdi. Melbros'tan yüklü bir tazminat talep etmek ise ikinci hedefimdi. Eğer Bresna bu işe daha fazla karışırsa onları da kaybeden tarafa dahil edip onlardan da tazminat isteyecektim. Savaşın seyrine göre alacağımız kararları tartışacaktık.

Hazırlıklar tamamlandığında hanım annem beni uğurlamak üzere yanıma gelmişti. Zırhımla çıkmaya hazırdım. Hanım annem gözleri buğulu bir ifadeyle beni izledi bir müddet. "İşte benim han oğlum."dedi gururla. "Yolun açık kılıcın keskin olsun. Nice zaferlerin olsun."

"Güzel dileklerin için teşekkür ederim hanım annem. Yokluğumda saray ve kurultay size emanet."

"Gözün arkada kalmasın oğlum. Her şey yolunda gidecek." Elini zırhımın üzerinde gezdirdi. "Zafer haberini sabırsızlıkla bekliyor olacağız."

Sarayın önüne geldiğimizde tebam hazırdı. Siyah atım hazır bekliyordu. İdil hanım annemin yanındaydı. Öne çıktı ve yaklaştı. Altın işlemeli bordo bir mendili zırhımın kenarına sokuşturdu. "Seni her türlü kötülükten korusun."dedi gözlerime bakarak. Alnına bir öpücük bıraktım ve atıma bindim.

Yola koyulduğumuzda bunun sadece bir sınır koruma savaşı olmadığını biliyordum. Bu Melbros'a haddini bildirme, Yegor'un önünü kesme savaşıydı. Aynı zamanda diğer ülkelere de bir çocuk olmadığımı ispat etme savaşıydı. Aspargon Han'ı olarak neler yapabileceğimin ilk adımıydı. Bu yüzden diğer fetih planlarımdan çok daha önemliydi benim için. Adamlarımın da bunu en iyi şekilde anladığını biliyordum.

***

Kış Mevsimi

Silistros Şehri - Ordugah

Ordugah kurulalı bir hafta olmuştu ve Yegor'dan yeni bir saldırı gelmemişti. Silistros'taki Melbros baskını geri çekilmişti. Fakat öylece beklemeye niyetim yoktu. Keşifçiler sınırdan haberler getirdiğinde birkaç gün içinde Melbros'a doğru yürümeye karar vermiştik. Savaş ilanımız çoktan gitmişti. Geleceğimizi biliyorlardı.

Teoman Bey çadırıma girdiğinde elinde gri renkli bir muhafaza tutuyordu. Muhafazanın ortasında beyaz renkli bir çam vardı. Melbros'tan haber gelmişti. Muhafazayı bana uzattı. Hızla açtım. Sondaki isme baktım ilk olarak ve kaşlarım hayretle havalandı. Ablamdandı. Melbros Çariçesi olarak bana yazmıştı.

Aspargon hanı Korkut Han,

İki ülke arasında yaşananlardan ötürü derin bir üzüntü içerisindeyim. Keşke ülkelerimiz bu şekilde karşı karşıya gelmeseydi. Size zararınızı fazlasıyla karşılama teklifinde bulunuyorum. Bu sorunu savaş olmadan çözmeyi umuyorum.

Savaşta ısrarcı olursanız Melbros halkının kışa alışık olduğunu ılıman topraklardan gelen sizlere hatırlatmak isterim.

Melbros Çariçesi Tunay Paladova

Alayla güldüm. Hanlığımı bile tebrik etmeyen ablam beni usulca geri çekilmem için uyarıyordu. Teoman Bey, "Ne diyorlar?"diye sordu. Durumu anlattım. Onun da yüzünde benzer ifade oluştu. "Savaş sınıra dayandığında gelen mektup kazanacaklarına inancı olmadığı anlamına gelir. Savaş ilanımızı haftalar önce göndermiştik. Buna rağmen Silistros'a girene kadar geri adım atmamışlardı."

"Bu savaş olacak! Yegor karşıma çıkana dek ilerleyeceğim Melbros'ta!"dedim sertçe. Mektubu buruşturup önümdeki sehpaya fırlattım. Han babam zamanında sürdürmeye çalıştığımız barış politikası artık sona ermişti. Yegor yaptıklarının bedelini ödeyecekti. Ondan korkmuyordum.

Ertesi gün güneş doğmadan yola koyulduk. Önde ben, hemen arkamda Ulaş Amcam ve Teoman Bey. Onların arkasından da ordumla ilerliyorduk. Sınıra geldiğimizde Melbros askerlerinin sınıra kurduğu kampı gördük. Bir müddet sonra da atları üstünde Melbros askerleri karşımızda belirdi. Alan güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanırken sıcak temas kurulmak üzereydi.

"Herkes hazır Han'ım."dedi amcam. "Emrinizi bekliyoruz."

Askerlerime döndüm. Hepsi heyecanla bana bakıyordu. Kılıcımı kınından çıkardım ve emrimi verdim, "Yiğit askerlerim! Tüm gücünüzü gösterin! Yegor iti tarihten silinmeden dönmek yok bize! Saldırın!"

Ve saldırımız başladı. Öncü birlikler Melbros askerlerinin üstüne yürürken biz bir müddet daha geride durduk. İlk temasın ardından biz de savaş alanına girdik. Geriden Melbros askerleri geliyordu fakat bize meydan okuyacak üstünlükte değildiler.

İlk karşılaşma sınırı almamızla sonuçlandı. Melbros askerleri geri çekildi. Onların kamp alanına biz yerleştik. Akşama doğru ilk temas hakkında görüşmek üzere kurultayı topladık. İlerlemek konusunda hemfikirdik. Yegor ele geçirilene dek durmayacaktık. Kisre'den gelen haberlere göre orada da karşılaşmalar devam ediyormuş. Yegor'un o tarafta olduğunu tahmin ediyorduk. Gerekirse sınır boyunca doğuya doğru ilerler onu ele geçirirdik

Savaşı başlatmamın ikinci haftasında hala elle tutulur bir sonuç elde edememiştik. İki koldan devam ediyordu çarpışmalar. Kisre'ye Bresna askerlerinin de destek olduğu haberi gelmişti. Silistros'un güvenliği ise çoktan sağlanmıştı. Kisre'ye doğru ilerliyorduk. İki şehrin arasında kalan Nogayos ve Panuma tam destekle katılıyordu savaşa. Her daim olduğu gibi Melbros'a göz açtırmıyorlardı.

Dördüncü haftanın sonunda Kisre'deki ordugaha vardığımızda saraydan da haberler gelmişti. Hanım annem genel durumu yazmıştı. Kendine simetrik duran taçlardan Büyük Hanım sembolü oluşturmuştu. Bir bütün şekilde bakınca güneşi andıran bu yeni sembol ona yakışmıştı. Mektuba hızla göz gezdirdim. Her şey yolundaydı. Hasbükan sınırındaki sancak vilayeti Bozyurt'ta bulunan kardeşimin bir oğlu olmuştu. İsmini Oğuz koymuşlardı. Zadener Oğuz.

Hanzade kardeşim de savaşa katılmak istemişti fakat ters bir durumda ikimizin de savaş alanında olması risk demekti. Ulaş Amcamla bu konuyu savaş öncesi detaylıca konuşmuştuk. Toygar'ın savaş isteğinin farkındaydım fakat Balamir belli bir yaşa gelene dek Toygar'ı da peşimizden sürüklememiz uygun olmazdı. Hanlığın her türlü duruma hazırlıklı olması gerekiyordu. Bu sebeple kardeşim birkaç sene daha sabırlı olmalıydı. Üstelik ona Hasbükan sınırını gözetmesinin daha mühim olduğunu söyleyerek yeni bir görev vermiştim zaten. Biz savaş halindeyken doğu sınırında başka bir sorun olması kötü olurdu. Şu anda sınır muhafızı olması hanlık adına daha iyiydi.

Diğer yandan Kisre halkının huzursuzluğu dikkat çekiyordu. İnsanları evlerinde durmaları için uyarmıştık. Zararları olursa hanlık tarafından karşılanacaktı zaten. Melbros'la birlik olup isyan çıkardıkları için kızgındım onlara fakat bu başka zamanın konusuydu. Eğer savaş sırasında Melbros'un tarafını tutacak olurlarsa mesele başka bir boyut alırdı. Hanlığımda itaatsizliğe yer yoktu. Kisre valisine bunu halka en iyi şekilde belletmesini söylemiştim.

Savaş sabahı hem tedirgin hem heyecanlı bir şekilde uyandım. Yegor'la karşılaşma ihtimali beni heyecanlandırıyordu. Kisre'den ihanet görme ihtimali ise tedirgin ediyordu. Fakat küçük bir ihtimalin savaşımı etkilemesine izin vermeye niyetim yoktu.

Yüzümü yıkadım ve hazırlanmaya başladım. Bu sırada dışarıdan sesler gelmeye başladı. Ne olduğunu anlamak üzere dışarı çıktım. Bir grup muhafız başlarında Teoman Bey'le çadırıma doğru koşuyordu. Teoman Bey, "Baskın var Han'ım! Melbros ve Bresna askerleri pusu kurmuş!"

"Yegor iti de orada m?"

"Ordusunun başında. Dük Maksim de alandaymış."

"Aptallar."dedim alayla gülerek. Hızla zırhımı giydim. Kılıcımı aldım ve alana çıktım. Ordugahımıza giren Melbros ve Bresna askerlerini görebiliyordum.

Hızlı bir savunmaya geçtik. Sıkı bir çarpışma başladı. Askerlerim çabuk toparlanmıştı. Ordugahtaki askerleri bastırmamız kolay olmuştu fakat hala dışarıdan bölükler gelmeye devam ediyordu. Ordugahı kıskaca almaya çalışıyorlardı. Buna izin vermeye niyetimiz yoktu. Biz de dört parçaya ayrıldık ve her kuvvet bir tarafı savunmaya başladı.

Her defasında daha güçlü bölükler geliyordu ve alevli ok atışına başlamışlardı. Çadırlarımız alev alev yanarken adamlarımız okların hedefi olmamak için uğraşıyordu. Kaçamayan, yanan adamlar oradan oraya koşuyordu. Savaş iyice ciddileşmişti artık. Önüme çıkanı acımadan öldürüyordum. Kılıcımın parçaladığı her beden kazanmak için beni daha çok kamçılıyordu. Bu savaşı kazanmak zorundaydım! Kazanacaktım!

Ulaş Amcamın yaralandığını gördüm. Dört kişinin arasında kalmıştı. Hızla ona koştum. Hançerlerimden birini fırlattığım gibi adamlardan biri yere yığıldı. Diğerlerine ise kılıcımla karşılık verdim. Amcam ayağa kalktı ve sırt sırta çarpışmaya başladık.

Baskını püskürttüğümüzde üstüm kan içindeydi. Alnımdan süzülen teri elimin tersiyle sildim. Yıkılan, yakılan çadırlarımız, ölen adamlarımız etraftaydı. Bresna askerleri geri çekilmişti. Melbros askerlerinin bir kısmı kaçmıştı. Bizi gafil avlamak istemişlerdi ama başaramamışlardı.

Teoman Bey'in hızlı adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. Onun da benden farklı bir hali yoktu. "Han'ım, Çar Yegor pusuya düşürülmüş. Melbros Çarı bizim tutsağımız."dedi heyecanla. Gözlerim zaferle açıldı. Karşımıza çıkmamıştı fakat askerleriyle birlikte kaçamamıştı demek.

"Getirin buraya."dedim. Teoman Bey uzaklaştı. Amcam yanıma geldi. Bir müddet bakıştık. Zaferle gülümsedim. Sonra gözlerim kolundaki ve vücudundaki yaralara gitti. "Sen iyi misin?"diye sordum.

"Daha kötü yaralarım olmuştu."dedi acıyla gülerek.

Adamlarım ortada Yegor'la geldiğinde ellerimi arkada bağlamış onları izliyordum. Yegor'un keçeleşmiş sakalı, kırlaşmış saçları, ekşi yüz ifadesi aynıydı. Zincirlere bağlıydı. Yüzsüzce sırıtıyordu. Elsiz koluna baktım bir müddet. "Elini kaybetmek sana yetmemiş."dedim.

"Bana hiçbir şey yapamazsın."dedi korkusuzca. "Gerbena İmparatoru benim arkamda. Kılıma zarar gelirse Aspargon yerle bir olur."

Alayla güldüm. "O yüzden mi kıymetli kuzenin askerlerini geri çekti?" Ona doğru yaklaştım. "Gerbena İmparatorunu zindanımda ağırlamak benim için büyük bir zevk olur." Tam karşısına geldiğimde gözlerimi koyu gözlerinden ayırmıyordum. "Haddinden fazla nefes aldın sen."dedim ve yanındaki askerimin kılıcını hızla çekerek tek hamlede Yegor'un kalbine sapladım. "O nefesi kesmenin vakti geldi."dedim dişlerimin arasından. Gözleri hayretle açılarak bana bakıyordu. Ağzından süzülen kana rağmen hala ölmeyeceğini düşünüyor gibiydi. Onu ciddiye alıp dokunmayacağıma gerçekten inanmıştı. Fakat yanılmıştı. Bu savaşta en büyük amacım Yegor'un canını almaktı. İfadesizleşen gözleri son hayat belirtisini kaybedip söndüğünde kılıcı geri çektim ve bedeni yere yığıldı. "Çariçe Tunay'a haber gönderin. Savaş tazminatını yıllık yüz elli bin altın olarak belirledim."dedim Teoman Bey'e ve oradan uzaklaştım.

***

Altınova Şehri - Hanedanlık Sarayı

Dönüşüm büyük bir şölenle kutlanmıştı. Hanım annem ilk zaferim için görkemli bir ziyafet vermişti. Altınova'nın seçkin aileleri saraydaydı. Büyük salonda toplanmıştık. Masanın başında oturuyordum. Bir yanımda İdil ve Balamir, diğer yanımda hanım annem, onun yanında Şevval ve Aydan vardı. Masamızda Teoman Bey, Ulaş Amcam, amcamın yanında Haneş Ayana, Burçin ve eşi Tunç Bey, Kekevizadelerden Tunç Bey'in amcası, yengesi ve kuzeni vardı. Tunç Bey'in babası eski Baş Danışman Türker Bey ise saraya gelmemişti. Tunç Bey'e sorduğumda babasının rahatsız olduğunu söylemişti.

Yemekten sonra hanım annem yavaşça yaklaştı, "Kekevizadelerin güzel kızını görüyor musun?"diye sordu Tunç Bey'in yanındaki hatunu işaret ederek. Yuvarlak yüzlü, geniş alınlı, siyah saçları topuz yapılmış, pembe elbisesi içindeki hatun kaçamak bakışlarını benden ayırmıyordu. "Feraye Hatun. Sen savaştayken Nuray Hatun'la sık sık görüştük. Kızının haremde yer almasından memnuniyet duyacağını söyledi. Haktan Bey de razı." Kızın yanındaki orta yaşlı adamla bir an bakıştık. Baş selamıyla selamladı beni. Hafifçe gülümsedim.

"Hareme yeni bir hatun mu aldın?"diye sordum ona yaklaşarak. Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan başıyla onayladı. "Ne gerek vardı hanım annem? Soy devam edeceği kadar etmedi mi?"

"Kekevizadeler her daim hanedana yakın olmuştur han oğlum. Her hana desteklerini esirgememişlerdir. Türker Bey'in oğlu kurultayda, Haktan Bey'in kızı haremde. Tunç Bey işini en iyi şekilde yapıyor. Feraye Hatun da aynı şekilde olacaktır." Gözlerimi devirdim.

"Yokluğumda haremdeki düzen yeniden sağlandı mı ki yeni hatun alımına gittin?"dedim mesafeli bir tonla.

"Sorun çıkaranlar, kendi aralarında gruplaşanlar haremden gönderildi. Artık daha temiz bir haremin var." Hanım anneme döndüm. "Bana güvenebilirsin. Bir daha harem konusunda bir sorun çıkmayacak." Derin bir nefes aldım.

"Defne'm nasıl? Yemekten sonra onu ziyaret etmek istiyorum."

"Haneş Defne oldukça iyi. Sağlıklı. Süt annesine epey alıştı. Güleç bir bebek." Gülümsedim. Bir an Gökben'i sormak istedim fakat vazgeçtim.

Yemekten sonra hanım annemin odasının yakınında bulunan küçük kızımı ziyarete gittim. Minik meleğim uyuyordu. Süt annesi başındaydı. Açık kumral saçları uzamış, uçları kıvrıklaşmıştı. Bembeyaz yanakları tombul tombuldu. Ufak dudakları ise pespembeydi. Uyandırmaya kıyamadım güzelliğimi. "Sağlığı yerinde, her şey yolunda değil mi hatun?"diye sessizce sordum süt annesine dönerek.

"Her şey yolunda Han'ım. İştahı da yerinde maşallah. Annesinin yokluğunu çabuk atlattı. Havale geçirir diye korkmuştum fakat Müge Hanım çok yakından ilgilendi. Annesinin yokluğunu hissettirmedi. Her gün kontrol ediyor. Bazı akşamlar yanında yatırıyor."

Hanım annemin torunlarına olan sevgisi başkaydı. Gökben'i sevmemesine rağmen Defne'yi ihmal etmemesi hoşuma gitmişti. Aynı durum Şevval için de geçerliydi. Şevval'e rağmen Aydan'ı asla ayırmıyordu. Evlatlarım için adil bir babaanneydi.

Odanın kapısı hafifçe aralandı. Gelen Bilgiç Ağa'ydı. Başıyla selamladıktan sonra yaklaştı. Defne'yi gülümseyerek izledikten sonra bana döndü. "Bilmeniz icap eden bir durum var Han'ım."dedi. "Odanızda konuşabilir miyiz?" Merakla bakıyordum ağaya.

"Tamam. Odama geçelim."dedim ve çıktık.

Odama girdiğimde masamın başına oturdum. Bilgiç Ağa önümde ayaktaydı. Konuşması için işaret ettim. "Geçen hafta Düşmüş Saray'dan haber geldi. Hanzen Gökben hastalanmış." Bu haberin beni kötü etkileyeceğini düşünmüştü belki. Fakat ben hissizce ona bakıyordum.

"Kendi kendini hasta etmediği ne malum?"diye sordum. Her an yeni bir yalanı ortaya çıkmışken bu haberin gerçekliğini sorgulamak zorundaydım.

"Bugün yeni bir haber daha geldi. Zatürreye çevirmiş. Kendini zatürre edecek kadar hasta edeceğine ihtimal vermiyorum." Kollarımı önümde bağladım. Hala yeterince etkilenmemiştim. "Ateşi günlerdir düşmüyormuş. Kendini bilmeyecek hale gelmiş. Hayaller görüyormuş. Bazı vakitler öksürüğünden kan bile geliyormuş."

"Hanım annem ne düşünüyor bu konuda?"

"Düşmüş Saray'daki hekimlerin oldukça yetkin olduğunu söyledi."

"Haklı."dedim tek seferde. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açtığı an, "Çekilebilirsin."diyerek lafı ağzına tıktım. Söyleme isteğini görebiliyordum fakat gözlerimdeki sert ifade buna müsaade etmemiş, buruk bir ifadeyle odadan çıkmıştı.

Nihayet yatağıma uzandığımda içimin ne kadar rahatladığını düşünüyordum. Yegor pisliğinden intikamımı almıştım. Hem ilk oğlum Doğan'ın hem babamın kanına girmişti kalleş! Artık nefes almıyordu bu hayatta. Ve üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Onun varlığı kalbimde bir ağırlıktı. Kanıma dokunuyordu aldığı her nefes ve nihayet son bulmuştu.

Gecenin bir yarısı huzursuzca uyandığımda kalbimde yeni bir sıkışma vardı şimdi. Gökben'in durumunu merak eden yanım zihnime olmayacak düşünceler gönderiyordu. Ya durumu ciddiyse, ya gerçekten hastaysa, ya daha kötü olursa... Onun olmadığı bir dünyada olmak istemediğimi hissediyordum. Fakat bu his sinirlerimin gerilmesine sebep oluyordu. Ona olan duygularımı bastıramıyor olmak kendime olan öfkemi harlıyordu.

Kışın soğuğunda balkona çıktım. Karla kaplanan Altınova'yı izledim bir müddet. Bembeyaz ve sessiz. Bu balkondan şehrimi, ülkemi izlerken bir zamanlar yanımda olacağını hayal ettiğim kadın şimdi burada değildi. Hiçbir zaman gözlerinde bana olan aşkı göremeyeceğimi bilsem de şimdi yanıbaşımda olsa içimi dolduracak huzuru düşünmeden edememiştim.

Ertesi sabah rahatsız bir şekilde uyandım. Odaya giren ağalar ve hatunlar perdeleri açıp kıyafetlerimi hazırlarken ben de yüzümü yıkamak üzere köşeye yaklaştım. "Gününüz aydın ve ferah olsun Han'ım."dedi ibriğe uzanan elin sahibi. Yüzüne baktığımda Feraye Hatun'u karşımda buldum. Hareme ne zaman alındığını bilmiyordum fakat odamdan sorumlu hatunlar arasına alınmıştı.

"Sağol hatun."dedim ve ellerimi birleştirerek kasenin üzerine uzattım.

İbriği kavrayıp serin suyu dökerken, "Feraye."dedi sakince. "İsmim Feraye."

Yüzümü yıkarken sanki bilmiyormuşum gibi davranmaya devam ettim. Uzattığı havluyla yüzümü kuruladım. Ağalar kıyafetlerimi getirirken Feraye üzerimdekileri çıkarmak üzere harekete geçmişti. Bileğinden yakaladım. Gözlerine bakarak, "Çekilebilirsin hatun."dedim. Bir müddet yerinden kıpırdamadı. Sonra hızla reverans yaparak odamı terk etti. Hanım annem ve planlarından korkulurdu...

Kıyafetlerimi kendim çıkardım ve yenilerini giydim. Kahvaltı getirilmiş, yer sofrası kurulmuştu. Sofranın başına oturdum. Limon şerbetinden bir bardak içtim. Yıllar önce Gökben'in yüzüme çarptığı limon şerbetini hatırladığımda derin bir iç çektim. Odamın kapısı çalındı. Gel sesimle içeri Bilgiç Ağa girdi. "Han'ım, durum hiç iyi değil. Hanzen Gökben gece iyice fenalaşmış. Ölüm döşeğinde olduğu söyleniyor. Son kez kızını görmek istiyormuş." Beni değil, kızını istiyordu demek.

"Böyle bir durumda Defne'yi hiçbir yere götüremem."dedim katı olmaya çalışarak. Fakat kalbimde bir sızı başlamıştı bile.

"Öylece ölüme mi terk edeceksiniz?"diye sordu hayretle. Cevap vermedim. Bir köşede ölümü beklediğini düşünmek her geçen an canımı daha çok yakıyordu. Sessizlik uzadıkça uzadı. Kararsızlık bedenimi ele geçirmişti. Aklım ve kalbim bir savaşa girmişti. Aklım bunun bir oyun olabileceğini söylerken kalbim hiç kimsenin kendini öldürecek bir oyuna kalkışmayacağını söylüyordu.

"Uras Efendi'ye söyle derhal hazırlansın."diyerek ayağa kalktım. "Düşmüş Saray'a gidiyoruz." Savaşı kalbim kazanmıştı. Bir an için Bilgiç Ağa'nın yüzünde güller açtığına yemin edebilirdim.

Odamdan çıktım ve askerlere atımı hazırlamalarını söyledim. Sarayın önüne doğru giderken koridordan hanım annemin geldiğini gördüm. "Korkut'um, Düşmüş Saray'a gittiğini duydum."dedi endişeyle.

"Doğru duymuşsun hanım annem."

Hızla yanıma geldi. "O hatunun nasıl bir hastalığa tutulduğu belli değil. Zatürre demişlerdi fakat belirtiler tamamen zatürre değil. Başka bir illet de olabilir. Aspargon Hanının hastalığın kol gezdiği bir saraya gitmesi ne kadar uygun olur?"

"O sarayda hala birileri yaşıyor değil mi? Saraya yayılmadığına göre o kadar büyük bir hastalık değil demektir."

"Onun bulunduğu bölge tecrit altındaydı. Kısıtlı kişiler ilgileniyordu."

"Demek durumun ciddiyetinin farkındaydın ve bunca zaman bir şey demedin. Sadece zatürre olduğunun söylenmesi de senin fikrin miydi?"

"Seni korumak benim en büyük görevim!" Gözlerimi devirdim. "O halde sadece Uras Efendi gitsin. Durumu bize oradan rapor eder."

"Kendi gözlerimle görmek istiyorum!"dedim katı bir şekilde ve saraydan çıktım. Arkamdan Korkut diye bağırdığını duysam da dönüp bakmadım. Uras Efendi de sarayın önüne gelmişti. Atlarımız hazır edildiğinde, "Hala at binebilecek kadar dinç misin Uras Efendi?"diye sordum. Gülmeye başladı.

"Henüz belimiz o kadar bükülmedi Han'ım."dedi ve atlara bindiğimiz gibi Düşmüş Saray'ın yolunu tuttuk. Muhafızlar da peşimizden geliyordu. Ladinay'a varmadan Altınova'nın biraz dışında kalıyordu saray. Akşam olmadan varmayı umuyordum. Kış şartlarında yolculuk zorlaşıyor ve süre biraz uzuyordu.

Sorunsuz bir yolculuğun ardından saraya vardığımızda hava kararmıştı. Sarayın baş kalfası bizi karşıladığında telaşlı görünüyordu. "Sarayımıza hoş geldiniz Korkut Han. Geleceğinizden haberimiz yoktu. Bilseydik ona göre hazırlık yapardık."dedi endişeli bir tonla.

"Hazırlığa lüzum yok."dedim ve atımdan indim. "Hanzen Gökben'in durumu nedir? Hangi odada kalıyor?"diyerek içeri yürümeye başladım. Uras Efendi ve baş kalfa peşimden geliyordu.

Baş kalfa, "Doğu cephesinde kalıyor. O bölümü geçen hafta tecrite aldık."

Tecrit süresinin bu kadar olduğunu söylememişti hanım annem. "Geçen hafta mı? Geçen hafta sadece rahatsızlandığını bildirmişsiniz."dedim ona dönerek. İfadesizce bana bakıyordu. Başını yere eğdi. Bu durumdan haberdar olmam istenmemişti belli ki. "Durumu nedir?"

"Son günlerini yaşıyor Korkut Han. Ancak bir mucize hatunu kurtarabilir."dediğinde kalbim sıkıştı, nefes alamadığımı hissettim. "Yanına girmeniz uygun olmaz. Ne tür bir hastalık olduğunu bilmiyoruz."

"Odası nerede?!"dedim sertçe. Doğu cephesine gelmiştik artık. Baş kalfa emrime karşı gelemeden beni odaya götürdü. Kapılar açıldı. İçeride iki hekim kadın vardı. Tütsüler yakılmış odaya ağır bir koku çökmüştü. Gökben'in yatağının üstü kalın tüllerle örtülüydü. Bu görüntü ölümün görüntüsüydü benim için.

İçeri girdim. Uras Efendi sertçe yakaladı kolumdan. "Han'ım, fazla yaklaşmayın."

"Size bir şey olmuyorsa bana da olmaz Uras Efendi."dediysem de kolumu sıkıca tutmaya devam etti.

"Ulu Tanrı'nın bir hediyesidir belki, şifacılıkla uğraşanların bünyesi her daim güçlü oluyor."dedi hafif bir tebessümle ve yatağa doğru ilerledi. Perdeleri hafifçe araladığı an Gökben'in kireç gibi olan yüzünü gördüm. Güçten düşmüş, zayıflamış, bedenindeki can her an çekilecekmiş gibi kıpırtısız yatıyordu. Gök gözleri kapalıydı. Göremiyordum.

Uras Efendi'nin muayenesi devam ederken mırıldandığını duydum. "Defne, kızım..." İçim biraz daha acıdı. Muayene boyunca olduğum yerden ayrılmadım. Uras Efendi kalktı ve aramızda mesafe bırakacak şekilde durdu. Yüzünde hiç umut yoktu.

"Onu ancak Ulu Tanrı kurtarabilir."dediğinde dünyamın başıma yakıldığını hissettim.

"Hastalığı nedir?"

"Bu toprakların hastalıklarından değil. Kuzey topraklarında görülen bir illet. Hayali ölüm derler. Kişinin aklını esir alır. Bedeni ateşler içinde kalır. Sayıklamalar sık görülür. Sonunda nefes alamayacak hale gelir,"

"Sus, Uras Efendi! Daha fazla anlatma!" Gözlerim yanıyor aldığım nefes batıyordu. Neden gizlemişlerdi benden bunu? Bir başına ölmesini mi istemişlerdi? Belki de buraya göndermemden faydalanmak istemişti birileri! "Zehir işi olabilir mi?"diye sordum hiddetle. Başını iki yana salladı.

"Zehir işi olsa daha güçlü seyrederdi. Doğal seyrinde ilerlemiş hastalık."

"Peki daha önce tedavi edilemez miydi?"

"Bu hastalık kişinin bünyesiyle yakından alakalıdır. Kişi güçlüyse kurtulabilir. Fakat Gökben Hatun son evreye gelmiş. Bu noktadan sonra iyileşmesi mucize olur."

Müdahale edemeyeceğim şeyler söylemesi beni kahretmişti. Tüm cihana haber salıp çaresini buldurmayı düşündüm bir an. Fakat o kadar zamanımız olmadığı ortadaydı. Neden Ulu Tanrım? Neden sevdiğim insanları alarak beni cezalandırıyorsun? Ben sana ne yaptım?

Sarayın önünde gecenin karanlığında gökyüzüne bakıyordum. Gökyüzü öyle berraktı ki her yıldız tek tek seçiliyordu. Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Bir kez daha kalbimi parçalayacak bir kaybın eşiğine gelmiştim işte. Ona olan öfkem silinip gitmişti. Keşke göndermeseydim diyordum ama ne çare. Onu yavrumuzdan ayırdığım için zayıf düşmüştü. Sonra da bu illete tutulmuştu. Belki saf bir aşık değildi ama yüce gönüllü bir anneydi Gökben. Balamir'e yaklaşımından bile belliydi bu. Ben ise onu evladımızla cezalandırmıştım. Benim canımı yaktığı gibi onun da canının yanmasını istemiştim. Fakat sonunda kaybeden ben olmuştum. Beşikteki kızım benim hırsım yüzünden annesiz kalacaktı.

Çalılardan çıkan sesle karşıya odaklandım. Elim kılıcıma gitti hızla. Yerdeki taşların ezildiğini duyduğumda bir karaltı belirdi yolun önünde. Muhafızlar da fark etmişti ve hepsi kılıçlarını çekip önüme siper oldu.

"Dur! Kimsin?"diye bağırdı baş muhafız. Yabancı cevap vermeden yaklaşmaya devam etti. "Dur dedim!" Yabancı elini siyah pelerinin arasına soktu ağır hareketlerle. İki okçu oklarını yerleştirip yaylarını iyice gerdi.

"Bekleyin."dedim. Yabancı elini pelerinden çıkardığında ay ışığında parıldayan altın yuvarlak bir madalyon gördüm boynunda. Dikkatle madalyona bakarken elindeki şişe dikkatimi çekti.

"Burada bir hasta olduğunu duydum."dedi bozuk bir aksanla. Aspargon'dan olmadığı belliydi.

"Kimsin sen?"diye sordum muhafızların arasından geçerek. Başlığını indirdi. Kara saçları gözlerinin önüne düşüyordu. Mavi gözleri çakmak çakmak parlıyordu.

"Ben bir şifacıyım efendim."dedi sakince. "Kuzeyin, güneyin hastalıklarını bilirim. Bu sarayda bir kuzey hastalığı olduğunu duydum çarşıda. Hekimlerinizin yetkinliğinden kuşkum yoktur. Lakin o tür hastalıkları o toprakların insanları daha iyi bilir." İyice yaklaştım. Adamı inceledim. Benden birkaç yaş büyük görünüyordu. Kılık kıyafeti eskiydi. "Zaman sizin için şu an çok kıymetli olmalı."diyerek dikkatimi toparlamamı sağladı. Şüpheyle bakıyordum hala. Fakat başka çarem olmadığını da biliyordum. Uras Efendi ancak bir mucizenin Gökben'i kurtarabileceğini söylemişti. Hiç tanımadığım bu adam Gökben'e şifa olabilecek tek kişiydi belki.

"Eğer ilacın işe yararsa dile benden ne dilersen şifacı."dedim ve elimi uzattım.

"Adaletinizi bu topraklardan eksik etmeyeceğinize söz vermeniz yeterlidir Han'ım."dedi başını eğerek.

"Sözüm sözdür."dedim ve şişeyi elime bıraktı.

"Üç kaşık yeterli olacaktır."dedi gözlerime bakarak. Başımla onayladım ve hızlı adımlarla içeri gittim. Öyle de böyle de ölecekti Gökben. Bu şurubu denemekten başka seçeneğim yoktu.

Gökben'in odasına girdim, hekim kadınlara şişeyi uzattım. "Derhal bu şurubu içirin! Üç kaşık!" Şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. "Ne duruyorsunuz haydi!" Elimden şişeyi aldılar ve yatağa yaklaştılar. Şuruptan üç kaşık içirdiler. Bir an kendine gelip gözlerini açacağını düşünmüştüm fakat böyle olmadı. Kıpırtısız yatmaya devam etti. Neden bir şey olmamıştı? Bir adım daha yaklaştım yatağa.

"Han'ım lütfen daha fazla yaklaşmayın."dedi hekim kadın. Ben ise sabırsızca Gökben'e bakıyordum. Hiçbir hareket yoktu. Bir sevdiğimin daha ölümünü beklemeye mahkum edilmiştim işte! Şurup hiçbir işe yaramamıştı. Onun son nefesini verişini izlemeye dayanamazdım. Öfkeyle odadan çıktım.

Benim için hazırlanan odaya girdiğimde ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ona bu denli bağlandığımı böyle acı bir şekilde öğrenmek istemezdim. Canım o kadar yanıyordu ki... En kötü yanı ise benim yüzümden bu hale geldiğini bilmekti. Ulu Tanrım yardım et... Hekimler çaresizdi ve ben başka kimden medet umacağımı bilmiyordum.

Gün ağarırken odamın kapısının açıldığını duydum ve yerimden sıçrayarak uyandım. Baş kalfa kapıdaydı. Bana kötü haberi getirmişti işte. Onu kaybetmiştim bir kez daha. Bu defa temelli olarak.

"Söyle, Gökben Hatun öldü mü?"

Başını iki yana salladı. "Gözlerini açtı Han'ım." Şaşkınlıkla bakakaldım. "Bu bir mucize." Hızla ayağa kalktım ve Gökben'in odasının yolunu tuttum.

Odaya girdiğimde yatakta doğrulmuş, arkasına yaslı bir şekilde uzanıyordu. İçeri girmemle bana döndü. "Korkut?"dedi şaşkınlıkla. Beni görmeyi beklemiyordu. Yatağa yaklaştım. Örtüleri aralayıp yanına oturdum. Hala çok solgundu yüzü. Gözlerinin canlılığı bile sönmüştü. "Lütfen fazla yaklaşma. Hekim kadın bir haftadır hasta olduğumu söyledi. Seni tehlikeye atamam." Gülümsedim. Elimi yanağına götürdüm.

"Gözlerini açtın ya, daha ne isterim."dedim gözlerine bakarak. Ondan uzak kalmak bana hiç iyi gelmemişti. Yaklaştım ve dudaklarından öptüm uzun uzun. "Sen benim hem derdimsin hem dermanım."diye fısıldadım.

Gökben toparlanana kadar sarayda kaldık. Kendine gelene kadar her yemeği birlikte yedik. Günden güne rengi yerine geldi. Gök gözleri parıldamaya başladı. Kızımıza kavuşacağını öğrenmek daha hızlı iyileşmesini sağlamıştı.

Aquilo ve Ailios'a olanları da açıkça konuşmuştuk burada kaldığımız sırada. Anlatmana gerek yok demiştim fakat anlatmam gerek demişti. Suna ve Sargun Kraliçesi aynı zamanda öz ablası Catherine'in korkunç oyunu olduğunu öğrenmiştim. Suna onu ele geçirmek için Catherine'le birlikte hareket etmişti. Catherine ise hasta oğlunu kurtarma umuduyla Gökben'in oğlunu Omena'ya kurban etmişti. İkimizin de canı Omena yüzünden yanmıştı. Bu sapkın inanç ikimizden de bir oğul almıştı. Diğer yandan Gökben'in kimliğini öğrenmiştim. Sargun'un önemli üç kraliyet ailesinden biri olan Edwardslardandı. Fakat ailesi onu da yıllar önce Omena'ya kurban etmek istemişti. Bu nedenle onlara olan nefreti Suna'ya olan nefretiyle eş değerdi.

Bu konuları konuşmak ve açıklığa kavuşturmak iyi olmuştu. Onun bir geçmişi olduğunu biliyordum ve şimdi her şey daha net bir şekilde ortaya dökülmüştü. Hayatımızda yalansız bir sayfa açmak ikimize de iyi gelecekti. O saklamaktan yorulmuştu ben de her an şüpheyle yaşamaktan. Böylesi daha iyiydi. Geçmişin bir daha sorun olarak önümüze çıkmayacağına dair birbirimize söz vermiştik. Dönüş yolunda yanımda kendi atını sürerken yüzündeki gülümseme her şeye değerdi.

***

Bölümün bu kadar gecikmesinden dolayı üzgünüm. Bulgaristan'da ailemle 1 ay geçirdim ve kitaba zaman ayıramadım. Bölümü tamamlayabilmem bu yüzden uzun sürdü. Umuyorum ki diğer bölümler en geç 2 hafta içinde gelecek. Yine haftalık yetiştirmeye çalışacağım ama gecikmeler olursa kusuruma bakmayın. Elimden geleni yaptığımı bilmenizi istiyorum. Bölümler içime sinmeden yayımlamak istemiyorum. Yazmış olmak için yazmak bana göre değil. Bu sebeple kurgunun akışının iyi bir şekilde ilerlemesi için uğraşıyorum. Bilgilendirme mesajının ardından sorulara geçebiliriz :)

-Gökben'in Düşmüş Saray'a gönderilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Müge Hanım'ın karşı çıkması sizi şaşırttı mı?

-İlgerun haneşi Ayana Hatun hakkında düşünceniz var mı? Yavaş yavaş dış siyaset de dahil oluyor.

-Melbros savaşı sonunda Yegor'un ölümünün ne gibi sonuçları olabilir?

-Hareme hatta Korkut'un odasının sorumluluğuna alınan yeni hatun Feraye hakkında ilk izlenimleriniz nedir?

-Korkut'un Gökben'e olan hisleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Korkut için zehirli bir aşk mı bu? İleride bu konuda sorun yaşar mı?

-Gökben ve Korkut'un gerçekleri açıklığa kavuşturması iyi oldu mu?

Bağımsız Soru: Aspargon'daki önemli ailelerle ilgili bir bölüm ilginizi çeker mi? Ya da istediğiniz bir ek bölüm var mı? Karakterler konusunda elimden geldiğince açıklayıcı olmaya çalışıyorum. Bu evren hakkında merak ettiğiniz sorular varsa sormaktan çekinmeyin.

***Sonraki bölüm Çiğdem-Tunay cephesinden olacaktır. "Nihayet" diyenleri duyar gibiyim. Çiğdemciler burada mı?***

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top